Advertisement

KEVSER YAYINCILIK

  Ana Sayfa / Soru ve Cevaplar

 

Bugün :  

Sık Kullanılanlara Ekle

 

Başlangıç Sayfası Yapın

 
 

Bismillahirrahmanirrahim

Soru 370 

BAZI ÖNEMLİ SORULARA KISA CEVAPLAR

 

 

1- Neden Allah-u Teâlâ bunca varlığı, ezcümle insanoğlunu yaratmıştır?

 

Cevap: Eğer hitabet gücü olan alim bir kimse konuşma yaparsa, 'Neden konuştu?' diye itiraz edilmez. Zira onun ilim ve hitabet gücü ve yeteneğinin doğal bir sonucudur bu. Tam aksine o kadar ilmi ve hitabet yeteneğine rağmen böyle bir kimse konuşmaz ve insanları ilim ve birikiminden yararlandırmazsa, o zaman eleştirilir ve haklı itirazlara maruz kalır. Sonsuz güce, hikmet ve ilime sahip olan, topraktan buğday çıkarabilen, bir damla nütfeden kamil bir insan yaratabilen Allah (c.c), eğer bu güç ve kudretinden istifade etmeseydi o zaman 'Neden yapmadı, yaratmadı?'  demek, yerinde bir itiraz olurdu.

 

2- Allah'a imanın, insan hayatındaki rolü nedir?

 

Cevap: Bir ev düşünün ki sahipsizdir. İnçinde sizi kontrol edecek hiçbir mekanizma işlememektedir. Sizi takip eden gözler, kameralar söz konusu değildir. Size hesap soracak hiçbir şey ve hiçbir kimse yoktur. Böyle bir evde belli bir düzen ve  nazm u intizam içinde hareket etmeye, kendinizi sıkı sıkıya kontrol etmeye gerek duymazsınız. Gönlünüz istediği şekilde hareket edersiniz; özellikle eğer başkaları hiçbir sorumluluk taşımadan keyiflerince hareket etme ve eğlenme duygusu içinde hareket ederlerse. Ama eğer evin bir sahibi olduğunu, sizi kontrol eden birilerinin bulunduğunu, her hareketinizin kameralara kaydedildiğini ve bilahare bir gün bunların hesabını vermeniz gerektiğini bilirseniz, o zaman tamamen farklı hareket eder ve kolay kolay laubali ve sorumsuz hareketler içine girmezsiniz. Eğer biz de yaşadığımız varlık aleminin Allah dediğimiz hikmet sahibi ve güçlü bir sahibi olduğuna, Kıyamet diye bir hesap gününün bulunduğuna ve yaptığımız her iş için bir mükafat veya cezanın söz konusu olacağına inanırsak, o zaman kendimize dikkat eder, nefsimize hakim olmaya çalışır ve ev sahibinin ve hesap soracak, mükafat veya ceza verecek Rabbimizin istemediği, beğenmediği işlerden kaçınmaya ve onun hoşuna gidecek ve razı olacak işlere yöneliriz. Zira her şey onun huzurunda ve kontrolünde cereyan etmektedir…

 

3- Allah'ın bizim ibadetimize ne ihtiyacı var? Neden bize ibadet etmeyi, kıbleye yönelme ve namaz kılmayı emretmiştir?

 

Cevap: Eğer insanların hepsi evlerini güneşe doğru yaparlarsa, bu güneşe hiçbir şey kazandırmaz. Eğer aksi olur ve bütün insanlar evlerini güneşe karşı ve güneş almayacak şekilde yaparlarsa, bu da güneşten bir şey eksiltmez. Güneşin insanlara bir ihtiyacı yoktur, insanlar ışık ve hararet alabilmek için güneşe muhtaçtırlar. Allah'ın da insanların ona yönelmeleri ve ona ibadet etmelerine bir ihtiyaçları yoktur. Tam tersine insanlar, Allah-u Teâlâ'nın özel lütuflarından yararlanabilmeleri ve tekamül etmeleri için ona yönelmeleri gerekir. Kur'ân-ı Kerim'in de vurguladığı gibi eğer bütün insanlar da kafir olsalardı, bunun Allah'a zerre kadar zararı ve etkisi söz konusu olmazdı. Zira onun hiçbir şeye ve hiçbir kimseye ihtiyacı yoktur: "Eğer siz ve yeryüzünde olanların hepsi kafir olsanız, bilin ki Allah gerçekten ihtiyaçsızdır ve övgüye lâyıktır." (İbrâhim, 8)

 

4- Neden çoğu zaman Allah'ın salih kulları zorluklar içinde, ama kafirler ve günahkarlar refah ve rahatlıkta yaşamaktadırlar?

 

Cevap: Bu alem yeyip yatma ve keyif çatma yeri değil, bir imtihan sahnesidir. Mu'minlerin ve salih kulların düştükleri zorluklar, ya onların imtihan edilip makamlarının yükselmesi, mükafat ve sevaplarının artması içindir, yada onların düştükleri bazı gafletlerden çabuk uyanmaları ve yaptıkları hatalardan temizlenmeleri içindir. Her ikisi de onlar için hayırdır. Dolayısıyla Allah onları sevdiği için bazen tekamül ve ilerlemeleri için, bazen de yaptıkları hatlardan bir an evvel dönmeleri ve telafi etmeleri ve yaptıkları yanlışlardan temizlenmeleri için onlara mühlet vermeden sıkıntılara düşürüyor, hayatı onlara zorlaştırıyor. Ama kafirlere ve hidayet kabiliyetini yitirmiş günahkarlara mühlet veriyor ki günah ve azgınlıklarını çoğaltsınlar ki cezaları da ağırlaşmış olsun. Dolayısıyla ne salih insanların sıkıntılı hayatları illa da onlar için olumsuz bir şeydir, nede kafir ve isyankar insanların refah ve rahatlıkları onarlın bir avantajıdır. Kur'ân-ı Kerim buyuruyor ki: "…Biz onların helâkı için belli bir zaman belirlemiştik." (Kehf, 59)

"İnkâr edenler sanmasınlar ki, kendilerine mühlet vermemiz onlar için daha hayırlıdır. Onlara ancak günahlarını arttırmaları için fırsat veriyoruz. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır." (Âl-i İmrân, 178)

Bir örnek: Biz örneğin gözlüğümüzün üzerine bir damla çay düştüğünde, hemen alıp onu temizliyoruz. Eğer gömleğimize damlarsa, biraz bekletip onu makineye atıyoruz. Eğer halımızın üzerine damlarsa, onu yıl sonuna  bırakıp örneğin bayram temizliği yaparken yıkıyoruz. Demek ki nesnelerin konumuna ve önemine nazaran bizim tavrımız da değişebiliyor. Allah-u Teâlâ da insanların ruhlarının temizlik ve kirlilik oranına göre cezasını çabuklaştırıp veya geciktiriyor.

Burada yeri gelmişken şu hadislere de dikkatinizi çekmek istiyorum:

Resul-i Ekrem (s.a.a): "Mu'min erkek ve kadın, bedeni, malı ve evladı hakkında belaya müptela olur ve o şekilde (ölürse) günahsız bir şekilde Allah'a kavuşur."

İmam Sadık (a.s): "Allah bir kula hayır dilerse, onun (günahlarının) cezasını dünyada çabuklaştırır. Ama bir kulun kötülüğünü dilerse, onun günahlarını kıyamete bırakır ki orada cezalandırılsın."

Resul-i Ekrem (s.a.a): "Hastalık günahları imha eder."

Bir kişi Allah Resulüne (s.a.a): "Benim günahlarımı silip temizleyen nelerdir?" diye sorduğunda şöyle buyurdu: "Gözyaşları, (Allah karşısında) eğilip huzu ve huşu göstermek ve hastalıklar."

İmam Rıza (a.s): "Hastalık, Mu'min için temizlenme ve rahmet vesilesidir, kafir için ise azap ve lanet vesilesidir."

Kudsi bir hadiste ise Allah-u Teala'nın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Bana itaat edenler, benim ziyafetimdedirler; bana şükredenler (nimet ve lütfümün) çoğalmasına, beni zikredenler nimetime mazhar olurlar. Bana karşı günah işleyenleri ise ben, rahmetimden ümitlerini kesmem. Tevbe ederlerse, ben onların dostu olurum, dua ederlerse kabul ederim. Hastalanırlarsa onların tabibi ben olurum, rahatsızlık ve musibetlerle onları tedavi eder ve bu vesileyle onları günahlar ve kusurlardan temizlerim."

Resul-i Ekrem (s.a.a): "Mu'minin günahı çoğalırda, onu telafi edecek bir ameli de olmazsa, Allah onu can sıkıntısına müptela eder ki o günahına keffaret olsun."

Resul-i Ekrem (s.a.a): "Günahlar içerisinde bazı günahlar vardır ki onları ne bir namaz temizler ne de bir oruç." "Ya Resulullah, onu ne temizler?" dediklerinde: "Geçimi temin etme yolunda insanın başına gelen sıkıntı ve üzüntüler." buyurdu."

 

5- Hadislerde diğer amellerin kabulünün namazın kabulüne bağlı olduğu vurgulanıyor. Bütün amellerin kabulünün bit tek amele endekslenmesinin mantığı nasıl izah edilebilir?

 

Cevap: Bunu bir örnekle izah etmeye çalışalım: Bir trafik polisini düşünün; durdurduğu şoförden ehliyet istiyor. Şoför doktorluk diploması, yeşil pasaport, ev tapusu, en yüksek düzeyde ticari belgeler, müctehidlik belgesi vb. insanların önem verdiği en değerli belgeleri de gösterse polis kabul etmez. Sadece ehliyeti olduğu takdirde geçiş izni verir. Kıyamet güzergahından da ancak namaz belgesiyle geçilecektir, bu belge olmazsa hiçbir amel kabul olmayacaktır!

 

6- Kur'ân ve hadislerde bazı amellerin sevabının hesabı olmadığı vurgulanmıştır. Böyle bir şey nasıl olur?

 

Cevap: Evet doğrudur. Örneğin cemaat namazının sevabı hakkında bir hadiste şöyle yer almıştır: "Cemaat imamına bir kişi uyarsa, kılınan her rekâtın sevabı yüz elli namaza denktir. Eğer iki kişi uyarsa, her rekâtın altı yüz namaz kadar sevabı vardır. Uyanların sayısı on kişiye ulaşıncaya kadar namazın sevabı da artar. Sayıları onu geçince, gökler kağıt, denizler mürekkep, ağaçlar kâlem, cinler, insanlar ve melekler yazıcı olsalar, bir rekâtın sevabını yazmaya güç yetiremezler."

Bunu yine bir misalle açıklamaya çalışalım. Siz elimizdeki parmakları düşünün. Tek parmağımızla ancak bir kaç işi yapabiliriz; mesela telefon tuşlarına basabiliriz vs. iki parmakla mesela bir küçük kovayı kaldırırız; üç parmakla daha büyük bir eylemi gerçekleştiririz. Bilahare on parmağa ulaştığında onlarla elle yapılabilecek her türlü işi yapma imkânına sahip oluruz. Dolayısıyla on parmakla yapabileceğimiz işlerin haddi hesabı yoktur.

