KEVSER YAYINCILIK

  Ana Sayfa / Soru ve Cevaplar                                                                                                           Soru ve Cevaplar

Bugün :  

  Sık Kullanılanlara Ekle                                                                                                                                                                                                                                                         Başlangıç Sayfası Yapın
 

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

 Soru-99: İmam-ı Ali hakkında ve Ehl-i Beyt hakkında yüzlerce belki binlerce medih ve senakarane ve mübeşşirane (Rabbimizin kitabında ve Resulü'nün hadislerinde ve sahabelerin kibar-ı kelamlarında vs.) hakikatler olmasına rağmen Caferilik (Eimme-i İsna Aşer) mezhebi veyahut yolu, şu anda yeryüzünde 1. 5 milyar etbaı bulunan alem-i İslam içinde neden konum olarak İran'ın dışına ve sayı olarak 100 milyon (Alem-i İslam'ın yüzde 6-7 sini veyahut yüzde 10'nu) aşamadı?Irak, Azerbaycan, Afganistan, Pakistan, Kuveyt, Hindistan, Lübnan ve Türkiye'de Caferilerin olması İran eksenli olmasını değiştirmediği gibi sayı olarak da değiştirecek bir yekun teşkil etmemektedir. Cevabınızı beklerim. Saygılarımla...

 

Cevap-99: Muhterem kardeşim, "İmam-ı Ali hakkında ve Ehl-i Beyt hakkında yüzlerce belki binlerce medih ve senakarane ve mübeşşirane (Rabbimizin kitabında ve Resulü'nün hadislerinde ve sahabelerin kibar-ı kelamlarında vs.) hakikatler olmasına... " tespitinde bulunduktan sonra devamen gündeme getirdiğiniz soruyu biraz yadırgadım. Aziz kardeşim, İslam'da önemli olan kemiyet (sayı) değil, keyfiyettir. Yani bir mektebin ne kadar takipçisi olup olmadığı değil, ne kadar doğruları içinde barındırdığı önemlidir.

"Hakkı, batılı tanı; haklı veya haksızı kendiliğinden tanıyacaksın. " (Hz. Ali (a. s)

Aslında Hz. Emir-ül Mu'minin Ali'nin bu önemli sözü sizin "Neden" diye sorduğunuz sorunun en güzel cevabıdır. Evet çoğu insanlarımız önce hak ve batılın kendisini tanıyıp ondan sonra kimin haklı, kimin haksız olduğunu tespite çalışma yerine, önce birilerini kendilerine hak ölçüsü olarak seçip ondan sonra onlara uyan her şeyi hak, uymayanı ise batıl olarak kabul ediyorlar. Bu ise kuru bir taklitten öteye geçmeyen bir tutumdur.

Eğer bir zümrenin sayısının çokluğu, onun haklı olduğunun alameti ise, bugün hepimizin dönüp Hıristiyan olmamız gerekir; zira bugün dünyanın çoğunluğu onların elinde. Kaldı ki tarihin hangi döneminde hakkı temsil edenler çoğunluğu oluşturmuşlardır ki bugün de öyle olsun? Hangi Peygamber'in zamanında, o Peygamber'e uyanlar çoğunluğu oluşturmuşlardır?

Çoğunluğun haklılık ölçüsü olarak gösterilmesi bizzat Kur'ân-ı Kerim vasıtasıyla reddedilmektedir. Kur'ân-ı Kerim çoğunluğun akıl nimetinden gereği gibi istifade etmediğini, yanlışlık üzere olduğunu vurgulayarak çoğunluğa sırf çoğunluk olduğu için uymayı kınamıştır. Elbette bu, hakkın devamlı azınlık tarafta olduğunu ifade etmez ama, birçok kimsenin zannettiği gibi çoğunluğun bir haklılık ölçüsü olduğunu da açıkça reddeder. Bu konuda yaklaşık 70 ayet-i kerime mevcuttur ki ben burada sadece bir kaçını vermekle yetineceğim.

 

"Onların çoğunu şükredici bulamazsın. " (A'raf, 17)

"Onların çoğunda verdikleri söze bağlılık görmedik ve onların çoğunu fâsıklar olarak gördük. " (A'raf, 102)

"Onun (Mescid-i Haram'ın) koruyucuları yalnızca takva sahipleridir. Ancak onların çoğu bilmezler. " (Enfal 34)

"Sizi ağızlarıyla hoşnut kılarlar, kalpleri ise karsı koyar. Onların çoğu fâsıklardır. " (Tevbe, 8)

"Onların çoğu zandan başkasına uymaz. " (Yunus, 36)

 

Kaldı ki, bugün ümmetin ekseriyetinin hâl-i pür melâli, içler acısı değil mi? Eğer çoğunluk doğruluğun ölçüsü ise bugün neden ümmetin ekseriyet-i kahiri İslam'ın kurallarına uymuyor? ! Bugün Müslümanların çoğunluğunda, İslam'ın adından başka bir şey bulabilir misiniz? Şimdi biz onların bu durumlarını doğru olarak mı telakki edelim? Ben sizin bu düşüncelerde olduğunuzu düşünmek bile istemem. O halde söylediklerimize biraz daha dikkatli olup kendi kendimizle çelişmezsek daha iyi olmaz mı, benim aziz ve muhterem kardeşim?

