Advertisement

KEVSER YAYINCILIK

  Ana Sayfa / Soru ve Cevaplar

 

Bugün :  

Sık Kullanılanlara Ekle

 

Başlangıç Sayfası Yapın

 
 
 

 

 

Bismillahirrahmanirrahim

 

RUYETULLAH HAKKINDAKİ

BİR SORU ÜZERİNE

 

Soru-06: Bu yazıda, bizim Allah'ı görme hakkında sorduğumuz bir soruya, Sünni bir arkadaşın verdiği cevabı, tekrar bizim ona cevabımızı okuyabilirsiniz

 

Cevap-06:

Bizim sorduğumuz soru şuydu:

"Ehl-i Sünnet'te Allah-u Teala'nın kıyamet gününde mu'minlere gökyüzündeki on dört gecelik ay gibi görüneceği, dünyada ise Allah'ın sadece rüyada görünebileceği görüşü hakim; hatta İmam Ebu Hanife'nin iki yüz defadan fazla Allah'ı rüyada gördüğü söyleniyor. (Amentu Şerhi kitabı.) Şimdi evvela merak ettiğimiz, Ehl-i Sünnet kardeşlerimizin şu ayetleri nasıl yorumladıklarıdır:

"Gözler onu göremez, ama O, gözleri görür..." (En'am, 103)

"...Hiçbir zaman beni göremeyeceksin (ey Musa!)..." (A'raf, 143)

Saniyen Allah'ın cisim olmadığı ve hiçbir cismî özellik taşımadığında, onun zaman ve mekan üstü bir varlık olup zaman ve mekan da dahil hiçbir sınırla sınırlandırılamayacağında bütün Müslümanlar müttefiktir. O her şeyi kuşatır, hiçbir şey O'nu kuşatamaz. Bu durumda Allah'ın ahirette, hem de şu başlardaki gözle ve de aynı gökteki öndörtlük ay gibi gözlenebileceği nasıl söylenebiliyor? Bu Allah-u Teala'ya cismi özelliği atfetmek değil mi? Onu bir mekanla sınırlandırmak değil mi? Onun insanlar tarafından ihata edilebileceği anlamına gelmez mi? Yoksa kıyamette durum farklı mı olacak? Mesela Allah-u Teala sınırlanabilecek mi? Veya insanlar sınırsızlaşıp cisim olmaktan çıkacaklar mı?"

  

CEVAP:

Önce şunu bildirelim ki, İmam-ı Gazali hazretleri, (Bid’at ehli kimseler, şiiler  ve mu’tezile gibi, Ehli sünnet dışı olanlar, Kur’an-ı Kerim'i anlayamaz.) buyurdu.

İnsan yazarken biraz insaflı yazar. İmam-ı A’zam hazretleri, bütün Ehl-i Sünnet alimlerince en büyük imam kabul edilen zattır. Buna apaçık yalan söylediğini ima etmek Şii'ye de yakışıyor mı?

İkinci bir husus,  ayın ondördü gibi Allah'ın görüleceği görüşü hakim diyor. Bu Ehli sünnetin en büyük iki hadis imamının kitabında yani Buhari ve Müslim’deki hadisi şerifte bildiriliyor. Hadisi şerif demiyor, görüş diyor. Sen Buhari ve Müslim'deki hadisi-i şeriflere inanmıyorsan başka neye inanırsın ki? Sadece Kur’an'a inanırım diyorsan o da yalandır. Çünkü Müminler, ahirette, Cennete girmeden önce de, girdikten sonra da Allahü teâlâyı görecekleri Kur'an-ı kerimde açıkça bildiriliyor:

(Kıyamette ışıl ışıl parlayan yüzler, Rablerine bakacaklardır.) [Kıyamet 22, 23]

Bu husustaki hadis-i şeriflerden biri şöyledir:

Peygamber efendimiz, ayın ondördüncü gecesi, parlayan dolunaya bakıp buyurdu ki:

(Şu ayı nasıl net görüyorsanız, [ahirette] Rabbinizi de, böyle açıkça göreceksiniz) [Buharî, Müslim]

Yunus suresinin, (Güzel amel edenlere, hüsna [Cennet] ve ziyadesi de vardır.) mealindeki 26. Ayeti kerimesindeki ziyade kelimesini Resulullah efendimiz rüyet [Allahü teâlâyı görmek] olarak açıklayıp buyurdu ki:

(Dolunayı gördüğünüz gibi kıyamette Rabbinizi net görürsünüz.) [Buhârî]

Ahirette Allahü teâlâyı yalnız müminler görecek, kâfirler bundan mahrum kalacaklardır. Çünkü Kur'an-ı kerimde buyuruluyor ki:

(O kâfirler o gün Rablerini görmekten mahrumdur.) [Mutaffifin 15]

İmam-ı Şafiî, İmam-ı Malik  gibi mezhep sahibi büyük âlimler, (Bu ayet-i kerime, müminlerin Allahü teâlâyı göreceklerine bir delildir. Çünkü öyle olmasaydı, Kâfirler göremeyecek  buyurulmazdı.) demişlerdir. Hiç kimse denmiyor, kafirler göremeyecek buyuruluyor.

Araf  suresinin 143. ayet-i kerimesinde, Musa aleyhisselamın Allahü teâlâyı görmek istediği bildirilmektedir. Bu da Allahü teâlânın görüleceğinin delilidir. Çünkü, bir peygamberin, imkânsız olan şeyi Allahü teâlâdan istemesi abes, hatta câhillik olurdu. Allahü teâlâ hakkında caiz olan ve olmayan şeyleri bilmemek ise peygamberliğe aykırıdır.

Evliyanın büyüklerinden Mevlana Halid-i Bağdadi hazretleri buyuruyor ki:

(Dünyada Allahü teâlâyı gördüm diyen zındıktır. Evliyanın kalb gözü ile görmesi rüyet değildir. Onlara şühud hasıl olmaktadır.) [İtikadname]

Dünyada Allahı görmek imkansız olduğu için Hz. Aişe, ("Resulullah'ın Allah'ı gördüğünü söyleyen yalan söylemiş olur) buyurmuştur. (Buharî)

İmam-ı Rabbanî, Mevlana Halid-i Bağdadi, Seyyid Abdülkadir-i Geylani hazretleri gibi büyük zatlar ise, Peygamber efendimizin Miracda Allahü teâlâyı gördüğünü, ancak bunun dünya görmesi ile değil, ahiret görmesi ile görmek olduğunu bildirdiler.

Fıkh ve hadis ilimlerinde müctehid ve evliyanın büyüklerinden S. Abdülkadir-i Geylani hazretleri buyuruyor ki: (Mirac gecesi Resulullah, Allahü teâlâyı gördü. Çünkü Cabir bin Abdullah, Peygamber efendimizin (Necm) suresinde (Elbette Onu gördü) ayet-i kerimesi üzerine, (Elbette Rabbimi gördüm) buyurduğunu ve aynı surenin (Sidret-ül-münteha yanında) ayet-i kerimesi üzerine, (Ben sidret-ül-müntehada Rabbimi gördüm. Öyle ki, ilahi vechinin nuru, benim için zahir oldu) buyurduğunu bildirmiştir. İsra suresini 17. ayetinin tefsirinde, İbni Abbas hazretleri buyurdu ki: (Mirac gecesinde Resulullah, Allahü teâlâyı gördü.) [Gunye]

İmam-ı Rabbanî hazretleri buyurdu ki: (O Server, Mirac gecesinde Rabbini dünyada değil, ahirette gördü. Çünkü o Server, o gece, zaman ve mekan çevresinden dışarı çıktı. Ezelî ve ebedi bir an buldu. Başlangıcı ve sonu bir nokta olarak gördü. Cennete gideceklerin, binlerce sene sonra, Cennete gidişlerini ve Cennette oluşlarını, o gece gördü. İşte o makamdaki görmek, dünyada görmek değildir. Ahiret görmesi ile görmektir. Bu görmeyi dünyada gördü demek de mecaz olarak söylenmiştir. Dünyadan gidip gördüğü ve yine dünyaya geldiği için dünyada gördü denilmiştir.) [m. 283]

(Allahü teâlâ, dünyada görülmez. Dünyada görüleceğini söyleyenler yalancıdır. Bu dünyada bu nimet nasib olsaydı, herkesten önce Hz. Musa görürdü. Peygamberimiz Miracda bu devletle şereflendi ise de, bu dünyada değildi. Cennete girip oradan gördü. Yani ahirette görmüş oldu. Dünyada iken, ahirete karıştı ve gördü.) [C.3, m.17]

Mevlana Halid-i Bağdadi hazretleri buyuruyor ki: (Resulullah, Allahü teâlâyı Miracda gördü. Ancak bu görmesi dünyadaki görmek gibi değil idi.) [İtikadname]

Caiz olmak ayrı şey, görmek ayrı şeydir. Ehli sünnet âlimleri, (Allahı dünyada görmek caiz, fakat kimse görmemiştir, gördüm diyen zındık olur) buyuruyorlar. Rüyada görmek ise dünyada görmek değildir. Peygamber efendimiz, Allahü tealayı rüyada gördüğünü Camiussagirdeki hadisi şerifte bildirmektedir.

İmam-ı Nevevi hazretleri (En'am suresi 103. ayetindeki Ona gözler erişemez demek, Onun zatının hakikatini gözler idrak ve ihata edemez demektir. Yoksa rüyet haktır.) buyuruyor. Ayeti kerimede (katiyen göremezsin) ifadesi kasıtlı olarak (Hiçbir zaman) diye tercüme edilmiştiş

 

"Saniyen Allah'ın cisim olmadığı ve hiçbir cismî özellik taşımadığında, onun zaman ve mekan üstü bir varlık olup zaman ve mekan da dahil hiçbir sınırla sınırlandırılamayacağında bütün Müslümanlar müttefiktir. O her şeyi kuşatır, hiçbir şey O'nu kuşatamaz. Bu durumda Allah'ın ahirette, hem de şu başlardaki gözle ve de aynı gökteki öndörtlük ay gibi gözlenebileceği nasıl söylenebiliyor? Bu Allah-u Teala'ya cismi özelliği atfetmek değil mi? Onu bir mekanla sınırlandırmak değil mi? Onun insanlar tarafından ihata edilebileceği anlamına gelmez mi? Yoksa kıyamette durum farklı mı olacak? Mesela Allah-u Teala sınırlanabilecek mi? Veya insanlar sınırsızlaşıp cisim olmaktan çıkacaklar mı?"

