|
İMAM CAFER-US-SADDIK
(a.s) VE SUFİLERDEN BİR GRUP
Süfyan-ı Sevri
, İmam-ı
Sadık (a.s)’a geldi; İmamı, yumurtanın akıyla kabuğu
arasındaki ince bir zar gibi, çok latif, beyaz bir elbise
giymiş olarak gördü. İtiraz kastiyle “Bu elbise sana uygun
değildir. Dünyanın süslerine bulaşmaman gerekir dedi senden
zühde çalışarak, takva sahibi olman ve kendini dünyadan uzak
tutman beklenir.” diye devam etti.
İmam:Sana bir söz söylemek istiyorum;
iyice dinle çünkü senin dünya ve ahiretine faydalıdır. Eğer
gerçekten yanılıp da bu konu hakkında, İslam dininin görüşünü
bilmiyorsan; sözüm, senin için çok faydalı olacaktır. Yok,
eğer senin görüşün İslam’da bid’at icadetmek ise bu ayrı bir
mesele o zaman bu sözler sana hiç bir fayda sağlamayacaktır.
Belki de sen Allah’ın elçisinin ve
sahabesinin sade ve fakirane durumunu kendi zamanlarında, göz
önüne getiriyorsun ve bütün müslümanların kıyamet gününe kadar,
aynı durumu, örnek alarak, daima fakirce yaşamalarını, bir
vazife olarak düşünüyorsun. Fakat ben sana söyleyeyim,
Allah’ın elçisi öylesine bir zaman ve muhitteydi ki fakirlik,
yoksulluk onları altına almıştır. Bütün halk, yaşamak için
gerekli olan ihtiyaç araçlarından mahrumdu.
Resül-i Ekrem (s.a.a) ve sahabesinin
yaşamının vaziyeti, umumun o zamanki durumuna bağlıydı. Fakat
yaşama araçlarının mevcut olduğu ve ilahi bağışların bol
bulunduğu bir asır ve zamanda, o nimetlerden yararlanma hakkı,
en çok iyi ve salih kişilere aittir, değil ve kötülere değil
Müslümanlara aittir kafirlere değil.
Beni hangi şeylerde ayıplıyorsun sen?
Allah’a yemin ederim ki nimetlerden ve ilahi bağışlardan
faydalandığımı gördüğün gibi, buluğ çağına ulaştığım zamandan
beri, malımda başka kimselerin hakkı olursa, onu nasıl ödemem
gerekir düşüncesiyle geçmeyen bir gece veya gündüzüm
olmamıştır.
Süfyan İmamın mantığına bir cevap
veremedi. Başı aşağı ve yenilmiş olarak dışarı çıktı. Dostları
ve meslektaşlarına gidip macerayı anlattı. Onlar da birlikte
gidip İmamla tartışmaya karar verdiler.
Topluluk birleşti ve “Arkadaşımız,
güzelce kendi delillerini zikredemedi, biz şimdi parlak
delillerle sizi mahkum etmeye geldik.” dediler.
İmam:Delilleriniz nedir? Açıklayınız.
Topluluk:Delillerimiz Kuran’dandır.
İmam:En iyi delil Kuran’dan olur zaten,
açıklayınız, dinlemeye hazırım.
Topluluk:Biz, Kuran’dan iki ayeti
iddiamız ve benimsediğimiz yolun doğruluğunu kanıtlaması için
getireceğiz ve bu bizim için yeterlidir. Allah Kur’an-ı
Kerim’de, bir yerde, sahabeden bir topluluğu şöyle övüyor:
“Kendileri yoksullukta ve sıkıntıda oldukları halde
başkalarını kendilerine üstün tutarlar, ve öyle kimselerdirler
ki, cimrilikten ve kıskançlık sıfatlarından uzak kalırlar,
onlardır kurtulanların ta kendisi.
Ve başka bir yerde Kur’an diyor ki, “Yemeğe ihtiyaçları olduğu
halde, onları fakir, yetim ve esire yedirirler.”