Caferiliğin daha çok İran eksenli olduğu iddiasına gelince, evvela bu o kadar da doğru değildir. Zira tarih boyunca Caferilerin en önemli ve en büyük önder ve müçtehitlerinden bir çoğu Irak ve Lübnan'dan, hatta Hindistan'dan çıkmıştır. Caferilerin tarihini yakından takip edenler bunu iyi bilirler. Bugün Caferiliğin daha çok İran eksenli tanınmasının nedenine gelince, o ülkede yaşayanların kahir ekseriyetini Caferiler oluşturmakta ve Caferiliğin en önemli ilim merkezleri, ırakta meydana gelen olaylar ve Saddam zulmünün ardından İran'da tesis edilmiş durumda. Elbette Caferiliğin dünya çapında İran eksenli tanınmasında İslam inkılabının da etkisi büyüktür. Her halükarda bunun da yadırganması bizce bir takım saplantılardan kaynaklamış olsa gerek. Yoksa bir takım nedenlerden dolayı bir düşüncenin bir coğrafyada diğerlerinden daha çok yaygın olması doğal bir şeydir. Örneğin Ehl-i Sünnet'in dört mezhebinin coğrafyalar arasındaki paylaşımının da bu şekilde olduğu bilinen bir gerçektir. Mesela Türkiye'nin batı taraflarında Hanefi mezhebi yaygınken, doğu ve güneydoğu bölgelerinde Şafii mezhebi yaygındır. Veya Afrika bölgelerinde Maliki mezhebi yaygınken diğer bölgelerin bir kısmında Şafii, bir kısmında Hanefi, bir kısmında ise (Suudi Arabistan) gibi Hambeli mezhebi çoğunluğu oluşturmaktadır ve kimsenin de bunu yadırgadığı yoktur. Rabbim hepimize doğruları (nerede ve kimin yanında olursa olsun) olduğu gibi bulup ona ittiba etme cesaret ve samimiyetini nasip buyursun. "Bizim yolumuzda çaba gösterenleri mutlaka yollarımıza hidayet ederiz... " (Ankebut, 69)

 

Abdullah b. Revaha: AZİZ KARDEŞİM, Öncelikle merakımı giderme konusundaki gayretinden ötürü teşekkürü bir borç bilirim, sağ ol. Fakat, sevgili kardeşim, verdiğin cevap tatmin edilicilikten ziyade duygusal bir yaklaşım içermektedir; bunu öncelikle belirtmek isterim. Canım kardeşim, benim vurgulamaya çalıştığım nokta çoğunluğun haklı olup olmadığı değil, Caferilerin alemi İslam'la çelişip çelişmedikleridir; hatta çatışıp çatışmadıkları hususudur. Eğer bu tip duygusal yaklaşımlar sergilersek unutulmamalıdır ki Hariciler de nüfus olarak daha azlar ve onlar da bu tip duygusal bağlamda kendilerince haklılar.. (Hariciler, şu anda yeryüzünde, ilk çıktıkları gibi ateşli, heyecanlı, ters, sivri olmamalarına rağmen yine de mevcudiyetlerini sürdürmekteler, -Vehhabilik tarzında- (ALEM-İ İSLAM'DA HÜSN-Ü KABUL GÖRMEDİKLERİ DE AŞİKARDIR.) Az ve çok kavramları üzerinde verdiğin ayet örneklerini de konu ile ilintilendiremedim. Korkarım sen kendinle de çelişmektesin. ALLAH muhafaza etsin kardeşim. Benim sana bir büyüğün olarak tavsiyem bu tip sorulan sorulara daha dikkatli ve bilimsel çerçevede ve tutarlı verilerle cevap vermendir. Ben şimdilik daha fazla uzatmak istemiyorum, ama sorularıma cevapları bekliyorum... Kendine iyi bak. ALLAH YAR VE YARDIMCIN OLSUN...

 

Cevap: Aziz kardeşim, her şeyden önce mülayim ve muhteremane üslubunuzdan dolayı teşekkür ederim. Rabbim, hepimize aziz dinimizin telkin ettiği ahlaki prensipleri riayet ederek birbirimizle sağlıklı, saygın ve mantıklı diyaloglar geliştirmeği nasip buyursun inşaallah. Cevabınıza gelince, benim cevabımı duygusal ve delilden yoksun olarak nitelemişsiniz. Bu sizin takdirinizdir; ancak ben size yazınızı tekrar gözden geçirmenizi rica ediyorum. Aziz kardeşim, benim cevabım sizin yazınızda sorduğunuz soruya ve üzerinde yoğunlaştığınız noktalara matuftur. Yoksa ben Cafericiğin görüşlerinin hakkaniyetini ispat etme çabasında değildim. Zaten bunun yeri de bir ziyaretçi sayfası olmasa gerek. Eğer siz gerçekten Caferiliğin çeşitli konulardaki (özellikle itikadi konularda) görüşlerinin delillerini öğrenmek istiyorsanız bu konuda yazılan geniş eserler mevcuttur; onları temin edip araştırabilirsiniz. Peşin olarak da size www. caferilik. com sitesinin inançlar bölümünü okumanızı tavsiye ediyorum.

Önceki cevabım hakkındaki bazı değerlendirmelerinize gelince, bir kere ben orada da özellikle vurguladığım gibi çoğunluğu doğruluk ölçüsü olarak görmediğim gibi azınlığın da illa da doğruyu temsil ettiğini iddia etmiyorum. Ben bu tür şeyleri ölçü almadan her görüşün bizzat kendisini ve dayandığı delilleri dikkate alıp hakkında Allah'ın verdiği akıl nimetiyle düşünüp değerlendirme yapılması gerektiğini vurgulamak istemiştim. Hz Ali'den naklettiğim söz de bunun içindi. Bu bağlamda verdiğim ayetleri de konuyla irtibatlandıramadığınıza da şaşırdım doğrusu. Benim sizin açıklamalarınızdan edindiğim izlenim (ki zannederim yazınızı okuyan her kes de aynı intibaı edinir) şuydu ki "Madem Caferiliğin doğru bir yol olduğunu düşünüyorsunuz, o zaman neden bugüne kadar bu mezhebe tabi olanlar Alem-i İslam'ın hep azınlığını oluşturmaktadırlar?" Ben de buna cevap olarak bir görüşün doğru olabilmesi için illa da çoğunluk tarafından benimsenmesi gerektiğinin yanlış olduğunu vurguladım ve aksi takdirde tarih boyunca hakkı temsil eden Peygamberler ve izleyicilerinin yollarının yanlış olması gerekir; zira onlar tarihte hep azınlığı oluşturmuşlardır, demek istedim ve söz konusu ayetleri buna delil olarak verdim. Bu görüşümü daha net bir cümleyle ifade ederek bu bölüme son vermek istiyorum:

Aziz kardeşim, bizce insanın inanç ve itikadında hiç bir tereddüt ve şüpheye mahal bırakmayacak şekilde yakin sahibi olması gerekir. Bu da ancak ciddi, geniş, tarafsız ve samimi bir araştırmayla mümkün olabilir. Aksi takdirde taklidi bir imana sahip olur, tahkiki değil. Taklidi bir imanın da insana ne kadar faydalı olup olamayacağı ortadadır. İşte bu tür bir yakine kavuştuktan sonra insan kendi inancında dünyada tek başına bile kalsa yine de inancında tereddüde kapılmaz; kapılmamalıdır. Her halde bu açıklamalardan sonra muradımı izah edebilmişimdir inşaallah.