 

Cisim olarak görülecek, sınırlı görecek diyen hiçbir Ehl-i Sünnet alimi yoktur. Abdülhak-ı Dehlevi hazretleri buyuruyor ki:

Dünyada Allahü teâlâ anlaşılmadan bilineceği gibi, ahirette de anlaşılmadan görülecektir. (Tekmil-ül-iman)

İmam-ı Rabbani hazretleri de buyuruyor ki:

Müminler, Cennette Allahü teâlâyı cihetsiz ve keyfiyetsiz ve hiçbir şeye benzetmeyerek ve misali olmayarak görecektir. (c.1, m.266)

Ehli sünnet alimlerinin tamamı, (Ahirette Allah-ü Teala görülecektir) buyuruyor. Hepsi şii kadar o ayetleri anlayamadılar mı? Alimlerimizin Kur’anı kerimden çıkardıkları hükme bir görüş diyerek hafife alıyor.

 

 

BİZİM VERDİĞİMİZ CEVAP

 

Bismillahirrahmanirrahim

 

1- En başta, "Önce şunu belirtelim ki.." diyerek başlayıp İmamınız Gazali'den "Bid’at ehli kimseler, şiiler  ve mu’tezile gibi Ehli sünnet dışı olanlar, Kur’an-ı Kerim'i anlayamaz." sözünü naklederek bize, imaen değil açıkça "Bid'at Ehl-i", "Kur'an'dan Anlamayan" sıfatlarını yakıştırmış, ardından da "İnsan yazarken biraz insaflı yazar..." sözüyle bizim güya imaen İmam Azam'ı suçladığımızı söylüyorsunuz ve bunu insafsızlık olarak nitelendiriyorsunuz. Ben de diyorum ki ya insan yazarken biraz Allah korkusuyla yazar; bu kadar küstah olmaz! Peki sen başkasını "Bid'at ehli", "Kur'an'ı anlayamayan" gibi ağır ithamlarla suçladığında, bu insafsızlık olmuyor da, bizim kendi kaynağınıza dayanarak yazdığımız bir cümle insafsızlık mı oluyor? Sonra haklarında hiçbir Nebevi referans bulunmayan kimselere uyanlar, onları taklit edenler bid'at ehli olmuyor da Resulullah'ın emanetleri olarak tanıttığı ve ümmeti kendilerine sarılmaya davet ettiği Ehl-i Beyti'ne sarılan ve onları kendilerine önder ve örnek edinenler mi bid'at ehli oluyorlar?  Allah izan ve insaf versin diyorum başka bir şey değil!

 

2) Diyorsunuz ki "En büyük İslam alimi, İmam-ı Azam olarak kabul ediliyor." Peki eğer öyleyse, neden Sünnilerin hepsi ona taklit etmiyor da bir çoğu İmam Şafii'ye, İmam Malik'e, İmam Ahmed'e taklit ediyorlar?! Bu açık bir çelişki değil mi? Daha alim, daha uzman birisi varken, onu bırakıp da başka birisine taklit etmek, hangi akıl mantığa sığdırılıyor?!

Sonra kendi kaynaklarınızın da yazdığı üzere İmam-ı A'zam, İmam Cafer-i Sadık'ın talebesi değil mi?

Kaldı ki eğer dediğiniz doğruysa, kendi alimlerinizin İmam Cafer-i Sadık hakkındaki şu görüşlerini nereye koyacaksınız?:

 

Kemalüddin Muhammed b. Talha Şafii (Ö: H. 654) "Metalib-us Seul" adlı kitabında (s.81) şöyle yazıyor:

"İmam Sadık (a.s) Ehl-i Beyt'in büyüklerinden ve önde gelenlerinden olup birçok ilme sahipti. Her zaman dua ve ibadetle meşguldü; boş vakitlerinde ise özel dua ve zikirler okurdu. Zühd ve takva ehliydi. Çok Kur'an tilavet ederdi. Kur'an okurken ayetler üzerinde düşünür, tedebbür eder, onun uçsuz bucaksız ilim okyanusundan kıymetli inciler çıkarır ve gizli sırlarını keşfederdi. İşlerini belirli bir program üzere yapardı. Nefsini muhasebe ederdi. Onu görmek insana ahireti hatırlatır ve gönülleri okşayan sözleri, dinleyicileri dünyaya karşı meyilsiz ederdi. Onun yolunu izlemek, insanı cennete götürür. Nurlu siması Resulullah'ın (s.a.a) soyundan olduğunu gösterirdi. Davranış ve gidişatı onun  risalet ve peygamberlik ailesinden olduğuna delalet ediyordu. Fazilet ve üstünlükleri sınırsızdır. Kalem onların hepsini saymaktan acizdir."

"İbn-i Hacer" ismiyle meşhur olan Şahabuddin Ahmed Heysemi Mekki "es-Savaik-ul Muhrika" adlı kitabında şöyle yazmaktadır:

"İnsanlar Cafer b. Muhammed'den (a.s) o kadar ilim kazanmış ve nakletmişlerdir ki, onun ünü her yeri almıştır; uzun bir süre kervanların yükünü ondan alınan ilimler teşkil etmekteydi ve muhaddisler o ilim ve bilgileri armağan olarak diğer yerlere götürüyorlardı."

(Tabi burada İbn-i Hacer ve benzerlerine sormak gerek; eğer bu söyledikleriniz doğruysa, peki o kervanlar bu ilimleri nereye götürüp kaybettiler ki bugün Sünni kaynaklarda onların izine bile rastlayamıyorsunuz!! İşte kaynaklar; tersini iddia eden varsa, örnekleri ve kaynaklarıyla birlikte ortaya koysun!!) 

Süleyman Kunduzi "Yenabi-ul Meveddet" isimli kitabında (s. 380) şöyle yazmıştır:

"Ebu Abdillah Cafer b. Sadık (a.s) Ehl-i Beyt imamları ve büyüklerindendir. "Tabakat-us Sufiyye" kitabında zikredildiğine göre Cafer-i Sadık (a.s) kendi asrında bütün Ehl-i Beyt seyyidlerinden önde olup, sonsuz bir ilim ve bilgiye sahipti. O, dünyaya meyilsiz, şehvet ve heveslerden uzak, hikmet sahibi ve kâmil bir insandı."

Hafız Ebu Nuaym Ahmed b. Abdullah İsfahani (Ö: H. 430) "Hulyet-ül Evliya" adlı kitabında şöyle diyor:

"….Ve, devamlı Allah'a ibadet ve kulluk ederek gününü geçiren, Rabb'inden korkma makamına sahip olan hak imam, seçkin ve liyakatli rehber Ebu Abdillah Cafer b. Muhammed es-Sadık (a.s) bu cümledendir. O, bütün boş ve yararsız sözlerden, makam ve mevkiperestlikten uzak olarak yaşıyordu…."

"İbn-i Sabbağ-ı Maliki" ismiyle meşhur olan Nuruddin Ali b. Muhammed (H. 786-855) "el-Fusul-ül Mühimme" adlı eserinde şöyle diyor:

"İmam Cafer-i Sadık (a.s) kardeşleri arasında babasının tek vasisi ve mirasçısıydı. O, şiilerin imamlık ve önderliği makamına ulaşıp bütün Ehl-i Beyt seyyidlerinden öndeydi. Asil bir soya sahipti. Kendisinden muhtelif ilimler nakledilmiş ve uzun yıllar boyunca kafilelerin yükünü İmam Cafer-i Sadık'ın (a.s) ilimleri teşkil etmekteydi. Şöhreti kendi zamanında dünyanın çeşitli yörelerinde duyulmuştu. Kısacası, Ebu Abdillah Cafer-i Sadık (a.s) fazilet ve üstünlükleri oldukça fazla, büyüklük ve azamette kemale erişmiş, başarılarının sesi her yere yayılmış yüce bir şahsiyetti. Alimler ve halkın ileri gelenleri meclislerini onun adını, üstünlük ve faziletlerini zikretmekle süslerlerdi."

Muhammed Emin Bağdadi Süveydi "Sebaik-uz Zeheb" adlı kitabında (s.72) diyor ki:

"Babası Muhammed Bâkır'ın (a.s) vasi ve mirasçısı olan İmam Sadık'tan (a.s), diğerlerinden nakledilmeyen ilim ve bilgiler nakledilmiştir. O, hadis ilminin önderlerinden idi."

Cemalüddin Ahmed b. Ali Davudi Hasani (Ö: H. 828) "Umdet-ut Talib" adlı kitabında (s.184) şöyle diyor.

"…Onu (Hz. İmam Cafer-i Sadık'ı) şeref ocağı ve fazilet kaynağı bilmişlerdir. Onun güzel hasletleri dillerde dolaşırdı. Avam ve alimler onun yüceliği ve üstünlüğü konusunda ittifak içindeydiler. Mansur Devaniki, onun kanını dökmeye yeltendi; ancak Allah Teala onu, o kan dökücü adamın şerrinden korudu."

Ebu-l Feth Muhammed b. Ebi-l Kasım Şehristani (Ö: H.548) "el-Milel ve-n Nihel" adlı kitabında (c.1, s.166) şöyle yazıyor:

"O hikmette, edebi ve dini ilimlerde bir dahi idi. Züht ve takvada üstün makama sahipti. Medine'de ikamet ederdi. Şiiler ve diğerleri onun feyizli varlığından yararlanır ve ilim alırlardı. İmam Sadık (a.s) seçkin ve üstün öğrenciler yetiştirmiş, onlara muhtelif ilim ve sırları öğretmiştir. O, daha sonra Irak'a gelerek uzun bir süre orada ikamet etti. Dünya hayatını isteyenlerin ve geçici dünyanın aldatıcı gösterişlerine hayranlık duyanların el-ayak kırarak, zulmederek ulaşmak istedikleri riyaset ve hükümeti hiçbir zaman aklından geçirmedi. (Saltanat ve tağuti hükumete dönüşen) hilafeti ele geçirmek için hiç kimseyle savaşmadı. Zira, berrak marifet okyanusunda yüzen kimse bulanık ve kokuşmuş su arkına rağbet etmez ve hakikat kalesinin zirvesini fetheden, aşağılığa gönül bağlamaz! Rabb'ine gönül veren kimse, şüphesiz, dünya ehlinden kaçar…."

