 |
Bismillahirrahmanirrahim
Soru 370
BAZI
ÖNEMLİ SORULARA KISA CEVAPLAR
1- Neden Allah-u Teâlâ bunca
varlığı, ezcümle insanoğlunu yaratmıştır?
Cevap:
Eğer hitabet gücü olan alim bir kimse konuşma
yaparsa, 'Neden konuştu?' diye itiraz edilmez.
Zira onun ilim ve hitabet gücü ve yeteneğinin
doğal bir sonucudur bu. Tam aksine o kadar ilmi ve
hitabet yeteneğine rağmen böyle bir kimse konuşmaz
ve insanları ilim ve birikiminden
yararlandırmazsa, o zaman eleştirilir ve haklı
itirazlara maruz kalır. Sonsuz güce, hikmet ve
ilime sahip olan, topraktan buğday çıkarabilen,
bir damla nütfeden kamil bir insan yaratabilen
Allah (c.c), eğer bu güç ve kudretinden istifade
etmeseydi o zaman 'Neden yapmadı, yaratmadı?'
demek, yerinde bir itiraz olurdu.
2- Allah'a imanın, insan
hayatındaki rolü nedir?
Cevap:
Bir ev düşünün ki sahipsizdir.
İnçinde sizi kontrol edecek hiçbir mekanizma
işlememektedir. Sizi takip eden gözler, kameralar
söz konusu değildir. Size hesap soracak hiçbir şey
ve hiçbir kimse yoktur. Böyle bir evde belli bir
düzen ve nazm u intizam içinde hareket etmeye,
kendinizi sıkı sıkıya kontrol etmeye gerek
duymazsınız. Gönlünüz istediği şekilde hareket
edersiniz; özellikle eğer başkaları hiçbir
sorumluluk taşımadan keyiflerince hareket etme ve
eğlenme duygusu içinde hareket ederlerse. Ama eğer
evin bir sahibi olduğunu, sizi kontrol eden
birilerinin bulunduğunu, her hareketinizin
kameralara kaydedildiğini ve bilahare bir gün
bunların hesabını vermeniz gerektiğini bilirseniz,
o zaman tamamen farklı hareket eder ve kolay kolay
laubali ve sorumsuz hareketler içine girmezsiniz.
Eğer biz de yaşadığımız varlık aleminin Allah
dediğimiz hikmet sahibi ve güçlü bir sahibi
olduğuna, Kıyamet diye bir hesap gününün
bulunduğuna ve yaptığımız her iş için bir mükafat
veya cezanın söz konusu olacağına inanırsak, o
zaman kendimize dikkat eder, nefsimize hakim
olmaya çalışır ve ev sahibinin ve hesap soracak,
mükafat veya ceza verecek Rabbimizin istemediği,
beğenmediği işlerden kaçınmaya ve onun hoşuna
gidecek ve razı olacak işlere yöneliriz. Zira her
şey onun huzurunda ve kontrolünde cereyan
etmektedir…
3- Allah'ın bizim ibadetimize
ne ihtiyacı var? Neden bize ibadet etmeyi, kıbleye
yönelme ve namaz kılmayı emretmiştir?
Cevap:
Eğer insanların hepsi evlerini
güneşe doğru yaparlarsa, bu güneşe hiçbir şey
kazandırmaz. Eğer aksi olur ve bütün insanlar
evlerini güneşe karşı ve güneş almayacak şekilde
yaparlarsa, bu da güneşten bir şey eksiltmez.
Güneşin insanlara bir ihtiyacı yoktur, insanlar
ışık ve hararet alabilmek için güneşe
muhtaçtırlar. Allah'ın da insanların ona
yönelmeleri ve ona ibadet etmelerine bir
ihtiyaçları yoktur. Tam tersine insanlar, Allah-u
Teâlâ'nın özel lütuflarından yararlanabilmeleri ve
tekamül etmeleri için ona yönelmeleri gerekir.
Kur'ân-ı Kerim'in de vurguladığı gibi eğer bütün
insanlar da kafir olsalardı, bunun Allah'a zerre
kadar zararı ve etkisi söz konusu olmazdı. Zira
onun hiçbir şeye ve hiçbir kimseye ihtiyacı
yoktur: "Eğer siz ve yeryüzünde olanların hepsi
kafir olsanız, bilin ki Allah gerçekten
ihtiyaçsızdır ve övgüye lâyıktır." (İbrâhim,
8)
4- Neden çoğu zaman Allah'ın
salih kulları zorluklar içinde, ama kafirler ve
günahkarlar refah ve rahatlıkta yaşamaktadırlar?
Cevap:
Bu alem yeyip yatma ve keyif çatma yeri değil, bir
imtihan sahnesidir. Mu'minlerin ve salih kulların
düştükleri zorluklar, ya onların imtihan edilip
makamlarının yükselmesi, mükafat ve sevaplarının
artması içindir, yada onların düştükleri bazı
gafletlerden çabuk uyanmaları ve yaptıkları
hatalardan temizlenmeleri içindir. Her ikisi de
onlar için hayırdır. Dolayısıyla Allah onları
sevdiği için bazen tekamül ve ilerlemeleri için,
bazen de yaptıkları hatlardan bir an evvel
dönmeleri ve telafi etmeleri ve yaptıkları
yanlışlardan temizlenmeleri için onlara mühlet
vermeden sıkıntılara düşürüyor, hayatı onlara
zorlaştırıyor. Ama kafirlere ve hidayet
kabiliyetini yitirmiş günahkarlara mühlet veriyor
ki günah ve azgınlıklarını çoğaltsınlar ki
cezaları da ağırlaşmış olsun. Dolayısıyla ne salih
insanların sıkıntılı hayatları illa da onlar için
olumsuz bir şeydir, nede kafir ve isyankar
insanların refah ve rahatlıkları onarlın bir
avantajıdır. Kur'ân-ı Kerim buyuruyor ki: "…Biz
onların helâkı için belli bir zaman
belirlemiştik." (Kehf, 59)
"İnkâr edenler sanmasınlar ki,
kendilerine mühlet vermemiz onlar için daha
hayırlıdır. Onlara ancak günahlarını arttırmaları
için fırsat veriyoruz. Onlar için alçaltıcı bir
azap vardır." (Âl-i
İmrân, 178)
Bir örnek: Biz örneğin
gözlüğümüzün üzerine bir damla çay düştüğünde,
hemen alıp onu temizliyoruz. Eğer gömleğimize
damlarsa, biraz bekletip onu makineye atıyoruz.
Eğer halımızın üzerine damlarsa, onu yıl sonuna
bırakıp örneğin bayram temizliği yaparken
yıkıyoruz. Demek ki nesnelerin konumuna ve önemine
nazaran bizim tavrımız da değişebiliyor. Allah-u
Teâlâ da insanların ruhlarının temizlik ve
kirlilik oranına göre cezasını çabuklaştırıp veya
geciktiriyor.
