Bismillahirrahmanirrahim
Soru-633:
Masumiyet karşıtları, Kur’an’da üç yerde Hz.
Yunus’un öyküsüyle alakalı geçen ayetlerdeki bazı
tabirleri ileri sürerek bunların masumiyetle
bağdaşmadığını, dolayısıyla Hz. Yunus’un masum
olmadığını ileri sürüyorlar. Ben önce bu ayetleri
aktarıp, daha sonra ayette eleştiri bahanesi olan
tabirleri arzedip, nasıl cevaplamamız gerektiğini
size bırakacağım.
“Zünnun’u (Yunus’u)
da an. Hani o, öfkeli bir halde gitmişti.
Kendisini asla sıkıntıya düşürmeyeceğimizi
sanmıştı. Sonunda karanlıklarda , “Senden başka
ilah yoktur. Sen her eksiklikten münezzehsin.
Gerçekten ben zalimlerdendim” diye yalvardı. * Biz
de onun duasını kabul ettik ve onu üzüntüden
kurtardık. İşte mu’minleri böyle kurtarırız.”
(Enbiya, 87-88)
“Sen, Rabbinin
verdiği hükme (kafirlere muhlet verilmesine)
sabret ve balığın arkadaşı (Yunus) gibi olma. Hani
o, pek üzgün olarak (Rabbini) çağırdı. * Rabbinden
bir nimet ona erişmeseydi, kınanmış olarak kuru
bir çöle atılırdı. Fakat Rabbi onu seçti ve
iyilerden kıldı.” (Kalem, 48-50)
Sâffat suresinde
ise Hz. Yunus’un kavminden ayrıldıktan sonra
gemiye binmesi ve kura adına çıktıktan sonra
denize atılması ve bir balık tarafından
yutulmasını anlattıktan sonra şöyle buyuruyor:
“Eğer Allah’ı
tenzih edenlerden olmasaydı, * Tekrar
diriltilecekleri güne kadar onun karnında
kalırdı.” (Sâffat, 1143-144)
Diyorlar ki Hz.
Yunus kime ve neden öfkelendi? Neden Allah’ın
kendisini sıkıntıya düşürmeyeceğinizi zannetti?
Hatta bazıları (haşa) Hz. Yunus’un Allah’a
öfkelendiğini, ve ayetteki “lem naqdire aleyhi”
cümlesini, “ona güç yetiremeyeceğimizi zannetti”
şeklinde tercüme etmiş ve “böyle zanneden nasıl
masum olur?” demeye getirmişlerdir.
Ayrıca ayette geçen
“Gerçekten ben zalimlerdendim” veya ikinci ayette
geçen “Kınanmış olarak” sözünü de iddialarının bir
başka delili olarak zikretmeye çalışmışlardır.
Yine ikinci ayette
geçen, “Sen sabret ve Yunus gibi olma” cümlesini,
onun hata yaptığına, aynı şekilde üçüncü ayetteki
“Eğer tesbih ve tenzih edenlerden olmasaydı,
kıyamet gününe kadar balığın karnında kalırdı”
cümlesini, yine duasının kabul olup affedilmesini
de Hz. Yunus’un cezayı hak eden ve bağışlanması
icap eden bir yanlış yaptığına delil olarak
gösterip masum olmadığını ispatlamaya
çalışmışlardır. Ne dersiniz?
Cevap-633:
Önce şu noktayı hatırlatmamız gerekir ki
Peygamberlerin masumiyetiyle ilgili benzer
hususlarda sağlıklı bir tahlil yapabilmek için
masumiyetin çerçevesini iyi belirlemek gerekir.
İşte bize göre birçok yanlış olan tahlillerin
temelinde noktaya iyi dikkat edilmemesi yatıyor.
Ehlibeyt mektebi Peygamberler masumdur derken,
onların herhangi bütün insanlar için geçerli olan
herhangi bir haramı ya da farzı ihlal etmemeleri
gerektiği, insanlara ilahi mesajları sunarken hata
yapmamaları gerektiği ve insanların güvenini
sarsacak kötü örnek olmamaları gerektiğini
kastetmektedir. Ama bu çerçevenin dışında kalan
hususlarda, yani haram olmayan, farz olmayan
şeylerde, ilahi mesajların iletilmesinin dışında
olan bazı hatalarda, ya da insanlara kötü örnek
olma özelliği taşımayan, sadece o peygamberin
kendisini ilgilendiren bazı hususlarda, ıstılah
olarak “terk-i evla” denilen bazı işlerin ve
davranışların nadiren de olsa onlardan sadır
olması mümkündür.
