HABEŞİSTAN’A GÖÇ EDENLER
Yıldan yıla, aydan aya, Mekke’de,
müslümanların sayısı artıyordu. Mekkelilerin baskıları,
İslam’a inanmış kişileri, İslam’dan dönderemiyordu. Yapılan
hücumlar erkek, kadın; halkın, İslam’a yönelişini
durduramıyordu. Müslüman halka, günden güne artan hücum,
İslam’dan ayrılmadan, ümitsizliğe düşmeden, ısrarla
müslümanların birbirine daha sıkı yapışmasına sebep oluyordu.
Ve hiç bir sebeble onları İslam’dan vazgeçiremiyorlardı.
Kureyş daha çok öfkeleniyor, sinirleniyor, günden güne
müslümanlara eziyetini artırıyor ve onları incitiyordu.
Müslümanların vaziyeti iyice sıkışmıştı
ve o haldeyken sabrediyorlardı. Bunun için Resul-i Ekrem (s.a.a)
muvakkaten, Kureyş’in Müslümanlar üzerindeki elini kesmek için
müslümanlara, Mekke’den çıkmalarını, Habeşistan’a göç
etmelerini teklif etti ve “Habeşistan hükümdarı adildir. Yüce
Allah bir kolaylık sağlayıncaya kadar bir müddet o civarda
yaşayınız” buyurdu.
Müslümanların çoğu Habeşistan’a göç
ettiler. Orada rahatça yaşıyorlardı. Mekke’de hiç bir zaman
hürce yerine getirmedikleri dini farizalarını ve işlerini,
orada serbestçe yapıyorlardı.
Kureyş, müslümanların Habeşistan’a
gittiklerini ve orada, rahatta olduklarını öğrenince
Habeşistan’da İslami bir merkez kurmalarından endişe ettikleri
için, kendi aralarında müşavere ederek, müslümanların Mekke’ye
dönmeleri ve orada daima göz altında tutulmaları için bir plan
yaptılar. Plan gereğince, aralarından iki uygun ve zeki adam
seçtiler. Onlarla birlikte, Habeşistan padişahı Necaşi’ye pek
çok hediyeler gönderdiler. Ayriyeten sözleri Necaşi’ye tesir
edebilen, Necaşi’nin etrafındaki yüksek mevkili kimselerede
büyük hediyeler gönderdiler. Bu iki kişiye, Habeşistan’a
vardıktan sonra ilk önce Necaşi’nin etrafındaki büyüklere
gitmeleri, hediyelerini vermeleri ve onlara “cahil ve
tecrübesiz gençlerimizden bir grup en son dinimizden çıktılar,
sizin dininize de girmediler ve şimdi sizin ülkenize geldiler.
Kavmimizin büyükleri, sizden rica edip, bunları ülkenizden
çıkarmanız ve bize teslim etmenizi, söylemek için bizi
gönderdiler. Lütfen bu konu, Necaşi’nin huzuruna geldiği vakit,
bizim görüşümüzü teyid ediniz” demeleri, emredildi.
Kureyş’in gönderdiği kimseler, ileri
gelen şahsiyetlerle birer birer buluştular, her birine hediye
verdiler ve hepsinden padişahın huzurunda kendilerini teyid
edeceklerine dair, söz aldılar.
Sonra Necaşi’nin huzuruna gittiler.
Değerli ve nefis hediyelerini takdim ettiler ve hacetlerini
açıkladılar. Önceden kararlaştırdıkları gibi meclis
jürisindekiler, hep Kureyş’in temsilcileri lehinde söz ettiler
ve müslümanların hemen çıkarılmasını ve Kureyş’in
temsilcilerine verilmesi görüşünü savundular.Fakat Necaşi, bu
fikir ve görüşe boyun eğmedi. “Bir grup halk, ülkelerinden
çıkıp, bizim ülkemize sığınmışlardır. Tahkik edip görmeden,
aleyhlerinde gıyabi bir hüküm vermem ve çıkarılmalarını
emretmem doğru olmaz. Ancak onları toplayıp dinledikten sonra
ne yapmam gerektiğini söyleyebilirim” dedi.