Böylece "Benim vurgulamaya çalıştığım nokta çoğunluğun haklı olup olmadığı değil, Caferilerin alem-i İslam'la çelişip çelişmedikleridir, hatta çatışıp çatışmadıkları hususudur" sorusu da cevabını bulmuştur herhalde. Zira Bu cümleden maksadınız, eğer fikri açıdan Caferilerin diğer Müslüman kardeşleriyle bazı konularda da olsa farklı düşünüp düşünmedikleri ise bunun cevabı evettir. -Elbette ortak yönlerimiz de bir hayli çoktur elhamdülillah.- Fakat bu farklılık eğer (en azından onların kendilerine göre) bir takım delillere dayanıyorsa ne gam! Başkalarının da bunu asla yadırgamamaları gerekir diye düşünüyoruz. Zaten Sünni camiada da her kesin her konuda aynı düşündüğünü iddia etmek de yersiz olsa gerek. Tabi her kesin de karşı tarafın görüş ve delillerini öğrenme merakı hatta zarureti de yadırganmamalı, hatta teşvik edilmelidir. Hatta bunu sağlıklı bir vahdetin zaruretlerinden olarak görüyoruz. Artık getirilen delillerin kabul görüp görmemesi ayrı bir konudur ve her kesin vicdani bir meselesidir. Aziz Kitabımız da zaten bunu bize tavsiye etmiyor mu?:

 " (Ey habibim, ) müjde ver benim o kullarıma ki sözleri dinler ve en güzeline uyarlar. İşte onlardır Allah'ın hidayete eriştirdikleri ve halis akıl sahipleri. " (Zumer, 17-18)

Ama eğer yukarıdaki cümleden, farklılıkları bir kavga ve niza vesilesi haline dönüştürmek ise, bunu biz asla tasvip etmeyiz. Eğer bu mezhebe mensup birilerinden de böyle bir şey müşahede edilirse, bu onun yanlışıdır ve bu mezhebi asla bağlamaz. Nitekim Sünni olduklarını iddia edenlerden de bazıları bazen aynı yanlış tutumlar içerisine girebiliyorlar. Bize düşen, elimizden geldiği kadar daima bu tür davranışların (kim tarafından olursa olsun) karşısına geçmek ve Ümmeti birbirine düşürmek isteyenlerin oyunlarına gelmemektir.

Şunu da tekrar söylüyorum eğer istediğiniz deliller Caferiliğin aslıyla ilgili ise, adını verdiğim siteye müracaat edin veya bu konuda yayınlanan kitaplarımızı temin etmeğe çalışın. Yine de benden de delil istiyorsanız sorularınızı daha açık ve net olarak e-mail adresime gönderin, elimden geldiği kadar yardımcı olmaya çalışayım. Her halükarda böyle kardeşane bir diyaloga vesile olduğunuz için teşekkür ederim. Allah hepimizin yardımcısı olsun. Vesselam...

 

Abdullah b. Revaha: ESSALAMU ALEYKÜM VE RAHMETULLAHİ VE BEREKATÜH; MUHTEREM KARDEŞİM...

Evvelen; sorduğum suallere cevap verme gayretinden ve kardeşçe bir diyalog sürdürme hamiyet perverliğinden dolayı şükranlarımı ifade etmeyi bir borç addederim... Pek muhterem kardeşim, bu fikir müzakere ve mütalaası ve muhaveresi ve muhaberesi, inşaallah hak ve hakikatin teali ve tebarüz etmesine vesile olur ümit, telaş ve niyazı içerisindeyim...

 Saniyen; İnsanın inanç esasatında yakin ehli ve tereddütsüz olması gerektiği hususunda müttefikiz. Madem öyle, EHL-İ SÜNNET VEL-CEMAAT MEZHEBİ hangi meselesinde tereddütlüdür veya taraflıdır??? Dört mezhep dinin esasatında hiçbir ihtilafı olmadığı gibi, Mut’a nikahı hususunun haramiyetinde hiçbir şek ve şüphe barındırmazlar. vs. vs... Dinin teferruat meselelerinde de ihtilaf etmeleri hali ile kaçınılmazdır.. Sizlerin bazı hususlarda farklı düşündüğünüzden kasıt nedir? Şayet bu hususlar teferruat ise bir sorun yoktur. Teferruat hususuna örnek olarak; abdest alırken başın mesh edilmesinde, Hanefi; başın dörtte biri. Maliki, Hanbeli'de; başın tamamı, Şafii'de ise; baştaki saçın bir teli bile mesh edilse kafidir. v.s. vs.. Amma velakin dinin emir ve yasakları hususunda olursa, ALLAH korusun doğruluktan ayrılma ve bir sapma olabilir. ALLAH seni ve hepimizi muhafaza etsin kardeşim.

Canım kardeşim unutma İla-ı kelimetullah davasında cihanı, İslam'la ışıklandıran ve ÜMMET-İ MUHAMMEDİ Vahdet ve İttihat ve İttifak ve İncizab ile mezceden, (nasıl te'vil edersen et) Kendini Hakimul haremeyn değil de Hadim-ul Haremeyn gören bir DEVLET-İ A'Lİ OSMAN-İ vardı. "Sevad-ı a'zama tabii olunmalı, sevad-ı azama tabii olan lakayd Emevilik sonunda ehli sünnet vel-cemaata dayandı. Sevad-ı a'zama tabii olmayan başlangıçtaki salabetli alevilik sonunda rafiziliğe dayandı.."