İşte Hz. Yunus’un
olayını da bu çerçevede değerlendirmek gerekir.
Peki, Hz. Yunusun
terk-i evlası neydi acaba?
Allah-u Teala’nın
Hz. Resulullah’a “Rabbinin hükmü hakkında sabret
ve balığın arkadaşı gibi olma” hitabından
anlıyoruz ki Hz. Yunus’un bir türlü acelecilik
yaptı. Ya kavmine beddua etmede acele davrandı, ya
kavmini terk etmesinde acelecilik yaptı? Gerçi
zahiri nişanelere göre artık ümidini onların
hidayetinden kesmişti, ama yine de ona yakışan
sonuna kadar sabretmesi ve orayı terk etmemesiydi.
Ya da acele davranıp Rabbinin iznini
beklememesiydi. Ya da her üçüydü. Açıktır ki
bunların hiç birisi haram değildi, ama buna rağmen
onun gibi yüce bir makama sahip olan kimseden
beklenen ve ona yakışan şey bunları yapmamasının
daha iyi oluşuydu. Dolayısıyla o kavmini aceleyle
terk ederek bu terk-i evlayı, yani yapmamasının
daha evla olduğu bir işi yaptı. Fakat makamı yüce
olanlar için bu kadarı bile ağırdır ve onlara
pahalıya mal olur. Başka bir tabirle, bu bir nevi
nisbî bir günahtır. Yani o işi bizim gibi birisi
yapsaydı, kesinlikle günah ve yanlış yapmış
sayılmazdı. Ama farklı bir makam ve derecede olan
bir kimseye Allah-u Teala bunu bile günah sayıyor
ve bu şekilde cezalandırıyor.
Bu hususu biraz
açmakta fayda vardır:
Evet, akıl
sahipleri tarafından tereddütsüz kabul edilen bir
prensip vardır; o da şudur ki insanın şahsiyetinin
büyüklüğü oranında sorumluluk ve mesuliyeti de
büyüktür. Dolayısıyla akıllılar örfü açısından bir
insandan sadır olan bazı amel ve davranışlar, onun
özel konumuna binaen suç ve hata sayıldığı halde,
başka birisinden aynı ameller sadır olduğunda onun
için normal bir şey olarak değerlendirilebilir.
Bunu şöyle
açıklayabiliriz: Şer'i hükümler, farz, haram,
müstehap, mekruh ve mubah olmak üzere beş kısma
ayrılmaktadır. Bilindiği gibi her mükellef için
farzı yerine getirme ve haramı terk etme hususunda
ruhsat söz konusu değildir. Ama müstehap olan
ameli yerine getirme ve mekruhu terk etme tercihli
olmakla birlikte mükellefe bu konuda ruhsat
tanınmıştır. Bununla birlikte bazı kimseler için
sahip oldukları yüksek makam ve mertebeden dolayı
farz ve haramların yanı sıra müstehap ve mekruh
olan şeyler hususunda bile dikkatli davranıp
onları ihmal etmemeleri beklenir. Hatta bazen
mubah olan şeylerde dahi bazı arızî ve tali
sebeplerden dolayı söz konusu insanların mubah bir
şeyi yerine getirmeleri veya terk etmeleri gerekli
görülebilir.
Kısacası Hakk'ın
azametine herkesten daha çok arif olan bir kimse,
bütün bu hükümlerde herkesten daha çok hassas
davranması gerekir ve hiç birisinde en ufak bir
ihmali hoş karşılanmaz. Dolayısıyla bu türden bir
ihmal söz konusu olduğunda da yaptığı işten
istiğfar edip onu telafi etmesi beklenir; hâşâ
şer'i bir günah işlediğinden dolayı değil, yapılan
işin, onun makam ve mertebesine ve sahip olduğu
ilim ve irfana yakışır bir şey olmadığından
dolayı. Bu, toplumsal ilişkilerde de böyledir;
örneğin insanlar, medenî, dünya gezmiş-görmüş,
okumuş, ilim irfan sahibi olmuş bir kimseden
bekledikleri tavır ve davranışların hepsini,
bedevi bir hayat tarzına sahip olan bir kimseden
beklemezler. Dolayısıyla da ikincisine hoş görüp
normal karşıladıkları birçok şeyi, birincisi için
hoş görmez ve normal karşılamazlar. Yaptığı
şeylerin illa da bir suç ve günah olduğundan
dolayı değil, sahip olduğu bilgi, tecrübe ve
birikiminden dolayı bunları ona yakıştırmazlar. .