Ebu Muhammed Abdullah b. Sa'd-i Yemani Yafii (Ö: H. 768) "Mir'at-ul Cinan" adlı kitabında (c.1, s.304) şöyle diyor:

"Bu yılda (H. 148) kadri yüce mevla ve önder, Peygamber-i Athar'ın (s.a.a) soyu, yiğitliğin sembolü, insanlığın hulâsası Ebu Abdullah Cafer-i Sadık (a.s) gözlerini dünyaya kapadı ve Bâkiy mezarlığında babası Bâkır-ul Ulum, dedesi İmam Seccad ve dedesinin amcası Hasan-ı Müçteba'nın (selam olsun onlara) mezarlarının yanı başında toprağa verildi. Ne kadar da kutlu ve haşmetli bir mezardır orası! Ona "Sadık" lakabı verildi, zira o hiçbir zaman ağzına yalan ve hakikat dışı bir söz almadı, tevhid konusunda ve diğer konularda oldukça değerli ve üstün sözler söyledi. Cabir b. Hayyan onun büyük ve meşhur öğrencilerindendir. Cabir, İmam'ın beş yüz ilmi risalesini içeren bin yapraklı bir kitap yazmıştır."

"Şeyh Saduk" diye tanınan Muhammed b. Ali b. Babeveyh-i Kummi (ö: H. 381) "El-Emali" adlı kitabında şöyle yazıyor:

Muhammed b. Ziyad, (Malikilerin İmamı) Malik b. Enes'ten şöyle dediğini nakleder: "Ben Cafer b. Muhammed'i (a.s) her zaman oruçlu ve Allah'ı zikretme halinde gördüm. Doğrusu o büyük abidlerden ve gerçek zahidlerden idi. Allah korkusu kalbine hakimdi. Çok hadis bilirdi. Hoş sohbetliydi, toplantıları çok faydalı geçerdi. Resulullah'tan (s.a.a) bir şey naklettiği zaman yüzünün rengi bazen yeşil ve bazen de siyah olurdu; onu tanımayan kimse bu durumdan dehşete kapılırdı. Ben bir defa onunla birlikte hacca gittim; ihrama girdiğinde telbiye (lebbeyk) demek istediği zaman sesi boğazında tıkanır kesilir ve nerdeyse bineğinden düşecek derecede kendinden geçerdi. Bunun üzerine ben "Ey Resulullah'ın (s.a.a) torunu, niçin lebbeyk demiyorsun?" diye sorunca:

"Ey İbn-i Amir (Malik), nasıl "lebbeyk Allahumme lebbeyk" demeye cesaret edeyim?! Allah-u Teala, "La lebbeyk (Lebbeyk'in kabul değil)" diye karşılık verirse ne yaparım?" dedi.

Yine aynı kaynakta "İbn-i Şazkuni" adıyla meşhur olan Süleyman b. Davud'dan, Hafs b. Kıyas'ın bir hadis rivayet ederken: "Caferlerin en hayırlısı bana şöyle buyurdu" dediğini nakleder. Ali b. Gurab'ın da "Allah tarafından konuşan ve diline doğrudan başka bir söz almayan Cafer b. Muhammed (a.s) bana şöyle buyurdu" diye rivayet ettiği naklemiştir.

"İbn-i Şehraşub" adıyla meşhur olan şair, hatip ve yazar Reşidüddin Muhammed b. Ali Mazenderani, "Menakıb" adlı kitabında şöyle diyor:

"Malik b. Enes'ten şöyle rivayet edilmiştir: "Cafer b. Muhammed'den (a.s) daha faziletli bir şahsiyeti hiçbir göz görmemiş, hiçbir kulak duymamıştır. Büyük bir ilme sahipti. İbadet, takva ve Allah'tan korkmada ondan üstün bir şahıs yoktu.""

"El-Emali" kitabının seksen birinci meclisinde şöyle diyor:

"….Allah'a andolsun ki o, konuştuğunda doğrudan başka bir şey söylemezdi. Ebu Hanife, "Fakihlerin en bilgilisi kimdir?" sorusuna Cafer b. Muhammed'dir" cevabını vermiştir. O şöyle derdi:

"Mansur Abbasi onu (Cafer b. Muhammed'i) Irak'a getirttiğinde birini bana göndererek, Cafer b. Muhammed yüzünden başının derde girdiğini ve onu imtihan etmek için birtakım zor fıkhi meseleler hazırlamam gerektiğini bildirdi. Ben en zor meselelerden kırkını hazırlayarak Hire'de Mansur'un yanına gittim. Daha sonra Cafer b. Sadık'ı meclise getirdiler. Mansur beni ona tanıttı.

İmam Sadık, "Onu tanıyorum" dedi.

Mansur, bana: "Soracağın bir şey varsa Ebu Abdillah'a (İmam Sadık'a) sor" dedi.

Ben hazırladığım meseleleri bir bir soruyordum; o hemen cevabını veriyor ve: "Bu konuda senin görüşün şudur, Medine fakihlerinin görüşü budur ve bizim de görüşümüz budur. Bazen sizinle aynı görüşe sahibiz, bazen Medine fakihleriyle aynı görüşteyiz ve bezen de görüşümüz her iki görüşe muhaliftir" diyordu. Bu ise İmam Cafer Sadık'ın (a.s) bütün fıkhi görüşlere vakıf olup, ihtilaf konularını bildiğini, dolayısıyla fakihlerin en bilgilisi olduğunu göstermektedir.""

Halkın Ehl-i Beyt'e olan sevgi ve eğiliminden rahatsız olan, müslümanların,  taharet ailesinden (Ehl-i Beyt'ten) olan ve ilim ve takvasıyla ün yapan imam Sadık'ın (a.s) şahsına yönelmesinden endişeye kapılan ve bu ilgi ve sevginin adını "fitne çıkarmak" koyan Mansur Abbasi gibi katı bir düşman da, İmam Sadık'ın üstün bir şahsiyete sahip olduğunu itiraf ederek: "Bir kemik gibi boğazımda tıkanıp kalan bu büyük insan, zamanın en bilgilisidir." demiştir.

Bunun gibi daha nice senakarane ve İmam Cafer-i Sadık'ın, asrının en büyük alimi ve şahsiyeti olduğunu bildiren alimlerinizin görüşleri vardır ki onları nakletmekten vazgeçiyoruz. Ama sizler maalesef hep adetiniz üzere ya bunları bilmiyorsunuz; ya da bunların üzerinden es geçiyor ve görmezlikten geliyorsunuz. İnsafın en zayıf merhalesinin bir gereği olarak en azından İmam Cafer-i Sadık'ı da diğer alimlerin yanında zikredip onun da görüş ve açıklamalarına yer vermeniz gerekmez miydi? Siz ve o göklere çıkardığınız alimleriniz, değil bunu yapmak, o pak ve tertemiz peygamber evlatlarının mezhep ve görüşlerini bid'at ve bid'at ehli olarak değerlendiriyorsunuz. Ya Rabbi sen her şeyi görensin...Ve ileykel-müşteka. Bütün bunlardan sonra insafsız davrananın kim olduğunu, okuyucuların insaf ve vicdanına bırakıyorum.

2- Buhari ve Müslim'den hadisler aktararak, "Siz bunlara da inanmayacaksınız da neye inanacaksınız? diyorsunuz. Yani siz Buhari, Müslim yazıyorsa her kesin kabul etmesi mi gerekiyor demek istiyorsunuz? Peki Buhari ve Müslim masumlar mı? Onlar hata yapamaz mı? Buhari ve Müslim'de olan her şey istisnasız doğru mu? Onlarda olan her şeyin doğru olduğuna dair vahiy mi aldınız siz? Bunu kendi alimlerinizden bir çoğu bile kabul etmiyor ve Buhari ve Müslim'de bulunan bir çok hadisin zayıf ve kabul edilemez olduğunu söylemektedirler. Ben sözü uzatıp asıl mevzudan uzaklaşmamak için şimdilik bunlara değinmiyorum; ama eğer inkar ederseniz belgeleriyle birlikte gözler önüne sereceğim inşaallah. Fakat okuyucularımız bizim afaki konuştuğumuzu zannetmesinler diye, sizin doğruluk ölçüsü olarak gösterdiğiniz Buhari ve Müslim'den sadece birkaç rivayeti örnek olarak verip kararı okuyucuların insafına bırakacağım:

Sünni kaynaklarda sayısı elliyi geçen bir çok sahabiden (ki bunların başında 1. Halife Ebubekir gelmektedir) bahsedilmektedir ki, bunlar cahiliyet zamanında kendi akıllarıyla bir çok doğruyu kavramışlardı. Bu yüzden de puta tapmaz, puta kesilen etten yemez, şarap içmez, zina etmez ve daha sonra İslam'da da haram kılınan şeylerden kaçınıyorlardı ve kısacası Hanif dinine amel etmekteydiler. Ama ne hikmetse bu kaynaklar Allah Resulü'ne gelince, peygamberlik öncesi (cahiliyet zamanında) Resulullah'ın bu saydıklarımızdan en azından bir kısmına (haşa) mübtela olduğunu nakletmektedirler. Bu konuda da bir çok örnek verilebilir ki biz sadece iki tanesini nakletmekle yetineceğiz:

 

1) Buhari başta olmak üzere bir çok kaynakta Abdullah b. Ömer ve bazı diğer ravilerden şöyle nakledilmektedir: "Allah Resulü, henüz kendisine vahiy gelmediği (Peygamber olmadığı) sıralarda, bir gün Beldeh dağının eteklerinde, Zeyd İbn-i Amr İbn-i Nüfeyl ile karşılaştı. Orada bir sofra açarak onu, içinde et de bulunan yemeğe davet etti. Zeyd o eti yemekten çekinip Resulullah'a şöyle dedi: "Ben sizin putlarınıza kestiğiniz etlerden yemem. Ben ancak Allah'ın ismi anılarak kesilen etlerden yerim." Bir diğer rivayette şu şekilde nakledilmiştir: "Resulullah, Ebu Süfyan b. Hars ile birlikte o etten yiyorlardı. Onlar, Zeyd'i de yedikleri etten yemesi için sofraya davet ettiler; ama o şu cevabı verdi: "Kardeşimin oğlu, ben putlar adına kesilen etten yemem." Hadisi rivayet eden şöyle ilave ediyor: "Artık o günden itibaren Resulullah da peygamberliğe seçilinceye kadar, putlar adına kesilen etlerden yemedi!" 

