Bismillahirrahmanirrahim
RUYETULLAH
HAKKINDAKİ
BİR SORU ÜZERİNE
Soru-06: Bu
yazıda, bizim Allah'ı görme hakkında
sorduğumuz bir soruya, Sünni bir arkadaşın
verdiği cevabı, tekrar bizim ona
cevabımızı okuyabilirsiniz
Cevap-06:
Bizim sorduğumuz soru şuydu:
"Ehl-i Sünnet'te Allah-u Teala'nın kıyamet
gününde mu'minlere gökyüzündeki on dört
gecelik ay gibi görüneceği, dünyada ise
Allah'ın sadece rüyada görünebileceği
görüşü hakim; hatta İmam Ebu Hanife'nin
iki yüz defadan fazla Allah'ı rüyada
gördüğü söyleniyor. (Amentu Şerhi kitabı.)
Şimdi evvela merak ettiğimiz, Ehl-i Sünnet
kardeşlerimizin şu ayetleri nasıl
yorumladıklarıdır:
"Gözler onu göremez, ama O, gözleri görür..."
(En'am, 103)
"...Hiçbir zaman beni göremeyeceksin (ey
Musa!)..." (A'raf, 143)
Saniyen Allah'ın cisim olmadığı ve hiçbir
cismî özellik taşımadığında, onun zaman ve
mekan üstü bir varlık olup zaman ve mekan
da dahil hiçbir sınırla
sınırlandırılamayacağında bütün
Müslümanlar müttefiktir. O her şeyi
kuşatır, hiçbir şey O'nu kuşatamaz. Bu
durumda Allah'ın ahirette, hem de şu
başlardaki gözle ve de aynı gökteki
öndörtlük ay gibi gözlenebileceği nasıl
söylenebiliyor? Bu Allah-u Teala'ya cismi
özelliği atfetmek değil mi? Onu bir
mekanla sınırlandırmak değil mi? Onun
insanlar tarafından ihata edilebileceği
anlamına gelmez mi? Yoksa kıyamette durum
farklı mı olacak? Mesela Allah-u Teala
sınırlanabilecek mi? Veya insanlar
sınırsızlaşıp cisim olmaktan çıkacaklar mı?"
CEVAP:
Önce şunu bildirelim ki, İmam-ı Gazali
hazretleri, (Bid’at ehli kimseler, şiiler
ve mu’tezile gibi, Ehli sünnet dışı
olanlar, Kur’an-ı Kerim'i anlayamaz.)
buyurdu.
İnsan yazarken biraz insaflı yazar. İmam-ı
A’zam hazretleri, bütün Ehl-i Sünnet
alimlerince en büyük imam kabul edilen
zattır. Buna apaçık yalan söylediğini ima
etmek Şii'ye de yakışıyor mı?
İkinci bir husus, ayın ondördü gibi
Allah'ın görüleceği görüşü hakim diyor. Bu
Ehli sünnetin en büyük iki hadis imamının
kitabında yani Buhari ve Müslim’deki
hadisi şerifte bildiriliyor. Hadisi şerif
demiyor, görüş diyor. Sen Buhari ve
Müslim'deki hadisi-i şeriflere
inanmıyorsan başka neye inanırsın ki?
Sadece Kur’an'a inanırım diyorsan o da
yalandır. Çünkü Müminler, ahirette,
Cennete girmeden önce de, girdikten sonra
da Allahü teâlâyı görecekleri Kur'an-ı
kerimde açıkça bildiriliyor:
(Kıyamette ışıl ışıl parlayan yüzler,
Rablerine bakacaklardır.) [Kıyamet 22, 23]
Bu husustaki hadis-i şeriflerden biri
şöyledir:
Peygamber efendimiz, ayın ondördüncü
gecesi, parlayan dolunaya bakıp buyurdu ki:
(Şu ayı nasıl net görüyorsanız, [ahirette]
Rabbinizi de, böyle açıkça göreceksiniz) [Buharî,
Müslim]
Yunus suresinin, (Güzel amel edenlere,
hüsna [Cennet] ve ziyadesi de vardır.)
mealindeki 26. Ayeti kerimesindeki ziyade
kelimesini Resulullah efendimiz rüyet [Allahü
teâlâyı görmek] olarak açıklayıp buyurdu
ki:
(Dolunayı gördüğünüz gibi kıyamette
Rabbinizi net görürsünüz.) [Buhârî]
Ahirette Allahü teâlâyı yalnız müminler
görecek, kâfirler bundan mahrum
kalacaklardır. Çünkü Kur'an-ı kerimde
buyuruluyor ki:
(O kâfirler o gün Rablerini görmekten
mahrumdur.) [Mutaffifin 15]
İmam-ı Şafiî, İmam-ı Malik gibi mezhep
sahibi büyük âlimler, (Bu ayet-i kerime,
müminlerin Allahü teâlâyı göreceklerine
bir delildir. Çünkü öyle olmasaydı,
Kâfirler göremeyecek buyurulmazdı.)
demişlerdir. Hiç kimse denmiyor, kafirler
göremeyecek buyuruluyor.
Araf suresinin 143. ayet-i kerimesinde,
Musa aleyhisselamın Allahü teâlâyı görmek
istediği bildirilmektedir. Bu da Allahü
teâlânın görüleceğinin delilidir. Çünkü,
bir peygamberin, imkânsız olan şeyi Allahü
teâlâdan istemesi abes, hatta câhillik
olurdu. Allahü teâlâ hakkında caiz olan ve
olmayan şeyleri bilmemek ise peygamberliğe
aykırıdır.
Evliyanın büyüklerinden Mevlana Halid-i
Bağdadi hazretleri buyuruyor ki:
(Dünyada Allahü teâlâyı gördüm diyen
zındıktır. Evliyanın kalb gözü ile görmesi
rüyet değildir. Onlara şühud hasıl
olmaktadır.) [İtikadname]
Dünyada Allahı görmek imkansız olduğu için
Hz. Aişe, ("Resulullah'ın Allah'ı
gördüğünü söyleyen yalan söylemiş olur)
buyurmuştur. (Buharî)
İmam-ı Rabbanî, Mevlana Halid-i Bağdadi,
Seyyid Abdülkadir-i Geylani hazretleri
gibi büyük zatlar ise, Peygamber
efendimizin Miracda Allahü teâlâyı
gördüğünü, ancak bunun dünya görmesi ile
değil, ahiret görmesi ile görmek olduğunu
bildirdiler.
Fıkh ve hadis ilimlerinde müctehid ve
evliyanın büyüklerinden S. Abdülkadir-i
Geylani hazretleri buyuruyor ki: (Mirac
gecesi Resulullah, Allahü teâlâyı gördü.
Çünkü Cabir bin Abdullah, Peygamber
efendimizin (Necm) suresinde (Elbette Onu
gördü) ayet-i kerimesi üzerine, (Elbette
Rabbimi gördüm) buyurduğunu ve aynı
surenin (Sidret-ül-münteha yanında) ayet-i
kerimesi üzerine, (Ben sidret-ül-müntehada
Rabbimi gördüm. Öyle ki, ilahi vechinin
nuru, benim için zahir oldu) buyurduğunu
bildirmiştir. İsra suresini 17. ayetinin
tefsirinde, İbni Abbas hazretleri buyurdu
ki: (Mirac gecesinde Resulullah, Allahü
teâlâyı gördü.) [Gunye]
İmam-ı Rabbanî hazretleri buyurdu ki: (O
Server, Mirac gecesinde Rabbini dünyada
değil, ahirette gördü. Çünkü o Server, o
gece, zaman ve mekan çevresinden dışarı
çıktı. Ezelî ve ebedi bir an buldu.
Başlangıcı ve sonu bir nokta olarak gördü.
Cennete gideceklerin, binlerce sene sonra,
Cennete gidişlerini ve Cennette oluşlarını,
o gece gördü. İşte o makamdaki görmek,
dünyada görmek değildir. Ahiret görmesi
ile görmektir. Bu görmeyi dünyada gördü
demek de mecaz olarak söylenmiştir.
Dünyadan gidip gördüğü ve yine dünyaya
geldiği için dünyada gördü denilmiştir.)
[m. 283]
(Allahü teâlâ, dünyada görülmez. Dünyada
görüleceğini söyleyenler yalancıdır. Bu
dünyada bu nimet nasib olsaydı, herkesten
önce Hz. Musa görürdü. Peygamberimiz
Miracda bu devletle şereflendi ise de, bu
dünyada değildi. Cennete girip oradan
gördü. Yani ahirette görmüş oldu. Dünyada
iken, ahirete karıştı ve gördü.) [C.3,
m.17]
Mevlana Halid-i Bağdadi hazretleri
buyuruyor ki: (Resulullah, Allahü teâlâyı
Miracda gördü. Ancak bu görmesi dünyadaki
görmek gibi değil idi.) [İtikadname]
Caiz olmak ayrı şey, görmek ayrı şeydir.
Ehli sünnet âlimleri, (Allahı dünyada
görmek caiz, fakat kimse görmemiştir,
gördüm diyen zındık olur) buyuruyorlar.
Rüyada görmek ise dünyada görmek değildir.
Peygamber efendimiz, Allahü tealayı rüyada
gördüğünü Camiussagirdeki hadisi şerifte
bildirmektedir.
İmam-ı Nevevi hazretleri (En'am suresi
103. ayetindeki Ona gözler erişemez demek,
Onun zatının hakikatini gözler idrak ve
ihata edemez demektir. Yoksa rüyet haktır.)
buyuruyor. Ayeti kerimede (katiyen
göremezsin) ifadesi kasıtlı olarak (Hiçbir
zaman) diye tercüme edilmiştiş
"Saniyen Allah'ın cisim olmadığı ve hiçbir
cismî özellik taşımadığında, onun zaman ve
mekan üstü bir varlık olup zaman ve mekan
da dahil hiçbir sınırla
sınırlandırılamayacağında bütün
Müslümanlar müttefiktir. O her şeyi
kuşatır, hiçbir şey O'nu kuşatamaz. Bu
durumda Allah'ın ahirette, hem de şu
başlardaki gözle ve de aynı gökteki
öndörtlük ay gibi gözlenebileceği nasıl
söylenebiliyor? Bu Allah-u Teala'ya cismi
özelliği atfetmek değil mi? Onu bir
mekanla sınırlandırmak değil mi? Onun
insanlar tarafından ihata edilebileceği
anlamına gelmez mi? Yoksa kıyamette durum
farklı mı olacak? Mesela Allah-u Teala
sınırlanabilecek mi? Veya insanlar
sınırsızlaşıp cisim olmaktan çıkacaklar mı?"
