Hüseynî
Kıyamın Mahiyeti
İmam Hüseyin'in (a.s) kıyamı konusunda
incelenmesi gereken meselelerden biri de bu kıyamın
mahiyetinin ne olduğudur. Zira tüm doğal yaratık ve olgular
gibi, kıyamların da muhtelif mahiyeti vardır. Doğal varlık ve
olguların, madenlerden tutun bitkilere ve çeşitli hayvanlara
kadar her birinin özel bir tabiiatı ve durumu vardır.
İnsanların kıyamları da böyledir.
Bir kıyamı tanımak, mahiyetini elde etmek
istersek ilk önce bu kıyamı oluşturan illet ve sebepleri
tanımalıyız. Onları tanımadıkça bu kıyamın mahiyetini (illet-i
failisini) tanımış olmayız. Daha sonra onun illet-i gaiyesini
tanımalıyız. Yani bu kıyamın hedefinin ne olduğunu
tanımalıyız. İlk önce, o kıyamın bir hedefi var mıdır acaba?
Eğer hedefi varsa nelerdir? Üçüncü olarak bu kıyamın
unsurlarını ve muhtevasını tanımalıyız, yani acaba bu kıyamda
neler yapılmış, hangi işlere baş vurulmuştur? Dördüncü olarak
bu yapılan işler toplam olarak ne gibi bir yapı ve oluşumu
oluşturdular?
İmam Hüseyin'in (a.s) kıyamı hakkında sözkonusu
olan meselelerden biri şudur ki, acaba bu kıyam bir patlama
türünden midir? Bilinçsiz ve hesapsız olarak yapılan bir
hareket midir? İçinde su olan ağzı kapalı bir kazana devamlı
ısı verilmesi sonucu kaynayan suyun buhar olması ve nihayet
patlaması gibi mi? İnsan bir sözü asla kullanmak istemediği
halde bir takım şartlar altında aniden öfkelenerek
söyleyebilir. İşte buna patlama denir. Kıyamlardan birçoğu da
bir patlamadır.
İslam mektebinin yolunun günümüzdeki maddi
mekteplerin yoluyla farklı olduğu yerlerden biri, maddi
mektepler özel diyalektiksel usullere dayanarak "tezadları
çoğaltın", "rahatsızlıkları artırın", diyorlar. "Patlakları
derinleştirin", hatta gerçek ıslahatlarla muhalefet edin ki
toplumu bilinçli olarak değil de patlama anlamındaki inkılaba
sürükleyebilesiniz İslam patlama şeklindeki inkılabı hiç
benimsemiyor. İslami inkılap dört dörtlük bilinçli, kararlı,
tamamen aydın ve seçim yoluyla olan bir inkılaptır.
Acaba İmam Hüseyin'in (a.s) inkılabı patlama
şeklinde bir inkılap olup ve toplumsal bir patlama mı idi?
Bilinçsiz yapılan bir inkılap mıydı? Acaba Muaviye'nin
zamanında ve hatta Muaviye'den önceki zamanlarda halka ve
İmam'ın ailesine yapılan aşırı baskıların sonucunda Yezid'in
zamanı gelince İmam'ın sabrı taşarak ne olursa olsun diyerek
mi kıyam etti!? Neuzûbillah. Muaviye'nin ölümünden sonra
başlayan İmam Hüseyin`in (a.s) sözleri, İmam'la Muaviye'nin
arasında gidip gelen mektuplar, muhtelif durumlarda irade
ettiği konuşmalar, mesela Tuhaf-ul Ukul adlı eserde genişçe
yeralan Mina'da Peygamber'in (s.a.a) sahabesine hitaben
yaptığı mükemmel konuşması bu kıyamın son derece bilinçli
olarak yapıldığını ve bu hareketin bir patlama değil bilakis
inkılap olduğunu, inkılap ama İslami bir inkılap olduğunu
göstermektedir.
İmam Hüseyin'in (a.s) özelliklerinden biri de
ashabından hiç birine onların katılımlarının patlama şeklini
almasına müsade etmemesidir. Niçin İmam Hüseyin (a.s) her
fırsatta ashabını bir bahaneyle kendisinden uzaklaştırmak
istiyor? Devamlı, bilin ki, burada ne su var ve ne de ekmek;
tehlikedeyiz diyor. Hatta Tasu'a (Muharrem ayının dokuzuncu)
günü akşamleyin yani şehadetlerinden bir gün önce onlarla özel
bir dille konuşuyor:
"Ben, kendi ashabımdan daha üstün bir ashab,
kendi ehl-i beytimden daha faziletli bir ehl-i beyt
tanımıyorum. Sizlerin hepinize teşekkür ediyorum. Hepinizden
memnunum. Bunların (düşmanın) benden başka hiç kimseyle bir
davası yok. Siz isterseniz gidin. Onlar sizin kendinizi bu
savaştan kenara çektiğinizi bilirlerse hiçbirinize
dokunmazlar. Benim ehl-i beytim bu sahrada kimseyi tanımazlar,
bölgeyi bilmezler Herbiriniz ehl-i beytimden birisiyle çıksın
gitsin ve ben burada yalnız kalacağım."
Niçin? Halkın rahatsızlığından ve
hoşnutsuzluğundan yararlanmak isteyen bir rehber böyle yapar
mı hiç?! Elbette ki hayır; bilakis hep şer`i tekliften
bahseder. Tabii ki şerî teklif de vardı ve İmam Hüseyin (a.s)
şerî teklifi de söylemekten gaflet etmedi; ancak o şerî
teklifi son derece bilinçli ve serbest olarak yapmalarını
istiyordu. Demek istiyordu ki, düşman sizi muhasara
etmemiştir, düşman tarafından zorunlu değilsiniz. Gecenin
karanlığından yararlanarak gidecek olursanız kimse engel olmaz
size. Dostunuz (ben) da sizi mecbur etmiyor(um). Ben bey'atımı
sizin üzerinizden aldım. Bey'at konusunun üzerinize bir
sorumluluk ve zorunluluk getirdiğini sanıyorsanız işte
bey'atımı da sizin üzerinizden kaldırdım. Yani sadece
serbestlik ve seçme. Son derece bilinçli ve serbest olarak ve
düşman veya dost tarafından en küçük bir zorunluluk
hissetmeden beni seçmelisiniz.
İslam ordusunun komutanı Tarık b. Ziyad,
İspanya savaşında, İspanya kıyılarına inince hemen kendilerine
yirmi dört saat yetecek kadar azık saklayıp geriye kalanını
gemilerle birlikte yakmalarını emretti. Daha sonra askerlerini
ve kumandanlarını toplayarak engin denize işaret edip ey
halk, dedi. Karşınızda düşman ve arkanızda da deniz vardır.
Kaçmak isterseniz denizde boğulmaktan başka bir kaçış yolunuz
yoktur; gemileriniz yok artık. -tembellik ve gevşeklik edecek
olursanız- yirmi dört saatten fazla yemeğiniz de yok. Ondan
sonra öleceksiniz. Dolaysıyla kurtuluşunuz, düşmana saldırarak
onları yok etmeğe bağlıdır. Yemeğiniz düşmanın elindedir.
Bundan başka yolunuz yoktur. Böylece o onlar için zorunluluk
oluşturdu. Bu asker kanının son damlasına kadar savaşmayıp da
ne etsin?! Ama İmam Hüseyin (a.s) böyle yapmadı. İşte Kerbela
şehidlerine değer verilmesi de bunun içindir.