Sözleri buraya geldiği zaman, meclisin
kenarında oturan ve onların sözlerine kulak veren biri dedi ki;
“Şimdiye kadar anladığım şey şu ki, sizin kendi sözlerinize
bile inancınız yok. Siz bu sözleri halkın, kendi mallarına
karşı ilgisiz kalıpta onları sizlere bağışlamasını ve buna
karşılık, o mallardan kendinizin faydalanmanızı
tasarlıyorsunuz.
İmam: Şimdilik bu sözleri bırakınız.
Bunların faydası yoktur. Sonra topluluğa dönüp buyurdu: “Önce
söyleyiniz, Kuran’dan delil getiren sizler, acaba Kuran’daki
muhkem, müteşabih, nasih ve mensuh’u ayırd ediyor musunuz,
etmiyormuş susuz?. Bu ümmetin doğru yolundan sapanların
çoğunun, asıl uzaklaşma nedeni, Kuran’da mevcut olan, gerçek
ve sahih bilgilere sahip olmamaları oldu.
Topluluk:Elbette bu konuda bir miktar
bilgimiz var, fakat tam değildir.
İmam: Sizin talihsizliğiniz de bundandır.
Peygamber (s.a.a)’in hadisleri de Kuran’ın ayetleri gibidir.
Onları da kamilen tanımak ve öğrenmek lazımdır. Ama Kuran’dan
okuduğunuz bu ayetler, ilahi nimetlerden yararlanmayı
yasaklamaz. Bu ayetler bağışlamaya bağlıdır. Bir kavmi övüyor.
Çünkü onlar muayyen bir zamanda diğerlerini, kendilerine üstün
kıldılar ve helal olan mallarını başkalarına verdiler,
vermeselerdi de hiç bir suç ve günah işlemiş olmazlardı. Allah
onlara böyle yapmanız gerekir diye emretmemişti, fakat,
yapmalarını da yasaklamamıştı. Onlar, şefkat, ihsan hükmüyle
kendilerini yoksulluk ve sıkıntıya bırakmışlar ve başkalarına
vermişler. Allah da onlara mükafat verecektir. O halde, bu
ayetler sizin iddianıza uymuyor. Çünkü siz halkı kınıyorsunuz
ve Allah’ın onlara layık gördüğü mal ve nimetlerini
kendilerine yasaklıyorsunuz. Onlar, o gün verdiler, dağıttılar.
Fakat sonra bu konuda Allah tarafından mükemmel bir ferman
geldi; bu işin sınırlarını tayin etti. Sonradan gelen bu
ferman, onların işini feshedicidir. Elbette ki bizim, bu
düstura tabi olmamız gerekir; değil onların ameline.
Allah, inananların durumunu düzeltmek
için özel lütfu vasıtasıyla, kişinin kendini ve ailesini
darlığa atmasını ve avucundakileri başkalarına bağışlamasını
yasaklamıştır. Çünkü kişinin ailesi arasında dayanma gücü
olmayan zayıflar, küçük çocuklar, ihtiyarlar vardır. Eğer ben
kazandığım bir parça ekmeği dağıtırsam, sorumlu olduğum ailem
telef olacaktır. Binaenaleyh Resül-i Ekrem (s.a.a) buyurdu ki
“Bir kaç tane hurması veya birkaç ekmeği ya da bir kaç tane
dinarı olan bir kimse, onları dağıtmaya kalkarsa, ilk önce
babası ve anasına dağıtması gerekir, ikinci derecede kendisi,
hanımı ve çocuklarına, üçüncü derecede akrabalarına ve mümin
kardeşlerine ve dördüncü derecede hayrata. “Bu dördüncüsü
onların hepsinden sonradır. Allah’ın elçisi, Ensardan bir
adamın öldüğünü ve sahip olduğu küçük servetini de Allah
yolunda verdiğini işitince buyurdu: “Eğer önceden bana haber
vermiş olsaydınız, onu müslümanların mezarına defnetmeye
bırakmazdım çünkü o, geriye halka karşı muhtaç duruma
düşebilecek çocuklar bıraktı.” Babam İmam Bakır (a.s) bana,
Allah’ın elçisinin “Daima bağışlarınızda ailenizden başlayınız,
akrabalık sırasına göre, yani her zaman önde gelen kimse
tercih edilir.” diye, buyurduğunu nakletti.