Evet, bütün bunlar,
başta da söylediğimiz gibi insanın şahsiyetinin
büyüklüğü oranında sorumluluk ve mesuliyetinin de
büyüklüğünden kaynaklanmaktadır. İşte bu yüzden,
büyük insanlardan, enbiya ve evliyadan bazen sadır
olan bazı davranışlar veya mekruh olan veya
ıstılah olarak terk-i evla denilen şeyler, günah
sayılabilir. Ama bunlar bizim gibi insanlar için
söz konusu olan mutlak günahlar (farzı terk veya
haramı yerine getirme) türünden günahlar değil,
nisbî günahlardır. Yani onlara ve sahip oldukları
iman, ilim ve irfan mertebesine yakışmayan
şeylerdir. Evet, onların istiğfarı da birinci tür
günahlara sahip olduklarından dolayı değil, ikinci
türden fiiller içindir. Biz, "Peygamberler
masumdur" dediğimiz zaman da birinci türden
günahlardan masum olduklarını kastetmekteyiz. Zira
diğer insanların işlediği o tür günahlardan bir
tanesini dahi maazallah işlerlerse, insanların
onlara karşı olan güvenlerinin sarsılmasına ve
İlahî hüccetin tamamlanmamasına yol açar; bu da
Peygamberlik müessesesinin felsefesine tamamen
terstir.
Bu açıklamaların
ışığında Hz. Yunus’un kendine zulmettiğini
söylemesini, af dilemesini ya da Allah-u Teala’nın
onu neden cezalandırdığını anlamamız ve yukarıda
çerçevesini açıkladığımız ve sınırlarını
belirlediğimiz masumiyete aykırı düşmeyecek
şekilde tahlil etmemiz zor olmasa gerek.
Elbette Hz.
Yunus’un kendisine zulüm isnadının bir anlamı da
yaptığı bu terk-i evla ile daha sonra müptela
olduğu sıkıntıları kastetmesi ve affını dilerken
de bu sıkıntıların Allah tarafından bertaraf
edilmesini istemesi de olabilir. Her halükarda
ister bu olsun, isterse diğeri, yukarıda
açıkladığımız masumiyetle çelişen bir durum söz
konudur değildir.
Elbette bazılarının
ayette geçen “O öfkeli bir şekilde gitti”
cümlesinden hareketle Hz. Yunus’un (haşa) Allah’a
gazap ettiğini, söylemeleri, korkunç bir
iftiradır. Böyle bir zan, azıcık iman ve itikadı
olan bir kimseden bile beklenmez; Allah’ın yüce
bir Peygamberinden nasıl beklenir?! Bunu söylemek,
eğer kasıt yoksa ortada, en hafif tabiriyle
cehalet ve gafletten başka bir şey değildir. Hz.
Yunus’un öfkesi onca tebliğden sonra bir türlü
iflah olmaya, iman etmeyen kavmineydi.
Ya da “Fe zanne en
lem neqdira aleyhi” cümlesindeki “Lem neqdir”
kelimesini yanlış tercüme edip, “O kendisine güç
yetirmeyeceğimizi-bir şey yapamayacağımızı
zannetti” anlamını çıkarmak da yine cehaletin bir
ürünüdür. Bu cümledeki “lem neqdir” kelimesi (Fecr
suresinin 17. ayetinde de olduğu gibi) “kendisini
asla sıkıtı ve darlığa düşürmeyeceğimizi zannetti”
demektir. Yani Hz. Yunus bir yanlış yaptığı
düşüncesinde değildi; dolayısıyla da Allah-u
Teala’nın kendisini sıkıntı ve darlığa müptela
kılmayacağını zannediyordu.
Elbette Hz. Yunus
gibi birisinin bu kadarcık bir hatası ve terk-i
evlası bile ona yakışmıyordu. Ama vahiyle ve
tebliğiyle alakalı bir hata olmadığı için
masumiyetle çelişen bir durum söz konusu değildir.
|