 

7- Kur'ân'da bazı kimselerden bahsederken onların hayvanlar gibi, hatta daha aşağı oldukları söyleniyor. Bu nasıl olur? Bir insanın hayvandan daha aşağı olması nasıl açıklanabilir?

 

Cevap: Alemde bir taraftan hayvanlardan elde edilen fayda ve menfaatleri, diğer taraftan da bazı insanların sergiledikleri tutum ve davranışları dikkate aldığımızda Kur'ân'da "İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar" (A'râf, 179) şeklindeki benzetmenin ne kadar haklı olduğunu anlamış oluruz. İnsanları giydiği en değeri elbise olan ipek hayvanlardan elde edilmektedir. İnsanların en kıymetli yiyecekleri sayılan, et, süt, bal gibi ürünler de yine hayvanlarda elde edilmektedir. Onlardan yük taşıma vb. birçok işte istifade edilmektedir. Elbise, deri, süt ürünleri üzerine üretim yapan fabrikalar çiftliklerin vs. hepsi, hayvanlara endekslidir. Hayvanlar aldıkları eğitimle birçok işi becerme imkânına sahiptirler. Hatta birçok zararlı sadığımız hayvanların bile birçok hayati faydaları vardır insanlar için. Örneğin zehirli yılanların zehrinden birçok önemli ilaçlar üretilmektedir. Kaldı ki bu hayvanların birçoğu ancak kendilerine yaklaşan kimselere zarar verirler, başkalarına değil. Bir bunları düşünün, bir de akıl gibi bir nimete de ilaveten sahip olan insanı. Bazı insanların değil başkalarına bir menfaatlerinin dokunması, işleri onlara hile yapmak, zulmetmek ve en basit haklarını bile çiğnemekten başka bir şey değil. Sadece kendine yaklaşan kimseyi sokan yılanlar, kendi nefsani hevesleri uğruna dünyanın bir başında durup öbür başındaki binlerce insanı sebepsiz veya sudan bahanelerle yok eden insan kılıklı kimselerden binlerce kez daha hayırlı değiller mi?!

 

8- Neden bazı insanlar gerçekleri göremiyor? Gerçekleri görebilmek için insanda hangi şartların oluşması gerekir gerekir?

 

Cevap: Kur'ân-ı Kerim buyuruyor ki: "Siz takvalı olun ve Allah size (bilmediklerinizi) öğretecektir." Takva insanın Allah'tan sakınarak onun razı olmadığı kötülüklerden kaçınmaktır. Günah, kötülük ve nefsanî hevesler elinde esir olan kimseler nice hakikatleri idrakten mahrumdurlar. Kavim, ırk, mezhep, soy sop, parti vb. şeylerin taassubunu taşıyanların hakikatleri olduğu gibi görebilmeleri mümkün değildir. Kırmızı renkli gözlük takan kimse beyaz şeyleri dahi kırmızı görür. Yeşil gözlük takan kimse, kuru samanı dahi yeşil ot sanır. Baktığımız aynayı temizleyip parlatırsak, her şeyi olduğu gibi gösterir. Kalp aynasını da temizlediğimizi durumda ancak hakikatleri algılayabilir. Kin, haset, kibir, gurur, inat, taassup ve heves kiriyle kirlenmiş bir kalp, aynı bulaşıklı kaplar gibidir. Ona temiz suyu, sütü bile doldursan bulaşır ve fayda yerine zarar verir. Evet, günah kalp aynasını kirleten toz ve lekeler gibidir; hakikati görmeye engel olur.

 

9- Acaba her Müslüman mu'min midir? Yoksa İslam ile iman birbirinden farklı şeyler mi?

 

Cevap: Nasr suresinde insanların grup grup Allah'ın dinine girdiklerinden bahsediyor. Oysa başka bazı ayetlerde dindarlıktan dem vuran ve iman ettik iddiasında bulunan bazılarına "Henüz iman sizin kalplerinize girmemiştir" (Hucurât, 14) hitabında bulunuyor. Buradan anlaşılan şudur ki insanlar dine girdiği gibi din de onların kalbine girmesi gerekir. Evet dindarlığın da aşamaları vardır: Isınma aşması, kaynama aşaması ve pişme aşaması. Isınan ve kaynayan her şey bilahare soğur; ama pişen hiçbir şey yeniden çiğleşmez. Dine girmek kolaydır, şehadeteyni getiren her kese Müslüman denir. Bu ısınma aşamasıdır. Bundan daha yukarısı kaynama aşmasıdır. Resulullah'ın zamanında birçokları aldıkları ilahi mesajların etkisiyle heyecana gelip savaşa bile gidiyorlardı. Ama çok ilginçtir ki Allah-u Teâlâ canlarını bile vermeye kadar ileri giden bu Müslümanlara, "Eğer imanınız varsa, aldığınız ganimetlerin beşte birini humus olarak verin" buyuruyor! Evet niceleri vardır ki şehadeteyni söyler, hatta Resulullah'ın yanında savaşa bile katılabilir, ama mali yükümlülüklerle karşılaştıklarında zaafa düşebilirler! Dolayısıyla Kur'ân 'Şehadet getirmenin, cepheye gitmenin, namaz kılmanın yanı sıra, Allah'ın Resulü'nün ve fakirlerin hakkını da verin' diye telkinde bulunuyor. İşte bu aşamadadır ki iman kalbe girmeye başlar. Bundan dolayı da Kur'ân bazıları hakkında "İşte onlardır gerçek mu'minler" (Enfâl, 4) buyuruyor. Ama bazıları hakkında da şöyle buyurmaktadır: "İnsanlardan bazıları vardır ki (dillerinde), 'Allah'a ve ahiret gününe iman ettik' derler; oysa mu'min değillerdir." (Bakara, 8)

 

10- Kur'ân'ın bazı ayetlerinden "marufa (iyiliğe) emretme ve münkerden (kötülükten) sakındırma"nın bütün mu'minlerin vazifesi olduğu, bazı ayetlerden ise belli grupların bunu üstlenmesi gerektiği anlaşılmaktadır. Bunu nasıl açıklamamız gerekir?

 

Cevap: Bunun cevabı şudur ki her ikisi de doğrudur. Bir araba düşünün ki tek yönlü bir yolda ters istikamette hareket etmektedir. Burada bu kanunsuz hareket eden şahısa karşı iki iş yapılmalıdır. Birincisi o istikamette harekette olan bütün şoförler, seslerini yükselterek, korna çalarak, lamba yakarak adamı uyarmalıdırlar. İkincisi ise trafik polisi şoföre ceza kesmelidir. Kur'ân-ı Kerim de hem bütün Müslümanların genel olarak marufa emir ve münkerden nehiy vazifelerinin bulunduğunu ve bu vazifelerini ihmal etmemeleri gerektiği vurgulamakta: "Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder; kötülükten meneder ve Allah'a inanırsınız…" (Âl-i Îmran, 110)  Hem de (İslam devletinde) bir grubun özellikle bu işle meşgul olup, bütün zamanlarını ona harcamalarını istiyor:  "Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir." (Âl-i Îmrân, 104)

 

11- Kur'ân'da "Allah ancak takvalılardan kabul eder" buyuruyor. Acaba bu, normal insanların veya günahkâr insanların soğumaları ve ümitsizliğe kapılmalarına sebep olmaz mı?

 

Cevap: Takvanın çeşitli dereceleri vardır. Amellerin kabulü için en azından takvanın zaruri ve ilk merhalesinin olması gerekir, o da inatçı olmamak ve hakkı kabul etmeye, yanlıştan geri dönmeye hazır olmaktır. Bundan dolayı da Kur'ân'da bazen takvalı tabiri kullanılırken, bazen de "daha takvalı" tabiri kullanılmıştır. "Allah katında sizin en değerliniz, en çok takva sahibi olanınızdır." (Hucurât, 13) Normal tabir ettiğimiz veya bir çok günahkâr insan da takvanın bir derecesine sahiptirler; aksi takdirde hiç hayır ve iyi bir iş yapmaz ve hiçbir günahtan kaçınmazlardı.    

Saniyen kabul de yine Kur'ân ve hadislerde üç dereceye ayrılmaktadır:  Normal kabul, güzel kabul ve en güzel kabul. Her kesin ameli, sahip olduğu takva ölçüsünde bu kısımlardan birisine girmektedir. Bundan dolayı mükâfatlar da Kur'ân'da adamına, işine ve şartlarına göre farklılık arz etmektedir. Bazı ameller için "iki kat sevap" (Bakara, 265) tabiri kullanılırken, bazı ameller için "kat kat" (Bakara, 245) tabiri kullanılmıştır. Yine bazısı için "On misli" (Enâm, 160) vaad edilirken, bazısı için yedi yüz kat karşılık vaad edilmiştir. Bazı amellerin karşılığının Allah'tan başka kimse tarafından bilinmediği (Secde, 17) vurgulanırken, bazısı için ise "hesapsız kitapsız" (Zümer, 10) tabiri kullanılmıştır. Evet bütün bunlar niyetin ve işin farklılığından kaynaklanmaktadır.

 

12- İnsanoğlunun semavi kitaplara ne ihtiyacı var?

 

Cevap: Bunu bir misalle izah etmeye çalışalım: Dünyadaki bütün fabrikalar, ürettikleri ürünlerin yanında mutlaka bir kullanma kılavuzu da vermektedirler. Sebebi ise o ürünün nasıl kullanıldığını müşteriye izah etmektir. Aksi takdirde ya hiç kullanamaz veya kullanma şartlarını tam bilmediği için kısa bir zamanda onun bozulmasına hatta bir takım tehlikeler doğurmasına bile vesile olabilir. Bu kılavuzları kim hazırlar? Tabi ki o ürünleri planlayan mühendisler ve uzmanlar. Başka birisinin böyle bir kılavuz hazırlama yetkisinin olmadığını her akıllı insan bilir. Şimdi gelelim insan oğluna. Biz insanları da bir yapan-yaratan  vardır. Bahsi geçen ürünlerin kullanma kılavuzunu ancak onu planlayıp yapan kimse bildiği gibi, biz insanların da nasıl yaşamamız gerektiğini ancak bizi yaratan, içimizi dışımızı bilen, bize neyin faydalı ve neyin zararlı olduğundan haberdar olan Allah-u Teâlâ bilir. İşte bize gönderdiği Peygamberler ve kitaplar, saadeti yakalamak için bizim nasıl yaşayacağımızı bize gösteren kılavuzlardır. Bundan dolayı da Allah'tan başka kimsenin insan için kanun koyma yetkisi yoktur. Bundan dolayı Kur'ân'da şöyle buyurmaktadır: "Hiç yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır." (Mülk, 14) Yaşamak için Allah kanunlarından başka kanun arayanlar, örneğin bir bilgisayarın nasıl çalıştığını öğrenmek için bilgisayarın "b"sini bile bilmeyen bir bakkala müracaat eden gibidir!