Bütün bunlara ilave olarak, Kur’an-ı
Mecid’in (Aziz-i Hüsen) hükümleri de gidiş ve tutum tarzınızı
yasaklar. Orada şöyle buyuruyor: “İyi bilen kimseler onlardır
ki bağış makamında ne çok süratlı ne de ağır olurlar, itidal
yolunu önlerine alırlar.”
Kur’an-ı Kerim’deki pek çok ayetlerde bağış ve yardımdaki
israf yasaklanız.Aynı şekilde cimrilik de yasaklanır. Kur’an,
bu iş için ortada gitmenin (tutumlu olmanın) sınırlarını
belirlemiştir. İnsan sahip olduğu her şeyi başkalarına versin
ve kendisi eli boş kalsın sonra elini duaya kaldırıp “Allahım
bana rızk ver” diye yalvarsın değil, Allah böyle bir duayı
asla uygun bulmaz. Çünkü Peygamber-i Ekrem(s.a.a) “Allah şu
bir kaç grubun duasını kabul etmez” buyurmuştur:
1.Allah’tan babası ve annesinin
kötülüğünü isteyen kimse,
2.Malını şahid tutmaksızın ve yazmaksızın
karşı tarafa ödünç veren ve malı o kimse tarafından yenildiği
Taktirde, duaya yönelip çare isteyen kimse. Elbette Allah bu
kimsenin duasını kabul etmez. Çünkü o kendi eliyle çare yolunu
ortadan kaldırmış ve malını senetsiz, şahitsiz başkasına
vermiştir.
3) O kimseki Allah’tan hanımının
kötülüklerinin Defi’ni ister. Çünkü bu işin çaresi kendi
elindedir. Eğer gerçekten bu kadının elinden rahatsızsa
evlilik bağını boşanmakla koparabilir.
4) Evinde oturmuş, ellerini
bağlayıp, Allah’tan rızk isteyen kimse. Allah bu cimri ve
cahil kuluna der ki: “Ey kulum! Ben sana çalışma ve hareket
yolunu açmadım mı? Sana, uzuvlar ve organlar vemedim mi? Sana
göresin, işitesin, düşünesin, çalışasın, ve dua edesin diye
el, ayak, göz, kulak ve akıl vermedim mi? Bütün bunların
yaratılışında bir hedef ve gaye vardır. Bu nimetlere
şükretmekse bunları gayelerine uygun bir yönde çalıştırılmakla
olur. Ve bu şekilde seninle kendi aramdaki delilleri,
tamamlamış oldum ki, gayret yoluna adım basasın, ve benim
düsturuma dönerek çalışasın, itaat edesin ve başkalarının
omuzuna yük olmayasın, bu takdirde, eğer umumi meşiyetime
uygun olursa sana bol rızık vereceğim, fakat bununla beraber
bazı sebep veya maslahatlardan dolayı, yaşantın düzelmezse, o
zaman kendi gayret ve vazifeni yapmış olduğun için, bir
mazeretin kalmaz.
5. O kimse ki, Allah ona bol
mal ve servet verir, o da onları fazlasıyla saçıp savurarak
yok eder ve sonra elini duaya kaldırarak “Allahım bana rızık
ver” diye yalvarır. Allah cevaben şöyle der:
“Ben sana bol rızık vermedim mi? Niçin
tutumlu olmadın? -Bağış ve ihsanda tutumlu olmak gerekir diye
düstur koymadım mı? -Hesapsız harcamayı yasaklamadım mı?