İmam Hüseyin (a.s) Tarık b. Ziyad'ın aksine
davrandı ashabına. Düşman buradadır; bu taraftan da gitseniz
öldürüleceksiniz, o taraftan da gitseniz, dolaysıyla çaresi
yok, iş işten geçmiştir. Eninde sonunda siz de
öldürüleceğinize göre gelin benimle birlikte öldürülün,
demedi. Öyle bir şehadetin bir değeri yoktur. Bir politikacı
böyle davranır. Bilakis İmam Hüseyin (a.s) buyurdu ki, ne
deniz arkanızda var ve ne de düşman karşınızda. Ne dost engel
oluyor ve ne de düşman. Hangisini isterseniz seçin,
serbestsiniz.
O halde İmam Hüseyin'in (a.s) inkılabı, birinci
derecede hem kendi tarafından ve hem de ehl-i beyti ve ashabı
tarafından bilinçli bir inkılap olup bir patlama değildir.
Bilinçli bir inkılabın muhtelif mahiyetleri
olabilir. İmam Hüseyin'in (a.s) kıyamında rol oynayan çok
muhtelif etkenler vardır. Bu etkenler İmam Hüseyin'in (a.s)
kıyamının geniş mahiyetli bir kıyam olmasına sebep
olmuşlardır. Toplumsal olaylarla tabii olaylar arasında olan
farklardan biri de tabii şeylerin sadece bir tek mahiyeti
olmasıdır. Bir metal, bir anda hem altın ve hem de bakır
mahiyetine sahip olamaz. Ancak toplumsal olaylar bir anda bir
kaç mahiyete sahip olabilirler.
İmam Hüseyin'in (a.s) kıyamı da muhtelif
mahiyeti olan olaylar türündendir, zira onda muhtelif etkenler
rol oynamıştır. Örneğin bir kıyamın tepki mahiyeti olabilir,
yani sırf tepkiden başka bir şey olmayabilir. Bir kıyamın
tepki mahiyeti olursa bir olay karşısında olumsuz bir tepki
olabilir ve yine başka bir olay karşısında o kıyamın tepkisi
olumlu bir tepki olabilir. Bütün bunlar İmam Hüseyin'in (a.s)
kıyamında mevcuttur. böylece bu kıyam birkaç mahiyetli bir
kıyam olmuştur. Acaba nasıl?
Bir açıdan (zaman açısından) ilk etken bey'at
istenmesidir: İmam Hüseyin (a.s) Medine'de idi. Muaviye
ölmeden önce Yezid'in veliyy-i ahtlığını
kesinleştirmek maksadıyla Medine'ye gelerek İmam Hüseyin'den
(a.s) bey'at almak istedi, ama orada muvaffak olamadı.
Muaviye'nin ölümünden sonra Yezid bey'at almak istedi. Bey'at
etmek sadece Yezid'in şahsının hilafetini imzalamak ve onu
resmiyete tanımak olmayıp bilakis Muaviye'nin temelini attığı,
önceki halifenin sonraki halifeyi seçmesi anlamındaydı;
sonraki halifenin ölmesi ve ondan sonra halk, onun yerine
geçecek olan kimseyi seçmesi veya eğer şii ise
Resulullah'tan (s.a.a) gelen nassa amel etmek demek değildi.
Bilakis, ne Ehl-i Sünnet'in ve ne de Şia'nın söylemediği bir
şeydi. Bir halifenin diğer bir halifeyi, kendi oğlunu
müslümanların veliyy-i ahdı olarak tanıtması'ydı.
Dolaysıyla, bu bey'at sadece Yezid gibi alçak
bir kişinin hilafetini resmiyete tanımak değildi; bilakis, ilk
olarak Muaviye'nin temelini atmak istediği bir adetti.
Burada, onlar İmam Hüseyin'den (a.s) bey'at
istiyorlar; yani onların tarafından bir istek belirtilmiştir.
İmam Hüseyin (a.s) olumsuz tepki gösteriyor' ''Bey'at mı
istiyorsunuz? Etmem.'' Burada İmam Hüseyin'in (a.s) tepkisi
olumsuz bir tepkidir, takva türündendir. Her insan kendi
toplumunda, şehvet, makam ve korku gibi çeşitli hallerde
belirtilen isteklerle karşılaşır ki, onların karşısında hayır
demelidir, yani takvalı olmalıdır.
Onlar bey'at et diyorlar, İmam Hüseyin (a.s)
hayır, diyor; tehdid ediyorlar, İmam (a.s) öldürülmeye hazırım
ama bey'at etmeye hazır değilim, diyor.
Buraya kadar, bu kıyam, meşru olmayan bir
isteğin karşısında gösterilen olumsuz bir tepki mahiyetine
sahiptir. Başka bir deyişle mahiyeti, takva mahiyetidir; La
ilahe illellah'ın birinci bölümünün yani La ilahe'nin
mahiyetidir; meşru olmayan istek karşısında "hayır" (takva)
demiştir .
Fakat Hüseyni kıyamda etkili olan tek etken bu
değildi. Hüseynî kıyamın tepkisel mahiyetinin ikici yönü ise,
"olumlu tepki" olarak adlandırdığımız yönüdür. Tepki, fakat
olumlu tepki mahiyeti olduğu diğer bir etken de vardır.
Muaviye öldükten sonra, bu vakıadan yirmi yıl
önce, en azından beş yıl kadar Hz. Ali (a.s) gibi birinin
aralarında yaşadığı ve henüz Hz. Ali'nin (a.s) talim ve
terbiyesinin etkisi içlerinden tamamen yok olmayan Kufe halkı
(elbette bu şehri, Hz. Ali'nin (a.s) fikir ve düşüncesinden,
Ali'nin lehine olan duygulardan temizlemek için o hazretin
talim ve terbiyesini ortadan kaldırmak için yoğun bir çalışma
yapılmıştı. Örneğin Hucr b. Adiy'leri, Amr b. Hamik-i
Huzaî'leri, Ruşeyd-i Heceri'leri ve Meysem-i Temmar'ları
ortadan kaldırmışlardı.) kendilerine geldiler, fırsattan
yararlanmak, fırsatın Yezid. b. Muaviye'nin eline geçmemesi
için toplandılar; bizim Hüseyin b. Ali (a.s) gibi bir öncümüz
var. Hak imamımız odur. Şimdi hazırlanmalı ve o hazreti
Kufe'ye davet etmeliyiz. Ona yardım etmeliyiz; en azından ilk
önce burada bir kutup oluşturmalı ve sonra da hilafeti İslami
bir hilafet yapmalıyız" dediler.
Kufe esasen askerî merkez idi. İlk baştan da
karargâh olarak kurulmuştu. Daha önce adı "Hire" olan bu
şehiri ikinci halife Ömer b. Hattab'ın zamanında Sa'd b.
Vakkas kurmuştu. Müslüman askerler, yani o ordu, orada
kendileri için evler yaptılar; dolayısıyla dünyanın en güçlü
şehriydi.
Bu şehrin ahalisi İmam Hüseyin'i (a.s) davet
ettiler. Bir değil, iki değil, bin değil, beş bin, on bin
değil, on sekiz bine yakın mektup yazılmıştı. Bazı mektupları
bir kaç kişi, bazılarını da hemen hemen yüz kişi imzalamış ve
toplam olarak yaklaşık yüz bin kişi İmam Hüseyin'e (a.s)
mektup yazmıştı.