Cisim olarak görülecek, sınırlı görecek
diyen hiçbir Ehl-i Sünnet alimi yoktur.
Abdülhak-ı Dehlevi hazretleri buyuruyor ki:
Dünyada Allahü teâlâ anlaşılmadan
bilineceği gibi, ahirette de anlaşılmadan
görülecektir. (Tekmil-ül-iman)
İmam-ı Rabbani hazretleri de buyuruyor ki:
Müminler, Cennette Allahü teâlâyı cihetsiz
ve keyfiyetsiz ve hiçbir şeye
benzetmeyerek ve misali olmayarak
görecektir. (c.1, m.266)
Ehli sünnet alimlerinin tamamı, (Ahirette
Allah-ü Teala görülecektir) buyuruyor.
Hepsi şii kadar o ayetleri anlayamadılar
mı? Alimlerimizin Kur’anı kerimden
çıkardıkları hükme bir görüş diyerek
hafife alıyor.
BİZİM
VERDİĞİMİZ CEVAP
Bismillahirrahmanirrahim
1- En başta, "Önce şunu belirtelim ki.."
diyerek başlayıp İmamınız Gazali'den "Bid’at
ehli kimseler, şiiler ve mu’tezile gibi
Ehli sünnet dışı olanlar, Kur’an-ı Kerim'i
anlayamaz." sözünü naklederek bize, imaen
değil açıkça "Bid'at Ehl-i", "Kur'an'dan
Anlamayan" sıfatlarını yakıştırmış,
ardından da "İnsan yazarken biraz insaflı
yazar..." sözüyle bizim güya imaen İmam
Azam'ı suçladığımızı söylüyorsunuz ve bunu
insafsızlık olarak nitelendiriyorsunuz.
Ben de diyorum ki ya insan yazarken biraz
Allah korkusuyla yazar; bu kadar küstah
olmaz! Peki sen başkasını "Bid'at ehli", "Kur'an'ı
anlayamayan" gibi ağır ithamlarla
suçladığında, bu insafsızlık olmuyor da,
bizim kendi kaynağınıza dayanarak
yazdığımız bir cümle insafsızlık mı oluyor?
Sonra haklarında hiçbir Nebevi referans
bulunmayan kimselere uyanlar, onları
taklit edenler bid'at ehli olmuyor da
Resulullah'ın emanetleri olarak tanıttığı
ve ümmeti kendilerine sarılmaya davet
ettiği Ehl-i Beyti'ne sarılan ve onları
kendilerine önder ve örnek edinenler mi
bid'at ehli oluyorlar? Allah izan ve
insaf versin diyorum başka bir şey değil!
2) Diyorsunuz ki "En büyük İslam alimi,
İmam-ı Azam olarak kabul ediliyor." Peki
eğer öyleyse, neden Sünnilerin hepsi ona
taklit etmiyor da bir çoğu İmam Şafii'ye,
İmam Malik'e, İmam Ahmed'e taklit
ediyorlar?! Bu açık bir çelişki değil mi?
Daha alim, daha uzman birisi varken, onu
bırakıp da başka birisine taklit etmek,
hangi akıl mantığa sığdırılıyor?!
Sonra kendi kaynaklarınızın da yazdığı
üzere İmam-ı A'zam, İmam Cafer-i Sadık'ın
talebesi değil mi?
Kaldı ki eğer
dediğiniz doğruysa, kendi alimlerinizin
İmam Cafer-i Sadık hakkındaki şu
görüşlerini nereye koyacaksınız?:
Kemalüddin Muhammed b. Talha Şafii (Ö: H.
654) "Metalib-us Seul" adlı kitabında
(s.81) şöyle yazıyor:
"İmam Sadık (a.s) Ehl-i Beyt'in
büyüklerinden ve önde gelenlerinden olup
birçok ilme sahipti. Her zaman dua ve
ibadetle meşguldü; boş vakitlerinde ise
özel dua ve zikirler okurdu. Zühd ve takva
ehliydi. Çok Kur'an tilavet ederdi. Kur'an
okurken ayetler üzerinde düşünür, tedebbür
eder, onun uçsuz bucaksız ilim
okyanusundan kıymetli inciler çıkarır ve
gizli sırlarını keşfederdi. İşlerini
belirli bir program üzere yapardı. Nefsini
muhasebe ederdi. Onu görmek insana ahireti
hatırlatır ve gönülleri okşayan sözleri,
dinleyicileri dünyaya karşı meyilsiz
ederdi. Onun yolunu izlemek, insanı
cennete götürür. Nurlu siması
Resulullah'ın (s.a.a) soyundan olduğunu
gösterirdi. Davranış ve gidişatı onun
risalet ve peygamberlik ailesinden
olduğuna delalet ediyordu. Fazilet ve
üstünlükleri sınırsızdır. Kalem onların
hepsini saymaktan acizdir."
"İbn-i Hacer" ismiyle meşhur olan
Şahabuddin Ahmed Heysemi Mekki "es-Savaik-ul
Muhrika" adlı kitabında şöyle yazmaktadır:
"İnsanlar Cafer b. Muhammed'den (a.s) o
kadar ilim kazanmış ve nakletmişlerdir ki,
onun ünü her yeri almıştır; uzun bir süre
kervanların yükünü ondan alınan ilimler
teşkil etmekteydi ve muhaddisler o ilim ve
bilgileri armağan olarak diğer yerlere
götürüyorlardı."
(Tabi burada İbn-i Hacer ve benzerlerine
sormak gerek; eğer bu söyledikleriniz
doğruysa, peki o kervanlar bu ilimleri
nereye götürüp kaybettiler ki bugün Sünni
kaynaklarda onların izine bile
rastlayamıyorsunuz!! İşte kaynaklar;
tersini iddia eden varsa, örnekleri ve
kaynaklarıyla birlikte ortaya koysun!!)
Süleyman Kunduzi "Yenabi-ul Meveddet"
isimli kitabında (s. 380) şöyle yazmıştır:
"Ebu Abdillah Cafer b. Sadık (a.s) Ehl-i
Beyt imamları ve büyüklerindendir. "Tabakat-us
Sufiyye" kitabında zikredildiğine göre
Cafer-i Sadık (a.s) kendi asrında bütün
Ehl-i Beyt seyyidlerinden önde olup,
sonsuz bir ilim ve bilgiye sahipti. O,
dünyaya meyilsiz, şehvet ve heveslerden
uzak, hikmet sahibi ve kâmil bir insandı."
Hafız Ebu Nuaym Ahmed b. Abdullah İsfahani
(Ö: H. 430) "Hulyet-ül Evliya" adlı
kitabında şöyle diyor:
"….Ve, devamlı Allah'a ibadet ve kulluk
ederek gününü geçiren, Rabb'inden korkma
makamına sahip olan hak imam, seçkin ve
liyakatli rehber Ebu Abdillah Cafer b.
Muhammed es-Sadık (a.s) bu cümledendir. O,
bütün boş ve yararsız sözlerden, makam ve
mevkiperestlikten uzak olarak yaşıyordu…."
"İbn-i Sabbağ-ı Maliki" ismiyle meşhur
olan Nuruddin Ali b. Muhammed (H. 786-855)
"el-Fusul-ül Mühimme" adlı eserinde şöyle
diyor:
"İmam Cafer-i Sadık (a.s) kardeşleri
arasında babasının tek vasisi ve
mirasçısıydı. O, şiilerin imamlık ve
önderliği makamına ulaşıp bütün Ehl-i Beyt
seyyidlerinden öndeydi. Asil bir soya
sahipti. Kendisinden muhtelif ilimler
nakledilmiş ve uzun yıllar boyunca
kafilelerin yükünü İmam Cafer-i Sadık'ın (a.s)
ilimleri teşkil etmekteydi. Şöhreti kendi
zamanında dünyanın çeşitli yörelerinde
duyulmuştu. Kısacası, Ebu Abdillah Cafer-i
Sadık (a.s) fazilet ve üstünlükleri
oldukça fazla, büyüklük ve azamette kemale
erişmiş, başarılarının sesi her yere
yayılmış yüce bir şahsiyetti. Alimler ve
halkın ileri gelenleri meclislerini onun
adını, üstünlük ve faziletlerini
zikretmekle süslerlerdi."
Muhammed Emin Bağdadi Süveydi "Sebaik-uz
Zeheb" adlı kitabında (s.72) diyor ki:
"Babası Muhammed Bâkır'ın (a.s) vasi ve
mirasçısı olan İmam Sadık'tan (a.s),
diğerlerinden nakledilmeyen ilim ve
bilgiler nakledilmiştir. O, hadis ilminin
önderlerinden idi."
Cemalüddin Ahmed b. Ali Davudi Hasani (Ö:
H. 828) "Umdet-ut Talib" adlı kitabında
(s.184) şöyle diyor.
"…Onu (Hz. İmam Cafer-i Sadık'ı) şeref
ocağı ve fazilet kaynağı bilmişlerdir.
Onun güzel hasletleri dillerde dolaşırdı.
Avam ve alimler onun yüceliği ve üstünlüğü
konusunda ittifak içindeydiler. Mansur
Devaniki, onun kanını dökmeye yeltendi;
ancak Allah Teala onu, o kan dökücü adamın
şerrinden korudu."
Ebu-l Feth Muhammed b. Ebi-l Kasım
Şehristani (Ö: H.548) "el-Milel ve-n Nihel"
adlı kitabında (c.1, s.166) şöyle yazıyor:
"O hikmette, edebi ve dini ilimlerde bir
dahi idi. Züht ve takvada üstün makama
sahipti. Medine'de ikamet ederdi. Şiiler
ve diğerleri onun feyizli varlığından
yararlanır ve ilim alırlardı. İmam Sadık (a.s)
seçkin ve üstün öğrenciler yetiştirmiş,
onlara muhtelif ilim ve sırları
öğretmiştir. O, daha sonra Irak'a gelerek
uzun bir süre orada ikamet etti. Dünya
hayatını isteyenlerin ve geçici dünyanın
aldatıcı gösterişlerine hayranlık
duyanların el-ayak kırarak, zulmederek
ulaşmak istedikleri riyaset ve hükümeti
hiçbir zaman aklından geçirmedi. (Saltanat
ve tağuti hükumete dönüşen) hilafeti ele
geçirmek için hiç kimseyle savaşmadı. Zira,
berrak marifet okyanusunda yüzen kimse
bulanık ve kokuşmuş su arkına rağbet etmez
ve hakikat kalesinin zirvesini fetheden,
aşağılığa gönül bağlamaz! Rabb'ine gönül
veren kimse, şüphesiz, dünya ehlinden
kaçar…."