(Bu olayı nakleden bazı Sünni kaynaklar:  Sahih-i Buharî, C.7, Putlar adına kesilen Bâbı, C.5, Zeyd İbn-i Amr İbn-i Nüfeyl Hadisi Bâbı, Müsned-i Ahmed b. Hanbel, C.1, 189, El-İstiâb (İbn-i Abd-il Birr), C.2, S.4, El-Ağânî (Ebulferec İsfahanî), C.3, S.120)

 

Gördüğünüz gibi, bu rivayetlere göre Allah Resulü (s.a.a) de cahiliyet zamanında başkaları gibi put sahibiydi; hayvanlarını onlar adına kesiyor ve onlardan yiyordu. (Zeyd'in Resulullah'a hitaben söylediği "Sizin putlarınız adına kestiğiniz..." cümlesi bunu açıkça ortaya koyuyor.) Ama Zeyd'in bu hareketini görünce (haşa) gaflet uykusundan uyanıp artık bunlardan kaçınmaya karar veriyor!! Şimdi bu rivayetlere göre hangisi daha üstündür, (en azından cahiliyet zamanında) Zeyd mi, Resulullah mı?! Karar sizin.

 

2) Sahih-i Müslim ve diğer bir çok kaynağa göre Allah Resulü'nün aziz baba ve annesi de müşrik ve putperest idiler ve öyle de ölüp gitmişlerdir!! İşte rivayeti (ya da size göre hadisi şerifi!):

Bir gün bir kişi (İslam öncesi ölen babasının durumunu merak ederek Resulullah'a dedi ki: "Ya Resulallah, benim babam nerededir?" Allah Resulü "Ateştedir" buyurdu. Adam ayrılıp gidince, arkasından çağırıp ona şöyle buyurdu: "Benim babam da, senin baban da ateştedirler."

(Sahih-i Müslim, C.1, İman Kitabı, "Küfür Üzere Ölen ateştedir" Babı, Sünen-i İbn-i Mace, C.1, Hadis: 1572, Sünen-i Ebi Davud, C.2,S.532)    

Bir başka rivayette Ebu Hureyre şöyle nakletmektedir: "Peygamber annesinin mezarını ziyaret edip ağladı ve etrafındakileri de ağlattı; sonra şöyle buyurdu: "Ben Rabbim'den anneme mağfiret dilemek için izin istedim, ama izin vermedi. Ardından, kabrini ziyaret etmek için izin istedim; buna izin verdi. Siz de kabirleri ziyaret edin; zira bu ölümü hatırlatır."

(Sahih-i Müslim, C.3, Cenazeler Kitabı, "Resulullah'ın annesinin kabrini ziyaret için izin istemesi" Babı, Sünen-i Ebi Davud, C.2, S.195) 

İşte onlarca insanın Cahliyet zamanında Hanif dinine amel  ettiğini söyleyen Sünni kaynaklar, nedense Allah Resulü ve baba-annesine gelince onları putperest, müşrik olarak tanıtmakta ve cehenneme sokmaktadır!!!

 

3) Bu nakledeceğimiz rivayet gerçi Buhari ve Müslim'de nakledilmemiştir. Ama mevzuyla alakalı olduğu için Müsned-i Ahmet'ten naklen burada vermeği uygun görüyoruz. Önce bir soruyla başlayalım: Acaba Resulullah cahiliyet zamanında şarap da içiyor muydu? Aşağıda nakledeceğimiz olay, Allah Resululü'nün değil sadece Cahiliyet zamanında şarap içmesi, hatta peygamberliğe seçildikten sonra bile, sadece Mekke'de değil Medine de bile, yani şarabın haramlığını açıkça ilan eden vahiy ininceye kadar, (haşa) içtiğini ortaya koyuyor. Aşağıda nakledeceğimiz rivayetten biz bunu anlıyoruz; eğer biz yanılıyorsak, siz düzeltin. Ahmed b. Hanbel kendi Müsned'inde şöyle naklediyor:

Nafi İbn-i Kisan kendi babasından şöyle naklediyor: "Ben Resulullah'ın zamanında şarap ticareti yapıyordum. Bir defasında, Medine'de satmak için Şam'dan birkaç fıçı şarap getirdim. Resulullah'ın huzuruna varıp "Ya Resulallah, senin için kaliteli-güzel bir şarap getirmişim.(Eteytuke bi-şerabin ceyyidin)" Allah Resulü bana şu cevabı verdi: "Ey Kisân, sen gittikten sonra şarap haram kılındı!!" (Müsned-i Ahmed b. Hanbel, C.4, S.335)

Şimdi aziz kardeşlerim, başkası değil, siz kendinizi bir dikkate alın. Eğer siz bir kimseyle, şöyle birkaç günlüğüne de olsa ahbablık yapsanız, onun alışkanlıklarından, nelerden hoşlanıp hoşlanmadığından haberdar olmaz mısınız? Böyle bir kimseye, bir hediye alıp götürmek isterseniz, onun hoşlanmadığı veya asla kullanmadığı bir şeyi alıp götürür müsünüz? Mesela sigara kullanmayan bir kimseye, sigara hediye etmenin bir mantığı var mı? Bu ona hakaret sayılmaz mı? Şimdi eğer Resulullah şarap içmiyorduysa, uzun zaman Allah Resulü'yle birlikte Medine'de bulunan Kisân'ın, bundan bihaber kalması mümkün mü? Kaldı ki eğer öyle bir şey olsaydı bile, Allah Resülü ona Şarab sen gittikten sonra haram kılındı." deme yerine, re'sen "Ben bunu kullanmıyorum." demesi daha mantıklı olmaz mıydı?"

Görüldüğü gibi bu rivayetten, sadece cahiliyet zamanı değil, Allah Resulü'nün (haşa), Peygamber olduktan sonra da bir müddet, Medine döneminde bile(şarabın haramlığı ilan edilinceye kadar), şarap kullandığı sonucu ortaya çıkıyor! 

 

4) Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim'e göre Allah Resulü bazen Kur'an'ı unutuyor ve başkalarının vasıtasıyla hatırlıyordu: İşte hadis(!):

Hişam Ümm-ül Muninin Aişe'den şöyle naklediyor: " Bir gün Peygamber (s.a.a) mescitte Kur'an okuyan birisinin sesini duyunca şöyle buyurdu: "Allah ona rahmet etsin, unuttuğum ve filan filan surelerden iskat ettiğim filan filan ayetleri bana hatırlattı!!"

(Sahih-i Buhari, C.8, Dualar Kitabı, "Allah'ın 'Onlara salat eyle' sözü" Babı, Sahih-i Buhari, C.3, Şahitlikler Kitabı, Kör kimsenin şahitliği ve nikahı" Babı, Sahih-i Buhari, C.6, Kur'an'ın Faziletleri Kitabı,  Kur'an'ı unutma Babı, Sahih-i Müslim, C.2, Kur'an'ın Faziletleri Kitabı, "Kur'an'ı unutmamaya dair emir ve 'Unuttum' demenin keraheti" Babı)

Ne ilginçtir ki Müslim bu hadisi "Kur'an'ı unuttum demenin keraheti" isimli bir babda naklediyor. Önce Resulullah'tan "Müslümanlardan birisinin, filan sureyi unuttum, filan ayeti unuttum demesi ne kadar kötü bir şeydir!" sözünü naklediyor; ardından da aynı Peygamber'in "Allah Rahmet etsin ona Filan, filan Sureden, filan, filan ayetleri unutmuştum, hatırlattı bana" dediğini naklediyor. Yani aynı Peygamberin  kendisi, kendi dediğinin tersini yapıyor!!   

 

Bir de sormak lazım, ya o adam bu ayetleri Peygamber'e hatırlatmasaydı ne olacaktı?! O ayetlerin yeri Kur'an'da boş kalmayacak mıydı? Sonra bu ayetleri unutabilen Peygamber'in başkalarını unutmadığı nereden belli?!  Oysa Allah-u Teala  Kur'an'da Resulü'ne açıkça "Biz sana kıraat edeceğiz ve sen unutmayacaksın" (A'la 6) buyurmaktadır. Evet o sizin doğruluk ölçüsü olarak tanıttığınız ve adına "Sahih" dediğiniz kitapların nakilleri, o da Allah'ın kitabının buyruğu, elinizi vicdanınıza koyarak karar verin.

 

5) Bir kısım Sünni rivayetlerden anlaşılan şu ki (haşa) şeytan Allah Reslü'nden değil, Ömer b. Hattap'tan korkuyordu!!  "Bunu da nereden çıkarıyorsunuz?" diye yine hemen itiraza kalkışmayın; vereceğimiz belgelere dikkat edin; eğer haksız isek, o zaman istediğinizi söyleyebilirsiniz; işte size birkaç örnek:

 

Urve b. Zübeyr, Ümm-ül Mu'minin Aişe'den şöyle nakletmektedir: "Resulullah (ile birlikte) otururken, birden bir gürültü-kargaşa ve çocukların sesini duyduk. Resulullah ayağa kalktı ve etrafına çocukların toplandığı Habeşi bir kadının şarkı söylediğini (gördü). Resulullah bana hitaben "Ey Aişe, gel de seyret." buyurdu. Ben gelip yanağımı Resulullah'ın omzuna koyup, onu seyretmeğe başladım. (Biraz geçtikten sonra) Resulullah, "Acaba doydun mu? Acaba doydun mu?" diye soruyordu. Ben de her defasında ona "Hayır" cevabı veriyordum ki Resulullah'ın yanında, nasıl bir yere sahip olduğumu anlayayım! İşte o sırada aniden Ömer çıkageldi. Bunu gören insanlar, o cariyenin etrafından dağıldılar. Bunun üzerine Allah Resulü şöyle buyurdu: "Ben insanlar ve cinlerden olan bütün şeytanların Ömer'den kaçtığını görüyorum!!"  (Sünen-i Tirmizi, C.5, Ömer'in Menkıbeleri Bâbı, Hadis: 3774)

Evet Peygamber orada saatlerce bulunmasına rağmen, şeytan ondan kaçmıyor!! Ama Ömer gelince kaçacak delik arıyor!! Fe-Subhanellah!!