 

13- Dünyada zorluklara rağmen kaygılardan uzak ve huzurlu yaşayabilmek için ne yapmak lazım?

 

Cevap: Kur'ân-ı Kerim bunun anahtarını şöyle veriyor. "Elinize gelene sevinmeyeceksiniz ve elinizden çıkana üzülmeyeceksiniz." (Hadid, 23) Elimizde olanların bir emanet, dünyanın bir imtihan yeri ve dünya hayatının da bir imtihan vesilesi olduğunu göz önünde bulundurursak, o zaman Kur'ân'ın bu buyruğunu bir yere kadar özümseyebiliriz. Bunu şöyle bir misalle zihnimize yakınlaştırmaya çalışalım. Siz bir banka memurunu düşünün, her gün bir eliyle milyarlarca parayı insanlardan alıp bankanın hesabına geçiyor, bir eliyle de bankadan para çeken müşterilere milyarlarca para ödüyor; ancak ne alırken buna seviniyor ve nede verirken buna üzülüyor! Neden? Çünkü o bunları bir emanet olarak görüyor. Hiçbir zaman kendini onların sahibi olarak görmez, göremez. Eğer biz de gerçekten biraz da olsa kendimize bunu inandırabilirsek, işlerimiz çok kolaylaşır. Zorluklar bizi sarsmaz ve rahatlık ve refahlar bizi azdırmaz. Bir diğer örnek: Bir traktör lastiğinin düz veya engebeli, asfalt veya toprak yolda hareket etmesi onu fazla etkilemez; ama bir taksiyi veya bir motoru veya bir bisikleti düşünün; her biri diğerine nazaran daha fazla etkilenmektedir. Bir gülün üzerine bir serçe kuşu dahi konduğunda sallanmaya başlar. Ama kalın gövdeli bir ağacı düşünün; serçeden de çok çok büyük kuş veya hayvanların üzerine konmalarıyla ve çıkmalarıyla fazla etkilenmez. Evet, ruhu yüce ve göğsü geniş Allah dostları da dünyanın zorluklarına karşı son derece tahammüllü ve sabırlıdırlar ve sükûnet ve vakarlarını asla yitirmezler.    

Hz. İmam Hüseyin (a.s) o kadar çetin musibetlere rağmen, Aşura gününde meydanın ortasında durup huşulu ve huzurlu bir namaz kılabiliyorsa, bu yakini ve dünya görüşünün eseridir. Rabbim hepimize öyle bir dünya görüşü ve öyle bir yakin ve basiret inayet buyursun. Amin!

 

14- Neden İslam'da ameller niyetlere göre değerlendirilmekte ve amellerin kabulü ihlas ve Allah'a yakınlık kasdına bağlanmıştır?

 

Cevap: Çünkü insanlar arasında dünyevi işlerde dahi amellerin değeri, onlardaki niyetlere göre değerlendirilmektedir. Şu örneklere dikkat edin: Ameliyat yapan cerrah doktorlarda göğüs yarıyorlar, bıçak çeken kabadayılar da. Ancak insanlar, bunarlın birisine hizmet diyor, diğerine cinayet. Birisine para veriyor, diğerini cezalandırıyor. Aynı doktorun yaptığı iş, bir kere sadece ve sadece para kazanmak için yapıyor; nitekim para eksik bile olduğunda hastanın hayatının riske girmesi onu o kadar da ilgilendirmiyor. Ama bir kere de bir insanı kurtarmak için yapıyor. Yine bu ikisi insanların gözünde hiçbir zaman aynı görülmez.

Bir başka örnek: Mesela dört kişi düşünün ki çeşitli nedenlerden dolayı su içmiyor. Birisi susamadığı için su içmiyor; ikincisi küstüğü için içmiyor, üçüncüsü dördüncü şahıs benden daha çok susuzdur, ona verin içsin diyor. Yapılan işlem hepsinde aynıdır; ancak niyetler farklı olduğu için insanlar tarafından aynı değerlendirilmiyor. Paralarda gerçek parayı sahtesinden ayıran içinde bulunan ince bir teldir. Evet, insanla Rabbi arasında muhkem bir bağ olması gerekir, o da ihlâs ve takarrup niyetidir. Eğer o bağ olmaz veya koparsa, insanla Rabbinin arasında ilişki kesilir ve amel kabul olmaz.

 

15- Kur'ân'da iyi işlerin karşılığını on beraber olarak zikretmektedir. Acaba bu, her yapılan iyi iş için geçerli mi?

 

Cevap: Kur'ân'da geçen tabir şöyledir: "Kim iyi işi kendisiyle getirirse, onun on katını alacaktır." (En'âm, 163)  Dikkat edilirse, "yaparsa" değil "getirirse" tabiri kullanıyor. Kim iyi amelini kıyamete getirebilirse, her iyiliğe on kat karşılık alacaktır. Evet maksada ulaştırılan malın değeri vardır; ama eğer bir mal yolda kalır, haramilerce yağma edilir veya herhangi bir afetle yok olursa, bu malın sahibine ne faydası olabilir ki?! Evet yapılan bir çok iyilik, bir takım afetlerle yok oluyor. Ya işin başında riya ve niyet bozukluğundan yok oluyor; ya işin ortasında "ucb" ve kedini beğenmişlikten dolayı amel bozulup yok oluyor; yada ameli yaptıktan sonra, taptığımız bazı günahlarla hayır amellerimizi yok ediyoruz.

 

16- Neden ölümden korkuyoruz?

 

Cevap: Bir şoför yola çıktığında ne zaman korkar acaba? Benzini ve azığı olmadığında veya az olduğunda ve yolda kalabileceği endişesi taşıdığında, kaçak mal taşıdığında, fazla yük vurduğunda, evrak eksiliği olduğunda, aşırı sürat yaptığında, yolu iyi tanımadığı ve yolu kaybedeceği endişesi taşıdığında, yolu doğru düzgün tanımayan kılavuzlar seçtiğinde, gideceği yerde önceden kalacak uygun bir yer hazırlamadığında ve yanında yaramaz arkadaşları olduğunda korkar, endişelenir. Ama yeterli benzini ve azığı olan, kaçak mal taşımayan kaçak veya aşırı yük yüklemeyen, evraklarında eksik olmayan, aşırı hız yapmayan, yolu iyi tanıyan, gideceği yerde önceden kedisine uygun yer ve arkadaşlar hazırlamış olan ve yanında kendisine zorluk çıkaracak arkadaşları olmayan bir şoför neden korkup kaygılansın ki?

Aynı şeyler ahiret yolculuğu için de geçerlidir. Evet ölüm sonrası için gereken manevi azığı toplamış olan, yanlış ve İlahi kanunlara aykırı bir iş yapmayan veya yaptıysa da yanlışını düzeltip telafi eden, yolu iyi bilen veya dürüst ve yolu iyi tanıyan kılavuzlar seçen, kendine uygun, dürüst ve salih arkadaşlar seçen, hareketi kurallara uygun olan, taşıdığı manevi ve imanî evrakta eksik olmayan ve gideceği yerde kendisine yerleşecek uygun yeri (cenneti) hazırlayan bir kimse niye ve neden korksun ki? Bundan dolayıdır ki Allah'ın veli ve Salih kulları ölümden hiçbir korkuları olmaz. Rabbim bize de böyle bir hazırlığı nasip buyursun inşallah. Amin.

 

17- Neden bazı dualar kabul olmuyor?

 

Cevap: Düşünün bir uçağa, uçak benzini yerine mazot veya su doldurursak hareket eder mi? Veya Bezinle çalışan bir arabaya mazot doldurursak vs. Evet midesi haram lokmayla dolan bir kimsenin de duası kabul olmaz. Bir hadisi-i şerifte şöyle buyuruyor: "Kim duasının kabul olmasını istiyorsa, kazancını temiz kılsın. Helalden kazanmaya çalışsın." Kaldı ki dua Allah'tan hayır dilemektir; oysa bir çok istediğimiz şey hayır değildir ve biz onun hayır olduğunu zannediyoruz.

 

18- Dua kitaplarında insanın çeşitli zamanları için özel dualar zikredilmiştir. Aylar, haftalar, günler, hatta bazı saatler için özel dualar… Bunun anlamı nedir acaba? İslam bizim durmadan duaya meşgul olmamızı mı istiyor? O zaman iş güç ve maişet derdi ne olacak?

 

Cevap: Bunu biz misalle açıklamaya çalışalım. Siz yolcu terminaline gittiğinizde tabloda şöyle yazıyor, saat sekizde, şu özelliklere sahip arabamız hareket edecektir, saat dokuzda şu, saat onda şu, on birde ş; bilahare günün her saati için araba olduğunu ve gidecek arabanın özelliklerini okuyorsunuz. Tablodaki bu açıklamanın manası bu değildir ki bütün insan bütün saatlerde yolculuk yapsınlar. Manası şudur ki kim hangi saatte hareket etmek istiyorsa, durumu hangisine uygunsa, o saate gidebilecek imkana ve vesileye sahiptir. Duada da belki de amaçlanan şey, her kes hangi saate dua etmek isterse, kendisine ve o saate uygun dua vardır. Kaldı ki bazı kısa dua ve zikirler vardır ki insanın iş yapmasına da engel değildir. İnsan işi yaparken dua ve zikre de meşgul olabilir.

 

19- Acaba Allah'ın, hayattaki iyi veya kötü, tatlı veya acı olaylarda ne kadar rolü vardır?

 

Cevap: Allah-u Teâlâ Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurmaktadır: "Sana ulaşan iyilik, Allah'tandır ve sana ulaşan kötülük kendindendir." (Nisâ, 79) Yer küresi kendi ekseninde ve güneşin etrafına dönerken, bir yanı aydın olurken diğer bir yanı karanlıktır. Aydınlığı güneştendir, ama karanlığı kendisinden. Allah-u Teâlâ üzümü yaratmıştır, ama onu şaraba çevirip binlerce felaket ve hastalığa yol açan insanın kendisidir. Allah-u Teâlâ insana güç vermiştir; ama bu güçten yanlış yolda istifade edip zayıflara darbe vuran yine insanın kendisidir. Allah insana akıl nimeti vermiştir; ama bu nimetten su-i istifade edip başkalarına hile yapan, onları aldatan yine insanın kendisidir. Demek ki Allah'tan olan her şey iyidir, iyiliktir; ama kötülükler bizim kendimizden kaynaklanmaktadır.

Bir başka örnek: Elektrik santralinden kablolar kanalıyla elektrikle çalışan malzemelere, yanan lambalara ulaşmaktadır. Elbette oradan gelen güçtür, enerjidir; dolayısıyla da iyidir, güzeldir. Ancak bu iyi olan şeyi biz kendi elimizle kötülüğe dönüştürebiliriz; mesela o akımı bir inanın vücuduna verip öldürürsek, bu elektriğin veya elektrik akımını meydana getirenin suçu değildir, onu kötüye kullananın suçudur.

