Bismillahirrahmanirrahim
Soru-87
İnsanımızda yerleşik durumda olan ve bana göre hastalıklı
bir yapıdaki "devlet inancı"na Ehli Sünnet ve'l Cemaat
inancının tesirleri ne yönde olmuştur? Kaba tabirle, tarih
boyunca hep devlet olgusunun destekçisi olduğunu gördüğümüz
Sünnilik, bu şeklini ta Emeviler ve Abbasiler'den mi tevarüs
etmiştir? Bu hal sadece siyasi bir mesele midir? Bunun
itikadi yönü -Başta Ehl-i Beyt'i pratikte(!)ihmal gibi- biz
Sünnilere bir sorumluluk ve hesap yükler mi? Tarihi seyri
içerisinde Ehl-i Beyt'e reva görülen tüm bu zulümlerin (ki
buna başta tarihi bir vakıa olarak inanıyorum, ardından da
bunu akideleştiriyorum) hesabı ahirette sorulacak mıdır?
Burada kastım şu, sadece cami duvarlarına süslü levha ile
adını astığımız Hazret-i Ali, Hasan ve Hüseyn'in ahirette
gönüllerini mutmain edecek bir hesap verebilecek miyiz? Evet,
şu gün Yezid aramızda yok, yüceleştirdiğimiz sahabiler de
yok. Öyleyse biz, bu tarihi ve akidevî olaylar karşısında
nasıl bir yaşantı şekli takip etmeliyiz? Aşura günü mateme
girmenin, kendine eziyet çektirmenin ötesinde, onların
mirasını bugün yaşatabilecek nasıl bir hayat şekli takip
etmeliyiz? Cevabınızın Kur'anî ya da İslamî olacağını tahmin
ettiğimden kastımın daha özelde olduğunu belirtmek isterim.
Bugün, İslam toprakları üzerinde ceberrut siyasetleri ile
hüküm süren devletlerin varlığını Ehl-i Sünnet'in, zalim de
olsa emirü'l'minine itaati, devleti kutsaması, zulme boyun
eğmesi gibi olumsuz mü'min niteliklerine bağlayabilir miyiz?
Cevap-87Aziz
kardeşim, haklı olarak bahsettiğiniz hastalıklı bir yapıdaki
"devlet inancı"na Ehli Sünnet ve'l Cemaat inancının
tesirlerinin ne yönde olduğunu tespit edebilmenin en doğru
ve kestirme yolu, bu inancın erbabının açıklamalarına ve onu
kendinde barındıran kaynaklara müracaat etmektir.
Bir kere
her şeyden önce bu ekolde, devlet müessesesi ve bunun en
önemli birimi olan imamet ve hilafet olayına nasıl
bakıldığını ele almak lazım. Realiteye bakıldığında bu
mektepte imamet ve hilafet bugün ki bir köy muhtarlığı veya
Cumhurbaşkanlığından farksızdır. Yani meselenin sadece
siyasi ve idari yönü önemsenmektedir. Hatta başka bir
yönünün olmadığı da söylenebilir. Yani devlet başkanı olacak
kimse, iyi bir siyasetçi olsun da ne olursa olsun, önemli
değil. İlmi, takvası, İslam hakkında yeterli bilgisi var mı,
takvalı birisi mi, değil mi bunlar ikinci plandadır; hatta
hiç planda yoktur denilebilir. Hz. Ali gibi ümmetin en alim,
en takvalı, en fedakar insanının hilafet konusunda devre
dışı bırakılmasında ileri sürülen en yaygın hatta tek
tutanak bundan ibarettir. "Arkadaş farz edelim ki Hz.
Ali'nin hilafeti hususunda hiçbir nas, İlahi ve Nebevi
açıklama yoktu; ama İslam'da bu denli hayati bir mesele için
bir takım ölçüler, kıstaslar da mı yoktu? Eğer var olduğuna
inanıyorsanız, peki bu ölçüler dikkate alındığında, o gün
Hz. Ali'den daha evla ve daha layık birisi var mıydı ümmet
arasında?" denildiğinde hemen "Evet belki yoktu ama Hz.
Ali'den daha yaşlı ve daha siyasetçi, kimseler vardı; bu
yüzden de onların seçilmesi uygun görülmüştü. Hz. Ali ise
henüz daha genç, daha toydu ve siyasi açıdan zayıftı.