 

6) Sahih-i Buharî ve Sahih-i Müslim'de Ebu Hureyre'den şöyle rivayet edilmektedir: Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Allah'ım, Muhammed de bir beşerdir; her beşer (insan) gazaplandığı gibi o da gazaplanır; ben seninle ahitleşmişim ve sen asla ahdini bozacak değilsin. Eğer ben (gazaplandığım zaman) bir kula (haksız yere) eziyet eder veya ona küfür eder veya lanet eder ya da kırbaçlarsam, bütün bunları o kul için bir keffaret ve sana yakınlaşma vesilesi kıl!"

(Sahih-i Buhari, C.4, Dualar Kitabı, Peygamber'in "Ben eziyet edersem..." Babı. Sahih-i Müslim, C.4, Birr Ve İyilik Kitabı, Hak Etmediği Halde Peygamber'in Bir Kimseyi Lanetlemesi Bâbı)

 

Bu rivayetlerden açık bir şekilde anlaşılan şey şudur ki, (haşa, sümme haşa) Allah Resulü de diğer insanlar gibi gazaplandığı zaman, bazen haksız yere birilerine eziyet ediyor veya lanetliyor, küfür ediyor veya kırbaçlıyordu!! Bunu masum olarak kabul edilen Peygamber'e yakıştırmak mümkün mü? Allah Resulü'nün (s.a.a) kendisi insanları lanet etmekten, küfür bazlıktan, insanlara eziyet etmekten nehyetmemiş midir? Kendi nehyettiği bir şeyde, insanlara örnek olması gerektiği halde, nasıl kendisi böyle çirkin bir şeye teşebbüs edebilir?!  O yüceler yücesi, defalarca "Ben rahmet olarak seçildim, lanetçi olarak değil." buyurmamış mıdır?

7) Yine Buhari ve Müslim'de "Ledüd Hadisi" diye meşhur olan bir rivayet nakledilmektedir ki rivayetin değişik nakillerini dikkate alarak, olayı şöyle özetleyebiliriz: "Resulullah'ın hayatının son günlerinde, hastalığı iyice ağırlaştığı bir sırada, Resulullah'ın hanımları veya ashabından bazısının tavsiyesiyle, sancılanan kimselere verilen acı bir ilacı, Allah Resulü'nün ağzına döküyorlar. Resulullah uyandığında ağzının acılığını hissedince, yemin ederek orada bulunan herkesin ağzına aynı ilaçtan dökülmesini emrediyor; amcası Abbas hariç (çünkü o bu işe müdahale etmemişti). Meclistekiler bu işte bir art niyetlerinin olmadığını beyan ediyorlarsa da nafile; bir kere Resulullah bu işin yapılması gerektiğine dair and içmiştir. Böylece oradakilerin hepsinin ağzına birer birer ilaçtan dökülüyor! Hatta Resulullah'ın hanımlarından birisi (Meymune), ısrarla oruç olduğunu söylüyor; fakat Resulullah and içmiştir diye onun da sözünü dinlemeyerek ağzına ilaç dökülüyor!"

(Sahih-i Buhari, Tıp kitabı, Ledüd Bâbı, Sahih-i Müslim, Selam Kitabı, Ledüd ile Tedavinin Mekruhluğu Bâbı, Müsned-i Ahmed b. Hanbel, C.6, S.118, Sünen-i Tirmizi, C. 3, S. 265 Ve...)

 

Şimdi ey vicdan sahipleri, size böyle bir muamele yapılırsa, karşılığında siz böyle bir tepki içerisine girer misiniz ki rahmet Peygamberi ve (Kur'an'ın tabiriyle)  en yüce ahlaka sahip olan Allah'ın Habib'i girsin?! Evvela ortada bir suç veya en azından bir art niyet yoktu ki oradakiler böyle bir cezayı hak etmiş olsunlar. Suçlu bile olsalar, kendisine en kötü muameleleri yapan kimseleri affeden rahmet Peygamberi, kendi ashap ve zevcelerine, bazılarının oruç olmalarına da aldırmadan, böyle davranabilir mi?!

 

8) Buhari ve Müslim gibi bir çok muteber bilinen kaynakta nakledilen ve İmam Suyuti tarafından mütevatir hadisler silsilesinde zikredilen bir rivayette, açık bir şekilde Hz. Adem, Allah'a isyan sayılan gerçek bir günah işlemekle, Hz. İbrahim (a.s), günah olan bazı yalanları söylemekle, Hz. Nuh (a.s), haksız bir duada bulunmakla, Hz. Musa (a.s), Allah emretmediği halde bir insan öldürmekle (cinayet işlemekle) suçlanarak, şefaat etme liyakatine sahip olmadıkları bizzat bu peygamberlerin kendi dilinden nakledilmektedir!! Oysa aynı kaynaklar Peygamberlerin dışında bir çok kimsenin bile şefaat edeceklerini açık bir şekilde nakletmektedirler. Şimdi rivayetin metnini dinleyin:

Ebu Hureyre Resul-i Ekrem'den (s.a.a) şöyle rivayet etmektedir:

"Ben kıyamet günü insanların efendisiyim. Biliyor musunuz bu nedendir? Allah kıyamet günü öncekileri ve sonrakileri bir alanda toplar. O gün ki davetçi, onlara sesini duyurur. Göz onları -yayıldıkları- yerlere kadar görür. Güneş alçalır, insanların taşımaya güçleri yetmeyecek kadar bir gam, sıkıntı sarar. İnsanların bazısı bazısına: "İçinde bulunduğumuz durumu ve başımıza geleni görmüyor musunuz? Size Rabbiniz katında şefaat edecek birisine bakmaz mısınız?" derler.

"İnsanların bazısı, bazısına Adem'e gidin derler. Onlar da Adem'e gelirler: "Ey Adem, sen insanların babasısın; Allah seni kendi elleriyle yarattı, sana ruhundan üfledi ve meleklerin sana secde etmesini emretti. Rabbinin katında bize şefaat et. İçinde bulunduğumuz durumu ve başımıza geleni görmüyor musun?" derler. Adem der ki: "Rabbim bugün öyle bir gazaba gelmiştir ki, O ne bundan önce böyle bir gazaba gelmiş ve ne de bundan sonra benzeri bir gazaba gelmeyecektir. O beni ağaçtan yemekten men etti, ben ona asi oldum ve o ağaçtan yedim. 

Nuh'a gelirler: "Ey Nuh, sen peygamberlerin (tufandan sonra) yere (dünyaya) gönderilen ilkisin. Allah seni çok şükreden biri olarak adlandırdı. Rabbinin katında bize şefaat et. İçinde bulunduğumuz durumu ve başımıza geleni görmüyor musun?" derler. (Nuh) der ki: "Rabbim bu gün öyle bir gazaba gelmiştir ki, o ne bundan önce böyle bir gazaba gelmiş ve ne de bundan sonra böyle bir gazaba gelmeyecektir. Benim bir tek duam vardır, onu da kavmimin aleyhine yaptım. Nefsim, nefsim, İbrahim'e gidiniz."

İbrahim'e gelirler, derler ki: "Sen Allah'ın Nebisi ve yeryüzündeki Halili'sin. Rabbine bizim için Şefaatte bulun. İçinde bulunduğumuz durumu ve başımıza geleni görmüyor musun?" derler. İbrahim onlara der ki: "Benim Rabbim, bu gün öyle bir gazaba gelmiştir ki, o ne bundan önce böyle bir gazaba gelmiş ve ne de bundan sonra böyle bir gazaba gelmeyecektir. (Dünyada) söylemiş olduğu yalancıklarını zikreder. Nefsim, nefsim!... Benden başkasına didin, Musa'ya gidiniz."

Musa'ya gelirler: "Ey Musa, sen Allah'ın Resulü'sün; Allah seni rısaletleri ile ve senle konuşmakla seni faziletli kıldı. Rabbine bizim için şefaatte bulun; içinde bulunduğumuz ve başımıza geleni görmüyor musun?" derler. Musa onlara der ki: "Rabbim, bu gün öyle bir gazaba gelmiş tir ki, O ne bundan önce böyle bir gazaba gelmiş ve ne de bundan sonra böyle bir gazaba gelmeyecektir. Ben öldürülmesi emredilmeyen birisini öldürdüm. Nefsim, nefsim!... İsa'ya gidiniz." İsa'ya giderler. Derler ki: "Ey İsa, sen Allah'ın Resulü'sün; beşikteyken insanlara konuştun. Sen, O'ndan bir sözsün. Meryem'e o sözü ilka etti. Sen ondan bir "ruh"sun. Rabbine bizim için şefaatte bulun". İsa (a.s) onlara der ki: "Rabbim, bugün öyle bir gazaba gelmiş tir ki, o ne bundan önce böyle bir gazaba gelmiş ve ne de bundan sonra böyle bir gazaba gelmeyecektir. (O hiç günahlarından söz etmedi.) Nefsim, nefsim!.. Benden başkasına gidin, Muhammed'e (s.a.a) gidiniz."

(Sahih-i Buhari, C.6, Beni İsrail suresinin tefsiri, Sahih-i Müslim, C.1, Kitab-ül İman, Mütevatir Hadisler (Suyuti), 111. Hadis)

 

9) Buhari ve Müslim'de Ebu Hureyre'nin bir diğer rivayeti; Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurdu: "Ölüm meleği (Azrail) (a.s), (Allah tarafından) Musa'nın yanına gönderildi (ki onun canını alsın. Musa (bu durumu sezince) tokat atarak onun gözünü kör etti. Azrail (a.s) Rabbine dönerek, "Beni öyle bir kulun yanına göndermişsin ki, ölmek istemiyor" dedi. Allah gözünü ona iade etti ve şöyle buyurdu: "Dön ve ona de ki, elini bir sığırın sırtına koysun; elini altında yer ala her kıla karşılık bir yıl ömrünü uzatacağım. (Azrail dönüp bunu Musa'ya söyleyince, şöyle dedi: "Ey Rabbim, bütün bunların ardından ne olacak? Cevap geldi: "Ölüm!" İşte o zaman "O halde şimdi istiyorum ölümümü" dedi ve Allah'tan kendisini Beyt-ül Mukaddese yaklaştırıp orada canının alınmasını istedi... O zamana kadar, Azrail canları açık bir şekilde almaya geliyordu. Ama Musa'ya gelip de tokadı yiyerek kör olduktan sonra, artık gizli bir şekilde (canları almaya) gelmeğe başladı!!"