Burada İmam Hüseyin'in (a.s) tepkisi neydi?
Hüccet ona tamamlanmıştı. Tepkisi olumlu olmalı, hareketinin
mahiyeti yardımlaşmak olmalıydı. Yani müslümanlardan bir grubu
kıyam etmişti, İmam Hüseyin de (a.s) onların yardımına
koşmalıydı. Burada İmam'ın tepkisinin mahiyeti olumsuz ve
takva değildi, bilakis olumluydu. Başkası tarafından bir iş
başlatılmıştı ve İmam Hüseyin (a.s) buna olumlu bir cevap
vermeliydi. Yezid'e bey'at konusunda İmam Hüseyin (a.s) sadece
"hayır" demeli, kendini temiz tutmalı ve bulaştırmamalıydı.
Dolaysıyla eğer İmam Hüseyin (a.s), İbn-i Abbas'ın önerisini
kabul edecek olur da Yezid'in askerlerinin kendisine
ulaşmaması için, Yemen dağlarına sığınacak olsaydı birinci
vazifesini yerine getirmiş olacaktı. Zira kendisinden bey'at
etmesi istenmiş ve o da bey'at etmek istemiyordu. Onlar
"bey'at et" diyorlardı ve İmam Hüseyin (a.s) de "hayır"
diyordu. İmam Hüseyin'den (a.s) bey'at talebine karşı takva
duygusu açısından, olumsuz cevap vermesi gerekirdi. Bu vazife
İbn-i Abbas'ın ve diğerlerinin önerisi olan Yemen dağlarına
sığınmakla da yerine getirilebilirdi. Fakat Hz. Hüseyin (a.s)
böyle yapacak olsaydı diğer bir vazife yerine getirilmemiş
olurdu; çünkü burada Kufe halkının davet meselesi
sözkonusudur. Yeni bir vazife vardı. Müslümanlar yaklaşık on
sekiz bin mektupta, yüz bin civarında imza vermişlerdi ve
burada hücceti tamamlamak sözkonusuydu.
İmam Hüseyin (a.s), hareketinin ilk başından
Kufe halkının istikamet ve direniş göstermeyeceklerini
biliyordu; çünkü gevşek ve korkutulmuş bir halk idi Kufe
halkı. Ama ortada bir davet vardı ve bu davet karşısında
olumlu tepki gösterilmeseydi tarihe ne cevap verilebilirdi?
Eğer İmam Hüseyin (a.s) Kufe halkının davetini önemsememiş
olsaydı, kesinlikle bugün bizler, "Niçin İmam Hüseyin (a.s)
Kufe halkına olumlu cevap vermedi?" derdik. Abbasoğulları
zamanında kendisine Âl-i Mumammed'in veziri denilen "Ebu
Seleme-i Hallal" Abbasî halifesiyle arası açılınca hemen, biri
İmam Cafer-i Sadık'a (a.s) ve diğeri Abdullah-i Mahz'a olmak
üzere iki mektup yazıp, her ikisini de davet ederek "Ben ve
Eba Müslim şimdiye kadar bunlar için çalışıyorduk. Ama
şimdiden itibaren sizin için çalışmak istiyoruz. Gelin bize
destek olun. Biz bunları ortadan kaldıracağız." dedi.
Birincisi bu adamın iki kişiye mektup yazması,
niyetinin halis olmadığını gösteriyor. İkincisi Abbasi
halifesiyle arası açıldıktan sonra bu mektubu yazmıştı. Mektup
İmam Cafer-i Sadık'a (a.s) ulaşınca İmam (a.s), mektubu
okuduktan sonra onu getirenin gözleri önünde ateşe tutarak
yaktı. Mektubu getiren "Mektuba cevabınız nedir?" diye sorunca
İmam (a.s), "Mektubun cevabı budur" buyurdu ve o adam henüz
geri dönmeden Ebu Seleme'yi öldürdüler. Bununla birlikte hâlâ
bazıları "Niçin İmam Cafer Sadık (a.s), Ebu Seleme-i Hallal'ın
davetini reddetti, neden olumlu cevap vermedi?" diyorlar.
Oysaki Ebu Seleme-i Hallal, bir tek kişiydi ve iyi niyetli de
değildi. Ayrıca iş işten geçtikten sonra mektup yazmıştı ve
Abbasî halifesi de onun artık kendisine sadık olmadığını
anlamış ve dolayısıyla bir kaç gün sonra da öldürtmüştü.
Eğer Kufe halkının on sekiz bin mektubu Medine
ve Mekke'de (özellikle Mekke'de) İmam Hüseyin'e (a.s) ulaştığı
halde, İmam (a.s) onlara olumlu cevap vermemiş olsaydı tarih,
"Eğer İmam Hüseyin (a.s), Kufe'ye gitmiş olsaydı, Yezid ve
taraftarlarının kökünü kazımış ve onları ortadan kaldırmış
olurdu; Kufe müslümanların karargahıydı, ahalisi cesurdu.
Kufe'de beş yıl Hz. Ali (a.s) yaşamıştı. Henüz Hz. Ali'nin
(a.s) talimatı, büyüttüğü yetimler ve geçimlerini sağladığı
kimsesiz insanlar hayatta idiler. Henüz Ali'nin sesi bu şehrin
halkının kulaklarında çınlıyordu. İmam Hüseyin (a.s) korktuğu
için mi o şehre gitmedi? Kufe'ye gidecek olsaydı İslam
dünyasında inkılab olurdu" diye sorgulayabilirdi İmam
Hüseyin'i (a.s). Dolayısıyla burada, sırf onların "biz kıyama
hazırız" demeleri karşısında şer'i mükellefiyet, İmam
Hüseyin'in (a.s) ben de hazırım demesini gerektiriyordu.
Bu açıdan İmam Hüseyin'in (a.s) vazifesi nedir?
Kufe halkı beni davet etti; Kufe'ye gidiyorum. (Veya) Kufe
halkı, Müslim'e ettikleri bey'atlarını görmezlikten geldiler,
ben geri dönüyorum, eski yerime dönüyorum. Medine'ye veya
başka bir yere gidiyorum; orada istedikleri işi yapsınlar.
Yani bir davet karşısında olumlu bir tepki olan
bu etken açısından İmam Hüseyin'in (a.s) vazifesi, davet eden
kişiler davetlerinde sadık oldukları müddetçe onlara olumlu
cevap vermekti. Davet edenler sözlerinden cayınca artık o
açıdan İmam Hüseyin'in (a.s) vazifesi de yoktu.
Bu iki etkenden hangisi diğerinden önceydi?
Acaba önce İmam Hüseyin (a.s) bey'attan sakındı ve bey'attan
sakındığı için mi Kufe halkı onu davet etti ve o dönemin
ulaşım hususundaki şartlarına göre İmam Hüseyin'in (a.s)
bey'at etmekten sakınışından bir aydan fazla geçtikten sonra
mı Kufe halkının daveti ulaştı İmam Hüseyin'e (a.s)? Yoksa ilk
önce Kufe halkı İmam Hüseyin'i (a.s) davet etti de, İmam (a.s)
da Kufe halkının kendisini davet ettiğini görünce onlara
olumlu cevap vermesi gerektiğini mi düşündü?