Nitekim sonradan hilafete geldiğinde Muaviye ile arsında
yaşananlarda ve Cemel harbi vakasında bu zaafını ortaya
koydu; halbuki eğer biraz daha tedbirli ve siyasi
davransaydı, bu zorluklarla da karşılaşmazdı!!" İşte mantık
bu! Halbuki halife ve imam olan kimse bir anlamda İslam'ın
siması, her açıdan temsilcisi ve adından da malum olduğu
gibi Resulullah'ın halefi, onun yerine oturan ve (vahyin
dışında) onun bütün görevlerini ve sorumluluklarını üstlenen
bir kimsedir ve öyle olma mecburiyetindedir. Yani
kendisinden sorulan her konuda İslam adına görüş
bildirebilecek ve hiçbir konuda "Ben bilmiyorum" demeyecek
bir kimse olmalıdır. Yine ümmet arsında İslam'a en çok aşina,
en takvalı birisi olmalıdır. Aksi takdirde İslam'a nasıl
tablo olabilir, onu nasıl layıkıyla temsil edebilir? Acaba
Resulullah'tan sonra işbaşına gelenler böyle miydi?
Başkaları ne derse desin, herkesten önce onların kendisi
kendi haklarında böyle bir şeyi kabul etmiyorlar? Bakın 1.
Halife Ebubekir kendisi hakkında ne diyor: "Ben sizin en
hayırlınız değilim; o halde kollayın beni...!"
Yine 2.
Halife şöyle diyor: "Kim Kur'an'dan sormak istiyorsa, Ubeyy
b. Ka'b'ın yanına gelsin; kim helal ve haramdan sormak
istiyorsa, Muaz B. Cebel'in yanına gelsin; kim faraiz (miras
hakları) hakkında sormak istiyorsa, Zeyd b. Sâbit'in yanına
gelsin ve kim de mal almak istiyorsa benim yanıma gelsin,
onun hazinecisi benim."
İşte bu ekolün hilafet konusundaki mantığını 2. Halife'in bu
sözü en iyi şekilde ortaya koymuyor mu?
Tabi bu
mantığı savunanlar, sonraları buna nice hadisler uydurmayı
da ihmal etmemişlerdir. İşte bunlardan birkaç örnek:
Sahih-i
Müslim ve Sünen-i Beyhakî'de, Hüzeyfet-ül Yemân'a istinaden
şöyle rivâyet edilmiştir: "Dedim 'Ya Resulallah, biz şer
içerisindeydik; Allah şimdi içinde bulunduğumuz hayrı bize
nasip etti; acaba bu hayrın ardından bir şer olacak mı?'
Buyurdu: 'Evet.' Ben, 'O şerrin ardından yine hayır olacak
mı?' diye sorduğumda, yine 'Evet' diye cevap verdi. Tekrar
sordum: 'Bu hayrın ardından bir şer olacak mı?' Yine 'Evet'
cevabı verince, 'Bu nasıl olacak?' diye sordum. Şöyle
buyurdu: 'Benden sonra, benim hidayetime uymayan, Sünnetimi
takip etmeyen İmâmlar türeyecektir; onlar içerisinde öyle
kimseler bulunacaktır ki insan şeklinde olan bedenlerindeki
kalpleri tıpkı şeytanların kalbi gibi olacaktır.' Ben 'Öyle
bir zamanı idrak edersem, ne yapmamı tavsiye edersin ya
Resulallah?' diye sordum; şu cevabı verdi: 'Emiri dinleyip
itaat edeceksin; hatta sırtına bile vursa; malını dahi
elinden alsa; dinle ve itâat et!!"
Yine aynı
kaynaklarda, Avf b. Mâlik El-Eşcaî'den şöyle nakledilmiştir:
"Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu duydum: 'En iyi
İmâmlarınız, o kimselerdir ki siz onları seversiniz, onlar
da sizi; siz onlara salat edersiniz onlarda size. En kötü
İmâmlarınız da o kimselerdir ki siz onlara buğz edersiniz
onlar da size; siz onlara lanet edersiniz, onlar da size.'
Biz, 'Ya Resulallah dedik, böyle bir durumda onlarla
mücâdele etmeyelim mi?' 'Hayır buyurdu, namazı aranızda
ikame ettikleri müddetçe böyle bir şeye kalkışmayın. Şunu
bilin ki kimin üzerine birisi hüküm sahibi olur da o hakimin
Allah'a karşı bir isyânını görürse, onun bu isyanını
sevmesin, ama itâat etmekten de elini çekmesin!!"