Burada yeri gelmişken şu hadislere de dikkatinizi
çekmek istiyorum:
Resul-i Ekrem (s.a.a): "Mu'min erkek ve kadın,
bedeni, malı ve evladı hakkında belaya müptela
olur ve o şekilde (ölürse) günahsız bir şekilde
Allah'a kavuşur."
İmam Sadık (a.s): "Allah bir kula hayır dilerse,
onun (günahlarının) cezasını dünyada
çabuklaştırır. Ama bir kulun kötülüğünü dilerse,
onun günahlarını kıyamete bırakır ki orada
cezalandırılsın."
Resul-i Ekrem (s.a.a): "Hastalık günahları imha
eder."
Bir kişi Allah Resulüne (s.a.a): "Benim
günahlarımı silip temizleyen nelerdir?" diye
sorduğunda şöyle buyurdu: "Gözyaşları, (Allah
karşısında) eğilip huzu ve huşu göstermek ve
hastalıklar."
İmam Rıza (a.s): "Hastalık, Mu'min için temizlenme
ve rahmet vesilesidir, kafir için ise azap ve
lanet vesilesidir."
Kudsi bir hadiste ise Allah-u Teala'nın şöyle
buyurduğu rivayet edilmiştir: "Bana itaat edenler,
benim ziyafetimdedirler; bana şükredenler (nimet
ve lütfümün) çoğalmasına, beni zikredenler
nimetime mazhar olurlar. Bana karşı günah
işleyenleri ise ben, rahmetimden ümitlerini
kesmem. Tevbe ederlerse, ben onların dostu olurum,
dua ederlerse kabul ederim. Hastalanırlarsa
onların tabibi ben olurum, rahatsızlık ve
musibetlerle onları tedavi eder ve bu vesileyle
onları günahlar ve kusurlardan temizlerim."
Resul-i Ekrem (s.a.a): "Mu'minin günahı çoğalırda,
onu telafi edecek bir ameli de olmazsa, Allah onu
can sıkıntısına müptela eder ki o günahına
keffaret olsun."
Resul-i Ekrem (s.a.a): "Günahlar içerisinde bazı
günahlar vardır ki onları ne bir namaz temizler ne
de bir oruç." "Ya Resulullah, onu ne temizler?"
dediklerinde: "Geçimi temin etme yolunda insanın
başına gelen sıkıntı ve üzüntüler." buyurdu."
5- Hadislerde diğer amellerin
kabulünün namazın kabulüne bağlı olduğu
vurgulanıyor. Bütün amellerin kabulünün bit tek
amele endekslenmesinin mantığı nasıl izah
edilebilir?
Cevap:
Bunu bir örnekle izah etmeye çalışalım: Bir trafik
polisini düşünün; durdurduğu şoförden ehliyet
istiyor. Şoför doktorluk diploması, yeşil
pasaport, ev tapusu, en yüksek düzeyde ticari
belgeler, müctehidlik belgesi vb. insanların önem
verdiği en değerli belgeleri de gösterse polis
kabul etmez. Sadece ehliyeti olduğu takdirde geçiş
izni verir. Kıyamet güzergahından da ancak namaz
belgesiyle geçilecektir, bu belge olmazsa hiçbir
amel kabul olmayacaktır!
6- Kur'ân ve hadislerde bazı
amellerin sevabının hesabı olmadığı
vurgulanmıştır. Böyle bir şey nasıl olur?
Cevap:
Evet doğrudur. Örneğin cemaat namazının sevabı
hakkında bir hadiste şöyle yer almıştır: "Cemaat
imamına bir kişi uyarsa, kılınan her rekâtın
sevabı yüz elli namaza denktir. Eğer iki kişi
uyarsa, her rekâtın altı yüz namaz kadar sevabı
vardır. Uyanların sayısı on kişiye ulaşıncaya
kadar namazın sevabı da artar. Sayıları onu
geçince, gökler kağıt, denizler mürekkep, ağaçlar
kâlem, cinler, insanlar ve melekler yazıcı
olsalar, bir rekâtın sevabını yazmaya güç
yetiremezler."
Bunu yine bir misalle açıklamaya
çalışalım. Siz elimizdeki parmakları düşünün. Tek
parmağımızla ancak bir kaç işi yapabiliriz; mesela
telefon tuşlarına basabiliriz vs. iki parmakla
mesela bir küçük kovayı kaldırırız; üç parmakla
daha büyük bir eylemi gerçekleştiririz. Bilahare
on parmağa ulaştığında onlarla elle yapılabilecek
her türlü işi yapma imkânına sahip oluruz.
Dolayısıyla on parmakla yapabileceğimiz işlerin
haddi hesabı yoktur.
7- Kur'ân'da bazı kimselerden
bahsederken onların hayvanlar gibi, hatta daha
aşağı oldukları söyleniyor. Bu nasıl olur? Bir
insanın hayvandan daha aşağı olması nasıl
açıklanabilir?
Cevap:
Alemde bir taraftan hayvanlardan elde edilen fayda
ve menfaatleri, diğer taraftan da bazı insanların
sergiledikleri tutum ve davranışları dikkate
aldığımızda Kur'ân'da "İşte onlar hayvanlar
gibidir; hatta daha da şaşkındırlar" (A'râf,
179) şeklindeki benzetmenin ne kadar haklı
olduğunu anlamış oluruz. İnsanları giydiği en
değeri elbise olan ipek hayvanlardan elde
edilmektedir. İnsanların en kıymetli yiyecekleri
sayılan, et, süt, bal gibi ürünler de yine
hayvanlarda elde edilmektedir. Onlardan yük taşıma
vb. birçok işte istifade edilmektedir. Elbise,
deri, süt ürünleri üzerine üretim yapan fabrikalar
çiftliklerin vs. hepsi, hayvanlara endekslidir.
Hayvanlar aldıkları eğitimle birçok işi becerme
imkânına sahiptirler. Hatta birçok zararlı
sadığımız hayvanların bile birçok hayati faydaları
vardır insanlar için. Örneğin zehirli yılanların
zehrinden birçok önemli ilaçlar üretilmektedir.
Kaldı ki bu hayvanların birçoğu ancak kendilerine
yaklaşan kimselere zarar verirler, başkalarına
değil. Bir bunları düşünün, bir de akıl gibi bir
nimete de ilaveten sahip olan insanı. Bazı
insanların değil başkalarına bir menfaatlerinin
dokunması, işleri onlara hile yapmak, zulmetmek ve
en basit haklarını bile çiğnemekten başka bir şey
değil. Sadece kendine yaklaşan kimseyi sokan
yılanlar, kendi nefsani hevesleri uğruna dünyanın
bir başında durup öbür başındaki binlerce insanı
sebepsiz veya sudan bahanelerle yok eden insan
kılıklı kimselerden binlerce kez daha hayırlı
değiller mi?!
8- Neden bazı insanlar
gerçekleri göremiyor? Gerçekleri görebilmek için
insanda hangi şartların oluşması gerekir gerekir?