Bu ikisinden hangisi önceydi? Tarihe göre tabii
ki birincisi; niçin mi? Çünkü Muaviye öldükten hemen sonra
İmam Hüseyin'den (a.s) bey'at istendi; hatta Muaviye ölmeden
önce Medine'ye gelerek hile ile İmam Hüseyin'den (a.s) ve
diğer bir kaç kişiden kendi hayatında Yezid için bey'at almak
istiyordu, fakat onlar hiçbir şart altında kabul etmediler.
Böylece bey'at istenmesi ve ondan sakınılması, zaman açısından
daha önce vuku bulmuştu. Muaviye öldükten sonra Yezid'in
kendisi, Muaviye'nin ölümü haberini bildirmek için hızlı bir
deveyle Medine'ye gönderdiği haberciyle birlikte bir mektup
gönderdi. Haberci bir kaç gün içerisinde kendisini Medine'ye
ulaştırarak Muaviye'nin ölüm haberini ve Yezid'in gönderdiği
mektubu verdi. O mektubta, ne pahasına olursa olsun Hüseyin b.
Ali'den ve diğer bir kaç kişiden bey'at alınması isteniyordu.
O zaman, belki de henüz Muaviye'nin ölüm haberi Kufe'ye
ulaşmamıştı.
Ayrıca tarih de İmam Hüseyin'den (a.s) bey'at
istendiğini ve İmam'ın (a.s) kaçındığını ve bey'at etmeye
hazır olmadığını bildiriyor. İki üç gün böyle geçti; sık sık
geliyor bazen tatlı dille ve bazen de sert bir şekilde bey'at
istiyorlardı. Nihayet İmam (a.s) Receb ayının yirmi yedisinde
Medine'yi terkederek Mekke'ye doğru hareket etti ve Şaban
ayının üçünde Mekke'ye ulaştı. Kufe halkının daveti, Ramazan
ayının on beşinde İmam Hüseyin'e (a.s) ulaştı; yani kırk
günden fazla Mekke'de kalıp, kendisinden bey'at istenmesinden
ve İmam'ın (a.s) bey'atı reddetmesinden tam bir buçuk ay
geçtikten sonra Kufe'ye davet edildi.
Dolayısıyla meseleyi, "ilk önce Kufe halkı
davet etti ve sonra İmam'ın (a.s) onlara olumlu cevap verdi ve
olumlu cevap verip onların tarafından hilafete aday olduğu
için de artık bey'atın anlamı yoktu", şeklinde
değerlendirilmesi doğru değildir. Yani Kufeliler'e olumlu
cevap verdiği için bey'at etmedi söyleyemeyiz. Zira daha
Kufeli'lerin daveti sözkonusu bile değilken bey'atı reddeti ve
"bütün dünyada benim için bir sığınacak ve barınacak yer
olmasa bile bey'at etmeyeceğim." buyurdu. Yani eğer yeryüzünün
bütün noktalarını üzerime kapasalar ve yaşayabilmem için bir
nokta bile kalmasa yine de Yezid'e bey'at etmeyeceğim.
Tarihin açıkladığı diğer bir etken de "marufu
emretme münkeri nehyetmek" (iyiyi emretmek ve kötüden
nehyetmek) ilkesidir. İmam Hüseyin (a.s) Medine'den hareket
ettiği ilk günde bu şiar ile hareket ettiğini ilan etti. Bu da
başlı başına bir etkendi, eğer bey'at da istemeselerdi İmam
Hüseyin (a.s) marufu emretme ve münkeri nehyetme vazifesinin
hükmüyle kıyam etmesi gerekiyordu. Yine, Kufe ahalisi İmam'ı
(a.s) davet ettikleri için kıyam etmiyordu İmam. Zira Kufe
halkının davet etmesine hemen hemen daha iki ay vardı; ilk
günlerdi ve Kufe halkının davetiyle hiç ilişkisi yoktu. İslam
dünyasını münkirat kapsamıştı; İmam (a.s) da dini vazifesi
gereğince, şeri ve ilahi sorumluluğu gereğince kıyam ediyordu:
Birinci etkende İmam Hüseyin (a.s) müdafa
konumundadır. Ona "bey'at et" diyorlar. İmam da "etmem" diyor
ve kendisini müdafa ediyor. İkinci etkende İmam Hüseyin (a.s)
yardımcıdır. Kendisini yardımlaşmaya davet etmişler ve o da
olumlu cevap vermiştir. Üçüncü etkende İmam Hüseyin (a.s)
düşmana karşı harekete geçiyor. Bu açıdan İmam Hüseyin (a.s)
bir inkılap rehberidir; inkılap etmek istiyor.
Bu etkenlerden her biri özel yükümlülükler
getiriyordu. Bu kıyamın çeşitli mahiyetleri vardır,
söylüyorsak işte bunun içindir. Bey'at etkeni açısından İmam
Hüseyin'in (a.s) bey'at etmemekten başka bir vazifesi yoktu.
İbn-i Abbas'ın önerisini dinler de, düşmanın ulaşamayacağı bir
bölgeye gitseydi bu vazifesine amel etmiş olurdu. Bu vazifeyi
yapmak açısından İmam Hüseyin'in (a.s) vazifesi, başka birini
de kendisiyle yardımlaşmaya davet etmek değildi; benden bey'at
istediler, ben bey'at etmem; şerefimi lekelemek istediler, ben
de redettim. Kufe halkının daveti olan ikinci etken açısından,
İmam Hüseyin'in (a.s) vazifesi onlara olumlu cevap vermekti,
zira hüccet tamamlanmıştı.
Birisi kalkıp da, "Tarih karşısında hücceti
tamamlama nasıl tasavvur edilebilir? O halde imamet meselesi
ne olacak?" diyebilir. Hayır, imamet meselesi imamın artık
teklif ve vazifesi olmaması, hücceti tamamlamanın onun
hakkında bir anlamı olmaması anlamında değildir. Hz. Ali (a.s)
Şıkşıkiyye hutbesinde şöyle buyuruyor: "Bilin ki, andolsun bu
topluluk bey'at için toplanmasaydı, Allah'ın, zalimin
zulmetmemesi, mazlumun aç kalmaması hakkında bilginlerden
aldığı ahdi olmasaydı hilafet devesinin yularını sırtına
atardım... Siz de anlamışsınızdır ki şu dünyanızın değeri, bir
dişi keçinin aksırığından da değersizdir bence."(1)
İmam Hüseyin (a.s) de böyleydi. Esasen İmam,
örnek ve önderdir. Biz İmam'ın amelinden, vazifeleri nasıl
teşhis edeceğimizi ve nasıl amel edeceğimizi anlayabiliriz.
