Cevap-71:
Muhterem kardeşim, bizim mezhepçiliği savunduğumuzu siz
nereden çıkardınız? Bu itirazı asıl o kimselere yapmalısınız
ki, Resulullah'tan sonra haklarında hiçbir muteber referans
bulunmayan kimseleri öne geçirdiler ve Ehl-i Beyt'in
rehberlik ve merciliğine dair onlarca İlahi ve Nebevi
referans bulunduğu halde onları arka plana itip ümmetin
gündeminden çıkardılar; ümmetin bunca fırkalara bölünmesine
zemin hazırladılar.
Evet aziz
kardeşim, biz, bizzat Resulullah'ın çizdiği ve ümmete
gösterdiği, O'ndan sonra da pak ve tertemiz Ehl-i Beyt'i
vasıtasıyla devam ettirilen yolun yolcusu olduğumuza
inanıyoruz. Evet biz bizzat İlahi ve Nebevi referanslara
dayanarak, Resulullah'tan sonra onun Ehl-i Beyt'ini her
konuda takip etmekteyiz. Kur'an'ın sahih tefsirini ve
Resulullah'ın sahih Sünnet'ini, kısacası gerçek İslam'ı, o
kanaldan öğrenmeğe çalışmaktayız.
Ehl-i
Beyt'e neden bu kadar önem veriyor ve onları her konuda
örnek ve önder ediniyorsunuz diye sorarsanız, cevabımız
kısaca şöyle olur:
Aziz kardeşim, Ehl-i Beyt'i
biz değil Allah-u Teâlâ ve Allah'ın Yüce Resulü önem vermiş
ön plana çıkarmıştır. Bizim yaptığımız ise onlara lebbeyk
demekten başka bir şey değildir. Biz aşağıda Kur'ân ve
Sünnet'ten bunun en önemli ve en çarpıcı delil ve
şahitlerine kısaca değinmeye çalışacağız. Ancak önce önemli
bir hususun altını çizerek geçmek istiyoruz:
Maalesef
bir çoğumuz çoğu zaman neyin doğru, neyin yanlış, neyin
önemli, neyin önemsiz olduğunu Kur'ân ve Sünnet ölçülerine
göre değil, kendi kafamıza göre ve bir takım ön yargılara
dayanarak değerlendirmeğe çalışıyoruz. Oysa Kur'ân ve sahih
Sünnet'e müracaat ettiğimizde durumun hiç de öyle olmadığını
pekala görürüz. İşte üzerinde durmak istediğimiz mevzuda da
maalesef aynı durum söz konusudur.
Biz inanıyoruz ki Kur'ân ve
Sünnet'i, ciddi, tarafsız, ön yargılardan uzak bir şekilde
ve değişik kanal ve kaynakları dikkate alarak tetkik eden
bir kimse, bize hak vererek söz konusu eleştirilerden
vazgeçip, aslında asırlardır ümmet arasında tam tersi bir
durum yaşandığını ve sürekli Ehl-i Beyt'in birileri
tarafında arka plana itildiğini, müslümanların fikri ve
içtimai sahalarından uzaklaştırıldığını ve alternatif olarak
hep başkalarının ileri sürüldüğünü, kısaca Ehl-i Beyt'i
ümmete tam anlamıyla unutturmak istediklerini ve maalesef
büyük ölçüde de bunu başardıklarını büyük bir hayret ve
şaşkınlık içerisinde görecek ve neden böyle olduğuna teessüf
edecektir.
Evet
kardeşim, şimdi sizi Rabb'imizin Kitabı ve Resül'ünün vahye
dayanan nurlu sözleri ve kendi akıl ve vicdanınızla baş başa
bırakıyorum:
Allah-u
Teâlâ'nın "Tathir ayetinde"
Ehl-i Beyt'in her türlü kötülük ve fenalıktan uzak
tutulduğunu ilan etmesi, onlara ayrıcalık kazandırmak, onlar
hakkında kesin bir ilahi garanti vermek için değil de nedir?
Başka herhangi bir gurup veya şahıs hakkında böyle açık ve
kesin bir ilahi referans gösterilebilir mi?
"Meveddet
ayetinde"
Resulullah'ın 23 yıllık risaletinin karşılığı olarak Ehl-i
Beyt'inin sevgi ve muhabbetinin ümmete farz kılınışı, Ehl-i
Beyt'in ön plana çıkarılması, o ilahi insanların daima
ümmetin gündeminde tutulması, unutulması ve takip edilmesini
sağlamak için değil de nedir?