Ebu Muhammed Abdullah b. Sa'd-i Yemani
Yafii (Ö: H. 768) "Mir'at-ul Cinan" adlı
kitabında (c.1, s.304) şöyle diyor:
"Bu yılda (H. 148) kadri yüce mevla ve
önder, Peygamber-i Athar'ın (s.a.a) soyu,
yiğitliğin sembolü, insanlığın hulâsası
Ebu Abdullah Cafer-i Sadık (a.s) gözlerini
dünyaya kapadı ve Bâkiy mezarlığında
babası Bâkır-ul Ulum, dedesi İmam Seccad
ve dedesinin amcası Hasan-ı Müçteba'nın (selam
olsun onlara) mezarlarının yanı başında
toprağa verildi. Ne kadar da kutlu ve
haşmetli bir mezardır orası! Ona "Sadık"
lakabı verildi, zira o hiçbir zaman ağzına
yalan ve hakikat dışı bir söz almadı,
tevhid konusunda ve diğer konularda
oldukça değerli ve üstün sözler söyledi.
Cabir b. Hayyan onun büyük ve meşhur
öğrencilerindendir. Cabir, İmam'ın beş yüz
ilmi risalesini içeren bin yapraklı bir
kitap yazmıştır."
"Şeyh Saduk" diye tanınan Muhammed b. Ali
b. Babeveyh-i Kummi (ö: H. 381) "El-Emali"
adlı kitabında şöyle yazıyor:
Muhammed b. Ziyad, (Malikilerin İmamı)
Malik b. Enes'ten şöyle dediğini nakleder:
"Ben Cafer b. Muhammed'i (a.s) her zaman
oruçlu ve Allah'ı zikretme halinde gördüm.
Doğrusu o büyük abidlerden ve gerçek
zahidlerden idi. Allah korkusu kalbine
hakimdi. Çok hadis bilirdi. Hoş
sohbetliydi, toplantıları çok faydalı
geçerdi. Resulullah'tan (s.a.a) bir şey
naklettiği zaman yüzünün rengi bazen yeşil
ve bazen de siyah olurdu; onu tanımayan
kimse bu durumdan dehşete kapılırdı. Ben
bir defa onunla birlikte hacca gittim;
ihrama girdiğinde telbiye (lebbeyk) demek
istediği zaman sesi boğazında tıkanır
kesilir ve nerdeyse bineğinden düşecek
derecede kendinden geçerdi. Bunun üzerine
ben "Ey Resulullah'ın (s.a.a) torunu,
niçin lebbeyk demiyorsun?" diye sorunca:
"Ey İbn-i Amir (Malik), nasıl "lebbeyk
Allahumme lebbeyk" demeye cesaret edeyim?!
Allah-u Teala, "La lebbeyk (Lebbeyk'in
kabul değil)" diye karşılık verirse ne
yaparım?" dedi.
Yine aynı kaynakta "İbn-i Şazkuni" adıyla
meşhur olan Süleyman b. Davud'dan, Hafs b.
Kıyas'ın bir hadis rivayet ederken: "Caferlerin
en hayırlısı bana şöyle buyurdu" dediğini
nakleder. Ali b. Gurab'ın da "Allah
tarafından konuşan ve diline doğrudan
başka bir söz almayan Cafer b. Muhammed (a.s)
bana şöyle buyurdu" diye rivayet ettiği
naklemiştir.
"İbn-i Şehraşub" adıyla meşhur olan şair,
hatip ve yazar Reşidüddin Muhammed b. Ali
Mazenderani, "Menakıb" adlı kitabında
şöyle diyor:
"Malik b. Enes'ten şöyle rivayet
edilmiştir: "Cafer b. Muhammed'den (a.s)
daha faziletli bir şahsiyeti hiçbir göz
görmemiş, hiçbir kulak duymamıştır. Büyük
bir ilme sahipti. İbadet, takva ve
Allah'tan korkmada ondan üstün bir şahıs
yoktu.""
"El-Emali" kitabının seksen birinci
meclisinde şöyle diyor:
"….Allah'a andolsun ki o, konuştuğunda
doğrudan başka bir şey söylemezdi. Ebu
Hanife, "Fakihlerin en bilgilisi kimdir?"
sorusuna Cafer b. Muhammed'dir" cevabını
vermiştir. O şöyle derdi:
"Mansur Abbasi onu (Cafer b. Muhammed'i)
Irak'a getirttiğinde birini bana
göndererek, Cafer b. Muhammed yüzünden
başının derde girdiğini ve onu imtihan
etmek için birtakım zor fıkhi meseleler
hazırlamam gerektiğini bildirdi. Ben en
zor meselelerden kırkını hazırlayarak
Hire'de Mansur'un yanına gittim. Daha
sonra Cafer b. Sadık'ı meclise getirdiler.
Mansur beni ona tanıttı.
İmam Sadık, "Onu tanıyorum" dedi.
Mansur, bana: "Soracağın bir şey varsa Ebu
Abdillah'a (İmam Sadık'a) sor" dedi.
Ben hazırladığım meseleleri bir bir
soruyordum; o hemen cevabını veriyor ve: "Bu
konuda senin görüşün şudur, Medine
fakihlerinin görüşü budur ve bizim de
görüşümüz budur. Bazen sizinle aynı görüşe
sahibiz, bazen Medine fakihleriyle aynı
görüşteyiz ve bezen de görüşümüz her iki
görüşe muhaliftir" diyordu. Bu ise İmam
Cafer Sadık'ın (a.s) bütün fıkhi görüşlere
vakıf olup, ihtilaf konularını bildiğini,
dolayısıyla fakihlerin en bilgilisi
olduğunu göstermektedir.""
Halkın Ehl-i Beyt'e olan sevgi ve
eğiliminden rahatsız olan, müslümanların,
taharet ailesinden (Ehl-i Beyt'ten) olan
ve ilim ve takvasıyla ün yapan imam
Sadık'ın (a.s) şahsına yönelmesinden
endişeye kapılan ve bu ilgi ve sevginin
adını "fitne çıkarmak" koyan Mansur Abbasi
gibi katı bir düşman da, İmam Sadık'ın
üstün bir şahsiyete sahip olduğunu itiraf
ederek: "Bir kemik gibi boğazımda tıkanıp
kalan bu büyük insan, zamanın en
bilgilisidir." demiştir.
Bunun gibi daha nice senakarane ve İmam
Cafer-i Sadık'ın, asrının en büyük alimi
ve şahsiyeti olduğunu bildiren
alimlerinizin görüşleri vardır ki onları
nakletmekten vazgeçiyoruz. Ama sizler
maalesef hep adetiniz üzere ya bunları
bilmiyorsunuz; ya da bunların üzerinden es
geçiyor ve görmezlikten geliyorsunuz.
İnsafın en zayıf merhalesinin bir gereği
olarak en azından İmam Cafer-i Sadık'ı da
diğer alimlerin yanında zikredip onun da
görüş ve açıklamalarına yer vermeniz
gerekmez miydi? Siz ve o göklere
çıkardığınız alimleriniz, değil bunu
yapmak, o pak ve tertemiz peygamber
evlatlarının mezhep ve görüşlerini bid'at
ve bid'at ehli olarak değerlendiriyorsunuz.
Ya Rabbi sen her şeyi görensin...Ve
ileykel-müşteka. Bütün bunlardan sonra
insafsız davrananın kim olduğunu,
okuyucuların insaf ve vicdanına
bırakıyorum.
2- Buhari ve Müslim'den hadisler aktararak,
"Siz bunlara da inanmayacaksınız da neye
inanacaksınız? diyorsunuz. Yani siz Buhari,
Müslim yazıyorsa her kesin kabul etmesi mi
gerekiyor demek istiyorsunuz? Peki Buhari
ve Müslim masumlar mı? Onlar hata yapamaz
mı? Buhari ve Müslim'de olan her şey
istisnasız doğru mu? Onlarda olan her
şeyin doğru olduğuna dair vahiy mi aldınız
siz? Bunu kendi alimlerinizden bir çoğu
bile kabul etmiyor ve Buhari ve Müslim'de
bulunan bir çok hadisin zayıf ve kabul
edilemez olduğunu söylemektedirler. Ben
sözü uzatıp asıl mevzudan uzaklaşmamak
için şimdilik bunlara değinmiyorum; ama
eğer inkar ederseniz belgeleriyle birlikte
gözler önüne sereceğim inşaallah. Fakat
okuyucularımız bizim afaki konuştuğumuzu
zannetmesinler diye, sizin doğruluk ölçüsü
olarak gösterdiğiniz Buhari ve Müslim'den
sadece birkaç rivayeti örnek olarak verip
kararı okuyucuların insafına bırakacağım:
Sünni kaynaklarda
sayısı elliyi geçen bir çok sahabiden (ki
bunların başında 1. Halife Ebubekir
gelmektedir) bahsedilmektedir ki, bunlar
cahiliyet zamanında kendi akıllarıyla bir
çok doğruyu kavramışlardı. Bu yüzden de
puta tapmaz, puta kesilen etten yemez,
şarap içmez, zina etmez ve daha sonra
İslam'da da haram kılınan şeylerden
kaçınıyorlardı ve kısacası Hanif dinine
amel etmekteydiler. Ama ne hikmetse bu
kaynaklar Allah Resulü'ne gelince,
peygamberlik öncesi (cahiliyet zamanında)
Resulullah'ın bu saydıklarımızdan en
azından bir kısmına (haşa) mübtela
olduğunu nakletmektedirler. Bu konuda da
bir çok örnek verilebilir ki biz sadece
iki tanesini nakletmekle yetineceğiz:
1) Buhari başta
olmak üzere bir çok kaynakta Abdullah b.
Ömer ve bazı diğer ravilerden şöyle
nakledilmektedir: "Allah Resulü, henüz
kendisine vahiy gelmediği (Peygamber
olmadığı) sıralarda, bir gün Beldeh
dağının eteklerinde, Zeyd İbn-i Amr İbn-i
Nüfeyl ile karşılaştı. Orada bir sofra
açarak onu, içinde et de bulunan yemeğe
davet etti. Zeyd o eti yemekten çekinip
Resulullah'a şöyle dedi: "Ben sizin
putlarınıza kestiğiniz etlerden yemem. Ben
ancak Allah'ın ismi anılarak kesilen
etlerden yerim." Bir diğer rivayette şu
şekilde nakledilmiştir: "Resulullah, Ebu
Süfyan b. Hars ile birlikte o etten
yiyorlardı. Onlar, Zeyd'i de yedikleri
etten yemesi için sofraya davet ettiler;
ama o şu cevabı verdi: "Kardeşimin oğlu,
ben putlar adına kesilen etten yemem."