Kufe halkının daveti etkeni açısından, onlar
sözlerinde durdukları müddetçe İmam Hüseyin'in (a.s) vazifesi
Kufe'ye gitmekti. Ama onlar sözlerinden döndükten sonra İmam
Hüseyin'in (a.s) bu açıdan bir vazifesi kalmıyordu. Hükumeti
ele geçirmek çabasından onlar vazgeçince, İmam Hüseyin'in
(a.s) de artık bir vazifesi kalmazdı. Fakat İmam Hüseyin'in
(a.s) işi sadece bununla sınırlı değildi. Kufe halkının daveti
geçici bir etkendi, yani Ramazan ayının on beşinden itibaren
başlamış olan bir etkendi; devamlı mektuplar gidip geliyordu
ve bu durum, İmam Hüseyin'in (a.s) Kufe yakınlarına, yani Irak
ve Arabistan'ın sınırlarına ulaşıncaya kadar devam etti. Sonra
Hürr b. Yezid-i Riyahi ile karşılaşınca Kufe'de olup
bitenlerden, özellikle Müslim b. Akil'in öldürüldüğünü haber
alınca artık Kufe halkının davetine olumlu cevap vermek
mesuliyeti etkisiz oldu ve bu açıdan İmam'ın bir vazifesi
kalmadı. Dolayısıyla İmam Kufe halkıyla konuşunca, ve muhatabı
Yezid ve zamanın hükumeti olmayıp Kufe halkı olunca, o gevşek
şiilere buyuruyor ki: "Siz beni davet ettiniz, sizin davetiniz
üzerime vazife getirdi; fakat şimdi pişman olduğunuza göre ben
dönüyorum artık." Bu, artık bey'at da edeceğim anlamına gelir
mi? Asla, hayır. O, başka bir konudur. Bu konuda kendisi de
buyuruyor ki: "Bütün yeryüzünde bana yer verecek, sığınacağım
bir tek yer dahi olmasa yine de bey'at etmeyeceğim."
İmam Hüseyin'in (a.s) müdafa edici ve yardımcı
olmayıp bilakis kıyamcı olduğu marufu emretme ve münkeri
nehyetme etkeni açısından nasıl acaba? Hayır, onun hesabı
ayrı.
Bazıları Kufe halkının daveti etkenine
haddinden fazla önem vermiş ve onu temel etken saymışlardır.
Halbuki bu yanlış bir sanıdır; zira bu etkenlerin arasında
etki açısından en küçüğü Kufe halkının davetidir. Aksi
takdirde eğer asıl etken Kufe halkının daveti olsaydı, Kufe
ortamının müsaid olmadığı haberi İmam Hüseyin'e (a.s) ulaşınca
İmam, pekiyi, durum böyle olduğuna göre bey'at edelim; artık
marufu emretme ve münkeri nehyetmeden de bahsetmeyelim
demeliydi. Halbuki tam aksine, İmam Hüseyin'in (a.s) en
ateşli, en heycanlı ve en tahrik edici hutbesi Kufe'nin
ortamının bozulmasından sonradır.
İşte burada, İmam Hüseyin'in (a.s) marufu
emretme ve münkeri nehyetme etkenine ne kadar dayalı olduğu,
bu bozuk devlet ve düzene saldıranın kendisi olduğu açıklığa
kavuşuyor. Bu etken açısından, İmam Hüseyin (a.s) zamanın
hükumetine hücum eden inkılapçı bir şahıstır. Yol arasında
gözü Kufe tarafından gelen iki kişiye takıldı, onlarla
konuşmak için durdu. Onlar kendisinin İmam Hüseyin (a.s)
olduğunu anlayınca yollarını değiştirdiler. İmam da onların
konuşmak istemediklerini anlayarak yoluna devam etti. Daha
sonra geride kalan ashabından biri yolda onları görünce
onlarla konuştu. Onlar Müslim'in ve Hâni'nin şehadeti gibi
Kufe'de olup biten acı olayları kendisine anlattılar ve
dediler ki: "Vallahi biz bu haberi İmam Hüseyin'e (a.s)
vermeye utandık." O adam kendisini İmam'a (a.s) ulaştırarak
İmam'ın (a.s) bulunduğu çadıra girdi ve dedi ki: "Sizin için
önemli haberlerim var; nasıl isterseniz öyle söyleyeyim; eğer
burada arzetmemi isterseniz burada arzederim ve eğer bu haberi
size hususi olarak arzetmemi istiyorsanız hususi olarak
arzedeyim."
Bunun üzerine İmam (a.s) "söyle", buyurdu.
"Benim ashabımdan gizleyecek bir şeyim yok. Hepimiz biriz."
Adam dedi ki: "Dün görüp konuşmak istediğiniz,
sizi tanıyınca da yollarını değiştiren iki kişiyle konuştum;
onlar olup bitenleri anlattılar. Onlar Kufe'nin, Yezid'in
askerlerinin eline düştüğünü, Müslim ve Hani'nin şehid
düştüklerini haber verdiler.
İmam Hüseyin (a.s) bu haberi duyunca
gözlerinden yaşlar aktı ve sonra şöyle buyurdu: "Müminlerden
öyle erler vardır ki, Allah ile yaptıkları ahide sadakat
gösterdiler; böylece onlardan kimi ahdini gerçekleştirdi
(şehid oldu), kimi de (sıraları gelsin diye) beklemektedir.
Onlar (verdikleri sözü) hiç bir değiştirme ile
değiştirmediler."(2) (Kur'an-ı Kerim'de böyle bir durum için
bundan daha uygun bir ayet bulamazsınız.) Yani biz sadece Kufe
için gelmiş değiliz. Kufe teslim olmuşsa olsun. Bizim
hareketimiz sadece Kufe halkının davetinin neticesinde oluşan
bir hareket değil. Bu, Mekke'den Kufe'ye doğru gelmemizi
gerektiren etkenlerden sadece biriydi. Bizim, bundan daha
büyük ve daha ağır bir vazifemiz var. Müslim kendi ahdine
sadık kaldı ve giderek şehid oldu. Müslim'in başına gelenleri
biz de tadacağız.
İmam saldırı ve inkılapçı konumu aldığı için
mantığı, savunma ve yardımlaşma mantığıyla farklıydı. Savunma
mantığı, değerli bir şeyi olan ve bir hırsızın onu kendisinden
almasından korkarak, onu aldığı gibi kaçan bir adamın mantığı
gibidir. Halbuki hırsızla güreşecek olsa hırsızı yere
vurabilir kesinlikle, fakat bunları düşünmez. Gücünün yetip
yetmeyeceğini aklından geçirmez. Mesele, onu hırsızdan
saklamasıdır. Fakat saldırı konumunda olan bir insan sadece
kendisini korumak istemez, kendi şehadeti pahasına olsa da
düşmanı ortadan kaldırmak ister. Marufu emretme ve münkeri
nehyetme etkeni gereğince, Hüseyin b. Ali'nin (a.s) mantığı
şehid mantığı idi. Şehid mantığı diğer mantıkların
ötesindedir.
Şehid mantığı, kendi toplumuna bir mesajı olan
ve bu mesajı kanından başka bir şeyle yazmak istemeyen
kimsenin mantığıdır. Dünyada çoğu kimselerin mesajları ve
söyleyecek sözleri vardı. Dünyada devamlı yapılan arama
kazılarında falan padişahtan veya falan cumhur başkanından bir
taş üzerine "Falan oğlu falan benim, filan yeri fetheden
benim, dünyada şu kadar yaşayan, falan sayıda kadın alan, bu
kadar keyif süren, şu kadar afiyette olan ve bu kadar zulm ve
haksızlık eden benim." gibi yazıların bulunduğunu ve
mahvolmasın diye de taş üzerine yazdırıldığını, fakat yine de
o yazıların, o taşların üzerinde kaldığını, halkın unuttuğunu
görüyoruz. Zira böyle mesajlar yere gömülür ve binlerce yıl
sonra toprağın altından dışarı çıkarılır ve sonra da müzelerde
saklanılır.