 

 

 

Cevap: Ve aleykumusselam muhterem kardeşim.

Mütekabilen ben de size teşekkür ediyor dua ve temennilerinizin gerçekleşmesini can u gönülden arzuluyorum. Rabbim hepimizi doğruların bulunduğu yere hidayet buyursun ve kendi rızasını kazanmağa muvaffak kılsın.

Şimdi asıl konulara geçelim: Muhterem kardeşim siz "İnsanın inanç esasatında yakin ehli ve tereddütsüz olması gerektiği hususunda müttefikiz" dedikten sonra şöyle ekliyorsunuz: "Madem öyle, EHLİ SÜNNET VEL CEMAAT MEZHEBİ hangi meselesinde tereddütlüdür veya taraflıdır???"

Aziz kardeşim, bu hususta madem müttefikiz, o halde sizin bana sorduğunuz sorunun aynısını ben size soruyorum: "Kur'ânî ve Nebevî referanslara dayanarak Ehl-i Beyt'e sarılmayı, onların yolundan gitmeği, İslam'ı, Kur'ân'ın sahih tefsirini, ve Resulullah'ın sünnetini öğrenmede birinci derecede Ehl-i Beyt'i takip etmeği kendisine prensip haline getiren Caferiler ve on iki imam Şiası hangi hususta tereddütlüdür veya taraflıdır???"

Sonra bu sorunun muhatabı biz değil Ehl-i Sünnet'in kendileridir. Eğer bunu sormaktan maksadınız "Madem Ehl-i Sünnet kendi inanç esasında yakin sahibidirler, o halde siz de onların dediğini kabul etmek zorundasınız" demek ise bizce bu hiç de tutarlı bir yaklaşım değildir. Onların yakini kendilerini bağlar; başkaları da onların dediklerine ve getirdikleri delillere mutmain olur ve yakine ulaşırsa, evet o zaman kabul etmemenin bir anlamı yoktur; ama eğer onlar da o iddialara inanmaz ve getirilen deliller onları mutmain kılmaz ve başka delillerle başka türlü bir görüşü yakinen benimserlerse, kimse bunu yadırgamamalı ve "Sen niye öyle inanıyorsun? İlla benim dediğim şekilde inanmalısın" diyemez; onun tek yapacağı şey (becerebilirse) sağlam ve mantıklı delillerle onu ikna etmeğe çalışmaktır. Gerisi onun kendi vicdani ve akli sorunudur. Bu yüzden bizce sizin bu yaklaşımınız, kendinizin de yadırgadığınız delilden çok duygusallığa yakın bir yaklaşımdır. Kaldı ki bu tür bahislerde bizce inandırıcı olabilmenin başlıca kuralı, her iki tarafın da kabul ettiği prensiplerden hareket etmek ve daha çok karşı tarafın kendi kaynaklarından veya en azından her iki tarafında müştereklerinden yararlanmaktır. Yoksa bir taraf hep kendi kabullerinden hareket eder veya sadece kendi kaynaklarından delil ve dayanak sıralamaya çalışırsa, ikna edici olmaktan uzaklaşır. Sizin Mut’a konusunda yaptığınız gibi.) İşte böyle bir ikna tarzı taraflı olmanın bir türlü tezahürüdür bizce.

Şunu da eklemem gerekir ki bizce bir tahkik ancak o zaman gerçekçi olabilir ve insanı yakine götürebilir ki geniş çaplı ve muvafık, muhalif bütün kaynaklar göz önünde bulundurularak yapılmış olsun. Yoksa mesela bir Caferinin "Ben bütün Caferi kaynaklarını araştırdım ve falan ihtilafi konuda yakine vardım" demesi ne kadar saçma ise benzer bütün iddialarda da aynı şey söz konusudur. Şimdi siz kendi dışınızdaki kaynakları ne kadar dikkate alıyorsunuz veya almıyorsunuz, onu ben bilemem; ancak başka konularda da Mut’a hakkında yaptığınız gibi yapıyorsanız, o zaman böyle bir şeyin adına tahkik denir mi, denmez mi onu artık sizin kendi takdirinize bırakıyorum.

Bize göre Caferî ulemasının bariz bir özelliği, Sünnî kardeşleriyle farklı düşündükleri konuların hemen hepsinde, onların kendi kaynaklarından bizzat delil göstermeleridir. (Onların bu konularda yazdıkları eserlerle yakından âşina olanlar, bunu açık bir şekilde görebilirler.) Sizin örnek olarak üzerinde durduğunuz Mut’a konusunda da biz aynı prensibi takip edeceğiz inşaallah.

Yine diyorsunuz ki, "Dört mezhep dinin esasatında hiçbir ihtilafı olmadığı gibi (Mut’a nikahı hususunun haramiyetinde hiçbir şek ve şüphe barındırmazlar. vs. Dinin teferruat meselelerinde de ihtilaf etmeleri hali ile kaçınılmazdır..

Aziz kardeşim, evvela dinin esasatı ve teferruatı hususunun çerçevesini çizmek gerekir. Ben sizin bu iki kavramdan neyi kastettiğinizi tam anlamış değilim. Zira bir taraftan abdest hususundaki ihtilafları teferruata örnek olarak verirken, diğer taraftan dinin esasatından bahsederken Mut’ayı örnek olarak veriyorsunuz. Şimdi eğer esasattan maksat inançla ilgili hususlar ise fıkhî bir konu olan Mut’ayı buna örnek vermeniz yanlış olur. Zira bu tarife göre Mut’a teferruattan sayılır.ve teferruatta ihtilafın meydana gelmesi (sizin de teslim ettiğiniz gibi) doğal, hatta kaçınılmazdır.