Hadisi rivayet eden şöyle ilave ediyor: "Artık
o günden itibaren Resulullah da
peygamberliğe seçilinceye kadar, putlar
adına kesilen etlerden yemedi!"
(Bu olayı nakleden
bazı Sünni kaynaklar: Sahih-i Buharî,
C.7, Putlar adına kesilen Bâbı, C.5, Zeyd
İbn-i Amr İbn-i Nüfeyl Hadisi Bâbı,
Müsned-i Ahmed b. Hanbel, C.1, 189,
El-İstiâb (İbn-i Abd-il Birr), C.2, S.4,
El-Ağânî (Ebulferec İsfahanî), C.3, S.120)
Gördüğünüz gibi,
bu rivayetlere göre Allah Resulü (s.a.a)
de cahiliyet zamanında başkaları gibi put
sahibiydi; hayvanlarını onlar adına
kesiyor ve onlardan yiyordu. (Zeyd'in
Resulullah'a hitaben söylediği "Sizin
putlarınız adına kestiğiniz..." cümlesi
bunu açıkça ortaya koyuyor.) Ama Zeyd'in
bu hareketini görünce (haşa) gaflet
uykusundan uyanıp artık bunlardan
kaçınmaya karar veriyor!! Şimdi bu
rivayetlere göre hangisi daha üstündür,
(en azından cahiliyet zamanında) Zeyd mi,
Resulullah mı?! Karar sizin.
2) Sahih-i Müslim
ve diğer bir çok kaynağa göre Allah
Resulü'nün aziz baba ve annesi de müşrik
ve putperest idiler ve öyle de ölüp
gitmişlerdir!! İşte rivayeti (ya da size
göre hadisi şerifi!):
Bir gün bir kişi
(İslam öncesi ölen babasının durumunu
merak ederek Resulullah'a dedi ki: "Ya
Resulallah, benim babam nerededir?" Allah
Resulü "Ateştedir" buyurdu. Adam ayrılıp
gidince, arkasından çağırıp ona şöyle
buyurdu: "Benim babam da, senin baban da
ateştedirler."
(Sahih-i Müslim,
C.1, İman Kitabı, "Küfür Üzere Ölen
ateştedir" Babı, Sünen-i İbn-i Mace, C.1,
Hadis: 1572, Sünen-i Ebi Davud,
C.2,S.532)
Bir başka
rivayette Ebu Hureyre şöyle nakletmektedir:
"Peygamber annesinin mezarını ziyaret edip
ağladı ve etrafındakileri de ağlattı;
sonra şöyle buyurdu: "Ben Rabbim'den
anneme mağfiret dilemek için izin istedim,
ama izin vermedi. Ardından, kabrini
ziyaret etmek için izin istedim; buna izin
verdi. Siz de kabirleri ziyaret edin; zira
bu ölümü hatırlatır."
(Sahih-i Müslim,
C.3, Cenazeler Kitabı, "Resulullah'ın
annesinin kabrini ziyaret için izin
istemesi" Babı, Sünen-i Ebi Davud, C.2,
S.195)
İşte onlarca
insanın Cahliyet zamanında Hanif dinine
amel ettiğini söyleyen Sünni kaynaklar,
nedense Allah Resulü ve baba-annesine
gelince onları putperest, müşrik olarak
tanıtmakta ve cehenneme sokmaktadır!!!
3) Bu
nakledeceğimiz rivayet gerçi Buhari ve
Müslim'de nakledilmemiştir. Ama mevzuyla
alakalı olduğu için Müsned-i Ahmet'ten
naklen burada vermeği uygun görüyoruz.
Önce bir soruyla başlayalım: Acaba
Resulullah cahiliyet zamanında şarap da
içiyor muydu? Aşağıda nakledeceğimiz olay,
Allah Resululü'nün değil sadece Cahiliyet
zamanında şarap içmesi, hatta
peygamberliğe seçildikten sonra bile,
sadece Mekke'de değil Medine de bile, yani
şarabın haramlığını açıkça ilan eden vahiy
ininceye kadar, (haşa) içtiğini ortaya
koyuyor. Aşağıda nakledeceğimiz rivayetten
biz bunu anlıyoruz; eğer biz yanılıyorsak,
siz düzeltin. Ahmed b. Hanbel kendi
Müsned'inde şöyle naklediyor:
Nafi İbn-i Kisan
kendi babasından şöyle naklediyor: "Ben
Resulullah'ın zamanında şarap ticareti
yapıyordum. Bir defasında, Medine'de
satmak için Şam'dan birkaç fıçı şarap
getirdim. Resulullah'ın huzuruna varıp "Ya
Resulallah, senin için kaliteli-güzel bir
şarap getirmişim.(Eteytuke bi-şerabin
ceyyidin)" Allah Resulü bana şu cevabı
verdi: "Ey Kisân, sen gittikten sonra
şarap haram kılındı!!" (Müsned-i Ahmed b.
Hanbel, C.4, S.335)
Şimdi aziz
kardeşlerim, başkası değil, siz kendinizi
bir dikkate alın. Eğer siz bir kimseyle,
şöyle birkaç günlüğüne de olsa ahbablık
yapsanız, onun alışkanlıklarından,
nelerden hoşlanıp hoşlanmadığından
haberdar olmaz mısınız? Böyle bir kimseye,
bir hediye alıp götürmek isterseniz, onun
hoşlanmadığı veya asla kullanmadığı bir
şeyi alıp götürür müsünüz? Mesela sigara
kullanmayan bir kimseye, sigara hediye
etmenin bir mantığı var mı? Bu ona hakaret
sayılmaz mı? Şimdi eğer Resulullah şarap
içmiyorduysa, uzun zaman Allah Resulü'yle
birlikte Medine'de bulunan Kisân'ın,
bundan bihaber kalması mümkün mü? Kaldı ki
eğer öyle bir şey olsaydı bile, Allah
Resülü ona Şarab sen gittikten sonra haram
kılındı." deme yerine, re'sen "Ben bunu
kullanmıyorum." demesi daha mantıklı olmaz
mıydı?"
Görüldüğü gibi bu
rivayetten, sadece cahiliyet zamanı değil,
Allah Resulü'nün (haşa), Peygamber
olduktan sonra da bir müddet, Medine
döneminde bile(şarabın haramlığı ilan
edilinceye kadar), şarap kullandığı sonucu
ortaya çıkıyor!
4) Sahih-i Buhari
ve Sahih-i Müslim'e göre Allah Resulü
bazen Kur'an'ı unutuyor ve başkalarının
vasıtasıyla hatırlıyordu: İşte hadis(!):
Hişam Ümm-ül
Muninin Aişe'den şöyle naklediyor: " Bir
gün Peygamber (s.a.a) mescitte Kur'an
okuyan birisinin sesini duyunca şöyle
buyurdu: "Allah ona rahmet etsin,
unuttuğum ve filan filan surelerden iskat
ettiğim filan filan ayetleri bana
hatırlattı!!"
(Sahih-i Buhari,
C.8, Dualar Kitabı, "Allah'ın 'Onlara
salat eyle' sözü" Babı, Sahih-i Buhari,
C.3, Şahitlikler Kitabı, Kör kimsenin
şahitliği ve nikahı" Babı, Sahih-i Buhari,
C.6, Kur'an'ın Faziletleri Kitabı,
Kur'an'ı unutma Babı, Sahih-i Müslim, C.2,
Kur'an'ın Faziletleri Kitabı, "Kur'an'ı
unutmamaya dair emir ve 'Unuttum' demenin
keraheti" Babı)
Ne ilginçtir ki
Müslim bu hadisi "Kur'an'ı unuttum demenin
keraheti" isimli bir babda naklediyor.
Önce Resulullah'tan "Müslümanlardan
birisinin, filan sureyi unuttum, filan
ayeti unuttum demesi ne kadar kötü bir
şeydir!" sözünü naklediyor; ardından da
aynı Peygamber'in "Allah Rahmet etsin ona
Filan, filan Sureden, filan, filan
ayetleri unutmuştum, hatırlattı bana"
dediğini naklediyor. Yani aynı Peygamberin
kendisi, kendi dediğinin tersini yapıyor!!
Bir de sormak
lazım, ya o adam bu ayetleri Peygamber'e
hatırlatmasaydı ne olacaktı?! O ayetlerin
yeri Kur'an'da boş kalmayacak mıydı? Sonra
bu ayetleri unutabilen Peygamber'in
başkalarını unutmadığı nereden belli?!
Oysa Allah-u Teala Kur'an'da Resulü'ne
açıkça "Biz sana kıraat edeceğiz ve sen
unutmayacaksın" (A'la 6) buyurmaktadır.
Evet o sizin doğruluk ölçüsü olarak
tanıttığınız ve adına "Sahih" dediğiniz
kitapların nakilleri, o da Allah'ın
kitabının buyruğu, elinizi vicdanınıza
koyarak karar verin.
5) Bir kısım Sünni
rivayetlerden anlaşılan şu ki (haşa)
şeytan Allah Reslü'nden değil, Ömer b.
Hattap'tan korkuyordu!! "Bunu da nereden
çıkarıyorsunuz?" diye yine hemen itiraza
kalkışmayın; vereceğimiz belgelere dikkat
edin; eğer haksız isek, o zaman
istediğinizi söyleyebilirsiniz; işte size
birkaç örnek:
Urve b. Zübeyr,
Ümm-ül Mu'minin Aişe'den şöyle
nakletmektedir: "Resulullah (ile birlikte)
otururken, birden bir gürültü-kargaşa ve
çocukların sesini duyduk. Resulullah ayağa
kalktı ve etrafına çocukların toplandığı
Habeşi bir kadının şarkı söylediğini
(gördü). Resulullah bana hitaben "Ey Aişe,
gel de seyret." buyurdu. Ben gelip
yanağımı Resulullah'ın omzuna koyup, onu
seyretmeğe başladım. (Biraz geçtikten
sonra) Resulullah, "Acaba doydun mu? Acaba
doydun mu?" diye soruyordu. Ben de her
defasında ona "Hayır" cevabı veriyordum ki
Resulullah'ın yanında, nasıl bir yere
sahip olduğumu anlayayım! İşte o sırada
aniden Ömer çıkageldi. Bunu gören
insanlar, o cariyenin etrafından
dağıldılar. Bunun üzerine Allah Resulü
şöyle buyurdu: "Ben insanlar ve cinlerden
olan bütün şeytanların Ömer'den kaçtığını
görüyorum!!" (Sünen-i Tirmizi, C.5,
Ömer'in Menkıbeleri Bâbı, Hadis: 3774)
Evet Peygamber
orada saatlerce bulunmasına rağmen, şeytan
ondan kaçmıyor!! Ama Ömer gelince kaçacak
delik arıyor!! Fe-Subhanellah!!