Bu son cümle, Necaşi’nin ağzından çıktığı
vakit, Kureyş temsilcilerinin renkleri kaçtı, solukları
kesildi. Zaten korktukları şey, Necaşi ile Müslümanların yüz
yüze gelmeleriydi hatta onlar, müslümanların Habeşistan’da
kalmalarını, Necaşi ile karşılaşmalarına tercih ederlerdi.
Çünkü bu yeni dinin her neyi varsa, sözden ve kelamdan vardı.
Özellikle Muhammed (s.a.a)’in “Allah tarafından bana vahiy
geldi” sözlerinden, bir cümleyi işiten herkes bu dine meftun
olmamışımıydı? Yoksa o sözlerde gizli bir cazibe mi saklıydı?
Şimdi padişah, bunları biliyor mu acaba? Şayet Müslümanlar,
geldiklerinde hepsinin ezberledikleri aynı sözleri bu mecliste
okurlarsa ve bu mecliste de Mekke meclislerinde bıraktıkları
tesirin aynısını bırakırlarsa, ne yapmak gerekir? Artık iş
işten geçmiştir. Necaşi Habeşistan’a sığındıklarını söyleyen
bir kaç kişinin, huzuruna getirilmesini emretti.
Müslümanlar, Kureyş temsilcilerinin
gelmelerinden, Necaşi sarayındaki meclis büyüklerinin evlerine
hediyelerin gelip gitmesinden, tamamen haberdar idiler ve
onların planlarının yürümesinden ve Mekke’ye
gönderilmelerinden endişe ediyorlardı.
Necaşi’nin memuru gelip onları çağırdığı
zaman, tehlikenin yaklaştığını anladılar. Toplandılar ve
mecliste ne söyleyeceklerini müşavere ettiler. Hepsi,
hakikatten başka hiç bir şey söylemeyecekleri görüşünde
birleştiler. Yani, cahiliyetteki durumlarını ortaya
koyacakalar ve sonra İslam hakikatini, İslam kurallarını ve
İslami davet ruhunu açıklayacaklardı ve hiç bir şeyi
gizlemeden gerçek dışı bir kelime bile söylemiyeceklerdi.
Bu düşünce ve kararla meclise girdiler.
Diğer tarafta, yeni bir dinin araştırılması sözkonusu olduğu
için, Necaşi o zamanki Hıristiyan Habeşistan’ın, resmi din
alimlerinden, bir kaçının da mecliste hazır bulunmalarını
emretti. Birkaç tanesi de özel bir merasimle katıldılar. Her
birinin önünde birer Mukaddes kitap vardı. Devlet
makamındakilerde, özel yerlerine oturdular. Saltanat
merasimiyle dini merasim, meclisin başına geçmiş, diğerleri de
derecelerine göre, kendi yerlerine oturmuşlardı. O azamet
merasimini gören herkes, farkında olmadan, mütevazilik
duygusuna kapılıyordu.
İslama inanç ve imanları, kendilerine
özel bir metanet ve vakar vermiş olan Müslümanlar,
kendilerinin haklı olduklarına inanarak, iradeli adımlar ve
büyük bir sessizlikle azamet dolu o meclise girdiler.
Müslümanlar, Habeşistan’daki liderleri
Cafer bin Ebi Talib önde ve diğerleri peşinde olduğu bir halde,
içeri girdiler. Fakat sanki, meclisteki o celal ve azametlere
aldırış etmiyorlardı, üstelik o zamanın adetlerine göre
saltanat makamına saygı diye yerlere eğilip, toprağı öpme
kurallarına da uymadılar, girdiler ve selam verdiler.
İhanet olarak nitelenen bu hareket,
itirazlara yol açtı. Fakat onlar, hemen; “Biz dinimiz için
buraya sığındık. Dinimiz Allah’tan gayrı hiç kimse için,
yerlere kapanmamıza izin vermez” diye cevap verdiler.
O hareketin görülmesi ve sözüm işitilmesi,
gönüllere korku saldı ve müslümanlara heybet, azamet ve
değişik bir kişilik verdi. Öyle ki meclisin büyük azameti ve
yüceliği, onun yanında önemsiz kaldı.
Necaşi, bizzat onları, sorguya çekmekle
sorumluydu. “Sizin bu dininiz, nasıl bir dindir ki, hem asıl
kendi dininizden ve hem de, bizim dinimizden daha farklıdır?”
diye sordu.