Saniyen, "Dört mezhebin dinin esasatında hiçbir ihtilafı yoktur" sözünüzde de benim tereddütlerim vardır. Zira mesela (siz nasıl değerlendirirseniz değerlendirin ama) Mu'tezile kendisini Ehl-i Sünnet'ten görmekte ve fıkhen de dört mezhepten birini taklit etmektedir. Örneğin, Meşhur "El-Keşşâf" tefsirinin sahibi Zımahşeri ve diğer meşhur Mu'tezile âlimi İbn-i Eb-il Hadid'in Şafii oldukları kaynaklarda kayıtlıdır. Oysa Mu'tezile ile Eş'arîler arasında bir takım itikadî konularda farklı düşüncelerinin olduğunu anlatmaya gerek yok. Yine Kur'ân'ın mahlukiyeti veya kadimi oluşuyla ilgili tarihi ihtilaflar ve Müslümanlar arasında doğurduğu sancılar... Veya mesela Ehl-i Sünnet'in bugün İmâm Maturudî'nin görüşlerini benimsemeleri, onun bazı konularda İmâm Eş'ari'den farklı düşündüğünü göstermiyor mu? Eğer hiçbir fark yoksa, Ehl-i Sünnet'in bugün kendilerini Maturidî değil de Eş'arî olarak nitelendirmeleri gerekirdi. Yine kendilerini Sünnî olarak gören Selefiler ve Vehhabilerin şefâat, tevessül, ziyaret, adak vb. bir çok konuda diğer Müslümanlarla farklı düşünüp onları şirke düşmekle itham etmeleri vs... 

Yine sizin "Sizlerin bazı hususlarda farklı düşündüğünüzden kasıt nedir? Şayet bu hususlar teferruat ise bir sorun yoktur. (Teferruat hususuna örnek olarak; abdest alırken başın mesh edilmesinde.. Hanefi; başın dörtte biri, Mâliki, Hanbeli de; başın tamamı..,, Şafii'de ise; baştaki saçın bir teli mesh edilse kafidir. v. s.. v. s..) Amma velakin dinin emir ve yasakları hususunda olursa ALLAH korusun doğruluktan ayrılma ve bir sapma olabilir ALLAH seni ve hepimizi muhafaza etsin kardeşim..." şeklindeki beyanınıza gelince...

Benim kardeşim, evvela önceden de belirttiğim gibi her şeyden önce teferruat denilen şeyin çerçevesi iyi çizilmelidir. Saniyen bir şeyin dinin kesin emir veya yasaklarından olduğu kendisine sabit olduktan sonra, o kimsenin o emir ve yasaklara muhalefeti onun dalaletinin en bariz delili olur. Ama eğer bir konuda İlâhî bir emrin olup olmadığı tartışılır durumda olur ve bir kimseye böyle bir şey ikna edici delillerle sabit olmazsa veya aksi onun için sabit olursa bunu doğruluktan bir sapma olarak nasıl değerlendirebiliriz?

Şimdi ben aramızdaki bazı farklılıkların ana başlıklarını veriyorum; artık siz bunları teferruat olarak mı görürsünüz, yoksa başka türlü mü değerlendirirsiniz, o sizin bileceğiniz iştir.

1)- Biz Allah-u Teâlâ'nın sıfatını zâti olarak görüyoruz, ama Ehl-i Sünnet öyle düşünmüyor.

2- Biz, Allah-u Teâlâ'nın hiçbir zaman (ister bu dünyada isterse ahirette, ister rüyada isterse uyanıkken insanlara görünmesinin mümkün olmadığını, böyle bir şeyi farz etmenin, Allah'a, mekan tutma, sırlandırma, ihtiyaç gibi cismiyet özellikleri sayılan şeylerin atfedilmesini gerektiren sonuçlar doğuracağı kanısındayız; ama Ehl-i sünnet Allah-u Teâlâ'nın ahirette mu'minlere gökteki ondört gecelik ay gibi gözükeceğine söylüyorlar. Hatta bazıları Allah'ın bu dünyada rüyada da görünmesinin mümkün olduğunu ileri sürmüşlerdir.

2)- Biz de kaza ve kader olayına inanmakla birlikte onu biraz farklı olarak yorumluyoruz.

3)- Biz ne cebre ne de tefvize, bu ikisin ortasında bir şeye inanıyoruz ve bu konudaki görüşlerimiz hem Mu'tezile hem de Eş'arî ekolüyle bazı farklılıklar arz ediyor.

4)- Biz eşyadaki hüsün (iyilik-güzellik) veya kubühün (kötülüğün) zati olduğuna inanıyoruz ve bu konuda özellikle Eş'arî ekolüyle farklı düşünüyoruz.

5- Bizim Ehl-i Sünnetle Peygamberlerin masumiyeti hususunda müşterek yanlarımız olduğu gibi bazı hususlarda, muşahhas olarak masumiyetin sınırı konusunda farklı düşüncelerimiz de var.

6- Ve Sünni kardeşlerimizle en çok farklı yönümüz de İmamet konusundadır. Mesela biz imamın nasla tayin edilmesi gerektiği ve bunun amelde de böyle olduğuna inanırken, onlar bunun ümmete bırakıldığını, imamın seçim ve şura yoluyla belirlenmesi gerektiğini düşünüyorlar. Yine imamın özellikleri ve görevleri hususunda bazı farklı yönlerimiz var.

7- Yine "sahabe" kavramına getirilen yorumda, aynı şekilde sahabenin adaleti hususunda farklı yönlerimiz var. Ehl-i Sünnet istisnasız bütün sahabenin adaletine inanırken, biz bu mutlakıyeti kabul etmiyor ve onların da içerisinde hata ve yanlış yapan, hatta bir takın günahlara müptela olanların da bulunduğunu ve her birisinin sadece sahabi olduğu için değil, yaptıklarına bakılarak değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyoruz; ama Sünni kardeşlerimiz bütün bunları birer içtihad hatası olarak görüp hiç birisinin onların adaletine halel getirmeyeceğini düşünüyor.

8- Yine Resulullah'ın (s.a.a) Ehl-i Beyt'inin İslam'daki yeri ve Müslümanların fikri, siyasi sahalarında sahip olduğu veya olması gerektiği rol hususunda da farklı düşüncelerimiz mevcuttur.