İmam Hüseyin (a.s), kendi kanlı mesajını
havanın titrek sayfası üzerine kaydetti, fakat kan ve kırmızı
renkle içiçe olduğu için gönüllere işlendi. Bugün bütün
milletlerde İmam Hüseyin'in (a.s) şu mesajını bilen
milyonlarca kişiyi görüyoruz: "Doğrusu ben ölümü saadet ve
zalimlerle yaşamayı zilletten başka bir şey bilmiyorum."
İnsan zillet içinde, zalim ve facirlerle
yaşayacaksa, sadece yemek, içmek ve uyumak için yaşayacaksa,
zilletler altına girerek yaşamaktansa, ölüm böyle bir
yaşantıdan binlerce kere üstündür. İşte şehidin mesajı budur.
Saldırı konumunda olan ve mantığı şehid mantığı
olan İmam Hüseyin (a.s), mesajını Kerbela sahrasında
kaydettiği gün ne bir kağıt vardı ve ne de bir kalem, bilakis
sadece gökyüzünün titrek sayfası vardı. Fakat bu mesajının
gökyüzünün titrek sayfasında kalmasının sebebi nedir? Bu çağrı
hemen gönüllerin sayfası üzerine intikal etti; gönüllerin
üzerine öyle bir işlendi ki artık asla mahvolmaz.
Her yıl Muharrem ayı gelince İmam Hüseyin'in
(a.s) yeniden şöyle buyurduğunu görüyoruz: "Gerdanlık kızların
boynuna yakıştığı gibi ölüm insanlara yakışır. Yakub Yusuf'u
görmeyi arzu ettiği gibi ben de atalarımı görmeyi arzu
ediyorum."
Yine bütün ashabı öldürüldüğü ve sadece kendisi
kaldığı halde, deniz gibi dalgalanan, her birinin elinde
mızrak ve sırtında kılnç olan otuz bin kişinin karşısında
durarak şu anlamda bir mesaj verdi: "Şu rezil oğlu rezil, şu
haramzade oğlu haramzade (emir ve komutanınız olan Übeydillah
b. Ziyad) bana kılıçla (ölümle) zillet arasında seçenekli
olduğumu haber verdi; Hüseyin nerede, zillet nerede? (heyhat
minn-ez zillet). Hüseyin zillete tahammül eder mi?! Allah
bizim için zilleti beğenmez. Peygamber benim için zilleti
beğenmez. Dünyadaki bütün müminler, zatları pak olanlar
(kıyamete kadar insanlar bu konuda konuşacaklar), daha
sonraları gelecek olan müminlerin hiç biri Hüseyin'lerinin
zillete boyun eğmesini sevmezler. Ben zillete boyun eğer
miyim?! Ben Hz. Ali'nin (a.s) eli altında büyümüş olan bir
kişiyim, ben Zehra'nın terbiyesi ile yetişmiş olan bir
kişiyim, ben Zehra'nın göğsünden süt emdim. Biz zillete boyun
eğmeyiz." Bu şehidin mesajıdır.
Medine'den hareket ettiği gün saldırı
konumundaydı. Kardeşi Muhammed b. Hanifiye'ye yazdığı
vasiyetnamede şu şekilde buyuruyor: "(Dünya insanları
bilsinler ki) Ben makamperest, mevkiperest, bozguncu, müfsid
ve zalim bir kişi değilim. Benim böyle hedeflerim yok. Benim
kıyamım ıslah etmek içindir. Ceddimin ümmetini ıslah etmek
için kıyam ediyorum. Ben marufu emretmek ve münkeri nehyetmek
istiyorum."
Muhammed Hanefiye'ye yazdığı mektupta ne
kendisinden bey'at istendiğinden ve ne de Kufe halkının
davetinden bahsedilmemiştir. Esasen henüz Kufe halkının davet
meselesi sözkonusu değildi.
Saldırı, şehid ve inkılabı yayma esasınca İmam
Hüseyin (a.s) bir takım işler yapmıştır ki bu esas dışında
başka bir esasla izah edilmesi imkansızdır. Nasıl mı? Şöyle
ki, eğer İmam Hüseyin'in (a.s) mantığı sadece bey'at etme
hususunda direnmek olsaydı Aşura akşamı ashabını
(zikrettiğimiz delillerden dolayı) serbest bırakıp bilinçli
olarak işlerini seçmeleri için bey'atını kaldırdığında onlar
kalmayı seçince onların orada kalmalarına müsade etmemeliydi
ve şer'en sizin burada öldürülmeniz câiz değil, bunlar beni
öldürmek istiyorlar, benden bey'at istiyorlar, benim vazifem
beyat etmemektir; öldürülürsem de öldürüleyim, sizi öldürmek
istemiyorlar, siz niye burada kalıyorsunuz. Sizin burada
kalmanız câiz değil, çekin gidin, demeliydi.
Ama İmam Hüseyin (a.s) böyle yapmadı. İnkılapçı
mantıkta, saldırı konumunda olan ve mesajını kanıyla yazmak
isteyen kimsenin mantığında bu dalga her ne kadar geniş
olursa, o kadar iyidir. Öyle ki, İmam Hüseyin'in (a.s) ashab
ve akrabaları hazır olduklarını bildirince, onlar hakkında
"Allah size hayır versin; Allah hepinizi mükafatlandırsın..."
diye dua ediyor.
Niçin Aşura akşamı Habib b. Mezahir-i Esedi'ye:
"Esedoğullarına giderek, eğer mümkünse bir kaç yardımcı getir"
buyurdular? Esedoğulları'nın toplam sayısı ne kadardı ki?
Habib'in giderek Esedoğulları'ndan yüz kişi getirdiğini
varsayalım. Onlar, otuz bin kişi karşısında ne yapabilirlerdi?
Durumu değiştirebilirler miydi? Asla. İmam Hüseyin (a.s),
kıyam, şehadet ve inkılap mantığı olan bu mantıkla bu vakıanın
genişlemesini istiyordu. Ailesini de beraberinde getirmesi
işte bunun içindi. Mesajının bir bölümünü ailesi iletmesi
gerekiyordu. İmam Hüseyin (a.s), durum böyle olduğuna göre
artık olacakların daha ateşli olmasını istiyordu; zira dünyada
her zaman için meyvesi ve ürünü olacak bir tohum ekmek
istiyordu. Kerbela'da oluşan manzara ve sahneler gerçekten
hayret vericidir!
Acaba bu üç etkenden (kıyama, yardımlaşma
mahiyeti veren Kufe halkının daveti, savunma mahiyeti veren
bey'at istenmesi ve saldırı mahiyeti veren marufu emretmek ve
münkeri nehyetmek) hangisi daha değerlidir. Elbette bu
etkenlerin değerleri bir ayarda değildir. Her etkenin belli
bir derecesi vardır ve bu kıyama da o oranla değer kazandırır.
Bir halkın, bu işe aday olan kişiye yardımcı olmaya hazır
olduklarını bildirmesi ve o da hiç gecikmeden kendisinin de
hazır olduğunu ilan etmesi bir etken olarak Kerbela kıyamına
oldukça yüksek bir değer verir; ancak bundan daha üstünü
bey'at istenmesi ve İmam Hüseyin'in (a.s) reddetmesi,
öldürülmeye hazır olup bey'at etmeye razı olmaması etkenidir.
Marufu emretme ve münkeri nehyetme etkeni olan üçüncü etkenin
değeri bundan da fazladır. Buna binaen üçüncü etken, İmam
Hüseyin'in (a.s) kıyamına daha fazla değer kazandırmıştır.