Aynı
kaynaklarda yine şöyle nakledilmektedir: "Seleme b. Yezid
El-Cu'fî Resulullah'a bir soru yönelterek şöyle dedi: 'Ya
Resulallah, eğer bizim başımıza, bizden haklarını isteyen,
ama bizim hakkımızı vermeyen emirler hakim olursa, ne
yapmamızı emredersiniz?' Râvi diyor, Peygamber (bir
rahatsızlık ifadesi olarak) ondan yüzünü çevirdi. Sonra,
soruyu tekrar edince, Allah Resulü şöyle buyurdu: 'Dinleyin
ve itâat edin; onların yaptıklarının sorumluluğu onlara,
sizin yaptıklarınızın sorumluluğu da size aittir."
Bir de
Mikdâm isminde birisinden şöyle rivayet etmişlerdir;
Resulullah buyurdu ki: "Emirlerinize itâat edin; ne olularsa
olsunlar! Eğer onlar benim söylediklerimi size emrederlerse,
hem onlar bundan ecir alırlar, hem siz itâatinizden dolayı
mükafatlandırılırsınız. Şayet benim emretmediğim şeyleri
size emrederlerse, bunun sorumluluğu onlara aittir ve siz
bundan berisiniz. Zira siz Allah'ı mülakat ettiğinizde
diyeceksiniz: 'Ey Rabbimiz, zulüm yoktur.' Allah da 'Evet
zulüm yoktur' buyuracaktır. Siz 'Ey Rabbimiz diyeceksiniz,
sen bize peygamberler gönderdin; biz de senin izninle onlara
itâat ettik; sonra bize halifeler seçtin; biz de senin
izninle onlara it1at ettik; ardından başımıza emirler
getirdin; biz de onlara itâat ettik.' Allah da 'Doğru
söylediniz; bunun sorumluluğu o (zalim emirlere) aittir ve
siz bundan berisiniz (bir sorumluluğunuz söz konusu değildir)."
Yine
söz konusu kaynakta Süveyd b. Gafele'den şöyle
nakletmektedir; Ömer b. Hattap bana dedi ki: "Ey Eba Ümeyye,
belki de sen benden sonra yaşarsın; o zaman İmâma itâat
etmelisin; hatta Habeşî bir köle bile olsa; sana vursa da
sabret; emretse de sabret; seni (bir şeylerden) mahrum
bıraksa da sabret; sana zulmetse de sabret; eğer dininde
noksanlık yaratacak bir şeyi sana emrederse de ki: 'Duydum
ve itâat ettim...!!"
Bu
hadisler bir tane, iki tane değil, burada hepsini
veremeyeceğimiz kadar çoktur; daha fazla isterseniz örneğin
Sahih-i Müslim'in şu bablarına bakabilirsiniz: Hüküm
sahipleri zulmettiğinde sabra emir babı. Hakları zayetseler
dahi emirlere itâat babı. Fitne zamanlarında ve her
halükarda Müslümanlardan ayrılmamanın farziyeti ve itâatten
çıkmanın haramlığı babı.
Yine
Kenz-ül Ummâl'ın örneğin şu yerlerine bakabilirsiniz: C.1,
S.104, C.4, S.373-374, C.5, S.751, C.11, S.210, C.6, S.458.
Şunu da
eklemekte fayda vardır ki Müslim'i şerheden İmam Nevevî bu
hadisleri şerh ederken açıkça şöyle diyor: "Ehl-i Sünnet ve
Cemaat itikadına göre, kılıç ve galebe yoluyla Müslümanların
başına geçen zalim emire karşı kıyam etmek caiz değildir.
Müslümanlara düşen ona nasihat etmektir!...
Bugünkü
Sünnilerin bunlardan sorumlu olup olmadığı hususuna gelince,
bu onların bu konulardaki tutum ve davranışlarıyla orantılı
bir meseledir aziz kardeşim. Sadece ata baba dini deyip,
araştırmadan, akıl mantık yürütmeden bunlara sarılıp aynı
çizgiyi devam ettirenler elbette ki sorumlu olacaklardır.