9- Bir önemli fark da ictihad kaynakları hususundadır; şöyle ki Caferi fıkhında Ehl-i Beyt'ten gelen talimat üzerine "kıyas", "istihsan" ve "mesalih-i mürsele" gibi yollar ictihad kaynağı olarak kabul edilmemektedir. Oysa Ehl-i Sünnet'te, özellikle Hanefi mezhebinde bunlar sık sık baş vurulan metotlardır.

Elbette tam anlamıyla Mut’abık kaldığımız şeyler, farklı yönlerimizden bir hayli fazladır elhamdulillah. Özellikle itikadi konuların temel unsurlarında, yine ibadi konuların aslı ve ana maddelerinde vs...

Diyorsunuz ki, "Canım kardeşim unutma, İ'la-ı kelimetullah davasında cihanı, İslam'la ışıklandıran ve ÜMMET-İ MUHAMMEDİ Vahdet ve İttihat ve İttifak ve İncizab ile mezceden, (nasıl te'vil edersen et), kendini hakim-ul Haremeyn değil de hadim-ul Haremeyn gören bir DEVLET-İ AL-İ OSMANÎ vardı. "Sevad-ı a'zama tabii olunmalı, sevad-ı azama tabii olan lakayd Emevilik sonunda ehli sünnet vel-cemaata dayandı. Sevad-ı a'zama tabii olmayan başlangıçtaki salabetli alevilik sonunda rafiziliğe dayandı."

Benim değerli kardeşim, evvela sizin Osmanlı devletini övmenize pek şaşırdım doğrusu. Sebebine gelince, zannedersem siz bu devleti bir hilafet devleti, bir İslam devleti olarak görüyorsunuz? Çünkü bir Müslüman'ın şerî bir devlet olduğuna inanmadığı bir hakimiyeti övmesinin bir anlamı olmasa gerek. Şimdi ben böyle düşündüğünüzü farz ederek (bu imparatorluğun icraatına girmeden) sadece meselenin aslıyla ilgili endişelerimi dile getirmek istiyorum. Aziz kardeşim siz de biliyorsunuz ki Osmanlı devleti bir saltanattan ibaretti. Bunun en açık delili ise bu hakimiyetin belli bir hanedan içerisinde elden ele dolaşmasıdır. Şimdi siz bunu İslam'ın neresine koyuyorsunuz, onu merak ediyorum? Hilafet ve imamet konusunda Ehl-i Sünnet'in en önemli prensibi bu işin Şura ve icma-i ümmet ile gerçekleşmesi hususu değil mi? Peki Osmanlı devletinin hangi padişahı Şura ve ümmetin icmaı ile iş başına gelmiştir? Benim bildiğim kadarıyla hiç birisi. O halde şer'î meşruiyeti bile (en azından tartışılır) bir hakimiyet nasıl tasvip görebiliyor sizin tarafınızdan? Sonra onların kendisini hadim-ül Harameyn olarak vasıflandırmaları neyi ifade eder? Bugün, Suudî kıralı Fahd da kendisine hadim-ul Haremeyn lakabını vermiş durumda. Peki siz Fahd'ın hakimiyet ve saltanatını tasvip ediyor musunuz?

Sevad-ı a'zama (büyük çoğunluğa) tabii olunması gerektiği hususuna gelince...Aziz kardeşim siz bunu neye dayanarak söylüyorsunuz? Burada yine başa dönüp sorma mecburiyetinde kalacağım. Eğer bir çoğunluk gerçekten hakkı temsil ediyorsa buna zaten bir itirazımız yoktur; olamaz da. Çoğunluğun (sırf çoğunluk olduğu için) her zaman hakkı göstermediğinde de yine Mut’abık kalmıştık. O zaman sevadı a'zama tabii olunması gerektiğini neye dayanarak söyleyebiliyorsunuz? Faraza birileri çoğunluğun yanlış istikamette olduğu kanaatinde olurlarsa, yine de onlara "sevad-ı a'zama tabi olma mecburiyetindesiniz" diye ısrarlı olabilir misiniz?

Şimdi siz burada cemaatten ayrı düşülmemesi gerektiğini vurgulayan bazı rivayetleri delil olarak verebilirsiniz. Ancak ben şimdiden onların cevabını hem de Ehl-i Sünnetin kendi kaynaklarına istinaden veriyorum. Bakın aziz kardeşim, o rivayetleri Resulullah'ın ilim şehrinin kapısı Hz. Ali (a.s) nasıl tefsir etmiştir? Bir Sünnî kaynağı olan Kenz-ül Ummal'da (C.1, S.378, Hadis: 1644) şöyle nakledilmektedir: "İbn-ül Kevvâ Hz. Ali'ye "Sünnet", "Bid'at", "Cemaat" ve "Firkat"ın açıklamasını sorunca şu cevabı verdi: "Ey İbn-ül Kevvâ, soruyu hıfzettin, o halde cevabı da anla; Allah'a andolsun ki Sünnet Muhammed'in sünnetidir; bid'at ise ondan ayrılanlardır. Cemâat (birleşme) hak ehliyle birleşmektir, azınlıkta olsalar bile; firkat (ayrılmak) ise, bâtıl ehlinden ayrılmaktır, çoğunlukta olsalar bile."