Burada, bir etkenin bir kıyama kazandırdığı değer ve o kıyamın
kahramanının o etkene kazandırdığı değer hakkında kısa olarak
şu noktaya değinmeyi uygun görüyorum:
İnsan için, maddi olsun manevi olsun bir çok
şeylerin değeri vardır, onun için iftihar sayılır, zinet
sayılır şeyler vardır. Şüphesiz ilim insan için zinettir.
Makam ve mevkiler, özellikle de Allah tarafından verilen
manevi makamlar insan için iftihardır, değerdir; insana değer
verir. Hatta bu değerlerin temsilcisi olan bir takım şeyler
insana değer verirler; din hocasının cübbesi gibi. Elbette
cübbe tek başına, din hocası olduğuna, yani İslami maariflerin
ilmine ve İslami takvaya sahip oluşa delil değildir. Din
hocası demek İslam maariflerini bilen ve İslami emirlere amel
eden demektir. Bu elbise din hocası olmanın belirtisidir.
Dolaysıyla eğer bir kimse onu yerinde ve haketmiş olarak
giyerse o elbisenin çağrışımı doğrudur ve eğer hakketmeden ve
yersiz olarak giyerse çağrışımı ve ifade ettiği doğru
değildir. Velhasıl, genelde bu elbiseyi, hocalık maneviyet ve
hakikatına sahip olanlar giydiği için bir iftihardır. Ben de
bu elbiseyi giymeğe salahiyetim olmazsa, sizler beni
tanımadığınız için bir toplantıda benimle karşılaştığınızda bu
elbiseyi üzerimde görünce bana saygı gösteriyorsunuz. O halde
bu elbise onu giyen için iftihardır. Bir üniversite hocasının
elbisesi onun için iftihardır. Bu elbiseyi giyince bu
elbiseyle iftihar eder.
Bir din hocası, cübbesini giydiği zaman,
gerçekten bu elbise onun için bir iftihardır; bu elbiseyi
kendisine giydirdikleri ve hakiki hocalık makamına yükseldiği
için iftihar etmelidir. Ancak bazen birisi ilim, takva ve
amelde öyle bir seviyeye ulaşır ki o, bu elbise için iftihar
olur. Hocalık cübbesi, falan kimsenin de giydiği elbisedir
diyoruz mesela. En azından buna tarihi örnekler de
verebiliriz. Bir grup bu cübbe, şu sarık nedir? dediğinde
cevap olarak, bütün İslam ülkelerinin kendisiyle iftihar
ettiği, Araplar'ın, kitapları arapça olduğu için bizdendir
dediği, İranlılar'ın, Belh'li olduğu ve Belh de eskiden
İran'ın olduğu için bizdendir dediği; Rusların da Belh şehri
şimdi bizim elimizde olduğuna göre bizdendir dediği, herkesin
bizdendir dediği ve bütün milletlerin kendisiyle övündüğü
İbn-i Sina da bu elbiseyi giyerdi, deriz. Ebu Reyhan-i Biruni
de yine aynı şekilde. O halde İbn-i Sina ve Ebu Reyhan-i
Biruni bu elbisenin iftiharıdırlar. Şeyh Ensari, Hace
Nesiruddin-i Tusî ve benzerleri de hoca cübbesiyle iftihar
kazandırmışlardır. Bir üniversite hocası hakkında da aynı
durum sözkonusudur. İnsanlar için profösörlük elbisesi
iftihardır. Fakat bir prof. kendi işinde, ilimde, ihtisasta ve
buluşlarında profösörlük elbisesi için iftihar olacak kadar
üstün olabilir.
Hz. Ali'nin (a.s) ashabından biri olan Sasaa b.
Suhan-i
Abdi'nin çok güzel bir sözü var. Sasaa, Emir-el Müminin
Ali'nin (a.s) has ashabından, Hz. Ali'nin mektebinde çok iyi
terbiye edilmiş olan güçlü bir hatiptir aynı zamanda. Arab'ın
birinci derece edebiyatçılarından olan Cahiz der ki: "Sasaa
güçlü bir hatibdi; onun hatib oluşunun en iyi delili Hz. Ali
b. Ebi Talib'in (a.s) bazen ona kalk biraz konuş demesidir."
Sasaa Hz. Ali'nin türbesinin baş ucunda o pek üstün ve yakıcı
konuşmayı yapan kimsedir.
Bu adam çok güzel olan birkaç cümleyle Hz.
Ali'yi hilafetinden dolayı tebrik etti. Hz. Ali (a.s) hilafete
geçince herkes geliyor ve tebrik arzediyordu. Sasaa da Hz.
Ali'nin (a.s) karşısına geçerek ona hitaben şöyle dedi:
"Ey Ali, (sen halife oldunsa hilafet sana zinet
vermedi) sen hilafete zinet verdin. (hilafet seni yükseltmedi)
Sen hilafeti yükselttin. Hilafetin sana, senin ona olan
ihtiyacından daha fazla ihtiyacı vardı." Bu üç dört cümlenin
on yaprak makale kadar değeri var. Yani ey Ali ben, bugün ismi
sana atfedilen hilafeti tebrik ediyorum, halife olduğun için
seni tebrik etmiyorum. Sen halife olduğun için hilafeti tebrik
ediyorum, halife olduğun için seni değil. Bundan iyisini
söyleyemeyiz.
Marufu emretme ve münkeri nehyetme Hüseynî
kıyama değer verdi; ama Hüseyin (a.s) de marufu emretme
ilkesine münkeri nehyetmeye değer verdi. Marufu emretme ve
münkeri nehyetme Hüseynî kıyamı yüceltti; fakat Hz. Hüseyin
(a.s) bunu öyle bir şekilde icra etti ki onu yükseltti, marufu
emretmek ve münkeri nehyetme ilkesinin başına bir iftihar
tacı giydirdi. (Çoğuları, marufu emretmek ve münkeri
nehyetmeyi icra ediyoruz diyorlar. Hüseyin de ilk önce
diğerleri gibi sadece bir kelime konuştu: "Marufu emretmek,
münkeri nehyetmek, ceddim ve babamın siretini sürdürmek (için
kıyam ediyorum)"
İslam da böyledir. İslam her müslüman için bir
iftihardır; fakat öyle müslümanlar da vardır ki, gerçekten
fahr-ul İslam (İslam'ın iftiharı)dırlar, izz-ud din (dinin
izzeti), şeref-ud din(dinin şerefi) ve İslam'ın şerefidirler.
Bu lakapları biz çoğu insanlara veriyoruz. Fakat herkes
gerçekten böyle değildir tabii ki. Benim hakkımda eğer birisi
böyle konuşursa kesinlikle yalandır. Benim varlığım İslam
alemi için bir iftihardır diyebilir miyim ben?! Ben kimim ki?