6. O kimse ki akrabalık bağlarını kesmek
için dua eder ve Allah’tan, yakınlara bağlı kalmanın
kesilmesinin gerekli olduğunu diler. Veyahut da o kimse ki
akrabalık bağını kesmiş olduğu halde başka bir konuda dua
etmek ister. Allah, Kur’an-ı Kerimde, özellikle Peygamberine
ihsanda, tutumunu öğretti. Çünkü şöyle bir olay oldu:
Peygamberin yanında bir miktar altın vardı ve o, onları
fakirlere harcamak istiyordu. Ve hatta o paranın bir gece bile
kendi evinde kalmasını istemiyordu, onun için bir günde
altınların hepsini, ona buna verdi. Sabahleyin başka bir
dilenci Peyda oldu ve ısrarla Peygamberden yardım istedi.
Peygamberin de elinde, dilenciye verecek hiç bir şeyi yoktu.
Bu yüzden çok rahatsız oldu ve üzüldü. Burada Kuran’ın şu
ayeti indi ve konuyla ilgili düsturu getirdi, gelen ayet şuydu:
“Elini boynuna bağlama, tamamiyle de açma, sonra kendini kınar
ve bir şeye gücün yetmeyerek pişman bir halde oturur kalırsın”
Bunlar peygamberlerden gelmiş hadislerdir.
Kur’an ayetleri de bu hadislerin anlamını te’yid eder. Elbette
Kuran’a inanmış olanlar, Kur’an ayetlerindeki mazmunlara da
inanırlar.
Ebu Bekir’e ölüm zamanında “Malın
hakkında bir vasiyet yap” denildi. “malımın beşte biri
dağıtılsın, geriye kalanı, mirasçıların olsun, ve beşte biri
az değildir” dedi.
Ölüm hastalığındaki bir hastanın malının
üçte birini de vasiyet etmeye hakkı vardır. Eğer o zat bütün
haklardan istifade etmenin en iyi olduğunu bilseydi üçte
birini vasiyet ederdi.
Fazileti, zühdü takvası ile tanıdığınız
Selman ve Ebu Zer’in tutumları da dediğim gibi aynı şekildeydi.
Selman, yıllık ihtiyacını beyt ülmaldan
aldığı zaman, bir yıllık masrafını göz önüne alarak kendisine
diğer seneye ulaştıracak miktarı ayarlıyordu. Bunu görenler
ona: “Bütün bu zühdü takvayla bir yılın masraflarını toplamak
düşüncesinde misin?diye sordular,belkide bu gün veya yarın
ölecek, senenin sonuna yetişmeyeceksin O cevaben şöyle dedi:
“Ya ölmezsem!?... Niçin sadece ölüm ihtimalini düşünüyorsunuz,
bir ihtimal daha var, o da sağ kalmamdır ki bu takdirde
masraflarım ve ihtiyacım olacaktır. Siz bilgisizlerin gafil
olduğunuz nokta şudur ki bilmiyorsunuz ki eğer yeteri kadar
yaşama vesilesi olmazsa, insanın nefsi hakka ita ata ağırlık
eder, Hak yolunda kullanması gereken neşesini ve gücünü
kaybeder ancak yeteri kadar vesile hasıl olunca rahata kavuşur.”
Ebu Zer’in sütlerinden istifade ettiği
bir kaç deve ve koyunu vardı zaman zaman et yemeğine ihtiyacı
olursa, veya bir misafir gelirse, ya da başkalarını muhtaç
görürse, onların etinden istifade ederdi. Ve başkalarına
vermek istediğinde, onların karşısında kendisine de bir pay
ayırırdı.
Kimdi bunlardan daha çok zahit?
Peygambberin bunlar hakkında neler söylediğini hepiniz
biliyorsunuz. Bu şahıslar hiç bir zaman kendi mallarının
tümünü zühd ve takva adıyla bağışlamadılar, ve sizin bu gün
teklif ettiğiniz yol gibi, halk, varını- yokunu harcayıp
kendilerini ve ailelerini sıkıntıya terk etme yoluna
gitmediler.