 

20- Dünyaya gelip de bu zorlukları çekmek istemeyen birisini Allah neden yarattı?

Cevap: Aziz kardeşim, bu soru herhalde insanın serbest yaratıldığı, ilkesinden hareketle "Madem insan hür iradeye sahiptir, o halde neden Allah bu dünyaya gelmek istemeyen kimseleri de yaratmıştır?" diye sorulmak isteniyor herhalde.  Bunun cevabı şudur ki, yukarıdaki varsayım esasen külli olarak doğru değildir. Yani insanın mutlak hürriyeti doğru değildir. Evet insan yaratıldıktan sonra, teşrii iradeyle ilgili konularda, yani ilahi teklifleri yerine getirip getirmemede hürdür. İsterse yapar, istemezse yapmaz. Ama tekvini iradeyle ilgili konularda böyle bir hürriyet ve serbestlik söz konusu değildir. Örneğin insan istese de istemese de acıkır; istese de istemese de susar, uykusu gelir, ihtiyarlar vs.  Hilkat ve yaratılışın aslında da durum böyledir. Allah-u Teala kimi yaratıp yaratmayacağını onun kendisine soracak değildir. O maslahat görürse yaratır. Bunun da hiçbir akli mantıki sakıncası yoktur.  Vücut hayırdır, ve Allah'tan da ancak hayır sadır olur. O mutlak feyiz verendir.  Feyiz ve hayır veren bir kimseye,  sen neden bunu yapıyorsun denilmez.  Evet eğer yarattıktan sonra, yaşama, kemale ve saadete ulaşabilme imkanlarını ondan esirgeseydi, bu haksızlık ve zulüm olurdu ki öyle değildir.

   

21- Kur'ân-ı Kerim namazın insanları kötülük ve çirkinliklerden koruduğunu vurgulamaktadır. Peki, neden bazı namaz kılanlar kötü işler de yapıyorlar?

 

Cevap: Evvela çürük ve içi boş çekirdek hiç bir zaman yeşermez. Kalp teveccühü olmadan kılınan namaz içi boş çekirdek gibidir. Kötülüklerden koruyan namaz, şartlarıyla kılınan ve kalbi teveccühle birlikte olan namazdır; yoksa sadece dudakların hareket ettiği eğilip kalkmada bu bir özelliği yoktur. Üniversite veya medrese insanın bilimde ilerlemesine ve yüksek ilmi derecelere ulaşmasına vesile olur dendiğinde, bunun anlamı her üniversiteye gidenin bunu kazanacağı anlamına gelmez. Üniversiteye giden bunu ancak ciddiyet gösterip ders okuduğunda ve okuduğu her şeyi kavradığında kazanabileceği demektir. Namazda ancak belirlenen şartları ve kurallarıyla kılınırsa insanı kötülüklerden alıkoyar. "Hiç şüphesiz namaz, hayâsızlık ve kötü olan şeylerden alıkoyar." (Ankebût, 45)

Saniyen namaz kılan kimse gerçi bazen kötü şeyler de yapmış olsa, hiç namaz kılmayana göre yanlışları ve kötülükleri daha azdır. Çünkü namaz kılan kimse, nazmının doğru olabilmesi için, bazı şeylere riayet etmesi gerektiğini biliyor. Örneğin elbisesinin temiz olması gerektiğini, elbisesinin ve namaz kıldığı mekânın gasbedilmiş olmaması gerektiğini, aynı aldığı abdest suyunun temiz ve gasbî olmaması gerektiğini biliyor. Şer'î hükümlerin bu kadar bile riayet edilmesi, namaz kılan kimseyi bir takım kötülüklerden uzaklaştırır. Nasıl ki bir kimsenin beyaz elbise giymesi onu toprak bir yere oturmasına engel oluyor.

 

22- İyiliğe emretme ve kötülüklerden nehyetmenin İslamî bir vazife olduğunu hepimiz biliyoruz. Peki, yapılan emr-i maruf ve nehy-i münkerin etkili olmadığını gördüğümüzde vazifemiz nedir?

 

Cevap: Evvela eğer insanın kendisinin sözleri etkili değilse ve başka birisinin daha etkili olabileceğini düşünüyorsa, ondan bu işi yapmasını istesin. Hz. Musa Fravun'atebliğ etmekle görevlendirildiğinde, Allah-u Teâla'dan kardeşi Hz. Harun'u daha fasih ve etkileyici konuştuğu için, kendisine yardımcı vermesini istiyor. Kur'ân'da Hz. Musa (a.s)'ın dilinden bunu şöyle naklediyor: "Kardeşim Hârun var ya, o benden lisanca daha etkilidir/benden daha güzel konuşur. Onu da benimle yardımcı olarak gönder ki beni tasdiklesin…" (Kasas, 34) Saniyen, bazen bir defa etkili olmayabilir, ama eğer değişik şekillerde ve değişik üsluplar kullanılarak tekrar edilirse belki etki yapar. Nasıl ki bazen ağaca bir defa balta vurmakla kesilmez, ama darbeler tekrarlanırsa kesilir. Kur'ân-ı Kerim de şöyle buyuruyor: "Biz, gerçeği, Kur'ân'da türlü biçimlerde ifade ettik ki, düşünüp anlayabilsinler…" (İsrâ, 41) Salisen, belki de etkili olmayışı bizim yanlış üslubumuzdan da kaynaklanabilir. Evet iyiliğe emretme ve kötülükten sakındırmanın bir takım şartları ve kuralları vardır ki onları mutlak dikkate almamız gerekir. Her münkerle farklı biçimlerde mücadele etmek gerekir. İnsanın elbisesi, üzeri bazen toz toprakla kirlenmiş olabilir bazen de baca karakurasıyla. Her ikisini temizlerken aynı yöntem kullanılırsa, yanlış sonuç alınır. Birincisini temizlerken silkerek, vurarak temizlememiz gerekirken, ikincisini üfleyerek temizlememiz gerekir. Eğer ikincisinde de elimizle temizlemeye kalkışırsak, hem elimiz siyahlaşır hem de elbisemiz. Kur'ân-ı Kerim de "Evlere kapılarından girin" (Bakara, 189) Yani her eve kendine has kapısından girmek gerekir. Rabien, insanları yanlışlarından ve haramlardan alıkoymaya çalışırken, doğru ve helal yolu da onlara göstermek gerekir. Kur'an-ı Kerim Hz. Lut (a.s) hakkında şöyle buyuruyor: "Lût'un kavmi koşarak onun yanına geldi. Bunlar daha önce de kötülükler yapmışlardı. Lût dedi ki: "Ey toplumum! İşte şunlar kızlarım. Onlar sizin için daha temiz. Allah'tan korkun da misafirlerim önünde beni rezil etmeyin…" (Hud, 78) Evet Lut (a.s) bir taraftan evine gelen misafirlere yanlış yapıp onlarla haram olan meşhur çirkin işlerini yapmak isteyen kavmini, bu çirkin ve haram fiillerinden sakındırırken, diğer taraftan helal olan yolu onarla göstermekten geri durmuyor (kızlarıyla evlenmelerini öneriyor).

 

23- Resulullah (s.a.a)'ın risalete seçildiğinde insanlara şöyle buyurduğu nakledilmiştir: "KÛLÛ LÂ İLÂHE İLLALLAH TUFLİHÛ." Yani 'Allah'tan başka bir ilah yoktur' söyleyin ki kurtuluşa eresiniz." Acaba bir "La İlahe İllallah" söylemekle insan nasıl kurtuluşa erebilir?

 

Cevap: Allah Resulü'nün bu sözden maksadı, sadece dilde kuru bir La ilahe illallah söylemek değil; tevhide inanmak ve gerçekten Allah'tan başka bir mabudun olmadığına yakin etmektir. Hadisin orijinalinde geçen "TUFLİHÛ" kelimesi felahet kökünden kurtulmak anlamı taşımaktadır. Araplar çiftçiye "Fellâh" (kurtaran) diyorlar; çünkü tohumun topraktan kurtulmasını sağlamaktadır. Bir tohumun toprak altından kurtulması ve başını dışarıya çıkarabilmesi için, üç aşamadan geçmesi lazım: a) Kökünü toprağın derinliklerine doğru sürmesi, b) Yerdeki minareleri emmesi c) Üzerindeki toprağı kenara itmesi. İnsanoğlu da tevhid atmosferinde yer alabilmesi için, bir taraftan inançlarını sağlam ve delilli mantıklı temellere oturtmalı, bir taraftan var olan bütün imkanlardan manevi ilerlemesinde yararlanmalı ve diğer taraftan da önündeki ilerleme engellerini ortadan kaldırmaya çalışmalıdır. İşte o zaman kurtuluşa ermesi kaçınılmazdır.

 

24- Kumeyl duasında "Senin azabına sabretsem de ayrılığına sabredemem" deniyor. Böyle bir şeyin tasavvuru mümkün mü acaba?

 

Cevap: Bir anne düşünün ki çocuğu uzak bir yerde bulunuyor. Anne çocuğunu görmek için kar kış demeden, bütün zorluklara katlanıp onun bulunduğu yere gidiyor. Ama oraya vardığında diyorlar ki çocuğun buradan başka bir yere gitmiş. Anne feryad ediyor ki bütün bu zorluklara tahammül ederim, ama yavrumdan ayrılığa nasıl tahammül edebilirim? Demek ki mümkündür. Allah dostlarının Allah sevgisi annenin evladına olan sevgisinden çok daha şiddetlidir. Öyle ki gerektiğinde seve seve evlatlarını bile ona kurban verebiliyorlar! Bir de evliyanın efendisi Hz. Emir-ül Mu'minin Ali (a.s)'ı düşünün. Bunları dikkate aldığımızda yukarıdaki cümle hiç de yadırganmamalıdır. Bu tür şeyler bizim ruh halimize biraz uzaktır o başka. Rabbim bizim de yüzümüze o âlemlerde küçük de olsa bir pencere açsın. Amin. 

 

25- İnsanda bulunan içgüdülere, ezcümle cinsel içgüdüye karşı nasıl bir tutum izlemeliyiz?