(Sahih-i Buhari, C.2, Cenazeler Kitabı, Mukaddes Yerde Gömülmeği İsteyen Kimse Babı, Sahih-i Müslim, C.7, Musa'nın Faziletleri Babı, Müsned-i ahmed b. Hanbel, C.2, S.533, Müstedrek-üs Sahihayn, C.2, S.578)       

 

10) Yine aynı Sahihler şöyle rivayet etmişlerdir Allah Resulü'nden (s.a.a): "Bir karınca, peygamberlerden birisinin ayağını ısırdı. O peygamber de (öyle bir) rahatsız oldu ki emrederek karıncaların yuvasını tümden yaktırdı!! Bu sırada Allah-u Teala ona şöyle vahyetti: "Ayağını bir karınca ısırdı diye, Allah'ı tesbih eden bir ümmeti mi yakıyorsun?!" Tirmizi'nin nakline göre bu Peygamber Hz. Musa imiş!!

(Sahih-i Buhari, C.4, Cihad ve Seyr Kitabı, Sahih-i Müslim, C.7, Canlıları Yakma Kitabı, Karıncanın yakılmasından Nehy Babı, İrşad-üs Sari, C.6, 114, Feth-ül Bari, C.7, S.168)

 

Bir çok rivayette de Allah'ın en seçkin kulları olan Peygamberler hakkında öyle şeyler nakledilmiştir ki onları normal bir insana atfetmekten insan haya ediyor; işte sizin doğruluk ölçüsü olarak göstermeğe çalıştığınız Buhari ve Müslim'de nakledilen bu hadislerden (!) bir kaç örnek:

 

11) Ebu Hureyre Allah'ın Resulü'nden şöyle rivayet eder; buyurdu: "Musa (a.s) hayalı ve mahcup birisiydi; öyle ki bedenini kimsenin göremeyeceği şekilde örterdi. Bilahare Beni İsrail'den bazıları bu durumdan istifadeyle O'na eziyet maksadıyla şöyle dediler: "Mutlaka o (Musa), bunu cildinde, baras olduğu veya fıtık-hadım olduğu için yapıyor." Allah-u Teala Musa'yı ona isnad ettikleri bu ithamdan kurtarmak istedi. Bir gün Musa, tek başına bir yerde elbiselerini çıkarıp taşın üzerine koydu ve gusül etmeğe başladı. Gusülde bittikten sonra, elbisesini almaya geldiğinde, taş elbiseyi alarak kaçmaya başladı. Musa asasını alarak taşın peşine düştü. O taşı kovalarken "Ey taş elbisemi ver; ey taş elbisemi ver" diye sesleniyordu. Bu esnada Musa, aniden Beni İsrail'in ileri gelenlerinden bir grubun yanına vardı. Onlar çıplak bedenle Musa'yla karşılaşınca, onu Allah'ın yarattığı en güzel şekilde gördüler (ve hiçbir kusurunun olmadığını anladılar). Böylece Allah, onu Beni İsrail'in ithamından kurtarmış oldu. İşte orada taş durdu ve Musa elbiselerini alıp giydi. Ardından (o kızgınlık haliyle) asasıyla taşa vurmaya başladı. Allah'a and olsun ki taşın üzerine üç, dört veya beş darbe izi belli oluyordu!! İşte Allah-u Teala'nın Kur'an'da "Ey iman edenler Musa'ya eziyet edenler gibi olmayın ki Allah onu onların söylediği ithamdan uzaklaştırdı ve O (Musa) Allah indinde şeref ve haysiyet sahibiydi" ayetinde bunu demek istiyor!!"

(Sahih-i Buhari, C.1, Gusül Kitabı, Yalnız Bir Yerde Çıplak Gusledenin Babı, Sahih-i Müslim, C.1, Yalnız Bir Yerde Çıplak Gusletmenin Cevazı Babı)

 

12) Ebu Hureyre Bir diğer rivayetinde Resulullah'tan şöyle naklediyor: "Bir gece Hz. Süleyman  şöyle dedi: Allah'a and olsun ki bu gece, 100 veya 99 eşimle ilişki de bulunacağım (!!) ki her biri Allah yolunda cihad edecek bir mücahid doğursun!" Yanında bulunan bir melek, ona dedi ki: "Söyle inşaallah." Ama Süleyman (a.s) inşaallah demedi. Bu yüzden de o kadınlardan bir tanesi hariç hiç birsi hamile kalmadı; o da tam insan olmayan bir parça et doğurdu." Ardından Resulullah şöyle ekledi:" Muhammed'in nefsini elinde tutan (Allah'a) and olsun ki eğer "İnşaallah" deseydi, her birisi Allah yolunda cihad edecek bir savaşçı doğururdu."

(Sahih-i Buhari, C.4, Ciha Kitabı, Cihad için evlat isteyen Babı, Sahih-i Müslim, C.5, Kitab-ül İman, Bab-ül İstişna)

Evet belki bahsin dışındaydı ama, "Buhari ve Müslüm'e de inanmasanız, neye inanırsınız" sözünüz bizi bunları yazmaya mecbur kıldı. İnşaallah biraz olsun aydınlanıp akletmenize ve bundan sonra rast gele onu bunu suçlamamanıza ve işi hepten müteahhide bırakmamanıza  vesile olur.

 

4- Adetiniz üzere alimlerin ve mezhep imamlarının görüşleri olarak her kesin görüşünü naklediyorsunuz, ama Ehl-i Beyt imamlarından bir tanesinin dahi bu konudaki görüşlerini kale almıyorsunuz. Bu mu insafınız ve Peygamber'in (s.a.a.) emanetlerine sahip çıkmanız? Biz yine de hüsn-i zan ederek inşaallah bilmediği için değinmemiştir diyor ve hem sizin hem de okuyucularımızın bilgisi olsun diye Ehl-i Beyt imamlarından nakledilen görüşlerden bazı örnekleri burada zikrediyoruz: 

 

Hz. Ali'den  (a.s) Nehc-ül Belağa'da şöyle nakledilmiştir:

"Hiç bir övgü, onun yüceliğine ulaşamaz; saymasını bilenler onun rakamını bulamaz; ictihad edenler, onun hakkını ödeyemez; derin düşünceler, onu kavrayamaz. ululuğu anlatılamaz; zamana sığdırılamaz. ona yön ve yer gösterilemez..."

 

Yine Zi'leb isminde birisi Hz. Ali'ye Rabbini görüp görmediğini sorunca şöyle buyurdu: Yazıklar olsun sana, ben görmediğim Rabbe tapmam!" Zi'lep "O halde nasıl gördün, bize tarif et" deyince şöyle devam etti: Yazıklar olsun sana, gözler onu göremez; ama kalpler onu iman hakikatleriyle görür." (El-Emali -Saduk-, S.281)

 

İmam Muhammed Bakır'a haricilerden birisi Allah'ı görme konusunu sorunca şöyle buyurdu: "Gözler onu ayanen göremez; ama kalpler onu iman hakikatleriyle görür." (Et-Tevhid, S.108)     

Et-Tevhid kitabının sahibi kendi senediyle Safvan b. Yahya’dan naklediyor ki: “Bir muhaddis olan Ebu Kurre benden kendisini İmam Rıza’nın huzuruna çıkarmamı istedi. Ben de İmam’dan izin aldım İmam’ın huzuruna vardı. Helal, haram ve ahkam konularıyla ilgili bir çok soru sorduktan sonra tevhid konusuna geldi. Ebu Kurre şöyle dedi: Bize rivayet edilmiştir ki: Allah Teala kelam ve rü’yeti iki kişi arasında taksim etmiştir. Kelamı Hz. Musa’ya vermiş ve rü’yeti de Hz. Muhammed’e. (Bunun üzerine) İmam Rıza şöyle dedi: "Acaba cinlere ve insanlara “Gözler onu göremez.” “Onların bilgisi O’nu kapsayamaz.” “Onun benzeri hiçbir şey yoktur...” ayetlerini ulaştıran kimdir? Hz. Muhammed değil midir?! Nasıl bir kimse Allah tarafından geldiğini ve Allah’ın emriyle (halkı) O’na doğru çağırmakla görevli olduğunu bildirerek tüm mahlukata gelir ve “Gözler onu göremez.” “Onların bilgisi O’nu kapsayamaz.” “Onun benzeri hiçbir şey yoktur...” der, sonra da ben kendi gözümle onu gördüm ve onu bir beşer şeklinde olduğu halde bilgi ile O’nu kuşattım diyebilir?..." (Bkz. Et-Tevhid: Bab-u Ma Cae Firrü’ye)

Yine İmam Rıza "Gözler onu göremez.." Ayetinin tefsirinde şöyle buyurmuştur: "Kalplerin vehimleri onu idrak edemez; gözler onu nasıl idrak etsin?" (Aynı kaynak)

İmam Cafer-i Sadık'a Allah-u Teala'nın kıyamette görülmesi hakkında sorulunca, şöyle buyurmuştur: "Allah münezzeh ve yücedir...Ey Fazl'ın oğlu, gözler ancak rengi ve keyfiyeti olan şeyleri görebilir, Allah ise renkleri ve keyfiyeti yaratandır (Nasıl rengi ve keyfiyeti olabilir)?!   (El-Emali -Saduk-, S.334)

İmam Musa Kazım'a Allah Resulü'nün (s.a.a) Miraçta Rabbini görüp görmediği sorulunca şöyle buyurdu: "Evet kalbiyle görmüştür; Allah-u Teala'nın "Kalp gördüğü hakkında yalan söylemedi" buyurduğunu duymadın mı? Yani onu gözle değil kalple gördü." (Et-Tevhid, S.116)

İmam Hasan-ül Askeri (a.s) bu konuda şöyle buyurmuştur: "Allah Tebareke ve Teala, (Miraçta) Resulü'nün kalbine azamet nurundan istediği kadar gösterdi." (El-Kafi, C.5, S.95)

 Ehl-i Beyt İmamlarından bu konuda nakledilen onlarca nakil vardır ki kalbi olana bu kadarı yeterlidir diye düşünüyoruz.