Ben size, babamın soyundan ve dolayısıyla
Allah’ın elçisinden naklettiği şu hadisi hatırlatayım:
Bilmiyorum bu gün size söylediklerim
yeterlimidir? yoksa daha da mı anlatayım? Biliyor musunuz ki,
İslamın ilk devrinde müslümanların sayısı az olduğu için cihad
kanunu şuydu: Bir müslüman on kafire karşı mukavemet etmelidir.
Eğer direnmezse suç ve günah işlemiş sayılırdı. Fakat sonra
imkanlar artınca Allah, lütfü ve merhametiyle büyük bir
kolaylık sağladı ve bu konuyu şöyle değiştirdi: Her müslüman
yalnız, iki kafire karşı direnmekle vazifelidir. Daha
fazlasıyla değil.
Sizden, İslam adalet mahkemeleri ve
adaleti hakkında bir şey sormak istiyorum. farz ediniz ki,
sizden biriniz, mahkemededir ve hanımının nafakası konusu
mevzu bahistir. Hakim “Hanımının nafakasını vermen gerekir”
diye hüküm verirse o kimse burada ne yapar? Acaba “Ben zahidim,
dünya malından kaçınmışım” diye mazeret mi getirir. Acaba bu
meşru bir mazeret midir? Sizce hakimin “Hanımının masraflarını,
vermen gerekir” hükmü, hak ve adalete mutabık mıdır; yoksa
zulüm müdür? Söyleyiniz, eğer bu hüküm zulüm ve haksızlıksa,
açık bir yalan söylemiş olmuyor musunuz? Yok, eğer hakimin
hükmü doğrudur diyorsanız, mazeretiniz batıldır. Öyleyse
yolunuzun ve tutumunuzun yanlış olduğunu kabul ediniz.
Diğer bir soru: Zaman zaman, Müslümanlar
vacip veya vacip olmayan bazı bağışlar vermek zorundadır.
Mesela zekat ya keffare veriyorsunuz. Şimdi biz, zühdün
manasını, hayattan ve hayatta muhtaç olunan şeylerden kaçınmak
farz edelim ve bütün halkın, istediğiniz şekilde zahid
olduğunu farz edelim. Hayattan ve muhtaç olunan şeylerden yüz
çevirsinler. O halde keffarelerin ve vacip sadakaların gereği
ne olur? Altın, gümüş, koyun, deve, öküz, hurma, kuru üzüm ve
diğerlerine taalluk eden zekatları verme vazifesi ne olur? Bu
sadakalar, yoksulların daha iyi yaşamaları veyahut
nimetlerinden nasiplerini almaları için farz edilmiş değil
midir? Bütün bunlar gösteriyor ki dinin hedefi, ve bu
hükümlerden maksat, hayat nimetlerine ulaşmak ve onlardan
faydalanmaktır. Fakat dinin hedefi, fakir olmak olsaydı, dini
terbiyenin de en yüce sınırı insanoğlunun, bu dünyanın
malından kaçınması, fakirlik ve çaresizlik içinde yaşaması
olurdu. O takdirde fakirler, o yüce hedefe ulaştıklarından
onlara memnun ve saadetli hallerinden çıkmaları için bir şey
vermek gerekmezdi. Ve ne de, onların mutluluk denizinde
yüzdükleri için, bunu kabul etmeleri gerekirdi. Aslında eğer
hakikat, sizin söylediğiniz biçimdeyse, o zaman hiç kimsenin,
elinde bir mal bulundurması doğru değildir. Bilakis eline
geçeni vermesi gerekir böylece artık zekat meselesi ortadan
kalkmış olur.
O halde belli oldu ki, siz çok tehlikeli
ve çirkin bir yol seçmişsiniz ve halkı da kötü bir yola davet
ediyorsunuz. Gittiğiniz ve diğer halkı ona çağırdığınız yol,
Kur’an ve peygamberin sünnet ve hadislerinden habersiz olma
cehaletinden doğmaktadır. Bunlar şüphe götüren hadisler
değildir. Aksine öylesine hadislerdir ki, Kur’an, onların
doğruluğuna şahitlik eder. Ama Peygamberin hadislerine
inancınız yoksa ve reddediyorsanız bu da başka bir cahilliktir.