           

Cevap:  Bu içgüdüleri insanda koyan Allah-u Teâla'dır. Dolayısıyla onları ezmeye ve etkisiz hale getirmeğe çalışmak yanlış ve mantıksızlıktır. Yapılması gereken onların kontrol edilmesidir. Bu içgüdülerin korunması insanın korunması, yaşamına devam etmesi ve ilerlemesi için bir zorunluluktur. Eğer yeme içgüdüsü ve mide olmazsa, insan açlıktan ölür. Eğer gazap ve öfke içgüdüsü olmazsa, insan kendisini savunamaz. Şehvet ve cinsel içgüdü olmazsa, insan nesli yok olur. Ancak bu içgüdüleri sağlıklı bir şekilde doyurmak gerekir. Bunu yine bir örnekle açıklamak istersek, içi dolu bir gaz tüpüne benzetebiliriz. Örneğin uygun bir kanalla gaz kapsülden gaz ocağına, şofbene, lambaya vs. intikal ettirilirse, onun hararet ve ışığından güzel bir şekilde istifade ederiz. Ama eğer kontrolsüz bir şekilde istifade etmeğe çalışırsak, o zaman patlama ve yangın gibi büyük tehlikeleri peşinden getirir. Bir kadının süslenme arzusu, onun içine koyulmuş bir içgüdüdür. Eğer bu istek ve arzu ev içinde tatmin edilirse, hem bu içgüdü ihtiyacını karşılamış olur, hem de aile hayatını pekiştirir ve çiftlerin mutluluğuna mutluluk katar. Ama eğer bu arzu ve istek ev dışına taşınırsa, başka ailelerin sarsılmasına ve nice fitne ve fesatlara yol açar. Ayrıca henüz evlenme imkânı bulmamış nice insanları tahrik yoluyla fesat ve kötülüklere sürekler veya en azından bir çok ruhi buhranlara ve hastalıklara yol açar. Bu önemli hususa dikkat etmeyen toplumlardaki sayısız fesatlar, hayâsızlıklar, tecavüzler, yuvaların yıkılışı, intiharlar, tehditler, evden kaçmalar, cinsel ve psikolojik rahatsızlıkların bu tür kontrolsüz davranışların kötü sonuçları olduğunda hiçbir akıllı ve insaflı insan tereddüt etmez. Diğer içgüdülerde de durum bundan farklı değildir.

 

26- İnsan serbest mi yaratılmış, yoksa mecbur mu? Eğer serbest ve hür olarak yaratılmış ise, bu serbestlik ve hür iradenin sınırı nereye kadardır?

 

Cevap: Gerçi bazı kimseler "insan hür iradeye sahip olduğunu zannetse dahi, mecbur yaratılmıştır ve kendisinde hiçbir serbestlik ve iradesi  söz konusu değildir" deseler de insanın serbest ve irade sahibi olduğu tartışma götürmez bir gerçektir. İnsanın hürriyet ve serbestliğini gösteren bir çok delil vardır ki bunlardan sadece bir kaçına değinmekle yetiniyoruz: a) her insan bazen bir iş yapmak istediğinde tereddüt yaşar ve yapsam mı, yapmasam mı diye şüpheye düşer. Bu şüphe ve tereddüdün insanda meydana gelişi onun seçme gücüne ve hür iradeye sahip olduğunu gösterir, aksi takdirde böyle bir tereddüde kapılmasının bir anlamı olmazdı. b) Bazen de insanlar yaptıkları bazı işlerden dolayı birbirlerini eleştiri yağmuruna tabi tutmaktadır. Bu da yine insanın seçmede serbest olduğunu ve istediğinde söz konusu fiili terk edebileceğini göstermektedir. c) Bir çok zaman insan önceden yaptığı bir takım işler ve takındığı bir çok tavırdan dolayı pişmanlık duyar. Bu pişmanlık onun serbest ve hür olduğunu ve istediği takdirde o fiilileri yapmayabilir olmasının bir delilidir: Nitekim duyduğu pişmanlık ve "Keşke yapmasaydım" deyişi de bunun bir delilidir.  d) Bütün insanlar, çocuklarını eğitmeye çalışmakta veya eğitilmesi için onları eğitimcilere, öğretmenlere teslim ediyorlar. Bu da yine insanın seçme gücüne sahip olduğunu ve bir takım yanlış ve kötü işleri bırakıp iyi  işlere yönelebileceğini ve doğru istikamette hareket edebileceğini ve anne babanın da buna yürekten inandığını göstermektedir. Aksi takdirde bu işin maddi ve manevi zorluklarına katlanmazdılar. Evet bu şüphe, eleştiri, pişmanlık ve eğitim, insanın hür iradeye sahip odlunun apaçık delillerdir. Kaldı ki özgür olmak ve istediği şeyi yapabilme imkanına sahip olmak, sadece insan değil hatta hayvanların dahi her zaman arzuladığı bir şeydir. Düşünün bir kafese konulan bir kediye dünyanın en lezzetli yemekleri dahi verilse, yine de rahatlamaz ve sokakta, caddede en basit yiyecekleri yiyip serbestçe dolaşmayı, kafes içinde yiyeceği en güzel yemeklere tercih eder. Yine düşünün insan cennette serbest ve hür olmasaydı, bundan hoşnut olur muydu)?  Nitekim mu'minler cennette gireceklerinde, serbest olacakları için Allah'a şükrederler: "Onlar (cennet ehli): Bize verdiği sözde sadık olan ve bizi, dilediğimiz yerinde oturacağımız bu cennet yurduna vâris kılan Allah'a hamdolsun… derler." (Zumer, 74) Bununla birlikte insan Allah'ın kuludur ve onun emir ve nehiylerine itaat etmelidir. Eğer insanın serbestliğinin bir sınırı olmaz ve insan yetkisini nefsinin veya şahsi arzularının veya başkalarının isteklerine teslim ederse, helaket ve bedbahtlık deresini yuvarlanmış olur. Evet özgürlük ve serbestlik İlahi emirler ve akıl çerçevesinde işlemelidir ki başkalarının özgürlük ve serbestliğine engel olmasın.

 

27- Neden Allah-u Teâlâ, içinde zerre kadar bile gösteriş ve riya olan amelleri kabul etmeyecektir?

 

Cevap: Kudsî bir hadiste Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Ben en iyi ortağım. Kim hem benim için, hem de başkası için amel ederse, ben kendi payımı öbür ortağa devrederim ki onun için amel eden kimse, mükafatını ondan alsın!" (Vesâil-üş Şia, c.1, s.72) Evet herhangi bir şeyi veya herhangi bir kimseyi Allah'ın yanında ona ortak koşmak, Allah-u Teâlâ'ya hakaret sayılır. Düşünün bir kimse size "Ben sizi ve filan taşı seviyorum" derse, bu size hakaret sayılmaz mı? Yine size "Hazırladığım yemekten hem sizin yiyin hem de kedim yesin" derse, bunu kendinize karşı yapılmış bir saygısızlık ve küstahlık olarak algılamaz mısınız? Kadı ki Allah-u Teâlâ'nın insana verdiği emir ve nehiylerden maksat, insanın kedisinin ilerlemesi ve kemale ermesidir. Şirk ve gösteriş ise insanın gerilemesi ve bedbaht olmasına sebeptir. Eğer bir fare, bir tencere yemeğin içerine düşerse, o yemeğin hepsi pislenir ve artık kimse onu yemeğe yanaşmaz. Bir arkadaş şöyle diyordu: Bir gün uçakta olduğumuz bir sırada, uçağın hareketinden önce aniden uçakta olan bütün yolcuları ve eşyalarını dışarıya çıkardılar. Sebebini sorduğumuzda, "Uçağın içerisine bir fare sızmıştır" dediler. "Peki bir fareden ötürü bu kadar yolcu neden dışarıya çıkarıldı?" dediğimizde "Çünkü dediler, fare uçağın kablolarını çiğneyip uçağın arızalanmasına veya uçağın havaalanıyla bağlantısının kopmasına yol açabilir!!" Evet şirk ve riya faresi de ihlas kablosunu çiğneyerek kul ile rabbi arasındaki kulluk bağını koparır!!

 

28- Allah kulların namahrem midir ki, namazda kadınların ve erkeklerin bedenlerini örtmeleri emredilmiştir?

 

Cevap: Elbise giymek her zaman namahremlikten dolayı değildir. Bazen edep ve saygının bir göstergesidir. İnsanlar kendi evlerinde genellikle sade elbiseler giymeği tercih ederler. Ama evlerine bir misafir geldiğinde, kâmil ve münasip bir elbise giymeği yeğlerler. Bir merasime, mesela düğüne gitmek istediklerinde, daha da kaliteli ve daha düzgün elbiseler giymeğe yeltenirler. Bütün bunlar, misafirler ve davetlilere karşı edep, saygı ve hürmetin bir ifadesidir. Evet, namazda Allah'ın huzurunda durmak da ona münasip ve kamil bir elbiseyi giymeği icap eder.

 

29- Ruhumuzun büyümesi ve kapasitemizin genişlemesi için ne yapmalıyız? Öyle ki artık yaptığımız hayır ameller bizi ucb ve gurura sevk etmesin; dünyanın zorlukları bizi tahammülsüz hale getirmesin?

 

Cevap: Hz. Emir-ül Mu'minin Ali (a.s) takva sahiplerini şöyle tarif etmektedir: "Yaratıcı onların gözünde büyüdüğü için, başka şeyler onların nazarında küçülmüştür. Siz yeryüzünde bulunduğunuzda küçük bir arsa bile sizin gözünüzde büyük gözükür. Ama bir uçağa bindiğinizi düşünün; uçak havalandıkça o arsa da dâhil her şey yukarıdan sizin gözünüze küçük gözükür, ne kadar daha yükseklere çıkarsa, o derece daha çok küçülür. Öyle ki bazı şeyler artık tamamen gözden kaybolur ve görünmez hale gelir. Biz eğer bankaya yatırılan onca parayı düşünürsek, kendi yatırdıklarımız bize önemsiz hale gelir. Eğer biz Kur'ân'ın tabiriyle bütün varlıkların Allah'ı tesbih ettiğini düşünürsek, o zaman kendi yaptığımız üç beş ibadet bizi gurura ve kendini beğenmişliğe sevk etmez. Hâşâ Allah'ı kendimize borçlu çıkarmaya çalışmayız. Eğer dünyada bulunan uçsuz bucaksız kütüphaneleri düşünürsek, uç beş kitabı okumakla fiyaka satmaya kalkışmayız! İmam Zeyn-ül Âbidin (a.s)'a "Neden bu kadar ibadet ediyorsunuz?" denildiğinde, "Benim ibadetim nere, Emir-ül Mu'minin Ali (a.s)'ın ibadeti nere?!' Allah-u Teâlâ Kur'ân'da Resulullah (s.a.a)'e buyuruyor ki geçmiş Peygamberlerin çektiği zorlukları hatırla ki kendi çektiğin zorluk ve sıkıntılar sana kolay gelsin. Evet, biz de eğer yol giderken sürekli arkamıza bakıp durursak, o zaman "Amma da yol gelmişim" diye gururlanır ve yol yürüme azmimiz azalmış olur. Ama eğer arkamıza değil, önümüzdeki geri kalan yola bakarsak, o zaman bir taraftan gururlanmayız, bir taraftan da "Daha gidecek çok yolumuz var" deyip yola daha bir kararlılıkla devam ederiz. Bu örnekleri daha da çoğaltmak mümkündür.

 

30- Bazı hadislerde "Allah'ın bağışlamayacağı günahlardan birisi de küçük günahlardır" buyuruyor. Bunu nasıl izah edebiliriz?