Hak
Teâla'nın "Mübâhele ayetini"
indirerek, Necran Hıristiyanlarıyla lanetleşmek ve Resul'ün
dualarına âmin diyebilmek için o kadar sahabenin ve
mu'minlerin arasından, sadece Hz. Ali'yi, o kadar sahabenin
ve mumine kadının (Resullah'ın muhterem zevceleri de dahil)
arasından, sadece Hz. Fatıma'yı, o kadar sahabi çocuklarının
arasından sadece Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'i kendisiyle o
hassas ve ilahi sahneye çıkarılmasını Resulü'ne emretmesi ve
en önemlisi, bu ayette Hz. Ali'yi Resullah'ın canı ve özü
gibi tanıtması, Ehl-i Beyt'i ön plana çıkarmak, bütün
ümmetin arasında onlara ayrıcalık kazandırmak ve kimsenin
ulaşamadığı bir üstünlük ve fazileti onlara atfetmek için
değil de nedir?
"Salavât
ayetini"
tefsir ederken Allah Resulü'nün, ebter (sonu kesik) salavat
getirilmemesi ve kendisiyle birlikte Ehl-i Beyti'ne de salat
ve selam edilmesi gerektiğini önemle vurgulayarak ümmetine
emretmesi, öte yandan namazlarda yine Resulullah ile
birlikte Ehl-i Beyti'ne de salat ve tahiyyat okunmasının
farz kılınışı, Ehl-i Beyt'i ilelebet yaşatma, onlara
örneklik ve önderlik konumu kazandırma maksadıyla değil de
nedir? Buna, bunun dışında bir yorum getirmek, Hekim olan
Allah'a ve Resulü'ne abesi isnâd olmaz mı?
Resulullah'tan mütevatiren nakledilen "Sekaleyn"
hadisinde
Allah Resul'ü Ehl-i Beyti'ni Kur'ân'la eşleştirip kıyamete
kadar ümmetine emanet olarak bırakırken neyi amaçlıyordu?
Aynı hadiste ümmeti, Kur'ân ve Ehl-i Beyt'e birlikte
sarılarak dalaletten korunmalarını emrederken neyi
kastediyordu acaba?
Ehl-i
Beyti'ni "Nuh'un Gemisine"
benzetip ona binenlerin kurtulacağını, binmeyenlerin helak
olacağını buyururken, ümmetine hangi mesajı vermek istiyordu
acaba?
"İslam'ın
temeli, beni ve Ehl-i Beyt'i mi sevmektir"
buyurduğunda, insanın hayatında hiçbir rol oynamayan ve
başka sevgilerden hiçbir farkı olmayan, hatta Ehl-i Beyt'in
dışında, hatta bazan karşısında olan kimselere beslenen
muhabbetin aynısı veya daha aşağısı, kupkuru bir sevgiyi mi
İslam'ın temeli olarak nitelemek istiyordu?! Peygamber'i
sevip de onun yolunu takip etmeyenin, onu kendisine örnek ve
önder edinmeyenin sevgisi gerçek bir sevgi olabilir mi?
Dinin temeli olarak nitelendirilebilir mi? Buna paralel
olarak zikrettiği Ehl-i Beyti'nin sevgisi nasıl?!
"Benim
Ehl-i Beyt'i mi kendi aranızda bedenden bir baş ve baştan
iki göz yerine koyun"
buyruğunu düşünelim. Acaba başsız bir bedenin yaşadığını ve
gözsüz bir başın aydınlık ve nuru gördüğünü gören, iddia
eden var mı?
"Hiçbir
kimse biz Ehl-i Beyt'le kıyaslanamaz"
buyurduğunda, başka birileriyle farkı olmayan, hatta amelen
onlardan daha aşağı görülen, tutulan bir Ehl-i Beyt'ten mi
söz ediyordu, Allah'ın hikmet sahibi Resulü?
Fahri Kainat Efendimizin şu
hadislerini hiç okuduk mu? Okuduysak üzerinde hiç düşündük
mü? Düşünüp de hayatımıza yansıttık mı?:
"Yıldızlar
yer ehlinin boğulmaktan kurtulma güvencesi olduğu gibi,
benim Ehl-i Beyt'im de ümmetimin ihtilaftan korunma
güvencesidir. Şu halde Arap'tan herhangi bir topluluk onlara
karşı gelirse, ihtilafa düşüp İblis'in hizbinden olurlar."
"Kim
benim gibi yaşamayı, benim gibi ölmeyi ve Adn cennetinde
yerleşmeyi seviyorsa, benden sonra Ali'nin velayetine girsin
ve onun veli kıldığı kimseyi veli kabul etsin ve benden
sonra imamlara uysun; zira onlar benim Ehl-i Beyt'imdirler;
benim tıynetimden yaratılmış, (ilahi bir) ilim ve idrak
nasiplenmişlerdir. Ümmetimden onların üstünlüğünü inkar eden,
onlarla benim aramdaki yakınlık bağını koparanlara yazıklar
olsun; Allah onları benim şefaatime nail etmesin."