Cevap:
Kur'ân-ı Kerim buyuruyor ki:
"Siz takvalı olun ve Allah size (bilmediklerinizi)
öğretecektir." Takva insanın Allah'tan
sakınarak onun razı olmadığı kötülüklerden
kaçınmaktır. Günah, kötülük ve nefsanî hevesler
elinde esir olan kimseler nice hakikatleri
idrakten mahrumdurlar. Kavim, ırk, mezhep, soy
sop, parti vb. şeylerin taassubunu taşıyanların
hakikatleri olduğu gibi görebilmeleri mümkün
değildir. Kırmızı renkli gözlük takan kimse beyaz
şeyleri dahi kırmızı görür. Yeşil gözlük takan
kimse, kuru samanı dahi yeşil ot sanır. Baktığımız
aynayı temizleyip parlatırsak, her şeyi olduğu
gibi gösterir. Kalp aynasını da temizlediğimizi
durumda ancak hakikatleri algılayabilir. Kin,
haset, kibir, gurur, inat, taassup ve heves
kiriyle kirlenmiş bir kalp, aynı bulaşıklı kaplar
gibidir. Ona temiz suyu, sütü bile doldursan
bulaşır ve fayda yerine zarar verir. Evet, günah
kalp aynasını kirleten toz ve lekeler gibidir;
hakikati görmeye engel olur.
9- Acaba her Müslüman mu'min
midir? Yoksa İslam ile iman birbirinden farklı
şeyler mi?
Cevap:
Nasr suresinde insanların grup grup Allah'ın
dinine girdiklerinden bahsediyor. Oysa başka bazı
ayetlerde dindarlıktan dem vuran ve iman ettik
iddiasında bulunan bazılarına "Henüz iman sizin
kalplerinize girmemiştir" (Hucurât, 14)
hitabında bulunuyor. Buradan anlaşılan şudur ki
insanlar dine girdiği gibi din de onların kalbine
girmesi gerekir. Evet dindarlığın da aşamaları
vardır: Isınma aşması, kaynama aşaması ve pişme
aşaması. Isınan ve kaynayan her şey bilahare
soğur; ama pişen hiçbir şey yeniden çiğleşmez.
Dine girmek kolaydır, şehadeteyni getiren her kese
Müslüman denir. Bu ısınma aşamasıdır. Bundan daha
yukarısı kaynama aşmasıdır. Resulullah'ın
zamanında birçokları aldıkları ilahi mesajların
etkisiyle heyecana gelip savaşa bile gidiyorlardı.
Ama çok ilginçtir ki Allah-u Teâlâ canlarını bile
vermeye kadar ileri giden bu Müslümanlara, "Eğer
imanınız varsa, aldığınız ganimetlerin beşte
birini humus olarak verin" buyuruyor! Evet
niceleri vardır ki şehadeteyni söyler, hatta
Resulullah'ın yanında savaşa bile katılabilir, ama
mali yükümlülüklerle karşılaştıklarında zaafa
düşebilirler! Dolayısıyla Kur'ân 'Şehadet
getirmenin, cepheye gitmenin, namaz kılmanın yanı
sıra, Allah'ın Resulü'nün ve fakirlerin hakkını da
verin' diye telkinde bulunuyor. İşte bu aşamadadır
ki iman kalbe girmeye başlar. Bundan dolayı da
Kur'ân bazıları hakkında "İşte onlardır gerçek
mu'minler" (Enfâl, 4) buyuruyor. Ama bazıları
hakkında da şöyle buyurmaktadır: "İnsanlardan
bazıları vardır ki (dillerinde), 'Allah'a ve
ahiret gününe iman ettik' derler; oysa mu'min
değillerdir." (Bakara, 8)
10- Kur'ân'ın bazı ayetlerinden
"marufa (iyiliğe) emretme ve münkerden
(kötülükten) sakındırma"nın bütün mu'minlerin
vazifesi olduğu, bazı ayetlerden ise belli
grupların bunu üstlenmesi gerektiği
anlaşılmaktadır. Bunu nasıl açıklamamız gerekir?
Cevap:
Bunun cevabı şudur ki her ikisi de doğrudur. Bir
araba düşünün ki tek yönlü bir yolda ters
istikamette hareket etmektedir. Burada bu kanunsuz
hareket eden şahısa karşı iki iş yapılmalıdır.
Birincisi o istikamette harekette olan bütün
şoförler, seslerini yükselterek, korna çalarak,
lamba yakarak adamı uyarmalıdırlar. İkincisi ise
trafik polisi şoföre ceza kesmelidir. Kur'ân-ı
Kerim de hem bütün Müslümanların genel olarak
marufa emir ve münkerden nehiy vazifelerinin
bulunduğunu ve bu vazifelerini ihmal etmemeleri
gerektiği vurgulamakta: "Siz, insanların
iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı
ümmetsiniz; iyiliği emreder; kötülükten meneder ve
Allah'a inanırsınız…" (Âl-i Îmran, 110) Hem
de (İslam devletinde) bir grubun özellikle bu işle
meşgul olup, bütün zamanlarını ona harcamalarını
istiyor: "Sizden, hayra çağıran, iyiliği
emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun.
İşte onlar kurtuluşa erenlerdir." (Âl-i Îmrân,
104)
11- Kur'ân'da "Allah ancak
takvalılardan kabul eder" buyuruyor. Acaba bu,
normal insanların veya günahkâr insanların
soğumaları ve ümitsizliğe kapılmalarına sebep
olmaz mı?
Cevap:
Takvanın çeşitli dereceleri vardır. Amellerin
kabulü için en azından takvanın zaruri ve ilk
merhalesinin olması gerekir, o da inatçı olmamak
ve hakkı kabul etmeye, yanlıştan geri dönmeye
hazır olmaktır. Bundan dolayı da Kur'ân'da bazen
takvalı tabiri kullanılırken, bazen de "daha
takvalı" tabiri kullanılmıştır. "Allah katında
sizin en değerliniz, en çok takva sahibi
olanınızdır." (Hucurât, 13) Normal tabir
ettiğimiz veya bir çok günahkâr insan da takvanın
bir derecesine sahiptirler; aksi takdirde hiç
hayır ve iyi bir iş yapmaz ve hiçbir günahtan
kaçınmazlardı.
Saniyen kabul de yine Kur'ân ve
hadislerde üç dereceye ayrılmaktadır: Normal
kabul, güzel kabul ve en güzel kabul. Her kesin
ameli, sahip olduğu takva ölçüsünde bu kısımlardan
birisine girmektedir. Bundan dolayı mükâfatlar da
Kur'ân'da adamına, işine ve şartlarına göre
farklılık arz etmektedir. Bazı ameller için "iki
kat sevap" (Bakara, 265) tabiri kullanılırken,
bazı ameller için "kat kat" (Bakara, 245) tabiri
kullanılmıştır. Yine bazısı için "On misli" (Enâm,
160) vaad edilirken, bazısı için yedi yüz kat
karşılık vaad edilmiştir. Bazı amellerin
karşılığının Allah'tan başka kimse tarafından
bilinmediği (Secde, 17) vurgulanırken, bazısı için
ise "hesapsız kitapsız" (Zümer, 10) tabiri
kullanılmıştır. Evet bütün bunlar niyetin ve işin
farklılığından kaynaklanmaktadır.