Emir ül-Müminin Ali aleyhisselam’ın büyük
kardeşi olan Cafer ibni Ebi Talib, Habeşistan’daki
müslümanların reisiydi ve soruları cevaplandırıp açıklamakla
sorumluydu...
Cafer şöyle dedi: “Ey padişah, biz
öylesine bir halk’tık ki, cehalette yaşıyorduk, puta
tapıyorduk, murdar şeyleri yiyorduk, fahişelerle suç
işliyorduk, akrabalarla bağlantımızı kesiyorduk, komşulara
kötülük yapıyorduk, kuvvetlilerimiz zayıfları eziyordu.
Yaşantımız böyle iken Allah bize, nesebini ve temizliğini çok
iyi bildiğimiz bir Peygamber gönderdi. O, bizi, birliğe, tek
Allah’a ibadete çağırdı. Bizi putlara, taşlara, ağaçlara
tapmaktan kurtardı. O bize sözlerimizde doğruluğa, emanetlerin
sahiplerine verilmesini ve akrabalara karşı iyi davranmayı,
iyi komşuluğu ve toplumda saygılı olmayı, emir buyurdu. Bizim,
fahişelere yönelmemizi, temiz kadınları suçlamamızı, batıl
sözler söylememizi ve yetim malını yememizi yasakladı. Bize,
ibadetlerimizde Allah’a ortak koşmamamızı, namazı, zekatı ve
orucu emretti. Biz de, ona iman ettik. Onu doğruladık ve
saydığımız bu kaidelerin peşinden gittik. Fakat kavmimiz, bize
saldırdı ve bu kurallardan kurtulalım, yine eskiden olduğu
gibi, aynı duruma dönelim, putperestliğe ve sahip olduğumuz
aynı alçaklık dönemine dönelim diye etrafımızı sardılar. Biz
reddettikçe, bize azap ettiler, işkence ettiler. Onlardan
kurtulmak için, ülkenize geldik, şimdi burada emniyette
olacağımızı ümit ediyoruz.
Cafer’in sözü buraya gelince Necaşi
“Peygamberinizin vahy dediği ve kendisine diğer dünyadan
geldiğini iddia eden sözlerden, ezberinde var mı?” diye sordu.
Cafer: Evet.
Necaşi: Bir parça oku.
Cafer, hepsinin Hıristiyan olduğu,
padişahın da hıristiyan olduğu ve önlerinde kitabı Mukaddes
İncil’in bulunduğu piskoposların da iştirak ettiği ve
dolayısıyla Hıristiyanlık duygularının dalgalandığı mecliste;
Meryem, İsa, Zekeriya ve Yahya ile ilgili olan mubarek Meryem
suresini, okumaya başladı. Kısa fasılalarla ve uyumlu
bitişlerle, özel bir ahenk meydana getiren surenin ayetlerini,
ve kararlı ve istikrarlı bir şekilde okudu. Aynı zamanda Cafer,
bu ayetleri okumakla, Kur’an’ın, İsa ve Meryem hakkındaki
mutedil ve doğru mantığını, Hıristiyanlara anlatmak istedi. Ve
onlara, Kur’an’ın, İsa ve Meryem’i son derece tasdik ettiği
halde, onları tanrılık sıfatından uzak tuttuğunu da, anlatmak
istedi.
Necaşi: Allah’a andolsun ki, İsa’nın da
dediklerinin, gerçeği bunlardır. Bu sözler İsa’nın sözleriyle
aynı kaynaktandırlar, dedi.
Sonra Kureyş’in temsilcilerine dönerek
“doğru ülkenize”dedi ve hediyeleri de kabul etmedi.
Necaşi, sonra resmen müslüman oldu ve
hicretin dokuzuncu yılında vefat etti. Resül-i Ekrem (s.a.a),
uzaktan cenaze namazını kıldı.
[1] [2] [3] [4] [5] [6] [7] [8] [9] [10] [11] [12] [13] [14] [15] [16] [17] [18] [19] [20] [21] [22] [23] [24] [25] [26] [27] [28] [29] [30] [31] [32] [33] [34] [35] [36] [37] [38] [39] [40] [41] [42] [43] [44] [45] [46] [47] [48] [49] [50] [51] [52] [53] [54] [55] [56] [57] [58] [59] [60] [61] [62] [63] [64] [65] [66] [67] [68] [69] [70] [71] [72] [73] [74] [75] [76]