6) Sahih-i Buharî
ve Sahih-i Müslim'de Ebu Hureyre'den şöyle
rivayet edilmektedir: Resulullah (s.a.a)
buyurdu ki: "Allah'ım, Muhammed de bir
beşerdir; her beşer (insan) gazaplandığı
gibi o da gazaplanır; ben seninle
ahitleşmişim ve sen asla ahdini bozacak
değilsin. Eğer ben (gazaplandığım zaman)
bir kula (haksız yere) eziyet eder veya
ona küfür eder veya lanet eder ya da
kırbaçlarsam, bütün bunları o kul için bir
keffaret ve sana yakınlaşma vesilesi kıl!"
(Sahih-i Buhari,
C.4, Dualar Kitabı, Peygamber'in "Ben
eziyet edersem..." Babı. Sahih-i Müslim,
C.4, Birr Ve İyilik Kitabı, Hak Etmediği
Halde Peygamber'in Bir Kimseyi Lanetlemesi
Bâbı)
Bu rivayetlerden
açık bir şekilde anlaşılan şey şudur ki,
(haşa, sümme haşa) Allah Resulü de diğer
insanlar gibi gazaplandığı zaman, bazen
haksız yere birilerine eziyet ediyor veya
lanetliyor, küfür ediyor veya
kırbaçlıyordu!! Bunu masum olarak kabul
edilen Peygamber'e yakıştırmak mümkün mü?
Allah Resulü'nün (s.a.a) kendisi insanları
lanet etmekten, küfür bazlıktan, insanlara
eziyet etmekten nehyetmemiş midir? Kendi
nehyettiği bir şeyde, insanlara örnek
olması gerektiği halde, nasıl kendisi
böyle çirkin bir şeye teşebbüs edebilir?!
O yüceler yücesi, defalarca "Ben rahmet
olarak seçildim, lanetçi olarak değil."
buyurmamış mıdır?
7) Yine Buhari ve
Müslim'de "Ledüd Hadisi" diye meşhur olan
bir rivayet nakledilmektedir ki rivayetin
değişik nakillerini dikkate alarak, olayı
şöyle özetleyebiliriz: "Resulullah'ın
hayatının son günlerinde, hastalığı iyice
ağırlaştığı bir sırada, Resulullah'ın
hanımları veya ashabından bazısının
tavsiyesiyle, sancılanan kimselere verilen
acı bir ilacı, Allah Resulü'nün ağzına
döküyorlar. Resulullah uyandığında ağzının
acılığını hissedince, yemin ederek orada
bulunan herkesin ağzına aynı ilaçtan
dökülmesini emrediyor; amcası Abbas hariç
(çünkü o bu işe müdahale etmemişti).
Meclistekiler bu işte bir art niyetlerinin
olmadığını beyan ediyorlarsa da nafile;
bir kere Resulullah bu işin yapılması
gerektiğine dair and içmiştir. Böylece
oradakilerin hepsinin ağzına birer birer
ilaçtan dökülüyor! Hatta Resulullah'ın
hanımlarından birisi (Meymune), ısrarla
oruç olduğunu söylüyor; fakat Resulullah
and içmiştir diye onun da sözünü
dinlemeyerek ağzına ilaç dökülüyor!"
(Sahih-i Buhari,
Tıp kitabı, Ledüd Bâbı, Sahih-i Müslim,
Selam Kitabı, Ledüd ile Tedavinin
Mekruhluğu Bâbı, Müsned-i Ahmed b. Hanbel,
C.6, S.118, Sünen-i Tirmizi, C. 3, S. 265
Ve...)
Şimdi ey vicdan
sahipleri, size böyle bir muamele
yapılırsa, karşılığında siz böyle bir
tepki içerisine girer misiniz ki rahmet
Peygamberi ve (Kur'an'ın tabiriyle) en
yüce ahlaka sahip olan Allah'ın Habib'i
girsin?! Evvela ortada bir suç veya en
azından bir art niyet yoktu ki oradakiler
böyle bir cezayı hak etmiş olsunlar. Suçlu
bile olsalar, kendisine en kötü
muameleleri yapan kimseleri affeden rahmet
Peygamberi, kendi ashap ve zevcelerine,
bazılarının oruç olmalarına da aldırmadan,
böyle davranabilir mi?!
8) Buhari ve Müslim gibi bir çok muteber
bilinen kaynakta nakledilen ve İmam Suyuti
tarafından mütevatir hadisler silsilesinde
zikredilen bir rivayette, açık bir şekilde
Hz. Adem, Allah'a isyan sayılan gerçek bir
günah işlemekle, Hz. İbrahim (a.s), günah
olan bazı yalanları söylemekle, Hz. Nuh
(a.s), haksız bir duada bulunmakla, Hz.
Musa (a.s), Allah emretmediği halde bir
insan öldürmekle (cinayet işlemekle)
suçlanarak, şefaat etme liyakatine sahip
olmadıkları bizzat bu peygamberlerin kendi
dilinden nakledilmektedir!! Oysa aynı
kaynaklar Peygamberlerin dışında bir çok
kimsenin bile şefaat edeceklerini açık bir
şekilde nakletmektedirler. Şimdi rivayetin
metnini dinleyin:
Ebu Hureyre Resul-i Ekrem'den (s.a.a)
şöyle rivayet etmektedir:
"Ben kıyamet günü insanların efendisiyim.
Biliyor musunuz bu nedendir? Allah kıyamet
günü öncekileri ve sonrakileri bir alanda
toplar. O gün ki davetçi, onlara sesini
duyurur. Göz onları -yayıldıkları- yerlere
kadar görür. Güneş alçalır, insanların
taşımaya güçleri yetmeyecek kadar bir gam,
sıkıntı sarar. İnsanların bazısı bazısına:
"İçinde bulunduğumuz durumu ve başımıza
geleni görmüyor musunuz? Size Rabbiniz
katında şefaat edecek birisine bakmaz
mısınız?" derler.
"İnsanların bazısı, bazısına Adem'e gidin
derler. Onlar da Adem'e gelirler: "Ey
Adem, sen insanların babasısın; Allah seni
kendi elleriyle yarattı, sana ruhundan
üfledi ve meleklerin sana secde etmesini
emretti. Rabbinin katında bize şefaat et.
İçinde bulunduğumuz durumu ve başımıza
geleni görmüyor musun?" derler. Adem der
ki: "Rabbim bugün öyle bir gazaba
gelmiştir ki, O ne bundan önce böyle bir
gazaba gelmiş ve ne de bundan sonra
benzeri bir gazaba gelmeyecektir. O beni
ağaçtan yemekten men etti, ben ona asi
oldum ve o ağaçtan yedim.
Nuh'a gelirler: "Ey Nuh, sen
peygamberlerin (tufandan sonra) yere
(dünyaya) gönderilen ilkisin. Allah seni
çok şükreden biri olarak adlandırdı.
Rabbinin katında bize şefaat et. İçinde
bulunduğumuz durumu ve başımıza geleni
görmüyor musun?" derler. (Nuh) der ki:
"Rabbim bu gün öyle bir gazaba gelmiştir
ki, o ne bundan önce böyle bir gazaba
gelmiş ve ne de bundan sonra böyle bir
gazaba gelmeyecektir. Benim bir tek duam
vardır, onu da kavmimin aleyhine yaptım.
Nefsim, nefsim, İbrahim'e gidiniz."
İbrahim'e gelirler, derler ki: "Sen
Allah'ın Nebisi ve yeryüzündeki
Halili'sin. Rabbine bizim için Şefaatte
bulun. İçinde bulunduğumuz durumu ve
başımıza geleni görmüyor musun?" derler.
İbrahim onlara der ki: "Benim Rabbim, bu
gün öyle bir gazaba gelmiştir ki, o ne
bundan önce böyle bir gazaba gelmiş ve ne
de bundan sonra böyle bir gazaba
gelmeyecektir. (Dünyada) söylemiş olduğu
yalancıklarını zikreder. Nefsim,
nefsim!... Benden başkasına didin, Musa'ya
gidiniz."
Musa'ya gelirler: "Ey Musa, sen Allah'ın
Resulü'sün; Allah seni rısaletleri ile ve
senle konuşmakla seni faziletli kıldı.
Rabbine bizim için şefaatte bulun; içinde
bulunduğumuz ve başımıza geleni görmüyor
musun?" derler. Musa onlara der ki:
"Rabbim, bu gün öyle bir gazaba gelmiş tir
ki, O ne bundan önce böyle bir gazaba
gelmiş ve ne de bundan sonra böyle bir
gazaba gelmeyecektir. Ben öldürülmesi
emredilmeyen birisini öldürdüm. Nefsim,
nefsim!... İsa'ya gidiniz." İsa'ya
giderler. Derler ki: "Ey İsa, sen Allah'ın
Resulü'sün; beşikteyken insanlara
konuştun. Sen, O'ndan bir sözsün. Meryem'e
o sözü ilka etti. Sen ondan bir "ruh"sun.
Rabbine bizim için şefaatte bulun". İsa
(a.s) onlara der ki: "Rabbim, bugün öyle
bir gazaba gelmiş tir ki, o ne bundan önce
böyle bir gazaba gelmiş ve ne de bundan
sonra böyle bir gazaba gelmeyecektir. (O
hiç günahlarından söz etmedi.) Nefsim,
nefsim!.. Benden başkasına gidin,
Muhammed'e (s.a.a) gidiniz."
(Sahih-i Buhari,
C.6, Beni İsrail suresinin tefsiri,
Sahih-i Müslim, C.1, Kitab-ül İman,
Mütevatir Hadisler (Suyuti), 111. Hadis)
9) Buhari ve
Müslim'de Ebu Hureyre'nin bir diğer
rivayeti; Allah Resulü (s.a.a) şöyle
buyurdu: "Ölüm meleği (Azrail) (a.s),
(Allah tarafından) Musa'nın yanına
gönderildi (ki onun canını alsın. Musa (bu
durumu sezince) tokat atarak onun gözünü
kör etti. Azrail (a.s) Rabbine dönerek,
"Beni öyle bir kulun yanına göndermişsin
ki, ölmek istemiyor" dedi. Allah gözünü
ona iade etti ve şöyle buyurdu: "Dön ve
ona de ki, elini bir sığırın sırtına
koysun; elini altında yer ala her kıla
karşılık bir yıl ömrünü uzatacağım.