12- İnsanoğlunun semavi
kitaplara ne ihtiyacı var?
Cevap:
Bunu bir misalle izah etmeye çalışalım: Dünyadaki
bütün fabrikalar, ürettikleri ürünlerin yanında
mutlaka bir kullanma kılavuzu da vermektedirler.
Sebebi ise o ürünün nasıl kullanıldığını müşteriye
izah etmektir. Aksi takdirde ya hiç kullanamaz
veya kullanma şartlarını tam bilmediği için kısa
bir zamanda onun bozulmasına hatta bir takım
tehlikeler doğurmasına bile vesile olabilir. Bu
kılavuzları kim hazırlar? Tabi ki o ürünleri
planlayan mühendisler ve uzmanlar. Başka birisinin
böyle bir kılavuz hazırlama yetkisinin olmadığını
her akıllı insan bilir. Şimdi gelelim insan
oğluna. Biz insanları da bir yapan-yaratan
vardır. Bahsi geçen ürünlerin kullanma kılavuzunu
ancak onu planlayıp yapan kimse bildiği gibi, biz
insanların da nasıl yaşamamız gerektiğini ancak
bizi yaratan, içimizi dışımızı bilen, bize neyin
faydalı ve neyin zararlı olduğundan haberdar olan
Allah-u Teâlâ bilir. İşte bize gönderdiği
Peygamberler ve kitaplar, saadeti yakalamak için
bizim nasıl yaşayacağımızı bize gösteren
kılavuzlardır. Bundan dolayı da Allah'tan başka
kimsenin insan için kanun koyma yetkisi yoktur.
Bundan dolayı Kur'ân'da şöyle buyurmaktadır:
"Hiç yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp
bilmektedir ve her şeyden haberdardır." (Mülk,
14) Yaşamak için Allah kanunlarından başka kanun
arayanlar, örneğin bir bilgisayarın nasıl
çalıştığını öğrenmek için bilgisayarın "b"sini
bile bilmeyen bir bakkala müracaat eden gibidir!
13- Dünyada zorluklara rağmen
kaygılardan uzak ve huzurlu yaşayabilmek için ne
yapmak lazım?
Cevap:
Kur'ân-ı Kerim bunun anahtarını şöyle veriyor.
"Elinize gelene sevinmeyeceksiniz ve elinizden
çıkana üzülmeyeceksiniz." (Hadid, 23) Elimizde
olanların bir emanet, dünyanın bir imtihan yeri ve
dünya hayatının da bir imtihan vesilesi olduğunu
göz önünde bulundurursak, o zaman Kur'ân'ın bu
buyruğunu bir yere kadar özümseyebiliriz. Bunu
şöyle bir misalle zihnimize yakınlaştırmaya
çalışalım. Siz bir banka memurunu düşünün, her gün
bir eliyle milyarlarca parayı insanlardan alıp
bankanın hesabına geçiyor, bir eliyle de bankadan
para çeken müşterilere milyarlarca para ödüyor;
ancak ne alırken buna seviniyor ve nede verirken
buna üzülüyor! Neden? Çünkü o bunları bir emanet
olarak görüyor. Hiçbir zaman kendini onların
sahibi olarak görmez, göremez. Eğer biz de
gerçekten biraz da olsa kendimize bunu
inandırabilirsek, işlerimiz çok kolaylaşır.
Zorluklar bizi sarsmaz ve rahatlık ve refahlar
bizi azdırmaz. Bir diğer örnek: Bir traktör
lastiğinin düz veya engebeli, asfalt veya toprak
yolda hareket etmesi onu fazla etkilemez; ama bir
taksiyi veya bir motoru veya bir bisikleti
düşünün; her biri diğerine nazaran daha fazla
etkilenmektedir. Bir gülün üzerine bir serçe kuşu
dahi konduğunda sallanmaya başlar. Ama kalın
gövdeli bir ağacı düşünün; serçeden de çok çok
büyük kuş veya hayvanların üzerine konmalarıyla ve
çıkmalarıyla fazla etkilenmez. Evet, ruhu yüce ve
göğsü geniş Allah dostları da dünyanın
zorluklarına karşı son derece tahammüllü ve
sabırlıdırlar ve sükûnet ve vakarlarını asla
yitirmezler.
Hz. İmam Hüseyin (a.s) o kadar
çetin musibetlere rağmen, Aşura gününde meydanın
ortasında durup huşulu ve huzurlu bir namaz
kılabiliyorsa, bu yakini ve dünya görüşünün
eseridir. Rabbim hepimize öyle bir dünya görüşü ve
öyle bir yakin ve basiret inayet buyursun. Amin!
14- Neden İslam'da ameller
niyetlere göre değerlendirilmekte ve amellerin
kabulü ihlas ve Allah'a yakınlık kasdına
bağlanmıştır?
Cevap:
Çünkü insanlar arasında dünyevi işlerde dahi
amellerin değeri, onlardaki niyetlere göre
değerlendirilmektedir. Şu örneklere dikkat edin:
Ameliyat yapan cerrah doktorlarda göğüs
yarıyorlar, bıçak çeken kabadayılar da. Ancak
insanlar, bunarlın birisine hizmet diyor, diğerine
cinayet. Birisine para veriyor, diğerini
cezalandırıyor. Aynı doktorun yaptığı iş, bir kere
sadece ve sadece para kazanmak için yapıyor;
nitekim para eksik bile olduğunda hastanın
hayatının riske girmesi onu o kadar da
ilgilendirmiyor. Ama bir kere de bir insanı
kurtarmak için yapıyor. Yine bu ikisi insanların
gözünde hiçbir zaman aynı görülmez.
Bir başka örnek: Mesela dört kişi
düşünün ki çeşitli nedenlerden dolayı su içmiyor.
Birisi susamadığı için su içmiyor; ikincisi
küstüğü için içmiyor, üçüncüsü dördüncü şahıs
benden daha çok susuzdur, ona verin içsin diyor.
Yapılan işlem hepsinde aynıdır; ancak niyetler
farklı olduğu için insanlar tarafından aynı
değerlendirilmiyor. Paralarda gerçek parayı
sahtesinden ayıran içinde bulunan ince bir teldir.
Evet, insanla Rabbi arasında muhkem bir bağ olması
gerekir, o da ihlâs ve takarrup niyetidir. Eğer o
bağ olmaz veya koparsa, insanla Rabbinin arasında
ilişki kesilir ve amel kabul olmaz.
15- Kur'ân'da iyi işlerin
karşılığını on beraber olarak zikretmektedir.
Acaba bu, her yapılan iyi iş için geçerli mi?
Cevap:
Kur'ân'da geçen tabir şöyledir: "Kim iyi işi
kendisiyle getirirse, onun on katını alacaktır."