Tabi araştırma, kıyaslama ve doğruları bulma imkanı
olmayanlar bundan istisnadırlar ve fikri müstaz'af
kategorisine girdikleri için mazurdurlar. Ancak başkalarının,
hele alimlerin hiçbir mazereti yoktur bu konuda.
"Burada
kastım şu, sadece cami duvarlarına süslü levha ile adını
astığımız Hazret-i Ali, Hasan ve Hüseyn'in ahirette
gönüllerini mutmain edecek bir hesap verebilecek miyiz? Evet,
şu gün Yezid aramızda yok, yüceleştirdiğimiz sahabiler de
yok. Öyleyse biz, bu tarihi ve akidevi olaylar karşısında
nasıl bir yaşantı şekli takip etmeliyiz?" diyorsunuz.
Aziz
kardeşim, hepimiz biliyoruz ki "niyet" insanın amellerinde
baş rolü oynamakta. Allah'ın Habibi (s.a.a) "Kim bir kavmin
ameline razı olursa, onlardan sayılır" buyurmaktadır.
Kur'an-ı Kerim'de Allah-u Teâlâ Resulullah'ın zamanındaki
Yahudileri kınarken, "Siz değil miydiniz Peygamberleri
öldürenler..." buyurmaktadır. Oysa o zamanda yaşayan
Yahudiler Peygamber falan öldürmemişlerdi. Ama atalarının
fiillerine razı oldukları için Allah-u Teâlâ onları da
atalarının veballerine ortak saymaktadır. Evet İslam'da "Tevelli
ve teberri " olayı vardır. Allah'ın dostlarıyla dost,
düşmanlarıyla düşman, dostlarının dostuyla dost, dostlarının
düşmanlarıyla düşman olman gerekiyor. Kaldı ki O zamanda
yaşayan kimseler, özellikle sahabi diye tanınan kimseler,
bizimle Resulullah arasında bir köprü, bir kanal vazifesini
görmektedirler. Diğer taraftan bunların arasında çoğu
konularda fikri ve ameli bir sürü ihtilafların bulunduğunu
da bilmekteyiz. Aynı konuda birisi Resulullah şöyle dedi
veya şu uygulamayı yaptı, derken, diğeri hayır şöyle yaptı
demektedir. Bunların hepsinin doğru olmadığını da
bildiğimize göre bir tercih yapma durumundayız. Bunu da
yapabilmemiz için onların hayatını çok iyi araştırıp, kimin
daha doğru söylediğini, sonuna kadar Allah'a ve Resulü'ne
daha çok sadık kaldığını araştırıp öğrenmemiz ve tavrımızı
ona göre belirlememiz gerekir. Ondan sonra ancak ister fikri
ve itikadi olarak, isterse ameli olarak kimi kendimize örnek
ve önder etmemiz gerektiğine karar verebiliriz. İşte bu
noktada "Aşura günü mateme girmenin, kendine eziyet
çektirmenin ötesinde, onların mirasını bugün yaşatabilecek
nasıl bir hayat şekli takip etmeliyiz?" sorusu da cevabını
bulmuş olur. Bir kere her şeyden önce bu mirası
keşfetmeliyiz. Bugün maalesef Sünni camiada bu mirastan
hemen hemen hiç eser bulamazsınız. Ne itikadî eserlerinde,
ne fıkhî, ne tefsirî ne hadisi, ne.. Keşfettikten sonra da
onlara sahip çıkmalı ve yaşamalıyız. Kısacası Allah
Resulü'nün (s.a.a) tabiriyle onlara sarılmalı, onları
birbirinden ayırmamalı, onların kurtuluş gemisine binmeli ve
onları bedendeki baş ve baştaki göz yerine koymalıyız. Aksi
takdirde yine Resul-i Kibriya'nın tabiriyle haktan sapmamız,
boğulup helak olmamız kaçınılmazdır.
Bilahare bu sorunun sonunda şöyle soruyorsunuz: "Bugün,
İslam toprakları üzerinde ceberrut siyasetleri ile hüküm
süren devletlerin varlığını Ehl-i Sünnet'in, zalim de olsa
Emir-ül Mü'minine itaati, devleti kutsaması, zulme boyun
eğmesi gibi olumsuz mü'min niteliklerine bağlayabilir miyiz?"
Muhterem kardeşim, bu söylediğiniz yegane sebep değil belki,
ama en önemli sebepler arasında sayabiliriz, maalesef.