Buna te'yid olarak Resulullah'ın aziz torunu Ehl-i Beyt imamlarının altıncısı İmâm Cafer-i Sâdık'ın babaları kanalıyla Resulullah'tan naklettiği bir hadisi ekliyorum; şöyle rivayet ediyor: "Resulullah'a ümmetinin cemaati hakkında soru sorulduğunda şöyle buyurdu: "Benim ümmetimin cemâati hak ehli olanlardır; hatta azınlıkta olsalar bile." (Maân-il Ahbâr, S.154, Hadis: 1)

Bilahere "Sevad-ı a'zama tabi olan lakayd Emevilik, sonunda Ehl-i Sünnet Vel-Cemaat'e dayandı" tespitiniz daha çok şaşırttı beni. Aziz kardeşim eğer bundan maksadınız "Ömer b. Abdülaziz'in iki yıllık hilafeti ise, evvela Osmanlı hakkında söylediğim burası için de geçerlidir. Yani bu Emevi silsilesinin (Ömer b. Abdulaziz'in'ki de dahil) hiç birisinde halife seçimi Ehl-i sünnet'in bizzat savunduğu prensiplere bile uymamaktadır. Saniyen farzen ki Ömer. b. Abdulaziz'i bundan istisna ettik, peki ondan önce onca uzun zaman süren bir saltanatın İslam dışı ve zâlimâne icraatını (sevad-ı a'zamı oluşturmalarına rağmen) nereye koyacaksınız?! Eğer sevad-ı a'zama uymak yanlışta olanları bilahere sünnete dayandırıyorsa, onların da sonunda Sünnete dayanmaları gerekirdi! Ya onlardan sonra iş başına gelip de birkaç asır Müslümanların baş belası olan ve Resul evladına yapmadıkları zulüm ve haksızlığı bırakmayan (ve yine zâhirde sevad-ı a'zamı temsil eden) Abbasi hanedanının saltanatına ne diyeceksiniz? Onlar da sonunda Ehl-i Sünnet vel-Cemaat'e dayandılar mı acaba?

Bu konuda bir hususu da hatırlatıp bu bölüme son vermek istiyorum. Aziz kardeşim, eğer sevad-ı a'zama tabi olma zaruretinden maksadınız, fikri açıdan onların her söylediğini kabul etmek gerektiği ise cevabını yukarıda arz ettim. Ancak bundan maksadınız, her ne olurlarsa olsunlar ve hangi fikri akıma mensup olurlarsa olsunlar, bütün Müslüman grupların ve Ehl-i Kıble'nin, İslam'ın genel maslahat ve menfaatleri doğrultusunda ve İslam düşmanlarına karşı daima yek vücut olmaları ve aynı safta yer almaları, bazı farklı yanlarının varlığını niza ve kavga vesilesi yapmamaları ve birbirlerine karşı kardeşçe tavırlar sergilemeleri gerektiği ise, bu düşüncenize can u gönülden katılıyor ve imanî bir görev olarak addediyoruz.

 

Cevap: Sayın abdullah b. Revaha'ya bir başka kardeşimizin cevabı:

Esselamu Aleykum, sayın Abdullah kardeşim!

Müzakerelerin muhtevası ile ilgili olarak bazı hususlara değinmeden önce şu noktayı hatırlatmak isteriz ki, bizim çabamız Ehlibeyt'in nurlu mektebini tanımak isteyen kimselere yardımcı olmak ve bu mektep hakkındaki şüphe ve iftiralara cevap vermektir. Yoksa propaganda yöntemlerine başvurarak birilerini bu mektebe çekmeye çalışmak değildir.

 Zaten biz bu nurlu mektebi kabul etmenin bir ilahi feyiz olduğunu ve bunun bizlerin isteğine bağlı bir şey olmadığının farkındayız. Çünkü kalbin hakka karşı yumuşak olması Allah'ın layık bildiği kişilere verdiği bir ilahi lütuftur.

Başka bir ifadeyle Tevhid'e Peygamber s.a.a'nın risaletine ve Ehlibeyt imamlarının imametine inanmak gibi ilahi marifetler sadece bilgiyle gerçekleşecek şeyler değildir. Bilginin yanı sıra kalbin teslimiyeti de gerekir Kur'an-ı Kerim'in "Kendileri bunları kesin bildikleri halde zulüm ve kibirlerinden inkar ettiler..." (Neml: 14) ayetinden anlaşıldığı üzere bilgi her zaman kalbi teslimiyeti beraberinde getirmez. Kalbin teslimiyeti için de o güzel inançlarla, -insanın tüm yapısını ifade eden- kalbi yani öz benliği arasında uyum olması gerekir. Maksadımız insanların bir mektebi seçmede cebren hareket ettiklerini söylemek değildir; maksadımız insanın bir mektebe yönelmesinin, bir şeyi benimseyebilmesinin gelişigüzel olmadığını ve bunun çok ince bir ilahi nizam çerçevesinde gerçekleştiğini ve bunun insanın bütün hayatındaki davranış ve eğilimleri sonucu kendinde oluşturduğu birikime ve yapıya bağlı olduğunu açıklamaktır. İmam Cafer Sadık kendisinden nakledile bir hadiste şöyle buyuruyor: "Halkla (Ehl-i sünnetle) kendi mektebiniz hakkında tartışmayın. Çünkü tartışma kalbi öldürür. Yüce Allah Peygamberine hitaben buyuruyor ki "Şüphesiz sen istediğini hidayet edemezsin; Ancak Allah istediğini hidayet eder." Yine buyuruyor ki "İnsanları iman etsinler diye zorlayacaksın mı?" Halkı bırakın; onlar kendi mekteplerini birilerinden almışlardır. Ama siz (Ehlibeyt mektebine bağlı olanlar) bu mektebi Peygamberden almışsınız. Ben babamdan (İmam Muhammed Bakır'dan) şöyle dediğini duydum: "Yüce Allah bu mektebe girmeği bir kula mukadder ederse bir kuşun kendi yuvasına girmesinden daha çabuk o bu mektebe girer." (El-Kafi c. 1; s. 166) Bu açıklamayı yapmaktan maksadım şu ki biz bazılarının gerçekçi bir araştırma üslubundan çıkılarak her ne pahasına olursa olsun Ehlibeyt mektebinin gerçeklerinin olduğu şekilde insanlara ulaşmasını önlemek hedefinin güttüklerini sezmekteyiz. Bu ise belki bizlerin birilerini bu mektebe getirmek sevdası içerisinde olduğumuzu düşünmelerinden ve buna tepki göstermeye çalışmak istemelerinden olabilir; oysa bizim için önemli olan başkalarını bu mektebe davet değildir. Bizim gayemiz sadece bu nurlu mektebin gerçeklerini tanımak isteyenlere bu uğurda yardımcı olmak ve bu mektebin düşmanları tarafından ortaya konan iftira ve şüphelere cevap vermektir.