(En'âm, 163) Dikkat edilirse, "yaparsa" değil
"getirirse" tabiri kullanıyor. Kim iyi amelini
kıyamete getirebilirse, her iyiliğe on kat
karşılık alacaktır. Evet maksada ulaştırılan malın
değeri vardır; ama eğer bir mal yolda kalır,
haramilerce yağma edilir veya herhangi bir afetle
yok olursa, bu malın sahibine ne faydası olabilir
ki?! Evet yapılan bir çok iyilik, bir takım
afetlerle yok oluyor. Ya işin başında riya ve
niyet bozukluğundan yok oluyor; ya işin ortasında
"ucb" ve kedini beğenmişlikten dolayı amel bozulup
yok oluyor; yada ameli yaptıktan sonra, taptığımız
bazı günahlarla hayır amellerimizi yok ediyoruz.
16- Neden ölümden korkuyoruz?
Cevap:
Bir şoför yola çıktığında ne zaman korkar acaba?
Benzini ve azığı olmadığında veya az olduğunda ve
yolda kalabileceği endişesi taşıdığında, kaçak mal
taşıdığında, fazla yük vurduğunda, evrak eksiliği
olduğunda, aşırı sürat yaptığında, yolu iyi
tanımadığı ve yolu kaybedeceği endişesi
taşıdığında, yolu doğru düzgün tanımayan
kılavuzlar seçtiğinde, gideceği yerde önceden
kalacak uygun bir yer hazırlamadığında ve yanında
yaramaz arkadaşları olduğunda korkar, endişelenir.
Ama yeterli benzini ve azığı olan, kaçak mal
taşımayan kaçak veya aşırı yük yüklemeyen,
evraklarında eksik olmayan, aşırı hız yapmayan,
yolu iyi tanıyan, gideceği yerde önceden kedisine
uygun yer ve arkadaşlar hazırlamış olan ve yanında
kendisine zorluk çıkaracak arkadaşları olmayan bir
şoför neden korkup kaygılansın ki?
Aynı şeyler ahiret yolculuğu için
de geçerlidir. Evet ölüm sonrası için gereken
manevi azığı toplamış olan, yanlış ve İlahi
kanunlara aykırı bir iş yapmayan veya yaptıysa da
yanlışını düzeltip telafi eden, yolu iyi bilen
veya dürüst ve yolu iyi tanıyan kılavuzlar seçen,
kendine uygun, dürüst ve salih arkadaşlar seçen,
hareketi kurallara uygun olan, taşıdığı manevi ve
imanî evrakta eksik olmayan ve gideceği yerde
kendisine yerleşecek uygun yeri (cenneti)
hazırlayan bir kimse niye ve neden korksun ki?
Bundan dolayıdır ki Allah'ın veli ve Salih kulları
ölümden hiçbir korkuları olmaz. Rabbim bize de
böyle bir hazırlığı nasip buyursun inşallah. Amin.
17- Neden bazı dualar kabul
olmuyor?
Cevap:
Düşünün bir uçağa, uçak benzini yerine mazot veya
su doldurursak hareket eder mi? Veya Bezinle
çalışan bir arabaya mazot doldurursak vs. Evet
midesi haram lokmayla dolan bir kimsenin de duası
kabul olmaz. Bir hadisi-i şerifte şöyle buyuruyor:
"Kim duasının kabul olmasını istiyorsa,
kazancını temiz kılsın. Helalden kazanmaya
çalışsın." Kaldı ki dua Allah'tan hayır
dilemektir; oysa bir çok istediğimiz şey hayır
değildir ve biz onun hayır olduğunu zannediyoruz.
18- Dua kitaplarında insanın
çeşitli zamanları için özel dualar zikredilmiştir.
Aylar, haftalar, günler, hatta bazı saatler için
özel dualar… Bunun anlamı nedir acaba? İslam bizim
durmadan duaya meşgul olmamızı mı istiyor? O zaman
iş güç ve maişet derdi ne olacak?
Cevap:
Bunu biz misalle açıklamaya çalışalım. Siz yolcu
terminaline gittiğinizde tabloda şöyle yazıyor,
saat sekizde, şu özelliklere sahip arabamız
hareket edecektir, saat dokuzda şu, saat onda şu,
on birde ş; bilahare günün her saati için araba
olduğunu ve gidecek arabanın özelliklerini
okuyorsunuz. Tablodaki bu açıklamanın manası bu
değildir ki bütün insan bütün saatlerde yolculuk
yapsınlar. Manası şudur ki kim hangi saatte
hareket etmek istiyorsa, durumu hangisine uygunsa,
o saate gidebilecek imkana ve vesileye sahiptir.
Duada da belki de amaçlanan şey, her kes hangi
saate dua etmek isterse, kendisine ve o saate
uygun dua vardır. Kaldı ki bazı kısa dua ve
zikirler vardır ki insanın iş yapmasına da engel
değildir. İnsan işi yaparken dua ve zikre de
meşgul olabilir.
19- Acaba Allah'ın, hayattaki
iyi veya kötü, tatlı veya acı olaylarda ne kadar
rolü vardır?
Cevap:
Allah-u Teâlâ Kur'ân-ı Kerim'de
şöyle buyurmaktadır: "Sana ulaşan iyilik,
Allah'tandır ve sana ulaşan kötülük kendindendir."
(Nisâ, 79) Yer küresi kendi ekseninde ve
güneşin etrafına dönerken, bir yanı aydın olurken
diğer bir yanı karanlıktır. Aydınlığı güneştendir,
ama karanlığı kendisinden. Allah-u Teâlâ üzümü
yaratmıştır, ama onu şaraba çevirip binlerce
felaket ve hastalığa yol açan insanın kendisidir.
Allah-u Teâlâ insana güç vermiştir; ama bu güçten
yanlış yolda istifade edip zayıflara darbe vuran
yine insanın kendisidir. Allah insana akıl nimeti
vermiştir; ama bu nimetten su-i istifade edip
başkalarına hile yapan, onları aldatan yine
insanın kendisidir. Demek ki Allah'tan olan her
şey iyidir, iyiliktir; ama kötülükler bizim
kendimizden kaynaklanmaktadır.
Bir başka örnek: Elektrik
santralinden kablolar kanalıyla elektrikle çalışan
malzemelere, yanan lambalara ulaşmaktadır. Elbette
oradan gelen güçtür, enerjidir; dolayısıyla da
iyidir, güzeldir. Ancak bu iyi olan şeyi biz kendi
elimizle kötülüğe dönüştürebiliriz; mesela o akımı
bir inanın vücuduna verip öldürürsek, bu
elektriğin veya elektrik akımını meydana getirenin
suçu değildir, onu kötüye kullananın suçudur.
20- Dünyaya gelip de bu
zorlukları çekmek istemeyen birisini Allah neden
yarattı?
Cevap:
Aziz kardeşim, bu soru herhalde
insanın serbest yaratıldığı, ilkesinden hareketle
"Madem insan hür iradeye sahiptir, o halde neden
Allah bu dünyaya gelmek istemeyen kimseleri de
yaratmıştır?" diye sorulmak isteniyor herhalde.