 

Cevap: Zahiren bunun sebebi şu olsa gerek ki insan büyük günahlarda günahın önemine vakıf olduğu için, onun rahatsızlık ve ıstırabını duyup bir an evvel tevbe etmeye yöneliyor. Ama küçük ve önemsenmeyen günahlarda insan fazla mahcubiyet ve ıstırap hissetmediği için, tevbeye yönelmiyor; hatta onu tekrarlamaya gün geçtikçe daha da cüretkar hale geliyor. Dolayısıyla da günah için bağışlanma zemini oluşmuyor. Biz insanlar arsında da durum farklı değildir. Birisine az bir borcu olan bir kimse, alacaklıya gelip de "Senin benden bir talebin söz konusu değildir; alacağın şu az miktarın da ne önemi ve değeri vardır ki?" derse, alacaklı kimse bu adamı asla affetmez ve az bile olsa alacağını tahsil etmeye çalışır ve bir daha da ona borç vermez. Tam tersine yüklü bir borcu olduğu halde, alacaklıya gelip de borcunu geciktirdiği için ondan özür dilerse, alacaklı ona uygun bir mühlet tanır veya hatta borcunu affedebilir de! Evet, az bir borç küstahlıkla birlikte olduğu için, insanlar tarafından affedilmiyor, ama yüklü borç, özür ve tevazuyla birlikte olduğu için kolayca affedilebiliyor veya mazur görülüp telafi fırsatı tanınabiliyor. Bir başak örnek verelim. Birisi kavga sırasında öfkelenip de sizin kafanıza büyük bir taşla vurup, ama daha sonra pişmanlık duyar ve gelip sizden samimi bir şekilde özür ve af dilerse, onu kolayca affedebilirsiniz. Ama bir adam düşünün, eline küçük bir fiske alıp sizin kafanıza vuruyor ve siz "niye böyle yaptın" diye itiraz ettiğinizde "Canım küçücük bir fiskeydi, ne olacak yani, öldünüz mü?!" diye küstah bir cevap verirse, siz asla böyle bir kimseyi bağışlamazsınız. Neden? Sahip olduğu küstahlık ve umursamazlıktan dolayı…


 

 

31- Her halükarda Allah'ı hatırlamanın anlamı nedir ve Allah'ı sürekli ve her şeyde ve her yerde hatırlamak neden bu kadar önemsenmiş ve üstelenmiştir?

 

Cevap: Hadislerde buyruluyor ki: "Her işin başlangıcında "Bismillah" söyleyin. Hatta eğer sofrada yemek değiştirdiğinizde "Bismillah"ı tekrarlayın. Hatta bazısında her lokmayı alındığında dahi "Bismillah" söylenmesi tavsiye edilmiştir. Evet siz bir fabrikayı, bir firmayı düşünün. Firma ürettiği bütün ürünlerine kendi etiketini yapıştırmakta, kendi ismini, armasını kazımaktadır, hatta o ürünlerin yerleştirildiği kartonlara, taşındığı araçlara dahi. Her ülkenin bayrağı, hem o ülkenin dairelerinde, müesseselerinde, masaların üzerine konmakta, hem resmi dairelerin üzerine asılmakta, hem de uçak ve gemi gibi taşıt araçlarının üzerine. Evet Hakk'a inanan ve ona tapan kimsenin de küçük-büyük bütün işlerinde ve hareketlerinde onun rengi ve etiketi olmalıdır. Bakın tevhid kahramanı Hz. İbrâhîm (a.s)'ın dilinden Kur'ân-ı Kerim ne buyuruyor?: "De ki: Şüphesiz benim namazım, kurbanım, hayatım ve ölümüm hepsi âlemlerin Rabbi Allah içindir." (En'âm, 162) Yine Allah-u, Teâlâ Resulullah (s.a.a)'e hem risâletini Allah'ın adıyla başlatmasını emrediyor: "Yaratan Rabbinin adıyla oku." (Alak, 1) Hem de başladığı her işte Rabbine yönelmesini, her şeyi onun için ve onun adıyla gerçekleştirmesini buyuruyor: "Boş kaldın mı hemen (başka) işe koyul; * Yalnız Rabbine yönel." (İnşirâh, 7-8)

 

32- Kur'ân-ı Kerim'de geçen bir ayetin zahirinde çelişki var gibi gözüküyor; ayet şöyledir: "Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar da vardır. Onlardan sakının. Ama affeder, kusurlarını başlarına kakmaz, kusurlarını örterseniz, bilin ki, Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir." (Teğâbun, 14) Görüldüğü gibi bir taraftan 'Sizin eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar vardır; onlardan sakının' buyururken, devamında onların affedilmesi, kusurlarının bağışlanması emrediliyor. Bu zahiri çelişkiyi nasıl halledebiliriz?

 

Cevap: Ayetin nazil olma sebebini dikkate aldığımızda, çelişki gibi gözüken durum ortadan kalkmış olur. Ayetin nüzul sebebinde şöyle nakledilmiştir: "Allah Resulü (s.a.a) Mekke'den Medine'ye hicret ettiklerinde, iman eden Müslümanlarda Allah Resulü ile birlikte hicret ettiler. Ancak bazı Müslümanlar, eşleri ve çocuklarının muhalefetiyle karşılaştılar. İşte bu sırada ayet nazil olarak "Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar da vardır. Onlardan sakının" diye emredildi. Bunun üzerine muhacir Müslümanlardan bazısı hatta tevbe ettikleri takdirde dahi eşleri ve çocuklarını kabul etmeyeceklerine dair kara aldırlar. Ama Allah-u Teâlâ onların bu tavrının yanlış olduğunu ve tevbe edip dönüş yaptıklarında onların geçmişlerini görmemezlikten gelip onları affetmelerini tavsiye etmekte ve bunun onlar için daha güzel olduğunu ve Allah'ın da onları bağışlayacağını ve rahmetine mazhar kılacağını beyan buyurmaktadır.

 

33- Neden Allah-u Teâlâ yanlış yapan, günah işleyen kimselerin önünü almıyor ve onlara mühlet ve fırsat veriyor?

 

Cevap: Bir ülkenin su ve elektrik kurumu, bütün evlere su ve elektrik dağıtıyor. Ancak ev sahipleri bu su ve elektrikten sağlıklı ve iyi istifadeler de yapabilirler, kötü istifadeler de. Allah-u Teâlâ insanı serbest ve hür iradeyle yaratmış ve her türlü ilerleme ve tekâmül etme imkânını da ona sunmuştur. Eğer insanın kendisi, bilinçli bir şekilde ve kendi hür iradesiyle kötü bir seçim yapar ve elindeki imkânları heba ederse, bu onun kendi suçudur. "Peki neden Allah-u Teâlâ onun bu yanlışına engel olabileceği halde, engel olmuyor?" sorusuna gelince, çünkü düşünün eğer Allah-u Teâlâ mesela yalan ve kötü bir söz söylemek isteyen kimseyi konuşmaz hale getirseydi, mazlum birisine darbe vurmak isteyenin elini kurutsaydı, felç etseydi, kötü ve hain bakışlara yeltenen birisinin gözünü kör etseydi vs. o zaman evvela hayat çekilmez bir hale gelirdi; saniyen iradesiz ve inisiyatif dışı yanlış yapmayan bir kimse herhangi bir övgüye ve mükafata layık olur muydu? Evet, insana değer veren şey, serbestçe ve kendi hür iradesiyle iyi bir iş yapması ve kötü bir işten de sakınmasıyla olur. Eğer bir insanın elini kolunu bağlayıp cebindeki paraları alıp harcar veya fakire verirlerse, "Bu adam, ne kadar da cömerttir!" diyebilir miyiz? Gözü kör birisi namahreme bakmadığında, "Bu adam, ne kadar da takvalı ve iffetli birisidir!" diyebilir miyiz? Evet Allah-u Teâlâ da insanların serbest olmasını ve kendi seçimleri ve arzularıyla iyiliğe yönelmeleri veya kötülükten sakınmalarını murad etmiştir. Bu durumdadır ki insanın yaptığının bir değeri olur ve bu olumlu seçimi yapmayan ve kötülüğe yönelen kimselerden farkı ortaya çıkar ve övgüyü, mükafatı hak etmiş olur. Yine böyle olunca imtihan gerçekleşmiş olur; Peygamberlerin, semâvî kitapların gönderilişi anlam kazanır.

 

34- Hz. Mehdi (a.s)'ı beklemenin anlamı nedir? Acaba hiçbir şey yapmadan onu beklemek, yapılan yanlışlara, kötülüklere, zulüm ve haksızlıklara karşı susmak, duyarsız ve tepkisiz kalmak mı? Kendinin ve toplumun ıslahı için çalışmaların yersiz ve anlamsız olduğu, biz değil Hz. Mehdi'nin gelip her şeyi yoluna koyması gerektiği demek mi?

 

Cevap: Elbette ki hadislerde ibadet olarak addedilen "zuhuru bekleme"nin gerçek manası bu değildir. Bunu size bazı örneklerle izah etmeye çalışalım. Biz her gece sabahı ve güneşin doğuşunu bekliyoruz. Ama bununla birlikte hiçbir zaman da akşamdan sabaha, "Nasıl olsa, bilahare güneş çıkacaktır" deyip sabaha kadar karanlıkta oturmuyoruz. Her kes bir şeylerle evini odası aydınlatmaya çalışıyor. Biz kış mevsiminde bahar ve yazın gelmesini ve onun sıcaklık ve nimetlerinden yararlanmayı bekliyor ve ümit ediyoruz. Ancak beklerken de bir köşeye çekilip soğukta karda ısınmak için hiçbir şey yapmadan titreye durmuyoruz. Bilahare ısınma problemini çözmek için bir takım tedbirler mutlaka düşünüyoruz. Evet Hz. Mehdi (a.s)'ın zuhurunu beklerken de her kesin gücü ve imkanı ölçüsünde bir taraftan kendini ıslaha çalışırken, bir taraftan da kötülükler ve zulümlerle mücadele etmeliyiz ki hakikat çerağı tamamen sönmesin, insani değerler tamamen kaybolmasın. Kadı ki zuhuru bekleyen kimse, Hz. Mehdi'nin yanında yer alıp mücadele etmeyi bekliyor demektir. Onun yanında yer alabilmek liyakat ister. Evet muslihi (ıslahçıyı) bekleyenin kendisi sâlih olmalıdır. Bu yüzden de Resulullah (s.a.a)'in hadislerinin birisinde "Amellerin en üstünü, fereci (kurtuluşu) beklemektir" buyuruyor; bir diğer hadiste ise "En faziletli cihad, fereci beklemektir" diye geçmektedir. Görüldüğü gibi, intizar-beklemek, bir durum olarak değil, amel ve cihad olarak nitelendirilmektedir! Dolayısıyla gerçek bekleyenler, amel sahibi olmalıdırlar. Çok değerli ve aziz bir misafirinin gelmesini bekleyen kimse, gidip de evininin bir köşesine sızıp misafirini beklemeye durmaz. Evini temizler, üst başını temizler, misafirini ağırlamak için lazım şeyleri temin etmeye çalışır vs. Gaybet zamanında mu'minlerin vazifeleri, kendilerini ıslah etmeye çalışmanın yanı sıra, imkânları ölçüsünde emri maruf ve nehyi münker vazifesini ve insanları hakka ve doğrulara davet etmeyi ihmal etmemelidir. Bu konuyu bir hadisle noktalamak istiyoruz:

Nu'mani kendi senediyle İmam Cafer-i Sâdık'tan şöyle rivayette bulunur: "Kâim'in ashabından olmak isteyen kimse nefsini kötü hâl, alışkanlık ve davranışlardan temizleyip iyi ahlak sahibi olmalı ve bu haliyle onun zuhurunu beklemelidir. O kendisini bu şekilde temizler, yetiştirir ve bu halde ölür de onun ölümünden sonra zuhur gerçekleşirse, İmam'ı görüp ona ulaşanların sevabını kazanır. O halde gayretli olun ve onu bekleyin, ne mutlu size ey Allah'ın rahmetine muhatap olanlar!"