 

Şimdi gelelim asıl konuya, yani sizin bizim cevabımızda yazdıklarınıza:

Önce Kur'an'dan şu ayeti kendinize delil olarak göstermişsiniz:

(Kıyamette ışıl ışıl parlayan yüzler, Rablerine bakacaklardır.) [Kıyamet 22, 23]

Bu ayetin zahirine dayanarak mu'minlerin Allah'a çıplak ve baştaki cismani gözlerle bakacaklarını ispat etmeğe çalışmışsın. 

Her şeyden önce şunu söylemeliyim ki Kur'an'ın bir konudaki kat'i açıklamasını bilmek için o konudaki bütün ayetleri dikkate alarak tefsir etmek gerekir. Şimdi eğer her ayetin zahirini alarak tefsir edersek, o zaman Allah-u Teala'ya haşa el, ayak, taht vs. farz etmemiz gerekir, bir çok ayette bu gibi şeyler Allah'a isnad edilmiştir ki hiçbir müfessir bunların zahirinin kastedildiğini söylememiştir. Bütün bu ayetler, Allah-u Teala hakkında müslümanların sahip olduğu kat'i inançlara ters düşmeyecek şekilde tefsir ve te'vil edilmesi gerekir.  Aksi takdirde, O Yüce Zat-ı Mukaddes'e, ona yakışamayan nice sıfat ve özellikler atfetme durumunda kalırız.

Bahis mevzuu olan konuda da durum aynen böyledir. Eğer diğer ayetlerde, gözlerin onu göremeyeceği, açık bir şekilde beyan ediliyorsa, yine Allah'ın gözle görülmesi, onun cismiyetini, bir cihet ve mekanda yer tutması gibi onun zatından uzak olan bir durumu gerektiriyorsa, o halde bu ve benzeri ayetleri de onlara ters düşmeyecek şekilde tefsir etmek gerekir. Bunu da Ehl-i Beyt İmamları zaten yapmışlardır ki bazı örneklerine önceden değindik; o da kalp gözüyle görmek ve ve imam hakikatleriyle müşahede ve mükaşefe etmektir.

İşte bu açıklamayı dikkate aldığımızda, delil olarak verilen diğer ayetlerin gerçek tefsiri de açıklık kazanmaktadır. Örneğin "O kâfirler o gün Rablerini görmekten mahrumdur." [Mutaffifin 15] ayeti gibi. Gerçi bu tercüme de bizce yetersizdir. Zira ayetin orijinalinde "Le-mahcubun" tabiri kullanılmıştır ki, "mahcub" kelimesi hicab kökünden, perdelenmiş demektir. Yani kafirler gerçek mu'minlerin aksine Rablerinden perdelenecekler. İlahi tecellilere mazhar olmalarına engel olunacaktır. Mu'min kullar ise kalp gözüyle ilahi azametin tecellilerini görüp, iman hakikatleriyle bunları idrak ve müşahede edeceklerdir.

Hz. Musa'yla ilgili ayete gelince, siz Hz. Musa'nın görme talebinde bulunmasını görmenin mümkün olduğuna delil olarak göstermişsiniz. Zira diyorsunuz ki "Mümkün olmasaydı böyle bir taleb abes hatta cahillik olurdu. Bir peygamberden de böyle bir şey beklenemez."

Evvela bu her şeyden önce sizin kendi açıklamanıza ters düşmektedir. Zira siz bu dünyada görmenin mümkün olmadığını açık bir şekilde itiraf ediyorsunuz. Hz. Musa'nın talebinin ise bu dünya için olduğu malumdur. Böylece farkında olmadan, abes ve cahillik olarak addetmiş olduğunuz bir talebi Hz. Musa'ya isnad etmiş oluyorsunuz. Allah'ım sen bizi yanılgılardan koru!

Kaldı ki Hz. Musa'nın talebinin kendi talebi olmadığını, sadece yanındaki İsrail oğullarının ısrarlı talebini dile getirme amacıyla söylendiğini yine bizzat Kur'an'dan öğrenmekteyiz. Nisa Suresi'nde şöyle buyrulmaktadır:

"Kitap Ehli, senden kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyor. Onlar Musa'dan daha büyüğünü istemişlerdi ki: "Bize Allah'ı açıkça göster." Böylece zulümlerinden (haksız ve yersiz isteklerinden) dolayı onlara yıldırım çarpmıştı..." (Nisa, 153)

Sonra bizi, Allah-u Teala'nın Hz. Musa'ya hitaben "Len Terani Ya Musa" hitabını, kasıtlı olarak "Hiçbir zaman" diye yanlış tercüme etmekle suçluyorsunuz; doğrusu ise güya "Kat'iyyen" olacakmış! Farz edelim ki öyle olsun. Peki kayıtsız şartsız "Kat'iyyen" demekle, "Hiçbir Zaman" demenin ne farkı vardır? "Kat'iyyen bu dünyada" diye bir sınırlama, bir kayıt ayette var mı? Olmadığına göre bu tabir hem dünyayı kapsar, hem de ahireti. Bizim yanlış tercüme ettiğimiz iftirasına gelince, Muhterem, Nahiv ilminden az buçuk haberdar olan bir kimse şunu bilir ki Nahiv alimleri, bu edatı açıklarken, "Len linefy-il ebed" diye tarif ediyorlar. Bunun manası ise "Ebediyyen-hiçbir zaman" değildir de nedir?!

Yunus Suresi'deki ayete gelince,"Güzellik yapanlara güzellik ve daha fazlası vardır." cümlesindeki " daha fazla" tabiri hakkında bahsedilen hadisi kabul etsek dahi, maksat yine yukarıdaki açıklamaları esas alarak Allah-u Teala'nın azamet ve yüceliğinin cilvelerini kalp gözüyle müşahede etmektir. Bir çok müfessir tarafından da zaten öyle tefsir edilmiştir. Tabi ayetin tefsirinde müfessirler başka ihtimaller de vermişlerdir ki değinmeğe gerek görmüyoruz; isteyenler söz konusu ayetin tefsirinde çeşitli tefsir kitaplarına bakabilirler.

Resulullah'ın (s.a.a.) Mirac'taki ruyetine gelince, yukarıda bazı örneklerini açıkladığımız Ehl-i Beyt İmamlarından nakledilen sözler, bu olayı oldukça net bir şekilde tefsir etmektedir. İmam Musa Kazım'a Allah Resulü'nün (s.a.a) Miraçta Rabbini görüp görmediği sorulunca şöyle buyurdu: "Evet kalbiyle görmüştür; Allah-u Teala'nın "Kalp gördüğü hakkında yalan söylemedi" (Necm,11) buyurduğunu duymadın mı? Yani onu gözle değil kalple gördü." (Et-Tevhid, S.116)

İmam Hasan-ül Askeri (a.s) bu konuda şöyle buyurmuştur: "Allah Tebareke ve Teala, (Miraçta) Resulü'nün kalbine azamet nurundan istediği kadar gösterdi." (El-Kafi, C.5, S.95)

İşte görüldüğü gibi Ehl-i Beyt İmamları, bizzat Kur'an'ın da "Kalp gördüğünü yalanlamadı" buyruğundan istifadeyle, Allah Resulü'nün Miraçta kalp gözüyle Allah'ın azamet nurunu müşahede ettiğini net bir şekilde ortaya koymaktadırlar. Dolayısıyla bu olayın da gözle görmekle hiçbir alakası yoktur.

Ümm-ül Mu'min Aişe'den naklettiğiniz hadis de aslında Miraçtaki görme ile ilgili kendi naklettiğiniz diğer hadislerle çelişmektedir. Zira "Resulullah'ın Allah'ı gördüğünü söyleyen yalan söylemiş olur." cümlesi görüldüğü gibi mutlaktır. Çünkü hadis, nerede, nasıl gördüğü konusunda hiçbir kayıt ve sınırlama getirmiyor. Kaydı siz ekliyorsunuz. Hadis mutlak bir şekilde Resulullah'ın bu dünyada Allah'ı gördüğünü iddia edenleri yalanlıyor. Kayıt olmadığı için Miraç da buna dahildir.

Yazınızda açık bir çelişki de şudur ki yukarıda açık bir şekilde "Dünyada Allah'ı görmek mümkün değildir." dedikten sonra, biraz aşağıda "Allah'ı dünyada görmek caiz, fakat kimse görmemiştir. Gördüm diyen zındık olur" diyorsunuz! Bu çelişki değil de nedir.

Kaldı ki eğer gerçekten mümkün ise, gördüğünü iddia eden neden zındık olsun? Adam mümkün ve caiz olan bir şeyi iddia etmiştir. O halde aksi ispatlanmadıkça bu iddiada bulunan kimsenin iddiasının doğruluğuna en azından ihtimal verilebilir.

Yine "Caiz olmak ayrı şey, görmek ayrı şeydir. Ehli sünnet âlimleri, (Allahı dünyada görmek caiz, fakat kimse görmemiştir, gördüm diyen zındık olur) buyuruyorlar. Rüyada görmek ise dünyada görmek değildir. Peygamber efendimiz, Allahü Teala'yı rüyada gördüğünü Camiussagirdeki hadisi şerifte bildirmektedir." diyorsunuz.

Peki rüya dünyada görmek değil de ahirette görmek mi? İnsan rüya gördüğünde bu dünyadan dışarıya mı çıkıyor? Çıkıyorsa, ahirete mi gidiyor? Ya da nereye gidiyor?

 

Yine "En'am suresi 103. ayetindeki Ona gözler erişemez demek, Onun zatının hakikatini gözler idrak ve ihata edemez demektir..."  sözünü İmam-ı Nevevi'den naklediyorsunuz.