Bunun cevabı şudur ki, yukarıdaki varsayım esasen
külli olarak doğru değildir. Yani insanın mutlak
hürriyeti doğru değildir. Evet insan yaratıldıktan
sonra, teşrii iradeyle ilgili konularda, yani
ilahi teklifleri yerine getirip getirmemede
hürdür. İsterse yapar, istemezse yapmaz. Ama
tekvini iradeyle ilgili konularda böyle bir
hürriyet ve serbestlik söz konusu değildir.
Örneğin insan istese de istemese de acıkır; istese
de istemese de susar, uykusu gelir, ihtiyarlar
vs. Hilkat ve yaratılışın aslında da durum
böyledir. Allah-u Teala kimi yaratıp
yaratmayacağını onun kendisine soracak değildir. O
maslahat görürse yaratır. Bunun da hiçbir akli
mantıki sakıncası yoktur. Vücut hayırdır, ve
Allah'tan da ancak hayır sadır olur. O mutlak
feyiz verendir. Feyiz ve hayır veren bir
kimseye, sen neden bunu yapıyorsun denilmez.
Evet eğer yarattıktan sonra, yaşama, kemale ve
saadete ulaşabilme imkanlarını ondan esirgeseydi,
bu haksızlık ve zulüm olurdu ki öyle değildir.
21- Kur'ân-ı Kerim namazın
insanları kötülük ve çirkinliklerden koruduğunu
vurgulamaktadır. Peki, neden bazı namaz kılanlar
kötü işler de yapıyorlar?
Cevap:
Evvela çürük ve içi boş çekirdek hiç bir zaman
yeşermez. Kalp teveccühü olmadan kılınan namaz içi
boş çekirdek gibidir. Kötülüklerden koruyan namaz,
şartlarıyla kılınan ve kalbi teveccühle birlikte
olan namazdır; yoksa sadece dudakların hareket
ettiği eğilip kalkmada bu bir özelliği yoktur.
Üniversite veya medrese insanın bilimde
ilerlemesine ve yüksek ilmi derecelere ulaşmasına
vesile olur dendiğinde, bunun anlamı her
üniversiteye gidenin bunu kazanacağı anlamına
gelmez. Üniversiteye giden bunu ancak ciddiyet
gösterip ders okuduğunda ve okuduğu her şeyi
kavradığında kazanabileceği demektir. Namazda
ancak belirlenen şartları ve kurallarıyla
kılınırsa insanı kötülüklerden alıkoyar. "Hiç
şüphesiz namaz, hayâsızlık ve kötü olan şeylerden
alıkoyar." (Ankebût, 45)
Saniyen namaz kılan kimse gerçi
bazen kötü şeyler de yapmış olsa, hiç namaz
kılmayana göre yanlışları ve kötülükleri daha
azdır. Çünkü namaz kılan kimse, nazmının doğru
olabilmesi için, bazı şeylere riayet etmesi
gerektiğini biliyor. Örneğin elbisesinin temiz
olması gerektiğini, elbisesinin ve namaz kıldığı
mekânın gasbedilmiş olmaması gerektiğini, aynı
aldığı abdest suyunun temiz ve gasbî olmaması
gerektiğini biliyor. Şer'î hükümlerin bu kadar
bile riayet edilmesi, namaz kılan kimseyi bir
takım kötülüklerden uzaklaştırır. Nasıl ki bir
kimsenin beyaz elbise giymesi onu toprak bir yere
oturmasına engel oluyor.
22- İyiliğe emretme ve
kötülüklerden nehyetmenin İslamî bir vazife
olduğunu hepimiz biliyoruz. Peki, yapılan emr-i
maruf ve nehy-i münkerin etkili olmadığını
gördüğümüzde vazifemiz nedir?
Cevap:
Evvela eğer insanın kendisinin sözleri etkili
değilse ve başka birisinin daha etkili
olabileceğini düşünüyorsa, ondan bu işi yapmasını
istesin. Hz. Musa Fravun'atebliğ etmekle
görevlendirildiğinde, Allah-u Teâla'dan kardeşi
Hz. Harun'u daha fasih ve etkileyici konuştuğu
için, kendisine yardımcı vermesini istiyor.
Kur'ân'da Hz. Musa (a.s)'ın dilinden bunu şöyle
naklediyor: "Kardeşim Hârun var ya, o benden
lisanca daha etkilidir/benden daha güzel konuşur.
Onu da benimle yardımcı olarak gönder ki beni
tasdiklesin…" (Kasas, 34) Saniyen, bazen bir
defa etkili olmayabilir, ama eğer değişik
şekillerde ve değişik üsluplar kullanılarak tekrar
edilirse belki etki yapar. Nasıl ki bazen ağaca
bir defa balta vurmakla kesilmez, ama darbeler
tekrarlanırsa kesilir. Kur'ân-ı Kerim de şöyle
buyuruyor: "Biz, gerçeği, Kur'ân'da türlü
biçimlerde ifade ettik ki, düşünüp
anlayabilsinler…" (İsrâ, 41) Salisen, belki de
etkili olmayışı bizim yanlış üslubumuzdan da
kaynaklanabilir. Evet iyiliğe emretme ve
kötülükten sakındırmanın bir takım şartları ve
kuralları vardır ki onları mutlak dikkate almamız
gerekir. Her münkerle farklı biçimlerde mücadele
etmek gerekir. İnsanın elbisesi, üzeri bazen toz
toprakla kirlenmiş olabilir bazen de baca
karakurasıyla. Her ikisini temizlerken aynı yöntem
kullanılırsa, yanlış sonuç alınır. Birincisini
temizlerken silkerek, vurarak temizlememiz
gerekirken, ikincisini üfleyerek temizlememiz
gerekir. Eğer ikincisinde de elimizle temizlemeye
kalkışırsak, hem elimiz siyahlaşır hem de
elbisemiz. Kur'ân-ı Kerim de "Evlere
kapılarından girin" (Bakara, 189) Yani her eve
kendine has kapısından girmek gerekir. Rabien,
insanları yanlışlarından ve haramlardan alıkoymaya
çalışırken, doğru ve helal yolu da onlara
göstermek gerekir. Kur'an-ı Kerim Hz. Lut (a.s)
hakkında şöyle buyuruyor: "Lût'un kavmi koşarak
onun yanına geldi. Bunlar daha önce de kötülükler
yapmışlardı. Lût dedi ki: "Ey toplumum! İşte
şunlar kızlarım. Onlar sizin için daha temiz.
Allah'tan korkun da misafirlerim önünde beni rezil
etmeyin…" (Hud, 78) Evet Lut (a.s) bir
taraftan evine gelen misafirlere yanlış yapıp
onlarla haram olan meşhur çirkin işlerini yapmak
isteyen kavmini, bu çirkin ve haram fiillerinden
sakındırırken, diğer taraftan helal olan yolu
onarla göstermekten geri durmuyor (kızlarıyla
evlenmelerini öneriyor).