 

35- Bir hadiste şöyle geçmektedir: "Kim kendini başka birisinden üstün görürse, müstekbirlerden (büyüklük taslayan kibirli insanlardan) sayılır." Bu hadise göre mu'min ve Müslüman birisi kendini kafir ve fâsık olan birisinden de mi üstün görmemelidir?

 

Cevap: Evet öyledir. Aslında bu birçoğumuzun şaşırabileceği bir açıklamadır. Ancak bazı hususları dikkate alırsak, şaşılacak bir durumun olmadığını anlayacağız. Evvela bu, bir insanın bütün bir ömrü dikkate alınarak yapılan bir değerlendirmedir. Evet insanın ne kendinin ne de başkalarının geleceğinden ve akıbetinden haberdar olma şansı olmadığı için, sonlarının nasıl hatm olacağını da bilemez. Dolayısıyla aceleci ve fevri yargılarda bulunmamız ve peşin hükümler vermememiz gerekir. Tarih bir zamanlar fasık ve kafir olan nice insanlara şahit olmuştur ki ömürlerinin son dilimlerinde, gerçek bir dönüşle sonlarının iyilik ve güzellikle hatm olmasına vesile olmuşlardır Ve nice mu'min kimseler olmuştur ki maalesef ömürlerinin bir başka devresinde, karşılaştıkları imtihanları kaybedip kötü bir akibetle dünyadan göçmüşlerdir. İmam Cafer-i Sadık (a.s) kendisinden nakledilen bir rivayette, yukarıdaki hadisi açıklarken şöyle buyuruyor: "Hz. Musa'nın zamanındaki sihirbazlar, ömür boyu dalalette idiler, ama Firavunun yanında gerçekleşen malum gösteride, Hz. Musa'nın mucizesini görünce, iman ettiler, hem de öyle bir iman ki Firavun'un hiçbir tehdidi onları imanlarından ve seçtikleri doğu istikametten caydıramadı. Şeytan 6 bin yıl ibadet etti, ama bir kibirlenme ve Allah'a karşı gelme ve kendini Adem (a.s)'dan üstün görme sonucunda her şeyini kaybedip Allah'ın dergahından kovulup ebedi olarak lanetlendi." Bunun bir diğer bariz örneği, Hz. Musa'nın zamanında yaşayan, hatta onun akrabası olan ve bir müddet iyi bir duruma sahip olan, hatta duası kabul olan, bazen Hz. Musa'nın temsilciğini yapan "Bel'âm Baurâ" isimli kimsedir ki daha sonra Fıravun'un vaatlerine kanarak onun yanında yer almaya karar vermiş ve bütün kazanımlarını kaybetmiş, hatta öyle bir noktay gerilemiştir ki Kur'ân ondan "kuduz köpek" diye tabir etmektedir! Kerbela'da Hür ve Züheyr gibi kimseler de son anlara kadar batıl cephede bulunmalarına rağmen, cephelerini değiştirince, ebedi saadeti yakaladılar. Bu yüzden doğru yolda olanlar, asla gururlanmamalı, kibirlenmemeli ve bilmelidirler ki onların da yoldan sapma ihtimali ve tehlikesi mevcuttur. Dolayısıyla bu sözlerden maksat, insanı ucb, kibir, kendini beğenmişlik gibi büyük tehlikelerden korumaktır. Hadislerde ve dualarda da geçtiği gibi: Her zaman sonumuzun hayra hatm olması için sürekli Rabbimize yalvarmalı ve ondan yardım dilemeliyiz. Ya Rabbi, sonumuzu hayra ve saadete hatmeyle. Amin!

 

36- Kur'an-ı Kerim'de de beyan edildiği üzere Hz. Musa'nın Allah'tan istediği ve birçok hadiste de üzerinde durulan ve Rabbimizden istememiz tavsiye edilen "göğüs genişliği"nden maksat nedir?

 

Cevap: Göğüs genişliğinden maksat, insanın büyük ve tahammüllü bir ruha sahip olmasıdır. Öyle bir ruh ki hadiselerin, etkilerin ve tepkilerin karşısında sabır ve tahammülünü kaybetmesin ve dengesini koruyarak üzerine düşen vazifesini layıkıyla yerine getirebilsin. Bir traktör lastiği, yol ne kadar da bozuk olursa olsun, kolay kolay yalpalamaz ve dalgaları atlatabilir. Ama bir bisiklet lastiği en basit yol bozukluğunda dahi yalpalayıp patlayabilir ve üzerine binen kimseyi düşürebilir. Büyük bir gemiyle küçük bir kayığın fırtınalara karşı durumu da aynıdır. Hz. Ali (a.s) kendisinden nakledilen bir hadiste şöyle buyuruyor: "Riyaset ve yönetimin aracı, geniş bir göğse (büyük bir ruha sahip olmaktır)." Yani kabul edilen her türlü sorumlulukta başarıya ulaşmanın en büyük anahtarı ve vazgeçilmez şartı, geniş ve tahammüllü bir ruha sahip olmaktır. Bunun için de Hz. Musa (a.s) gibi bunu sürekli Allah'tan dilemeliyiz. Kur'ân-ı Kerim, Hz. Musa'nın peygamberliğe seçildiği ve Firavun'a tebliğ ile görevlendirildiği zaman bunu dua ederek Allah'tan istediğini ve Allah-u Teâlâ'nın da istediğini kendisine lütfettiğini beyan etmektedir. (Tâhâ, 25) Yine Allah Resulü'ne (s.a.a) bu nimetin verildiğini şöyle açıklamaktadır: "Biz senin göğsünü açıp genişletmedik mi?" (İnşirah, 1) Elbette şu noktaya da değinmek yerinde olur ki, görüldüğü gibi Allah-u Teâlâ Hz. Musa (a.s)'a o dua edip istedikten sonra duasını kabul ederek göğsünü genişletmiştir. Ama İslam Peygamberi'ne (s.a.a) o istemeden bu nimet bahşedilmiştir. Bu da ikisinin arsındaki hem derece hem de sorumluluk farkını ortaya koymaktadır. Evet, peygamberlikten tutun, en küçük mesuliyetlere (örneğin bir ev reisliğine) kadar hepsinde bu özelliğe insanın ihtiyacı vardır. Aksi takdirde ıslah etme yerine bozar, ilerletme yerine geriletir…

 

37- Bazıları imametten bahsederken, Ehlibeyt mektebinin Ehlibeyt İmamlarının bizzat Allah tarafından imamet makamına tayin edildiği görüşünü eleştiriyor ve diyorlar ki böyle bir düşünce, İslam'ın reddettiği ırkçılık ve babadan oğla geçen saltanat gibi bir şeydir. Bu eleştiriyi nasıl cevaplamamız gerekir?

 

Cevap: İmamların neden hepsinin bir nesilden devam ettiğinin kesin hikmetini biz bilmiyoruz. Ama ihtimali sebepler olarak iki noktayı zikredebiliriz; bunlardan birisi belki de genler vasıtasıyla bir çok ırki özelliklerin nesilden nesile intikal edilişidir ki bugün artık kesin bir şekilde bilimsel olarak ispatlanmıştır. Dolayısıyla bu, Resulullah'ın neslinde bulunan güzel özelliklerin sülbden sülbe intikaliyle "imamet" gibi önemli bir sorumluluğu üstlenmeye daha layık bir duruma gelişleriyle alakalıdır. Diğer bir husus ise, bir babanın, her gün beraber olduğu ve daha yakından ilgilenebileceği ve söz geçirebileceği evladına, gereken talim ve terbiyeyi daha rahat ve daha mükemmel verebileceğidir. Her halükarda bu böyle olsun veya olmasın bizim için bu işin meşru ve İlahî olup olmadığı hususudur. Bizce bunun şerî hiçbir sakıncası yoktur. Eğer böyle oluşu, bir ırkçılığın ifadesi ise, o zaman bu ırkçılığı herkesten önce (hâşâ) Allah-u Teâlâ yapmıştır. Zira Hz. Adem'e vasî olarak oğlu Hibetullah ve  Hz. Nuh'a oğlu Sâm seçilmiştir; Hz. Davûd'un yerine oğlu Hz. Süleymân peygamber olarak seçilmiştir; Hz. İbrahim'den sonra iki oğlu Hz. İsmâil ve Hz. İshâk, Hz. İshâk'ın oğlu Hz. Yakûb, Hz. Yakûb'un oğlu Yusuf, yine Hz. İbrahim'in amcası oğlu Lut, aynı şekilde Hz. Zekeriyyâ'nın oğlu Hz. Yahyâ, Hz. Yahyâ'nın teyze kızının oğlu Hz. İsa, Hz. Musa'nın kardeşi Hz. Harun… Eğer söz konusu eleştiri yapanlar bunları da eleştiriyorsa, o zaman artık yapacak bir şey yok. Yok eleştirmiyorsa, o zaman da "Neden bizim imamlarımıza gelince, böyle bir şey akıllarına geliyor?!" diye sormak lazım. Demek ki ölçü, Allah'ın kimi seçip seçmediğidir. Allah seçtikten sonra bize söz hakkı düşmez. O hikmet sahibidir ve ne yapacağını her ketsen daha iyi biliyor. Elbette eğer bir kimse işin aslı hakkında, yani gerçekten böyle İlahi bir seçimin olup olmadığı konusunda tereddüdü varsa, buna delil isteyebilir. Elhamdulillah biz de bu konuda yeterli delile sahibiz…

 

38- Ahzâp Suresi 7. ayette peygamberlerden bazılarının ismi zikredilerek onlardan sağlam bir söz alındığı ifade ediliyor. Bunlar Allah Resulü (s.a.a), Nuh (a.s), İbrahim (a.s), Musa (a.s) ve İsa (a.s)'la sınırlı kalıyor. Neden sadece bu peygamberlerin ismi zikredilmiştir? Onları diğer peygamberlerden ayırt eden  özellik nedir?