(Azrail dönüp bunu Musa'ya söyleyince,
şöyle dedi: "Ey Rabbim, bütün bunların
ardından ne olacak? Cevap geldi: "Ölüm!"
İşte o zaman "O halde şimdi istiyorum
ölümümü" dedi ve Allah'tan kendisini
Beyt-ül Mukaddese yaklaştırıp orada
canının alınmasını istedi... O zamana
kadar, Azrail canları açık bir şekilde
almaya geliyordu. Ama Musa'ya gelip de
tokadı yiyerek kör olduktan sonra, artık
gizli bir şekilde (canları almaya) gelmeğe
başladı!!"
(Sahih-i Buhari,
C.2, Cenazeler Kitabı, Mukaddes Yerde
Gömülmeği İsteyen Kimse Babı, Sahih-i
Müslim, C.7, Musa'nın Faziletleri Babı,
Müsned-i ahmed b. Hanbel, C.2, S.533,
Müstedrek-üs Sahihayn, C.2, S.578)
10) Yine aynı
Sahihler şöyle rivayet etmişlerdir Allah
Resulü'nden (s.a.a): "Bir karınca,
peygamberlerden birisinin ayağını ısırdı.
O peygamber de (öyle bir) rahatsız oldu ki
emrederek karıncaların yuvasını tümden
yaktırdı!! Bu sırada Allah-u Teala ona
şöyle vahyetti: "Ayağını bir karınca
ısırdı diye, Allah'ı tesbih eden bir
ümmeti mi yakıyorsun?!" Tirmizi'nin
nakline göre bu Peygamber Hz. Musa imiş!!
(Sahih-i Buhari,
C.4, Cihad ve Seyr Kitabı, Sahih-i Müslim,
C.7, Canlıları Yakma Kitabı, Karıncanın
yakılmasından Nehy Babı, İrşad-üs Sari,
C.6, 114, Feth-ül Bari, C.7, S.168)
Bir çok rivayette
de Allah'ın en seçkin kulları olan
Peygamberler hakkında öyle şeyler
nakledilmiştir ki onları normal bir insana
atfetmekten insan haya ediyor; işte sizin
doğruluk ölçüsü olarak göstermeğe
çalıştığınız Buhari ve Müslim'de
nakledilen bu hadislerden (!) bir kaç
örnek:
11) Ebu Hureyre
Allah'ın Resulü'nden şöyle rivayet eder;
buyurdu: "Musa (a.s) hayalı ve mahcup
birisiydi; öyle ki bedenini kimsenin
göremeyeceği şekilde örterdi. Bilahare
Beni İsrail'den bazıları bu durumdan
istifadeyle O'na eziyet maksadıyla şöyle
dediler: "Mutlaka o (Musa), bunu cildinde,
baras olduğu veya fıtık-hadım olduğu için
yapıyor." Allah-u Teala Musa'yı ona isnad
ettikleri bu ithamdan kurtarmak istedi.
Bir gün Musa, tek başına bir yerde
elbiselerini çıkarıp taşın üzerine koydu
ve gusül etmeğe başladı. Gusülde bittikten
sonra, elbisesini almaya geldiğinde, taş
elbiseyi alarak kaçmaya başladı. Musa
asasını alarak taşın peşine düştü. O taşı
kovalarken "Ey taş elbisemi ver; ey taş
elbisemi ver" diye sesleniyordu. Bu esnada
Musa, aniden Beni İsrail'in ileri
gelenlerinden bir grubun yanına vardı.
Onlar çıplak bedenle Musa'yla
karşılaşınca, onu Allah'ın yarattığı en
güzel şekilde gördüler (ve hiçbir
kusurunun olmadığını anladılar). Böylece
Allah, onu Beni İsrail'in ithamından
kurtarmış oldu. İşte orada taş durdu ve
Musa elbiselerini alıp giydi. Ardından (o
kızgınlık haliyle) asasıyla taşa vurmaya
başladı. Allah'a and olsun ki taşın
üzerine üç, dört veya beş darbe izi belli
oluyordu!! İşte Allah-u Teala'nın
Kur'an'da "Ey iman edenler Musa'ya eziyet
edenler gibi olmayın ki Allah onu onların
söylediği ithamdan uzaklaştırdı ve O
(Musa) Allah indinde şeref ve haysiyet
sahibiydi" ayetinde bunu demek istiyor!!"
(Sahih-i Buhari,
C.1, Gusül Kitabı, Yalnız Bir Yerde Çıplak
Gusledenin Babı, Sahih-i Müslim, C.1,
Yalnız Bir Yerde Çıplak Gusletmenin Cevazı
Babı)
12) Ebu Hureyre
Bir diğer rivayetinde Resulullah'tan şöyle
naklediyor: "Bir gece Hz. Süleyman şöyle
dedi: Allah'a and olsun ki bu gece, 100
veya 99 eşimle ilişki de bulunacağım (!!)
ki her biri Allah yolunda cihad edecek bir
mücahid doğursun!" Yanında bulunan bir
melek, ona dedi ki: "Söyle inşaallah." Ama
Süleyman (a.s) inşaallah demedi. Bu yüzden
de o kadınlardan bir tanesi hariç hiç
birsi hamile kalmadı; o da tam insan
olmayan bir parça et doğurdu." Ardından
Resulullah şöyle ekledi:" Muhammed'in
nefsini elinde tutan (Allah'a) and olsun
ki eğer "İnşaallah" deseydi, her birisi
Allah yolunda cihad edecek bir savaşçı
doğururdu."
(Sahih-i Buhari,
C.4, Ciha Kitabı, Cihad için evlat isteyen
Babı, Sahih-i Müslim, C.5, Kitab-ül İman,
Bab-ül İstişna)
Evet belki bahsin
dışındaydı ama, "Buhari ve Müslüm'e de
inanmasanız, neye inanırsınız" sözünüz
bizi bunları yazmaya mecbur kıldı.
İnşaallah biraz olsun aydınlanıp
akletmenize ve bundan sonra rast gele onu
bunu suçlamamanıza ve işi hepten
müteahhide bırakmamanıza vesile olur.
4- Adetiniz üzere
alimlerin ve mezhep imamlarının görüşleri
olarak her kesin görüşünü naklediyorsunuz,
ama Ehl-i Beyt imamlarından bir tanesinin
dahi bu konudaki görüşlerini kale
almıyorsunuz. Bu mu insafınız ve
Peygamber'in (s.a.a.) emanetlerine sahip
çıkmanız? Biz yine de hüsn-i zan ederek
inşaallah bilmediği için değinmemiştir
diyor ve hem sizin hem de okuyucularımızın
bilgisi olsun diye Ehl-i Beyt imamlarından
nakledilen görüşlerden bazı örnekleri
burada zikrediyoruz:
Hz. Ali'den (a.s)
Nehc-ül Belağa'da şöyle nakledilmiştir:
"Hiç bir övgü, onun yüceliğine ulaşamaz;
saymasını bilenler onun rakamını bulamaz;
ictihad edenler, onun hakkını ödeyemez;
derin düşünceler, onu kavrayamaz. ululuğu
anlatılamaz; zamana sığdırılamaz. ona yön
ve yer gösterilemez..."
Yine Zi'leb isminde birisi Hz. Ali'ye
Rabbini görüp görmediğini sorunca şöyle
buyurdu: Yazıklar olsun sana, ben
görmediğim Rabbe tapmam!" Zi'lep "O halde
nasıl gördün, bize tarif et" deyince şöyle
devam etti: Yazıklar olsun sana, gözler
onu göremez; ama kalpler onu iman
hakikatleriyle görür." (El-Emali -Saduk-,
S.281)
İmam Muhammed Bakır'a haricilerden birisi
Allah'ı görme konusunu sorunca şöyle
buyurdu: "Gözler onu ayanen göremez; ama
kalpler onu iman hakikatleriyle görür."
(Et-Tevhid, S.108)
Et-Tevhid kitabının sahibi kendi senediyle
Safvan b. Yahya’dan naklediyor ki: “Bir
muhaddis olan Ebu Kurre benden kendisini
İmam Rıza’nın huzuruna çıkarmamı istedi.
Ben de İmam’dan izin aldım İmam’ın
huzuruna vardı. Helal, haram ve ahkam
konularıyla ilgili bir çok soru sorduktan
sonra tevhid konusuna geldi. Ebu Kurre
şöyle dedi: Bize rivayet edilmiştir ki:
Allah Teala kelam ve rü’yeti iki kişi
arasında taksim etmiştir. Kelamı Hz.
Musa’ya vermiş ve rü’yeti de Hz.
Muhammed’e. (Bunun üzerine) İmam Rıza
şöyle dedi: "Acaba cinlere ve insanlara
“Gözler onu göremez.” “Onların bilgisi
O’nu kapsayamaz.” “Onun benzeri hiçbir şey
yoktur...” ayetlerini ulaştıran kimdir?
Hz. Muhammed değil midir?! Nasıl bir kimse
Allah tarafından geldiğini ve Allah’ın
emriyle (halkı) O’na doğru çağırmakla
görevli olduğunu bildirerek tüm mahlukata
gelir ve “Gözler onu göremez.” “Onların
bilgisi O’nu kapsayamaz.” “Onun benzeri
hiçbir şey yoktur...” der, sonra da ben
kendi gözümle onu gördüm ve onu bir beşer
şeklinde olduğu halde bilgi ile O’nu
kuşattım diyebilir?..." (Bkz. Et-Tevhid:
Bab-u Ma Cae Firrü’ye)
Yine İmam Rıza "Gözler onu göremez.."
Ayetinin tefsirinde şöyle buyurmuştur:
"Kalplerin vehimleri onu idrak edemez;
gözler onu nasıl idrak etsin?" (Aynı
kaynak)
İmam Cafer-i Sadık'a Allah-u Teala'nın
kıyamette görülmesi hakkında sorulunca,
şöyle buyurmuştur: "Allah münezzeh ve
yücedir...Ey Fazl'ın oğlu, gözler ancak
rengi ve keyfiyeti olan şeyleri görebilir,
Allah ise renkleri ve keyfiyeti yaratandır
(Nasıl rengi ve keyfiyeti olabilir)?!