23- Resulullah (s.a.a)'ın
risalete seçildiğinde insanlara şöyle buyurduğu
nakledilmiştir: "KÛLÛ LÂ İLÂHE İLLALLAH TUFLİHÛ."
Yani 'Allah'tan başka bir ilah yoktur' söyleyin
ki kurtuluşa eresiniz." Acaba bir "La İlahe
İllallah" söylemekle insan nasıl kurtuluşa
erebilir?
Cevap:
Allah Resulü'nün bu sözden
maksadı, sadece dilde kuru bir La ilahe illallah
söylemek değil; tevhide inanmak ve gerçekten
Allah'tan başka bir mabudun olmadığına yakin
etmektir. Hadisin orijinalinde geçen "TUFLİHÛ"
kelimesi felahet kökünden kurtulmak anlamı
taşımaktadır. Araplar çiftçiye "Fellâh" (kurtaran)
diyorlar; çünkü tohumun topraktan kurtulmasını
sağlamaktadır. Bir tohumun toprak altından
kurtulması ve başını dışarıya çıkarabilmesi için,
üç aşamadan geçmesi lazım: a) Kökünü toprağın
derinliklerine doğru sürmesi, b) Yerdeki
minareleri emmesi c) Üzerindeki toprağı kenara
itmesi. İnsanoğlu da tevhid atmosferinde yer
alabilmesi için, bir taraftan inançlarını sağlam
ve delilli mantıklı temellere oturtmalı, bir
taraftan var olan bütün imkanlardan manevi
ilerlemesinde yararlanmalı ve diğer taraftan da
önündeki ilerleme engellerini ortadan kaldırmaya
çalışmalıdır. İşte o zaman kurtuluşa ermesi
kaçınılmazdır.
24- Kumeyl duasında "Senin
azabına sabretsem de ayrılığına sabredemem"
deniyor. Böyle bir şeyin tasavvuru mümkün mü
acaba?
Cevap:
Bir anne düşünün ki çocuğu uzak
bir yerde bulunuyor. Anne çocuğunu görmek için kar
kış demeden, bütün zorluklara katlanıp onun
bulunduğu yere gidiyor. Ama oraya vardığında
diyorlar ki çocuğun buradan başka bir yere gitmiş.
Anne feryad ediyor ki bütün bu zorluklara tahammül
ederim, ama yavrumdan ayrılığa nasıl tahammül
edebilirim? Demek ki mümkündür. Allah dostlarının
Allah sevgisi annenin evladına olan sevgisinden
çok daha şiddetlidir. Öyle ki gerektiğinde seve
seve evlatlarını bile ona kurban verebiliyorlar!
Bir de evliyanın efendisi Hz. Emir-ül Mu'minin Ali
(a.s)'ı düşünün. Bunları dikkate aldığımızda
yukarıdaki cümle hiç de yadırganmamalıdır. Bu tür
şeyler bizim ruh halimize biraz uzaktır o başka.
Rabbim bizim de yüzümüze o âlemlerde küçük de olsa
bir pencere açsın. Amin.
25- İnsanda bulunan içgüdülere,
ezcümle cinsel içgüdüye karşı nasıl bir tutum
izlemeliyiz?
Cevap:
Bu içgüdüleri insanda koyan Allah-u Teâla'dır.
Dolayısıyla onları ezmeye ve etkisiz hale
getirmeğe çalışmak yanlış ve mantıksızlıktır.
Yapılması gereken onların kontrol edilmesidir. Bu
içgüdülerin korunması insanın korunması, yaşamına
devam etmesi ve ilerlemesi için bir zorunluluktur.
Eğer yeme içgüdüsü ve mide olmazsa, insan açlıktan
ölür. Eğer gazap ve öfke içgüdüsü olmazsa, insan
kendisini savunamaz. Şehvet ve cinsel içgüdü
olmazsa, insan nesli yok olur. Ancak bu içgüdüleri
sağlıklı bir şekilde doyurmak gerekir. Bunu yine
bir örnekle açıklamak istersek, içi dolu bir gaz
tüpüne benzetebiliriz. Örneğin uygun bir kanalla
gaz kapsülden gaz ocağına, şofbene, lambaya vs.
intikal ettirilirse, onun hararet ve ışığından
güzel bir şekilde istifade ederiz. Ama eğer
kontrolsüz bir şekilde istifade etmeğe çalışırsak,
o zaman patlama ve yangın gibi büyük tehlikeleri
peşinden getirir. Bir kadının süslenme arzusu,
onun içine koyulmuş bir içgüdüdür. Eğer bu istek
ve arzu ev içinde tatmin edilirse, hem bu içgüdü
ihtiyacını karşılamış olur, hem de aile hayatını
pekiştirir ve çiftlerin mutluluğuna mutluluk
katar. Ama eğer bu arzu ve istek ev dışına
taşınırsa, başka ailelerin sarsılmasına ve nice
fitne ve fesatlara yol açar. Ayrıca henüz evlenme
imkânı bulmamış nice insanları tahrik yoluyla
fesat ve kötülüklere sürekler veya en azından bir
çok ruhi buhranlara ve hastalıklara yol açar. Bu
önemli hususa dikkat etmeyen toplumlardaki sayısız
fesatlar, hayâsızlıklar, tecavüzler, yuvaların
yıkılışı, intiharlar, tehditler, evden kaçmalar,
cinsel ve psikolojik rahatsızlıkların bu tür
kontrolsüz davranışların kötü sonuçları olduğunda
hiçbir akıllı ve insaflı insan tereddüt etmez.
Diğer içgüdülerde de durum bundan farklı değildir.
26- İnsan serbest mi
yaratılmış, yoksa mecbur mu? Eğer serbest ve hür
olarak yaratılmış ise, bu serbestlik ve hür
iradenin sınırı nereye kadardır?
Cevap:
Gerçi bazı kimseler "insan hür
iradeye sahip olduğunu zannetse dahi, mecbur
yaratılmıştır ve kendisinde hiçbir serbestlik ve
iradesi söz konusu değildir" deseler de insanın
serbest ve irade sahibi olduğu tartışma götürmez
bir gerçektir. İnsanın hürriyet ve serbestliğini
gösteren bir çok delil vardır ki bunlardan sadece
bir kaçına değinmekle yetiniyoruz: a) her insan
bazen bir iş yapmak istediğinde tereddüt yaşar ve
yapsam mı, yapmasam mı diye şüpheye düşer. Bu
şüphe ve tereddüdün insanda meydana gelişi onun
seçme gücüne ve hür iradeye sahip olduğunu
gösterir, aksi takdirde böyle bir tereddüde
kapılmasının bir anlamı olmazdı. b) Bazen de
insanlar yaptıkları bazı işlerden dolayı
birbirlerini eleştiri yağmuruna tabi tutmaktadır.