 

Cevap: Önce âyetin tam metnini görelim: "Hatırla o zamanı ki biz, peygamberlerden mîsaklarını almıştık (onlardan söz almıştık). Senden, Nûh'tan, İbrahim'den, Mûsa'dan, Meryem oğlu İsa'dan, da söz almıştık; onlardan kuvvetli bir sözleşmeyle mîsak (söz) aldık." Eğer dikkat ederseniz, sizin söylediğinizin aksine önce genel olarak bütün Peygamberlerden ahit ve misâk alındığından bahsediliyor; daha sonra beş peygamberin ismi zikredilerek onlardan daha galiz ve daha kuvvetli bir söz ve ahit alındığından bahsediyor. "Daha daha galiz ve kuvvetli söz" cümlesi, ismi geçen beş Ulul'azm Peygamberle ilgilidir. Demek ki ahit ve misâk olayının aslı bütün Peygamberlerle ilgilidir. Ancak Ulul'azm Peygamberlerden alınan ahit ve misâk daha ısrarlı ve tekidli olmuştur. Bunun sebebi ise, onların mesuliyetlerinin daha ağır oluşundandır. Evet bir kimsenin makamı ne kadar yüce olursa, o derecede mesuliyeti de ağır olur ve daha çok dikkatli ve titiz davranması icab eder.  Allah-u Teâlâ da bundan dolayı onlardan daha galiz söz almıştır ki mesuliyetlerini ifa etmekte daha çok dikkatli ve titiz davransınlar. Kısacası bu, onlara yönelik alınan ilahi bir tedbirden ibarettir. Nasıl ki biz insanlar da bir işe ne kadar daha çok önem verirsek, o derece alacağımız tedbirler de daha ağır ve hassas olur… Yine de en iyisini Rabbimiz bilir.

 

38- Acaba İslam keyfiyete (niteliğe) mi daha çok önem veriyor, yoksa kemiyete (niceliğe) mi?

 

Cevap: Bazı yerlerde İslam kemiyete önem vermiştir; örneğin cemaat namazında, katılımcıların sayısı artıkça, namazın sevabı da artar. Bazı yerlerde keyfiyete önem vermiştir. Mesela yoksun ve yoksullara infak ve yardım hususunda, önemli olan ihlastır,  miktarı önemli değildir. Kur'ân-ı Kerim'de de geçtiği gibi, Ehlibeyt (a.s)'ın meşhur adak olayında kapılarına gelen fakire, yetime ve esire verdikleri şey, fazla önemli bir şey değildi (bir kaç parça ekmekti); ama ihlas ve fedakarlıkla birlikte olduğu için Allah indinde büyük öneme haiz oldu. Öyle ki Allah-u Teâlâ bir sure nazil ederek bu amellerini övdü ve onların bu amellerini ebedileştirdi. İnsan suresinde olayla ilgili ayetler şöyledir: "O kullar, şiddeti her yere yayılmış olan bir günden korkarak verdikleri sözü yerine getirirler. * Onlar, kendi canları çekmesine rağmen yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler. * Biz sizi Allah rızası için doyuruyoruz; sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz. * Biz, çetin ve belâlı bir günde Rabbimizden (O'nun azabına uğramaktan) korkarız" (derler)…" (İnsan Suresi, 7-8-9-10) (Olayını tafsilatını öğrenmek için tefsir ve tarih kitaplarına başvurun).

Bazı yerlerde de hem kemiyete önem vermiştir, hem de keyfiyete: Örneğin Kur'an-ı Kerim Allah'ın zikri hakkında şöyle buyuruyor: "Ey iman edenler, Allah'ı çok çok zikredin." (Ahzâp, 41) Öbür taraftan namaz hakkında ki o da bir zikirdir (hem de Kur'ân'ın tabiriyle en büyük zikir), şöyle buyurmaktadır: "Onlar (mu'minler), namazlarında huşu ehlidirler." (Mu'minun, 2) Demek ki hem çok olması istenilen bir şeydir, hem de huşuyla ihlasla birlikte olması.

 

39- İnsanların şahsiyet ve konumu, amellerinin mükâfat veya cezasında etkili mi?

 

Cevap: Elbette öyledir. Kur'ân'da Yüce Allah Resulullah (s.a.a) hakkında buyuruyor ki: "O (Kur'ân) elbette şerefli bir Peygamber'in (Allah'tan aldığı) sözüdür. Eğer o, bazı laflar uydurup bize iftira etseydi, elbette onu kudretimizle alırdık; sonra da elbette şah damarını çeker koparırdık, sizden hiç kimse buna engel olamazdı." (Hakka suresi 40, 44 ila 47)

Demek ki Allah'ın Resulü daha onun dininin hükümleri ve adalet ölçüleri karşısında istisna değildir. Tam tersine sorumluluğu çok daha ağırdır. Tabi burada Resulullah'ın böyle yapmadığını hepimiz biliyoruz. Ancak verilmek istenen mesaj şudur ki eğer Peygamber bile istisna değilse, o zaman başkaları ona göre davranmalı ve pozisyonlarını belirlemelidirler.

Bir de Ahzâp suresi ayet 30'u dinleyelim: "Ey Peygamber'in eşleri, içinizden kim, apaçık çirkin bir harekette bulunursa, ona iki kat azap edilir. Bu Allah'a pek kolaydır."

Yine Resulullah (s.a.a)'in eşleri hakkında şöyle buyuruyor: "Ey Peygamber'in eşleri, içinizden kim, apaçık çirkin bir harekette bulunursa, ona iki kat azap edilir. Bu Allah'a pek kolaydır." (Ahzâp, 30)

Rivayet edildiğine göre adamın birisi İmâm Zeyn-ül Âbidin (a.s)'a, "Siz Ehlibeyt (ne olursanız olun) bağışlanmışsınız (artık)" şeklinde bir hitapta bulunduğunda İmâm (a.s) onun bu sözüne kızmış ve şöyle buyurmuştur: "Biz Peygamber'in hanımları hakkında Allah'ın uyguladığı (hükme) senin söylediğinden daha çok layığız. Biz, iyi iş yapanımız iki kat mükafat alacağına ve kötü iş yapanımızın da iki kat azap göreceğine inanıyoruz." Daha sonra İmâm (a.s) az önce okuduğumuz Ahzâp suresindeki ayeti okudu adama."

İmâm Cafer-üs Sadık (a.s)'dan şöyle rivayet edilmiştir: "Cahil birisinin yetmiş günahı affedilinceye kadar âlimin bir günahı affedilmez."

Sebebini ise yine hadisten dinleyelim. Hz. Ali (a.s) buyuruyor: "Âlimin sapması, alemlerin sapması demektir." Yine buyuruyor: "Âlimin sapması, (denizde) geminin parçalanmasına benzer; hem kendisi batar hem de başkalarını batırır!"

Sevgili Peygamber'imizin de şöyle buyurduğu nakledilmiştir: "Ümmetimden iki gurup vardır ki, eğer onlar sâlih olursa, ümmetim de ıslâh olur; eğer onlar bozulursa ümmetim de bozulur. Onlar kimdir ya Resulallah?" diye sorulduğunda: "Fakihler ve yöneticilerdir" buyurdu.

İşte toplumdaki bu hayati ve büyük rollerinden dolayı, yaptıkları hata ve günahlar da başkalarınınkinden daha büyük ve haliyle cezaları da kat kat fazladır.

Yine Resulullah (s.a.a)'i dinleyelim; bu konuda buyuruyor ki: "Kıyamet gününde en şiddetli azabı gören, bir peygamberi öldüren veya bir peygamberin eliyle öldürülen ve sapıklık önderi olan kimselerdir."

Kısacası toplumda her hangi bir makam ve mevkie sahip bulunan ve dediği sözler yaptığı amel ve davranışlar, bir sünnet ve örnek olarak halk arasında yer edip etki yapabilecek kimseler, oldukça hassas bir konuma sahiptirler. Onların en basit bir hataları büyük sonuçlar doğurabilir ve her hangi bir iyi veya kötü davranışları uzun zamanlar halka örnek olabilir. Böyle olunca da o sünneti koyan ve ameli örnek şekline gelen kimse ona uyanların sevap veya günahlarında ortaktır.

Nitekim bu mana muhtelif hadislerde beyan edilmiştir. Kenz-ül Ummâl kitabında, (43079. hadis) Resulullah (s.a.a)'den şöyle nakledilmiştir: "Her kim iyi bir sünnet (yol-yordam) koyar da kendisinden sonrakiler ona amel ederse, bunun sevabının yanı sıra ona amel edenlerin sevabının aynısını, ona da yazarlar, amel edenlerin sevabı eksilmeksizin ve kim kötü bir sünnet koyar da kendisinden sonrakiler ona amel ederse, bunun günahının yanı sıra, ona amel edenlerin günahının da aynısını ona da yazarlar; amel edenlerin günahından hiçbir şey azalmaksızın."

Dolayısıyla sahabi, peygamber eşi, alim ve Ehlibeyt'ten olmak gibi unvanlar, başlı başına insanı Allah'ın azap ve cezasından kurtarmaz. Tam tersine eğer bir hata ve günahları söz konusu olursa, azapları başkalarına nazaran kat kat daha fazla olur.

Elbette bulunduğu makam ve mevkinin hakkını veren ve zorluklarına katlanıp o makama layık olan ve layık kalan kimsenin sevap ve mükâfatı da o kadar büyük olur. Bundan dolayı Resulullah'ın eşleri hakkında yukarıda naklettiğimiz ayetin ardından şöyle buyuruyor: "Sizden kim, Allah'a ve resulüne itaat eder, iyilik yaparsa, ona da ücretini iki kat olarak veririz…" (Ahzâp, 31)

Yine mesela hakiki ve ilmine amel edip insanlara güzel örnek teşkil eden âlimlerin sevabı da başkalarına nazaran kat kat daha fazladır. Çünkü sorumlulukları çok daha ağırdır ve katlandıkları zorluklar çok daha fazladır. Bu yüzden de bu özellikleri taşıyan alimler hakkında şöyle buyuruyor Allah Resulü:

"Alimlerim mürekkebi, şehitlerin kanından daha üstündür."

"İlminden yararlanılan bir alim, yetmiş bir abidden daha faziletlidir."  

 

 

 

 

 
Site içi Arama


 

 

 

 

Go to top of page  Ana Sayfa | Kitap Listesi | Kıble Dergisi | Makaleler | Kadin ve Aile | Cocuklar Îçin | Soru Ve Cevap | Yazarlarımız |
Kur`an | Hadisler | Dualar | Şiirler | Ses ve Video | Programlar | Linkler  |  Îletişim için |

Copyright© 2000 Kevser Yayinlari Internet Hizmetleri. Tüm Haklari Saklidir Ayrintili bilgi almak için veya bize her konuda yazmak için, paragonxx@yahoo.de  'e mesaj yollayiniz. WWW.KEVSERNET.COM