Siz, Kur’an ayetlerinin manasındaki ince anlamlı ve hayret
verici sözlerden yararlanmayı düşünmüyorsunuz. Nasih ile
mensuh, muhkem ile müteşabih arasındaki farkı bilmiyorsunuz.
Emir ve yasağı teşhis etmiyorsunuz.
Süleyman ibn Davud’un kıssası hakkında
bana cevap veriniz. O Allah’tan öylesine bir saltanat istedi
ki, ondan daha yükseği, hiç bir kimseye mümkün olmasın.
Ve Alllah, ona istediği şekilde bir saltanat verdi. Elbette ki,
Süleyman, haktan gayri bir şey istemiyordu. Süleyman’ın,
dünyada böyle bir saltanat istemesinden, ne Allah Kuran’da, ne
de hiç bir mümin başka bir yerde bir kusur görmedi.
Süleyman’dan önce gelen, Davud Peygamber
de aynı şekildedir. Yusuf’un hikayesi de böyledir ki: Padişaha,
resmen “Bana hazinedarlık ver, çünkü hem eminim, hem de işimi
bilirim”
Sonra işi öyle bir yere geldi ki Mısır’dan Yemen sınırına
kadar ülkenin işleri ona verildi. Kıtlık zamanında çevreden
ona gelirler, yiyecek satın alırlar ve dönerlerdi. Elbette ki,
ne Yusuf haksız bir iş yapmaya meyl etti, ve ne de Allah
Kuran’da bu işi Yusuf’a ayıp saydı. Ve yine Allahı seven ve
Allah tarafından sevilen bir kul olan Zülkarneyn’in kıssası da
aynı şekildedir. Cihan esbabı, kendisine verildi ve doğu ile
batının maliki oldu.
Ey kalabalık! doğru olmayan bu yoldan
uzaklaşınız ve kendinizi İslam terbiyesiyle edeplendiriniz
Allah’ın emrettiği ve yasakladığı şeylere tecavüz etmeyiniz.
Önünüzdeki düsturu (kaideleri) harap etmeyiniz. Bilmediğiniz
meselelere müdahale etmeyiniz. O meselelerin ilmini ehlinden
sorunuz. Nasihi mensuhdan, muhkemi müteşabih ten, helali
haramdan ayıracak derecede olunuz. Bu sizin için, daha iyi
daha kolay, ve cahillikten de daha uzaktır. Cehaleti bırakınız,
çünkü taraftarı az olan ilmin aksine cehaletin taraftarı olan
bir çok kimseler vardır.
Allah, her bilgi sahibinden, daha yüksek
olan, başka bir bilgin vardır” buyurdu.
Hicri ikinci yüzyılın başlarında,
Müslümanlar arasında, kendilerini zahid ve sufi diye
adlandıran bir grup meydana çıktı. Bu grubun hayat hakkında
özel bir görüşleri vardı ve başkalarını da aynı görüşe davet
ediyorlardı. Yollarının ise din yoluyla aynı doğrultuda
olduğunu göstermek istiyorlardı. Dünya nimetlerinden uzak
kalmak gerektiğini, müminin güzel elbise giymemesi, zevke
uygun yemek yememesi ya da yüksek mevkide bulunmamasının lazım
geldiği iddiasındaydılar. Bunlar, başkalarının, zaman zaman
ilahi nimetlerden faydalandıklarını gördüklerinde, onlara çok
sert biçimde hakaret ediyor ve kınıyorlardı. Sadece bununla
kalmayıp aynı zamanda o kimseleri, dünya ehli olarak
görüyorlardı, Allah’dan uzaklaşmış sayıyorlardı. Süfyan’ın
İmam Sadık(a.s)’ı kınaması da aynı düşünce tarzına dayanıyordu.