(El-Emali -Saduk-, S.334)
İmam Musa Kazım'a Allah Resulü'nün (s.a.a)
Miraçta Rabbini görüp görmediği sorulunca
şöyle buyurdu: "Evet kalbiyle görmüştür;
Allah-u Teala'nın "Kalp gördüğü hakkında
yalan söylemedi" buyurduğunu duymadın mı?
Yani onu gözle değil kalple gördü."
(Et-Tevhid, S.116)
İmam Hasan-ül Askeri (a.s) bu konuda şöyle
buyurmuştur: "Allah Tebareke ve Teala,
(Miraçta) Resulü'nün kalbine azamet
nurundan istediği kadar gösterdi."
(El-Kafi, C.5, S.95)
Ehl-i Beyt İmamlarından bu konuda
nakledilen onlarca nakil vardır ki kalbi
olana bu kadarı yeterlidir diye
düşünüyoruz.
Şimdi gelelim asıl konuya, yani sizin
bizim cevabımızda yazdıklarınıza:
Önce Kur'an'dan şu ayeti kendinize delil
olarak göstermişsiniz:
(Kıyamette ışıl ışıl
parlayan yüzler, Rablerine bakacaklardır.)
[Kıyamet 22, 23]
Bu ayetin zahirine dayanarak mu'minlerin
Allah'a çıplak ve baştaki cismani gözlerle
bakacaklarını ispat etmeğe çalışmışsın.
Her şeyden önce şunu söylemeliyim ki
Kur'an'ın bir konudaki kat'i açıklamasını
bilmek için o konudaki bütün ayetleri
dikkate alarak tefsir etmek gerekir. Şimdi
eğer her ayetin zahirini alarak tefsir
edersek, o zaman Allah-u Teala'ya haşa el,
ayak, taht vs. farz etmemiz gerekir, bir
çok ayette bu gibi şeyler Allah'a isnad
edilmiştir ki hiçbir müfessir bunların
zahirinin kastedildiğini söylememiştir.
Bütün bu ayetler, Allah-u Teala hakkında
müslümanların sahip olduğu kat'i inançlara
ters düşmeyecek şekilde tefsir ve te'vil
edilmesi gerekir. Aksi takdirde, O Yüce
Zat-ı Mukaddes'e, ona yakışamayan nice
sıfat ve özellikler atfetme durumunda
kalırız.
Bahis mevzuu olan konuda da durum aynen
böyledir. Eğer diğer ayetlerde, gözlerin
onu göremeyeceği, açık bir şekilde beyan
ediliyorsa, yine Allah'ın gözle görülmesi,
onun cismiyetini, bir cihet ve mekanda yer
tutması gibi onun zatından uzak olan bir
durumu gerektiriyorsa, o halde bu ve
benzeri ayetleri de onlara ters düşmeyecek
şekilde tefsir etmek gerekir. Bunu da
Ehl-i Beyt İmamları zaten yapmışlardır ki
bazı örneklerine önceden değindik; o da
kalp gözüyle görmek ve ve imam
hakikatleriyle müşahede ve mükaşefe
etmektir.
İşte bu açıklamayı dikkate aldığımızda,
delil olarak verilen diğer ayetlerin
gerçek tefsiri de açıklık kazanmaktadır.
Örneğin "O kâfirler o gün Rablerini
görmekten mahrumdur." [Mutaffifin 15]
ayeti gibi. Gerçi bu tercüme de bizce
yetersizdir. Zira ayetin orijinalinde
"Le-mahcubun" tabiri kullanılmıştır ki,
"mahcub" kelimesi hicab kökünden,
perdelenmiş demektir. Yani kafirler gerçek
mu'minlerin aksine Rablerinden
perdelenecekler. İlahi tecellilere mazhar
olmalarına engel olunacaktır. Mu'min
kullar ise kalp gözüyle ilahi azametin
tecellilerini görüp, iman hakikatleriyle
bunları idrak ve müşahede edeceklerdir.
Hz. Musa'yla ilgili ayete gelince, siz Hz.
Musa'nın görme talebinde bulunmasını
görmenin mümkün olduğuna delil olarak
göstermişsiniz. Zira diyorsunuz ki "Mümkün
olmasaydı böyle bir taleb abes hatta
cahillik olurdu. Bir peygamberden de böyle
bir şey beklenemez."
Evvela bu her şeyden önce sizin kendi
açıklamanıza ters düşmektedir. Zira siz bu
dünyada görmenin mümkün olmadığını açık
bir şekilde itiraf ediyorsunuz. Hz.
Musa'nın talebinin ise bu dünya için
olduğu malumdur. Böylece farkında olmadan,
abes ve cahillik olarak addetmiş olduğunuz
bir talebi Hz. Musa'ya isnad etmiş
oluyorsunuz. Allah'ım sen bizi
yanılgılardan koru!
Kaldı ki Hz. Musa'nın talebinin kendi
talebi olmadığını, sadece yanındaki İsrail
oğullarının ısrarlı talebini dile getirme
amacıyla söylendiğini yine bizzat
Kur'an'dan öğrenmekteyiz. Nisa Suresi'nde
şöyle buyrulmaktadır:
"Kitap Ehli, senden kendilerine gökten bir
kitap indirmeni istiyor. Onlar Musa'dan
daha büyüğünü istemişlerdi ki: "Bize
Allah'ı açıkça göster." Böylece
zulümlerinden (haksız ve yersiz
isteklerinden) dolayı onlara yıldırım
çarpmıştı..." (Nisa, 153)
Sonra bizi, Allah-u Teala'nın Hz. Musa'ya
hitaben "Len Terani Ya Musa" hitabını,
kasıtlı olarak "Hiçbir zaman" diye yanlış
tercüme etmekle suçluyorsunuz; doğrusu ise
güya "Kat'iyyen" olacakmış! Farz edelim ki
öyle olsun. Peki kayıtsız şartsız
"Kat'iyyen" demekle, "Hiçbir Zaman"
demenin ne farkı vardır? "Kat'iyyen bu
dünyada" diye bir sınırlama, bir kayıt
ayette var mı? Olmadığına göre bu tabir
hem dünyayı kapsar, hem de ahireti. Bizim
yanlış tercüme ettiğimiz iftirasına
gelince, Muhterem, Nahiv ilminden az buçuk
haberdar olan bir kimse şunu bilir ki
Nahiv alimleri, bu edatı açıklarken, "Len
linefy-il ebed" diye tarif ediyorlar.
Bunun manası ise "Ebediyyen-hiçbir zaman"
değildir de nedir?!
Yunus Suresi'deki ayete gelince,"Güzellik
yapanlara güzellik ve daha fazlası
vardır." cümlesindeki " daha fazla" tabiri
hakkında bahsedilen hadisi kabul etsek
dahi, maksat yine yukarıdaki açıklamaları
esas alarak Allah-u Teala'nın azamet ve
yüceliğinin cilvelerini kalp gözüyle
müşahede etmektir. Bir çok müfessir
tarafından da zaten öyle tefsir
edilmiştir. Tabi ayetin tefsirinde
müfessirler başka ihtimaller de
vermişlerdir ki değinmeğe gerek
görmüyoruz; isteyenler söz konusu ayetin
tefsirinde çeşitli tefsir kitaplarına
bakabilirler.
Resulullah'ın (s.a.a.) Mirac'taki ruyetine
gelince, yukarıda bazı örneklerini
açıkladığımız Ehl-i Beyt İmamlarından
nakledilen sözler, bu olayı oldukça net
bir şekilde tefsir etmektedir. İmam Musa
Kazım'a Allah Resulü'nün (s.a.a) Miraçta
Rabbini görüp görmediği sorulunca şöyle
buyurdu: "Evet kalbiyle görmüştür; Allah-u
Teala'nın "Kalp gördüğü hakkında yalan
söylemedi" (Necm,11) buyurduğunu duymadın
mı? Yani onu gözle değil kalple gördü."
(Et-Tevhid, S.116)
İmam Hasan-ül Askeri (a.s) bu konuda şöyle
buyurmuştur: "Allah Tebareke ve Teala,
(Miraçta) Resulü'nün kalbine azamet
nurundan istediği kadar gösterdi."
(El-Kafi, C.5, S.95)
İşte görüldüğü gibi Ehl-i Beyt İmamları,
bizzat Kur'an'ın da "Kalp gördüğünü
yalanlamadı" buyruğundan istifadeyle,
Allah Resulü'nün Miraçta kalp gözüyle
Allah'ın azamet nurunu müşahede ettiğini
net bir şekilde ortaya koymaktadırlar.
Dolayısıyla bu olayın da gözle görmekle
hiçbir alakası yoktur.
Ümm-ül Mu'min Aişe'den naklettiğiniz hadis
de aslında Miraçtaki görme ile ilgili
kendi naklettiğiniz diğer hadislerle
çelişmektedir. Zira "Resulullah'ın Allah'ı
gördüğünü söyleyen yalan söylemiş olur."
cümlesi görüldüğü gibi mutlaktır. Çünkü
hadis, nerede, nasıl gördüğü konusunda
hiçbir kayıt ve sınırlama getirmiyor.
Kaydı siz ekliyorsunuz. Hadis mutlak bir
şekilde Resulullah'ın bu dünyada Allah'ı
gördüğünü iddia edenleri yalanlıyor. Kayıt
olmadığı için Miraç da buna dahildir.
Yazınızda açık bir çelişki de şudur ki
yukarıda açık bir şekilde "Dünyada Allah'ı
görmek mümkün değildir." dedikten sonra,
biraz aşağıda "Allah'ı dünyada görmek
caiz, fakat kimse görmemiştir. Gördüm
diyen zındık olur" diyorsunuz! Bu çelişki
değil de nedir.
Kaldı ki eğer gerçekten mümkün ise,
gördüğünü iddia eden neden zındık olsun?
Adam mümkün ve caiz olan bir şeyi iddia
etmiştir. O halde aksi ispatlanmadıkça bu
iddiada bulunan kimsenin iddiasının
doğruluğuna en azından ihtimal
verilebilir.
Yine "Caiz olmak ayrı şey, görmek ayrı
şeydir. Ehli sünnet âlimleri, (Allahı
dünyada görmek caiz, fakat kimse
görmemiştir, gördüm diyen zındık olur)
buyuruyorlar. Rüyada görmek ise dünyada
görmek değildir. Peygamber efendimiz,
Allahü Teala'yı rüyada gördüğünü
Camiussagirdeki hadisi şerifte
bildirmektedir." diyorsunuz.