Muhterem biz de aynı şeyi söylüyoruz işte; gözler ona ihata edemez edemediği için de görmek diye bir şey söz konusu olamaz. Zira gözle (hem de net (!) olarak) görmek demek görülen şeyi belli bir mekanda görmek ve ona ihata etmek değil de nedir?! Biraz düşünün; bu kadar taklitçi olmayın Allah aşkına!

 

Yine bizim yazımızdaki "Saniyen Allah'ın cisim olmadığı ve hiçbir cismî özellik taşımadığında, onun zaman ve mekan üstü bir varlık olup zaman ve mekan da dahil hiçbir sınırla sınırlandırılamayacağında bütün Müslümanlar müttefiktir. O her şeyi kuşatır, hiçbir şey O'nu kuşatamaz. Bu durumda Allah'ın ahirette, hem de şu başlardaki gözle ve de aynı gökteki öndörtlük ay gibi gözlenebileceği nasıl söylenebiliyor? Bu Allah-u Teala'ya cismi özelliği atfetmek değil mi? Onu bir mekanla sınırlandırmak değil mi? Onun insanlar tarafından ihata edilebileceği anlamına gelmez mi? Yoksa kıyamette durum farklı mı olacak? Mesela Allah-u Teala sınırlanabilecek mi? Veya insanlar sınırsızlaşıp cisim olmaktan çıkacaklar mı?"  sorumuza atfen "Cisim olarak görülecek, sınırlı görecek diyen hiçbir Ehli sünnet alimi yoktur." diyorsunuz.

Muhterem kardeşim, ben bunu söyleyen Sünni alimler vardır demedim; ortaya koyulan görüşün insanı o noktaya götüreceği kaçınılmazdır demek istiyorum. Peki cisim olmadan, sınırlanmadan, nasıl görülecektir? Sınırsız bir varlığı, sınırlı olan, cisim olmayanı cisim olan nasıl görecektir? Bu muammayı çözün de biz de aydınlanalım!! 

Sonra "Abdülhak-ı Dehlevi hazretleri buyuruyor ki:

Dünyada Allahü teâlâ anlaşılmadan bilineceği gibi, ahirette de anlaşılmadan görülecektir."

İmam-ı Rabbani hazretleri de buyuruyor ki:

Müminler, Cennette Allahü teâlâyı cihetsiz ve keyfiyetsiz ve hiçbir şeye benzetmeyerek ve misali olmayarak görecektir. (c.1, m.266)" şeklinde iki naklinde bulunuyorsunuz.

Birinci kısma (Dünyada Allahü Teâlâ'nın anlaşılmadan bilineceğine) bir diyeceğimiz yoktur. Biz de zaten aynısını söylüyoruz. Hem akli, hem de nakli deliller bunu teyid etmektedir. Ancak ikinci kısım nasıl olacak? Vallahi anlamak istiyoruz. Hem anlaşılmadan görülecek; hem ciheti olmayacak, hem keyfiyeti olmayacak, bir şeye de benzetilmeyecek; peki şu zavallı göz neyi ve nasıl görecek? Sonra bu söz hadis diye naklettiğiniz şeylere de terstir. Orada Allah-u Teala'nın gökyüzündeki ondörtlük ay gibi, hem de net olarak görüneceği söyleniyor. Gökyüzündeki ay gibi görüneceğini söylemek, ona bir cihet, bir yön ve mekan farzetmektir. "Net" ifadesi ise, cihetsiz, keyfiyetsiz ve bir şeye benzetmeden görmeğe terstir. Yani ne olduğunu kimsenin anlamadığı bir ifade. Yine söylüyorum, Allah rızası için nasıl görüneceğini mantıklı bir şekilde açıklayın, biz de duacınız olalım. Yoksa bu şekilde müphem ve muğlak ifadelerle, kime, neyi ve nasıl anlatabilirsiniz?

Son olarak iki ifadeniz daha var onlara da deyinip, yazıyı noktalamak istiyoruz; birisinde şöyle diyorsunuz:

"Ehli sünnet alimlerinin tamamı, (Ahirette Allahü teala görülecektir) buyuruyor. Hepsi şii kadar o ayetleri anlayamadılar mı?"

Allah aşkına bu nasıl bir mantıktır sizde?! Kah olur, "Dünyadaki müslümanların çoğunluğunu biz oluşturuyoruz; bu kadar Sünni yanlıştadır da sizler mi doğru söylüyorsunuz?" diyerek, çoğunluğu doğruluk ölçüsü olarak göstermeğe çalışırsınız. Bazen de böyle akıllı ve münsif bir insanın güleceği bir mantık sergileyerek, "Bizim alimlerimiz bunları anlayamadı mı, göremedi mi?" safsatalarına tenezzül edersiniz! Arkadaş sizin alimleriniz masum mu? Hata yapamaz mı? Öyleyse söyleyin de biz de bundan sonra ona göre davranalım. Sonra senin alimin alim de, benim ki değil mi? Onlar başka bir alemden mi geldiler? Vahiy mi aldılar? Şimdi biz de kalkıp "Ehl-i Beyt mektebine tabi olan bütün alimler, sizinkilerin aksini söylüyor. Onlar bu ayetleri Sünni kadar anlayamadılar mı?" dersem hoşuna gider mi? Mantıklı olur mu?!

Muhterem kardeşim, akıllı bir mu'min için önemli olan, ortaya koyulan sözler ve deliller olmalıdır. Ölçümüz, bizzat "Hakk"ın kendisi olmalıdır. Onu keşfetmeğe çalışmalıyız; şahıslar ve şahsiyetler ölçü olamaz, olmamalıdır. Onlar da masum olmadıkları için yanılabilirler. Ne güzel buyurmuştur Resulullah'ın (s.a.a) ilim şehrinin kapısı Hz. Ali efendimiz: "Sen hakkı ve batılı tanı; haklı ve batıl olanı kendiliğinden tanıyacaksın!" Allah aşkına her şeyimizi tümden müteahhide vermeyelim. Biraz da kendimiz akledelim; düşünelim. Aziz kitabımız onlarca ayetinde bizi tefekküre, tedebbüre, akletmeğe  davet etmiyor mu?

Bize ".. O halde müjde ver benim o kullarıma ki, sözü işitir ve en güzeline tabi olurlar. İşte onlar, Allah'ın kendilerini hidayete eriştirdikleridir ve onlardır halis akıl sahipleri." (Zümer, 17-18) buyuran yine Kur'an değil mi?!     

 

Ve son olarak "Alimlerimizin Kur'an'dan çıkardığı hükme bir görüş diyerek hafife alıyor" diyorsunuz! Şimdi buna gülelim mi, ağlayalım mı?! Peki ne diyelim arkadaş? Görüş demenin neresi hafife almaktır Allah aşkına. Sizin alimlerinizin görüşüne vahiy mi dememiz gerekirdi? Sizin alimleriniz Kur'an'ı tefsir ederken her şeyde istisnasız mutabık mı kalıyorlar? Lütfen bari buna evet deyip de kendinizi gülünç duruma düşürmeyin! Senin düşence ve fikirlerin senin görüşündür, benim ki de benim görüşümdür. Bundan daha doğal bir şey olabilir mi?

Kaldı ki yukarıda da belirtip örneklerini verdiğimiz gibi biz, bu görüşümüzü Kur'an'ın taharet ve temizliklerine şehadet ettiği, Resulullah'ın (s.a.a) kendilerine sarıldığımız müddetçe asla dalalete düşmeyeceğimizi garantilediği, Nuh'un gemisine benzetip binenin kurtulacağını, binmeyenin helak olacağını bildirdiği, ilim ve irfanının varisleri olarak tanıttığı, ve ümmete iki ağır emanetten biri olarak bıraktığı aziz Ehl-i Beyti'nden almış bulunuyoruz. Peki bütün bu İlahi emanetlere mazhar olan kimseler mi uyulmaya ve izlenmeğe daha layıktırlar; yoksa bu referansların hiç birisine mazhar olmayanlar mı?

Allah hepimize basiret versin. Hepimize hakkı olduğu gibi bulmayı ve ona ittiba etme cesaret ve samimiyetini inayet buyursun. Bizleri körü körüne taassuplardan kurtarsın. Amin!  

 

Son olarak bir kez daha Ehl-i Beyt mektebinin bu konudaki görüşünü, bu mektebin büyük alimlerinden Merhum Allame Hilli'nin dilinden nakledip yazımızı noktalamak istiyoruz: Allame Hilli, akaid dalında temel eserlerden olan Keşfu’l-Murat adlı kitabında şöyle diyor:

“Allah’ın varlığının vücubu (vacubil’vücut oluşu) O’nun görülebilmesini reddeder. Bil ki, bilginlerin (filozofların) çoğu O’nun görülmesinin mümkün olmadığına inanırken Mücessime Allah’ın cisim olduğuna inandıkları için görülebileceğini ileri sürmüşlerdir. Aş’ariler de bu konuda tüm hekimlerle muhalefet ederek bir yandan Allah’ın mücerret olduğuna inanırken diğer yandan O’nun görülebileceğini savunmuşlardır.

Allah’ın görülmesinin muhal olduğunun delili şudur: Allah’ın vacibu’l-vücut oluşu O’nun mücerret (gayr-i maddi) olmasını ve yön ve mekandan münezzeh olmasını gerektirir. Buna göre onun görülmesi asla mümkün olmaz. Çünkü görülen her şey mutlaka şuradadır veya oradadır denerek işaret edilen bir yönde olması gerekir. Ve yine mukabilde veya mukabilin hükmünde olması gerekir. Bu manalar Allah hakkında geçerli olmadığından görülmesi de imkansızdır.” (bkz. Keşfu’l-Murat, s. 296-297)

 

   

 

 

 

 
 
Site içi Arama


 

 

 

 

Go to top of page  Ana Sayfa | Kitap Listesi | Kıble Dergisi | Makaleler | Kadin ve Aile | Cocuklar Îçin | Soru Ve Cevap | Yazarlarımız |
Kur`an | Hadisler | Dualar | Şiirler | Ses ve Video | Programlar | Linkler  |  Îletişim için |

Copyright© 2000 Kevser Yayinlari Internet Hizmetleri. Tüm Haklari Saklidir Ayrintili bilgi almak için veya bize her konuda yazmak için, paragonxx@yahoo.de  'e mesaj yollayiniz. WWW.KEVSERNET.COM