Bu düşünce tarzının dünyada bir geçmişi vardır; Yunan’da,
Hind’de ve hatta dünyanın her yerinde bu tarz düşünceye az çok
rastlanmıştır. Müslümanlar arasında da görünmüştür ve hatta
ona dini bir renk bile vermişlerdir. Bu inanış, yeni gelen
nesillerde de devam ederek şaşılacak derecede nüfus etti ve
Müslümanlar arasında özel bir mektep şeklinde gelişti,
denilebilir. Bu fikrin sahipleri hayat kaidelerine hürmet
etmeme ve işlerinde kayıtsız kalma doğrultusundaydılar ve
netice olarak İslam ülkelerinin yıkılmasında ve geri
kalmasında önemli bir rol oynadılar.
Bu mektep ve felsefenin yayılışı, yalnız
kendilerine resmen sufi adı veren tabakaya mahsus olarak
kalmadı. Aynı zamanda zühd ve takva ve “dünyayı terketme”
adları altında gelişen bu özel düşünce şekli, Sufiler arasında
Nüfuz ettiği kadar kendilerini Sufi zıddı gösteren, diğer
tabaklar ve İslami mezhep grupları arasında da az
gözükmemiştir. Ve yine denilebilir ki; kendisine sufi denilen
her şahıs da bu düşünce tarzına sahip değildir. Şüphesiz ki,
bu tarzdaki düşünceyi, bir nevi toplumsam hastalık saymak
gerekir. Hem de toplumun ruhsal felcine sebebiyet veren
tehlikeli bir hastalık. Bu tarzdaki bir düşünceyle mücadele
etmek ve onu ortadan kaldırmak lazımdır. Maalesef, şimdiye
kadar bu adla yapılmış ve yapılmakta olan mücadelelerin hiç
biri bu hastalığa yani “bu düşünce tarzına” karşı gelmemiştir.
Sadece isimlerle lafızlarla ve şahıslarla yapılan bir mücadele
şeklinde kalmıştır, bunlar ise dünyevi mevkileri elde etmek
amacıyla yapılan, sözde bir mücadeledir. Ne yazık ki Sufilerle
mücadele edenlerin kendileri bizzat o hastalığa daha fazla
mübteladırlar ve o hastalığın yayılmasına sebep oluyorlar. Ama
mücadele edenlerin anlayış yetersizliği ve cehaleti nedeniyle,
insanlığın büyük bir şaheseri olan ve çok az kişinin eline
geçen, “o yüce ve latif irfani düşünce silsilesi” çeşitli
hamlelere maruz kalıyor.
Sufilerle mücadele, onların, o özel
düşünce şekilleri ve hastalıklarıyla olmalıdır, tıpkı İmam
Sadık (a.s)’ın açıkladığı ve metinde geçen hadiste olduğu gibi
böylesine ve nerede olursa olsun ve her hangi grup tarafından
ibraz edilirse edilsin ve ne isimle adlandırılırsa
adlandırılsın, bu şekildeki düşünce tarzıyla mücadele etmek
gerekir.
İmam (a.s)ın bu husustaki açıklaması
büyük bir dağılım gösteren bu çeşit düşünce tarzının
reddindeki açıklamaların, en derli-toplusudur. Etraflıca
yapılan bu açıklamanın hadis kitaplarında zaptedilip korunmuş
olması da sevindiricidir.
[1] [2] [3] [4] [5] [6] [7] [8] [9] [10] [11] [12] [13] [14] [15] [16] [17] [18] [19] [20] [21] [22] [23] [24] [25] [26] [27] [28] [29] [30] [31] [32] [33] [34] [35] [36] [37] [38] [39] [40] [41] [42] [43] [44] [45] [46] [47] [48] [49] [50] [51] [52] [53] [54] [55] [56] [57] [58] [59] [60] [61] [62] [63] [64] [65] [66] [67] [68] [69] [70] [71] [72] [73] [74] [75] [76]
|
|