Peki rüya dünyada görmek değil de ahirette
görmek mi? İnsan rüya gördüğünde bu
dünyadan dışarıya mı çıkıyor? Çıkıyorsa,
ahirete mi gidiyor? Ya da nereye gidiyor?
Yine "En'am suresi
103. ayetindeki Ona gözler erişemez demek,
Onun zatının hakikatini gözler idrak ve
ihata edemez demektir..." sözünü İmam-ı
Nevevi'den naklediyorsunuz.
Muhterem biz de
aynı şeyi söylüyoruz işte; gözler ona
ihata edemez edemediği için de görmek diye
bir şey söz konusu olamaz. Zira gözle (hem
de net (!) olarak) görmek demek görülen
şeyi belli bir mekanda görmek ve ona ihata
etmek değil de nedir?! Biraz düşünün; bu
kadar taklitçi olmayın Allah aşkına!
Yine bizim
yazımızdaki "Saniyen Allah'ın cisim
olmadığı ve hiçbir cismî özellik
taşımadığında, onun zaman ve mekan üstü
bir varlık olup zaman ve mekan da dahil
hiçbir sınırla sınırlandırılamayacağında
bütün Müslümanlar müttefiktir. O her şeyi
kuşatır, hiçbir şey O'nu kuşatamaz. Bu
durumda Allah'ın ahirette, hem de şu
başlardaki gözle ve de aynı gökteki
öndörtlük ay gibi gözlenebileceği nasıl
söylenebiliyor? Bu Allah-u Teala'ya cismi
özelliği atfetmek değil mi? Onu bir
mekanla sınırlandırmak değil mi? Onun
insanlar tarafından ihata edilebileceği
anlamına gelmez mi? Yoksa kıyamette durum
farklı mı olacak? Mesela Allah-u Teala
sınırlanabilecek mi? Veya insanlar
sınırsızlaşıp cisim olmaktan çıkacaklar
mı?" sorumuza atfen "Cisim olarak
görülecek, sınırlı görecek diyen hiçbir
Ehli sünnet alimi yoktur." diyorsunuz.
Muhterem kardeşim,
ben bunu söyleyen Sünni alimler vardır
demedim; ortaya koyulan görüşün insanı o
noktaya götüreceği kaçınılmazdır demek
istiyorum. Peki cisim olmadan,
sınırlanmadan, nasıl görülecektir?
Sınırsız bir varlığı, sınırlı olan, cisim
olmayanı cisim olan nasıl görecektir? Bu
muammayı çözün de biz de aydınlanalım!!
Sonra "Abdülhak-ı Dehlevi hazretleri
buyuruyor ki:
Dünyada Allahü teâlâ anlaşılmadan
bilineceği gibi, ahirette de anlaşılmadan
görülecektir."
İmam-ı Rabbani hazretleri de buyuruyor ki:
Müminler, Cennette Allahü teâlâyı cihetsiz
ve keyfiyetsiz ve hiçbir şeye
benzetmeyerek ve misali olmayarak
görecektir. (c.1, m.266)" şeklinde iki
naklinde bulunuyorsunuz.
Birinci kısma (Dünyada Allahü Teâlâ'nın
anlaşılmadan bilineceğine) bir diyeceğimiz
yoktur. Biz de zaten aynısını söylüyoruz.
Hem akli, hem de nakli deliller bunu teyid
etmektedir. Ancak ikinci kısım nasıl
olacak? Vallahi anlamak istiyoruz. Hem
anlaşılmadan görülecek; hem ciheti
olmayacak, hem keyfiyeti olmayacak, bir
şeye de benzetilmeyecek; peki şu zavallı
göz neyi ve nasıl görecek? Sonra bu söz
hadis diye naklettiğiniz şeylere de
terstir. Orada Allah-u Teala'nın
gökyüzündeki ondörtlük ay gibi, hem de net
olarak görüneceği söyleniyor. Gökyüzündeki
ay gibi görüneceğini söylemek, ona bir
cihet, bir yön ve mekan farzetmektir.
"Net" ifadesi ise, cihetsiz, keyfiyetsiz
ve bir şeye benzetmeden görmeğe terstir.
Yani ne olduğunu kimsenin anlamadığı bir
ifade. Yine söylüyorum, Allah rızası için
nasıl görüneceğini mantıklı bir şekilde
açıklayın, biz de duacınız olalım. Yoksa
bu şekilde müphem ve muğlak ifadelerle,
kime, neyi ve nasıl anlatabilirsiniz?
Son olarak iki ifadeniz daha var onlara da
deyinip, yazıyı noktalamak istiyoruz;
birisinde şöyle diyorsunuz:
"Ehli sünnet alimlerinin tamamı, (Ahirette
Allahü teala görülecektir) buyuruyor.
Hepsi şii kadar o ayetleri anlayamadılar
mı?"
Allah aşkına bu nasıl bir mantıktır
sizde?! Kah olur, "Dünyadaki müslümanların
çoğunluğunu biz oluşturuyoruz; bu kadar
Sünni yanlıştadır da sizler mi doğru
söylüyorsunuz?" diyerek, çoğunluğu
doğruluk ölçüsü olarak göstermeğe
çalışırsınız. Bazen de böyle akıllı ve
münsif bir insanın güleceği bir mantık
sergileyerek, "Bizim alimlerimiz bunları
anlayamadı mı, göremedi mi?" safsatalarına
tenezzül edersiniz! Arkadaş sizin
alimleriniz masum mu? Hata yapamaz mı?
Öyleyse söyleyin de biz de bundan sonra
ona göre davranalım. Sonra senin alimin
alim de, benim ki değil mi? Onlar başka
bir alemden mi geldiler? Vahiy mi aldılar?
Şimdi biz de kalkıp "Ehl-i Beyt mektebine
tabi olan bütün alimler, sizinkilerin
aksini söylüyor. Onlar bu ayetleri Sünni
kadar anlayamadılar mı?" dersem hoşuna
gider mi? Mantıklı olur mu?!
Muhterem kardeşim, akıllı bir mu'min için
önemli olan, ortaya koyulan sözler ve
deliller olmalıdır. Ölçümüz, bizzat
"Hakk"ın kendisi olmalıdır. Onu keşfetmeğe
çalışmalıyız; şahıslar ve şahsiyetler ölçü
olamaz, olmamalıdır. Onlar da masum
olmadıkları için yanılabilirler. Ne güzel
buyurmuştur Resulullah'ın (s.a.a) ilim
şehrinin kapısı Hz. Ali efendimiz: "Sen
hakkı ve batılı tanı; haklı ve batıl olanı
kendiliğinden tanıyacaksın!" Allah aşkına
her şeyimizi tümden müteahhide vermeyelim.
Biraz da kendimiz akledelim; düşünelim.
Aziz kitabımız onlarca ayetinde bizi
tefekküre, tedebbüre, akletmeğe davet
etmiyor mu?
Bize ".. O halde müjde ver benim o
kullarıma ki, sözü işitir ve en güzeline
tabi olurlar. İşte onlar, Allah'ın
kendilerini hidayete eriştirdikleridir ve
onlardır halis akıl sahipleri."
(Zümer, 17-18) buyuran yine Kur'an değil
mi?!
Ve son olarak "Alimlerimizin Kur'an'dan
çıkardığı hükme bir görüş diyerek hafife
alıyor" diyorsunuz! Şimdi buna gülelim mi,
ağlayalım mı?! Peki ne diyelim arkadaş?
Görüş demenin neresi hafife almaktır Allah
aşkına. Sizin alimlerinizin görüşüne vahiy
mi dememiz gerekirdi? Sizin alimleriniz
Kur'an'ı tefsir ederken her şeyde
istisnasız mutabık mı kalıyorlar? Lütfen
bari buna evet deyip de kendinizi gülünç
duruma düşürmeyin! Senin düşence ve
fikirlerin senin görüşündür, benim ki de
benim görüşümdür. Bundan daha doğal bir
şey olabilir mi?
Kaldı ki yukarıda da belirtip örneklerini
verdiğimiz gibi biz, bu görüşümüzü
Kur'an'ın taharet ve temizliklerine
şehadet ettiği, Resulullah'ın (s.a.a)
kendilerine sarıldığımız müddetçe asla
dalalete düşmeyeceğimizi garantilediği,
Nuh'un gemisine benzetip binenin
kurtulacağını, binmeyenin helak olacağını
bildirdiği, ilim ve irfanının varisleri
olarak tanıttığı, ve ümmete iki ağır
emanetten biri olarak bıraktığı aziz Ehl-i
Beyti'nden almış bulunuyoruz. Peki bütün
bu İlahi emanetlere mazhar olan kimseler
mi uyulmaya ve izlenmeğe daha layıktırlar;
yoksa bu referansların hiç birisine mazhar
olmayanlar mı?
Allah hepimize basiret versin. Hepimize
hakkı olduğu gibi bulmayı ve ona ittiba
etme cesaret ve samimiyetini inayet
buyursun. Bizleri körü körüne
taassuplardan kurtarsın. Amin!
Son olarak bir kez daha Ehl-i Beyt
mektebinin bu konudaki görüşünü, bu
mektebin büyük alimlerinden Merhum Allame
Hilli'nin dilinden nakledip yazımızı
noktalamak istiyoruz: Allame Hilli, akaid
dalında temel eserlerden olan
Keşfu’l-Murat adlı kitabında şöyle diyor:
“Allah’ın varlığının vücubu (vacubil’vücut
oluşu) O’nun görülebilmesini reddeder. Bil
ki, bilginlerin (filozofların) çoğu O’nun
görülmesinin mümkün olmadığına inanırken
Mücessime Allah’ın cisim olduğuna
inandıkları için görülebileceğini ileri
sürmüşlerdir. Aş’ariler de bu konuda tüm
hekimlerle muhalefet ederek bir yandan
Allah’ın mücerret olduğuna inanırken diğer
yandan O’nun görülebileceğini
savunmuşlardır.
Allah’ın görülmesinin muhal olduğunun
delili şudur: Allah’ın vacibu’l-vücut
oluşu O’nun mücerret (gayr-i maddi)
olmasını ve yön ve mekandan münezzeh
olmasını gerektirir. Buna göre onun
görülmesi asla mümkün olmaz. Çünkü görülen
her şey mutlaka şuradadır veya oradadır
denerek işaret edilen bir yönde olması
gerekir. Ve yine mukabilde veya mukabilin
hükmünde olması gerekir. Bu manalar Allah
hakkında geçerli olmadığından görülmesi de
imkansızdır.” (bkz. Keşfu’l-Murat, s.
296-297)
|