Bu açıklamadan sonra Sayın Abdullah kardeşin yazısında söz konusu ettiği bazı hususlara değinmek isteriz: Neden Ehlibeyt mektebini kabul edenlerin sayısı Ehlisünnete nazaran azdır? Ve bu mektep İran eksenlidir? Bu sorunun cevabının sosyolojik ve psikolojik ve tarihi hatta kelami yönleri vardır ve bu sorunun üzerinde etraflıca durmak bir çoklarının kavmi ve mezhebi taassup ateşini alevlendireceğinden cevap olarak sadece şu iki noktaya değinmekle yetiniyoruz:

A: İnsanların kendi ilahi fıtratları gereği bir yöne yönelmeleri yerince o yönün hak olduğunu gösterebilse bile bu yöneliş Muaviye Yezid gibi Emevi veya Abbası sultanlarının kılıç zoruyla gerçekleşmiş ise bir değer taşımaz. İbn-i Ebilhadid el-Medaini'den naklen yazıyor ki "Muaviye camaat yılından (Camaat yılı Umeyye oğullarının literatüründe Muaviye ile biat edilme yılına denilmiştir. Bu da Ehl-i Sünnet vel-camaat kelimesinin hangi kaynağa dayandığını ve kimin sünnet ve cemaatı kastedildiğini göstermek yönünden ilginçtir) sonra Muaviye kendi valilerine bir emir yazarak o emirde şöyle dedi: 'Ben Hz Ali ve Ehl-i Beyt'inin fazileti hakkında hadis nakleden kişilerden teberri ediyorum. (uzak olduğumu ilan ediyorum)' Bunun üzerine hatipler minber üzerinde Hz. Ali'ye lanet eder ve ondan uzak olduklarını söyler ve onun ve Ehl-i Beytini yererlerdi. Özellikle Kufe'de Hz Ali'nin şiaları çok olduğundan bu şehirde şialar kim oldukları vali tarafından incelenerek ortaya çıkarılıyor. Nerde olsalar yakalanarak öldürülüyor, bazılarının el ve ayakları kesiliyor ve bazılarının gözleri çıkarılıyordu. Öyle ki buna müteakip şia olarak tanınmış bir kişi Kufe'de kalmadı." (Şerh-i İbn-i Ebil-Hadid 11 / 44)

Muaviye'inin oğlu Yezid'in dönemi Ehl- i Beyt mektebine baskı ve zulüm yönünden daha kötü idi öyle ki Hz. Hüseyin ve 72 yaranı susuz olarak Kerbela şehid edilmişlerdir. Sonraki dönemlerde de Ehlibeyt mektebine olan bu hınç ve düşmanlık daha da artmış ve Ehlibeyt mektebinin yayılması önlenmeye çalışılmıştır. Buna karşılık Ehlibeyt'in karşısında olan mektep ve mezhepler yani Ehl-i Sünnet vel camaat ve bu mektep içerisinde yer alan dört fıkhi mezhep bazı istisna durumları hariç genelde Emevilerin ve Abbasilerin ve sonraki sultanların kılıçlarının koruması altına girerek maddi desteklerine mazhar olmuştur. Bu gerçekleri dikkate aldığımızda acaba zalimlerin desteğiyle bir mezhebin yayılması o mezhep için bir iftihar mı sayılır yoksa bir zaaf noktası mı?!

B: Taraftarlarının çok ve az olduğu gibi ölçülerle hareketle bir fikri değerlendirmek -doğru olduğu taktirde bile- şüphede olan insanlar için geçerli olabilir ama hakk apaçık ortada iken çoğunluk başka bir şey söylüyor sevad-i azam başka bir yerde diyerek haktan ayrılmak asla doğru olmaz.

Kur'an-ı Kerim buyuruyor ki:

"Ey iman edenler siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca sapan kimse size bir zarar veremez..." (Al-i İmran 105)

Yine buyuruyor ki: "Allah müminleri şu bulunduğunuz halde bırakacak değildir. Sonunda kötü ve pisi temizden ayıracaktır. " (Al-i İmran 179)

Yine buyuruyor ki:

"De ki Pis ve kötü ile temiz ve iyi bir değildir; pis ve kötünün çokluğu hoşuna gitse bile. Öyleyse ey akıl sahipleri Allah'tan korkun ki kurtuluşa eresiniz." (Maide: 100)

Bu ayetleri zikretmekten maksadımız, elbette kimin kötü ve kimin temiz olduğu hakkında bir yargıda bulunmak değildir. Bunu incelemek konumuz dışındadır ve başka delilleri gerektirir; maksadımız sadece çokluğun temizlik ölçüsü olmadığını vurgulamaktır. Çoğunluk Emevilerin yanında yer alarak alenen şarap içen, fisk-u fucur yapan haksız yere kan döken zulüm eden, dinle oynayan Yezid'in yanında yer aldılar ve Hz. Hüseyn'i Kerbela'da şehit etme olayında Emevileri desteklediler; bu çoğunluğun Allah katında bir değeri var mı?

Hz. Ali buyuruyor ki:

 "Hak yolunu kat etmede o yolu kat edenler azdırlar diye yalnızlığa ve vahşete kapılmayın." (Nehc'ul-Belağa)

 

Not: Bu kardeşimizle Mut'a konusunda da bazı yazışmalarımız oldu, fakat bu konu bu sitenin makaleler bölümünde geniş bir şekilde ve etraflıca ele alındığı için burada tekrar etmeğe lüzum görmedik.

 

 

 

 

Go to top of page  Ana Sayfa | Kitap Listesi | Kıble Dergisi | Makaleler | Kadin ve Aile | Cocuklar Îçin | Soru Ve Cevap | Yazarlarımız | Îletişim için |

  Kur`an | Hadisler | Dualar | Şiirler | Ses ve Video | Programlar | Linkler  |  

Copyright© 2000 Kevser Yayinlari Internet Hizmetleri. Tüm Haklari Saklidir Ayrintili bilgi almak için veya bize her konuda yazmak için, paragonxx@yahoo.de 'e mesaj yollayiniz. WWW.KEVSERNET.COM