Yedi sekiz yıl önce konuşmak için Şiraz üniversitesine davet
edildim. Üniversite hocaları ve hatta üniversite sorumluları
da oradaydı. Önceleri talebe olan ve daha sonra Amerika'ya
giderek doktur olup gelen ve gerçekten de faziletli bir kişi
olan üniversite hocalarından biri beni tanıtmak üzere
görevlendirilmişti. Kürsünün arkasına geçerek oldukça
kalabalık da olan topluluğa beni şöyle tanıtmaya başladı: "Ben
falancayı tanıyorum, Kum havzası şöyledir, Kum havzası
böyledir..." Konuşmasının sonunda "ben bu cümleyi cesaretle
söylüyorum ki, eğer diğerleri için hoca cübbesi iftiharsa,
falanca, cübbesi için iftihardır." dedi. Bu söz çok rahatsız
etti beni. Ben konuşmaya başladım. Konuşma esnasında o adama
dönerek, ona hitaben "Bu nasıl bir söz ağzından kaçırdın?! Ne
dediğinin farkında mısın?! Ben kimim ki, sen hakkımda, falanca
cübbesinin iftiharıdır söylüyorsun?!" dedim. O sıralarda ben
üniversiteli de sayılıyordum. Ona dedim ki, bütün ömrümde
benim bir tek iftiharım varsa o da bu emame (sarık) ve
cübbedir, dedim. Ben kimim ki iftihar olayım?! Birbirimiz
hakkında söylediğimiz bu çürük medihler de ne demek oluyor?!
İslam'ın iftiharı kelimesini Ebuzer-i Gıfari hakkında
kullanmalı. Ebuzer'ler yetiştiren İslam'dır. Ammar Yasir
İslam'ın iftiharıdır; Ammar Yasir'ler yetiştiren İslam'dır.
Ebu Ali Sina İslam'ın iftiharıdır, Ebu Ali Sina gibi
olağanüstü bir kişiyi yetiştiren de yine İslam'dır. Hace
Nesiruddin İslam'ın iftiharıdır. Sadr-ı Mutaallihin İslam'ın
iftiharıdır, Şeyh Murtaza Ensari İslam'ın iftiharıdır, Şeyh
Behai İslam'ın iftiharıdır. Elbette İslam'ın iftiharı vardır;
yani dünyanın üzerlerinde hesab ettiği ve hesab etmesi de
gerektiği insanlar yetiştirmiştir İslam. Zira bunların, dünya
kültüründe çok önemli rolleri vardır. Bizler kimiz?! Bizim ne
değerimiz var?! İslam, iftiharımız olmayı, bir madalya olarak
göğsümüzde olmayı kabul ederse biz, çok memnun olmalıyız. Biz
mi İslam'a madalyaymışız?!!! Bizler İslam aleminin yüz
karasıyız. Biz müslümanların çoğusu İslam aleminin yüz
karasıyız. O halde dalkavukluğu kenara bırakalım. Gerçekleri
söyleyelim.
Hüseyin b. Ali (a.s) hakkında, gerçekten,
marufu emretmek ve münkeri nehyetmeye değer ve itibar verdi,
müslümanların şerefi olan bu ilkeye şeref verdi,
söyleyebiliriz. Marufu emretme ve münkeri nehyetme,
müslümanların şerefidir ve müslümanlara şeref veriyor
söylüyorsam, kendimden söylemiyorum. Bu Kur'an-ı Kerim'in
ayetinin tabiridir: "Siz insanlar için çıkarılan en hayırlı
ümmettsiniz; insanlara iyliği emrederseniz, kötülükte
bulunmamalarını söylerseniz." Siz insanlar için çıkarılan
milletlerin ve ümmetlerin en değerlisisiniz. Fakat, sahip
olduğunuz takdirde ümmetlerin en değerlisi ve en üstünü
olacağınız, size değer vermiş olan ve veren şey nedir? Bu
sorunun cevabında buyuruyor ki: "İyliği emrederseniz,
kötülükte bulunmamalarını söylerseniz." Bu ilke sizin aranızda
olursa, siz İslam ümmetine değer verir. Ümmetlerin en
değerlisi olmanız bu ilkeye sahip olduğunuz içindir. Bu ilke
size değer vermiştir. O halde bu ilke aramızda olmadığı zaman
değersiz bir ümmet mi olacağız? Evet, öyledir. Fakat Hz.
Hüseyin (a.s) bu ilkeye önem verdi.
Bazen iyiliği emrediyor ve kötülükten
nehyediyoruz; fakat bu ilkeye değer vermemekle kalmıyor,
bilakis değerini aşağı düşürüyoruz. Şimdi halkın genelinin
iyliği emretme ve kötülükten nehyetmekten tasavvur ettikleri
nedir? Bir takım cüz-i meselelere değil mi? Doğru olmayan
meselelere demiyorum (zira onlardan bazıları doğru da değil);
ancak bütün bunlar genel olarak güzeldir. Mesela, birisi
iyliği emretme ve kötülükten nehyetme olarak karşısındakine,
"şu altın yüzüğü parmağından çıkar" derse kendi yerinde
doğrudur. Fakat insan hiçbir münker ve kötülüğü görmeyip
sadece bunu görürse, mesela sakalı tıraş etme meselesini
görürse ve sadece ceket, pantolon meselesini görürse işte bu
doğru değildir.
Biri şöyle anlatıyordu: Adamın biri, diğer biri
aleyhinde çok konuşuyordu. Tekfir edecek kadar kızmıştı ona.
Bu durumu görünce ben kendisine "Niçin onu bu kadar
kötülüyorsun, ne yapmış?" dedim. Cevap olarak "yakalı gömlek
giyiyor" dedi.
Kötülükten sakındırmamız bu kadar alçalırsa, bu
ilkeyi biz aşağı düşürmüş, hakir etmiş oluruz. Suudi
Arabistan'da iyliği emreden ve kötülükten sakındıranlar,
iyliği emredip kötülükten nehyetmenin değerini beş para
etmişler. Kimse mesela Kabe'yi veya Resulullah'ın (s.a.a)
türbesini öpmesin diye ellerine sopa almışlar. Gerçekten bu mu
kötülükten sakındırmak!
Ama Hz. Hüseyin'e (a.s) gelince, iyliği
emretme, kötülükten sakındırma esasen onun işiydi. Bütün
İslami marufları göz önünde bulundurur ve İslam dünyasının
bütün münkerlerini bilirdi. İslam dünyasının ilk ve en büyük
münkeri Yezid'in kendisidir, söylüyordu. İmam ve yönetici,
Kur'an'ın hükmüyle amel etmeli, adaleti ayakta tutmalı ve
Allah'ın dinine bağlı olmalıdır, buyuruyordu. İmam Hüseyin
(a.s), her şeyini bu ilke yolunda ihlasla sundu. İyliği
emretme ve kötülükten sakındırma yolunda ölüme zinet verdi.
Böyle ölüme azamet ve yücelik kazandırdı. Medine'den çıktığı
ilk günden itibaren güzel ölümden bahsediyordu. Ne kadar güzel
bir tabir! Her ölüme güzel demiyordu; hak ve hakikat yolunda
olan ölümü güzel biliyordu: Böyle bir ölüm, kadına zinet olan
bir gerdanlık gibi insan için zinettir. Bunlardan daha açığı
Kerbela'ya doğru gelince yol boyunca okuduğu şiirlerdir. Bu
şiirlerin İmam Hüseyin'den (a.s) olması muhtemel olduğu gibi
Hz. Ali'den (a.s) de olması muhtemeldir. Bu şiirlerden bir
kaçı şu anlamdadır:
"Eğer dünya hayatı bazılarının nazarında güzel
ve değerliyse
Allah'ın mükafat evi daha güzel ve üstündür."
"Dünya malı sonunda bırakıp gitmek için
toplanıyorsa
Niçin insan bırakılıp gidilecek şeyi bahşetmez,
cimrilik eder."
"Eğer bu bedenler ölmek için yaratılmışsa
Yiğidin Allah yolunda kılıçla öldürülmesi daha
faziletlidir."
|