Evet
okyanustan damla misali verdiğimiz bu ayet ve hadisler
üzerinde Allah rızası için biraz düşünelim. Sonra ümmetin
geçmişten günümüze dek sürüp gelen durumunu bir gözden
geçirelim. Acaba ümmet Ehl-i Beyt'i bu ayet ve hadislerin
istediği yere koydu mu? İlim ve irfanı mı onlardan aldı,
fıkhını mı, tefsirini mi, hadisini mi, hangisini?!
Ebu
Hureyre'den altı bine yakın hadis nakledenler, Hz. Hasan'dan
altmış tanesini nakletmiş midir? İbn-i Ömer'den iki binden
fazla hadis nakleden kaynaklar Hz. Hüseyin'den yirmi
tanesini nakletmiş midir? Ümm-ül mu'minin Aişe'den iki bini
aşkın hadis nakleden hadisçilerimiz Hz. Fatıma'dan
nakledecek kırk hadis bile bulamamışlardır herhalde? Diyelim
ki bunlar kendi babalarının ilim ve irfanından gereği gibi
istifade edememişlerdir (haşa); ama Resulullah'ın ilim
şehrinin kapısı olan,
küçük yaştan risalet elinde yetişen, gece gündüz onun
yanından ayrılmayan Hz. Ali'den kaç hadis nakletmişlerdir
acaba? İlim hikmetin dokuz payına sahip olan ve iki yıl (naklettiklerine
göre) Resulullah'tan istifade edebilen Ebu Hureyre'ye
nazaran kıyaslanamayacak kadar azdır.
İbn-i
Mülcem'in Hz. Ali'ye vurduğu darbeyi insin ve cinsin
ibadetine bedel bilen harici İmran bin Hattan'dan, valiliği
zamanında işlediği cinayetlerle tanınan ve
Ümeyyeoğulları'ndan aldığı altın keselerine karşılık fabrika
gibi hadis üreten Semure bin Cündeb'ten Kerbela'da Emevi
ordusun başında Peygamber evlatlarını hunharca katlettiren
Ömer bin Sa'd'dan hadis nakleden hadisçilerimiz, neden Ehl-i
Beyt imamlarına gelince ihtiyatlı davranmayı yeğliyorlar?
Neden
bugün diğer mezhep imamlarının yanı sıra, Ehl-i Beyt
imamlarının, özellikle dört mezhep imamının direk veya
dolaylı olarak üstadı sayılan İmam Cafer'i Sadık (a.s)'ın
görüşleri de ilmihaller de, fıkıh kitaplarında zikredilmiyor?
Bu mu Ehl-i Beyt'in gemisine binmek? Onları bedendeki baş ve
baştaki göz mesabesinde görmek?
Belki
bazıları, bunlar geçmişte yapılan ve geçmişte kalan bazı
hatalardır; bu yüzden bunları tekrar gündeme getirmenin ne
anlamı var diyebilirler. Fakat aynı hatalar yine yapılıyorsa
ne yapmalı? Bu gün sözleri itibar gören bazı sözde
araştırmacı yazarların bunca ayet ve hadislere rağmen: "Bir
milleti Ali'ye, Fatıma'ya, Hasan ve Hüseyin'ne
endekslerseniz, o millete yazık etmiş olursunuz" buyruğuna
ne demeli? Acaba kim kendine ve ümmete yazık etmiştir?
Kur'ân ve sünnete lebbeyk diyerek, Ehl-i Beyt'i kendilerine
rehber ve mihver edinenler mi, yoksa başkaları mı? Geçmiş
tarihimizi basiret gözüyle irdeleyen kimseye sorunun
cevabını bulmak zor olmasa gerek.
Evet
bizler, Müslümanlar olarak artık bir an evvel bu büyük
gafletten uyanıp, Resulullah'ın ümmetine emanet olarak
bıraktığı, ama tarih boyunca ümmet arasında hep garip ve
meçhul kalan veya bırakılan ve hiçbir zaman hakkıyla
tanınmayan bu gizli hazineyi, bu tertemiz ilim ve marifet
pınarını ve bizi kesintisiz, katıksız ve mutmain bir kanalla
Resulullah'ın ilim ve marifet deryasına bağlayan bu altın
silsileyi, imkanlar ve kaynaklar elverdiği ölçüde tanımaya
ve keşfetmeye ve insanımıza tanıtmaya çalışmalıyız ki böyle
bir şey gerçekleşirse, o zaman bir yandan Müslümanlar,
asırlardır ne kadar büyük ve önemli bir hazineden mahrum
kaldıklarını fark edip geçmişi telafiye çalışırlar; diğer
yandan bir grup garez sahibi veya cahil kimseler de bir
takım uydurma rivayete dayanarak işi tâ sünneti inkara kadar
götüremezler.
Burada
yeri gelmişken bazıları tarafından ortaya atılan bir diğer
soruyu da cevaplandırmak istiyoruz. Deniliyor ki: "Evet bu
anlattıklarınızda haklı olabilirsiniz; verdiğiniz Kur'ânî ve
nebevi referanslara da diyeceğimiz yok. Ancak sorun bununla
bitmiyor; zira bugün Ehl-i Beyt'e isnad edilen şeylerin
doğru olup olmadığı bizlere meçhuldür. Eğer bunların
gerçekten Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin , İmam Cafer-i
Sadık veya Ehl-i Beyt imamlarından herhangi birisine ait
olduğuna kanaât getirirsek, ona uymakta tereddüt etmeyiz.
Ancak gerçekten onlara ait olup olamadığında şüpheliyiz;
onların dillerine de uydurulmuş olabilir.
Evet bu,
ilk etapta haklı ve yerinde bir itiraz olarak görülebilir,
ancak biraz dikkat edilirse göreceğiz ki evvela aynı sorun
diğer şahsiyetler hakkında da söz konusudur; örneğin bir
İmam Eş'ari'ye, İmam Maturidi'ye, Ebu Hanife'ye vb. .
şahsiyetlere isnad edilen görüşlerin gerçekten onlara ait
olup olmadığını nereden ve nasıl anlıyorsunuz? Onların doğru
olduğuna dair birisine vahiy mi inmiştir yoksa? Bunlara
karşı ne yapıyorsak, onlara karşı da aynısını yapmalıyız;
zira bugün elde bulunan kaynaklara müracaat etmekten başka
bir çaremiz ve alternatifimiz bulunmamaktadır. Elbette kimse,
"Önüne çıkana körü körüne sarıl" demiyor. Mutlaka bir takım
aklî ve naklî ölçülere, kıstaslara dayanıp hangisinin doğru,
hangisinin yanlış, hangisinin güçlü, hangisinin zayıf
olduğunu tespit etmeye çalışmalıdır.
Bugün
artık Ehl-i Sünnet arasında en muteber kaynaklar olarak
bilinen ve hatta sahih adı verilen kaynaklarda dahi (Buhari,
Müslim, vb. gibi), bir çok zayıf, yanlış, akıl ve mantık
dışı rivayetler, bir çok âlim tarafından tespit edilerek
apaçık bir şekilde ortaya konmuştur. Kısaca bu tür sudan
bahanelerle Ehl-i Beyt'e isnad edilen kaynaklardan ve
görüşlerden uzak durmaya çalışan kimse, ancak kendisine
yazık eder ve eşi emsali bulunmayan bir ilim, irfan ve nur
kaynağına açılan kapıyı yüzüne kapatmış olur. Sonra böyle
bir tavır içerisine giren kimse bir anlamda kendisine
güvenmiyor demektir.
Ayriyeten
şunu da açık bir şekilde söylemeliyiz ki Ehl-i Beyt yolunda
olduğunu, onları imam ve önder olarak kabul ettiğini dilde
söylemekle iş bitmiyor; gerçek anlamda ve her konuda,
hayatın bütün sahalarında Ehl-i Beyt'i örnek alan ve
gerçekten Ehl-i Beyt'ce yaşayan bir kimse ancak iddiasında
sadık olabilir. Bu yüzden bizim Ehl-i Beyt yolunu takip
ettiklerini ileri süren Alevi, Bektaşi, Caferi, vb. isimleri
kullanan kardeşlerimize de acizane çağrımız, herkesin
kendisini ciddi bir öz eleştiriye tabi tutması ve ister
fikri, isterse ameli olarak Ehl-i Beyt'i ne kadar
tanıdıklarını, anladıklarını ve yaşadıklarını gözden
geçirmeleridir. Evet, önce Ehl-i Beyt'in nasıl
düşündüklerini ve nasıl yaşadıklarını sahih, senetli ve
birinci el kaynaklardan tanımaya çalışmalı, sonra da bizim
onlara ne kadar benzeyip benzemediğimizi değerlendirmeğe
tabi tutmalıyız.
Kısacası
bugün ister Sünni, isterse Alevi veya diğer Müslüman
grupların hepsinin birleşme noktası olan ve bir anlamda
ümmetin yitik ve gizli hazineleri konumunu taşıyan Ehl-i
Beyt'i hep birlikte yeniden keşfetmeye, tanımaya çalışmalı
ve tarih boyunca devam ede gelen bu yanlışa son vermeli ve
Resulullah'ın emanetine sahip çıkmalıyız.
İnşaallah
bu açıklamalardan sonra kimin mezhepçili yaptığını ve kimin
bizzat İlahi ve Nebevi referanslara uygun hareket ettiğini,
kimin Resulullah'tan sonra ümmetinin bölünüp parçalanmasına
vesile olduğunu sizin hür vicdanınıza ve İslamî insafınıza
bırakıyoruz. Allah'a emanet olun.