Bu da yine insanın seçmede serbest olduğunu ve
istediğinde söz konusu fiili terk edebileceğini
göstermektedir. c) Bir çok zaman insan önceden
yaptığı bir takım işler ve takındığı bir çok
tavırdan dolayı pişmanlık duyar. Bu pişmanlık onun
serbest ve hür olduğunu ve istediği takdirde o
fiilileri yapmayabilir olmasının bir delilidir:
Nitekim duyduğu pişmanlık ve "Keşke yapmasaydım"
deyişi de bunun bir delilidir. d) Bütün insanlar,
çocuklarını eğitmeye çalışmakta veya eğitilmesi
için onları eğitimcilere, öğretmenlere teslim
ediyorlar. Bu da yine insanın seçme gücüne sahip
olduğunu ve bir takım yanlış ve kötü işleri
bırakıp iyi işlere yönelebileceğini ve doğru
istikamette hareket edebileceğini ve anne babanın
da buna yürekten inandığını göstermektedir. Aksi
takdirde bu işin maddi ve manevi zorluklarına
katlanmazdılar. Evet bu şüphe, eleştiri, pişmanlık
ve eğitim, insanın hür iradeye sahip odlunun
apaçık delillerdir. Kaldı ki özgür olmak ve
istediği şeyi yapabilme imkanına sahip olmak,
sadece insan değil hatta hayvanların dahi her
zaman arzuladığı bir şeydir. Düşünün bir kafese
konulan bir kediye dünyanın en lezzetli yemekleri
dahi verilse, yine de rahatlamaz ve sokakta,
caddede en basit yiyecekleri yiyip serbestçe
dolaşmayı, kafes içinde yiyeceği en güzel
yemeklere tercih eder. Yine düşünün insan cennette
serbest ve hür olmasaydı, bundan hoşnut olur
muydu)? Nitekim mu'minler cennette
gireceklerinde, serbest olacakları için Allah'a
şükrederler: "Onlar (cennet ehli): Bize verdiği
sözde sadık olan ve bizi, dilediğimiz yerinde
oturacağımız bu cennet yurduna vâris kılan Allah'a
hamdolsun… derler." (Zumer, 74) Bununla
birlikte insan Allah'ın kuludur ve onun emir ve
nehiylerine itaat etmelidir. Eğer insanın
serbestliğinin bir sınırı olmaz ve insan yetkisini
nefsinin veya şahsi arzularının veya başkalarının
isteklerine teslim ederse, helaket ve bedbahtlık
deresini yuvarlanmış olur. Evet özgürlük ve
serbestlik İlahi emirler ve akıl çerçevesinde
işlemelidir ki başkalarının özgürlük ve
serbestliğine engel olmasın.
27- Neden Allah-u Teâlâ, içinde
zerre kadar bile gösteriş ve riya olan amelleri
kabul etmeyecektir?
Cevap:
Kudsî bir hadiste Allah-u Teâlâ
şöyle buyurmaktadır: "Ben en iyi ortağım. Kim hem
benim için, hem de başkası için amel ederse, ben
kendi payımı öbür ortağa devrederim ki onun için
amel eden kimse, mükafatını ondan alsın!"
(Vesâil-üş Şia, c.1, s.72) Evet herhangi bir şeyi
veya herhangi bir kimseyi Allah'ın yanında ona
ortak koşmak, Allah-u Teâlâ'ya hakaret sayılır.
Düşünün bir kimse size "Ben sizi ve filan taşı
seviyorum" derse, bu size hakaret sayılmaz mı?
Yine size "Hazırladığım yemekten hem sizin yiyin
hem de kedim yesin" derse, bunu kendinize karşı
yapılmış bir saygısızlık ve küstahlık olarak
algılamaz mısınız? Kadı ki Allah-u Teâlâ'nın
insana verdiği emir ve nehiylerden maksat, insanın
kedisinin ilerlemesi ve kemale ermesidir. Şirk ve
gösteriş ise insanın gerilemesi ve bedbaht
olmasına sebeptir. Eğer bir fare, bir tencere
yemeğin içerine düşerse, o yemeğin hepsi pislenir
ve artık kimse onu yemeğe yanaşmaz. Bir arkadaş
şöyle diyordu: Bir gün uçakta olduğumuz bir
sırada, uçağın hareketinden önce aniden uçakta
olan bütün yolcuları ve eşyalarını dışarıya
çıkardılar. Sebebini sorduğumuzda, "Uçağın
içerisine bir fare sızmıştır" dediler. "Peki bir
fareden ötürü bu kadar yolcu neden dışarıya
çıkarıldı?" dediğimizde "Çünkü dediler, fare
uçağın kablolarını çiğneyip uçağın arızalanmasına
veya uçağın havaalanıyla bağlantısının kopmasına
yol açabilir!!" Evet şirk ve riya faresi de ihlas
kablosunu çiğneyerek kul ile rabbi arasındaki
kulluk bağını koparır!!
28- Allah kulların namahrem
midir ki, namazda kadınların ve erkeklerin
bedenlerini örtmeleri emredilmiştir?
Cevap:
Elbise giymek her zaman namahremlikten dolayı
değildir. Bazen edep ve saygının bir
göstergesidir. İnsanlar kendi evlerinde genellikle
sade elbiseler giymeği tercih ederler. Ama
evlerine bir misafir geldiğinde, kâmil ve münasip
bir elbise giymeği yeğlerler. Bir merasime, mesela
düğüne gitmek istediklerinde, daha da kaliteli ve
daha düzgün elbiseler giymeğe yeltenirler. Bütün
bunlar, misafirler ve davetlilere karşı edep,
saygı ve hürmetin bir ifadesidir. Evet, namazda
Allah'ın huzurunda durmak da ona münasip ve kamil
bir elbiseyi giymeği icap eder.
29- Ruhumuzun büyümesi ve
kapasitemizin genişlemesi için ne yapmalıyız? Öyle
ki artık yaptığımız hayır ameller bizi ucb ve
gurura sevk etmesin; dünyanın zorlukları bizi
tahammülsüz hale getirmesin?
Cevap:
Hz. Emir-ül Mu'minin Ali (a.s)
takva sahiplerini şöyle tarif etmektedir:
"Yaratıcı onların gözünde büyüdüğü için, başka
şeyler onların nazarında küçülmüştür. Siz
yeryüzünde bulunduğunuzda küçük bir arsa bile
sizin gözünüzde büyük gözükür. Ama bir uçağa
bindiğinizi düşünün; uçak havalandıkça o arsa da
dâhil her şey yukarıdan sizin gözünüze küçük
gözükür, ne kadar daha yükseklere çıkarsa, o
derece daha çok küçülür. Öyle ki bazı şeyler artık
tamamen gözden kaybolur ve görünmez hale gelir.
Biz eğer bankaya yatırılan onca parayı düşünürsek,
kendi yatırdıklarımız bize önemsiz hale gelir.
Eğer biz Kur'ân'ın tabiriyle bütün varlıkların
Allah'ı tesbih ettiğini düşünürsek, o zaman kendi
yaptığımız üç beş ibadet bizi gurura ve kendini
beğenmişliğe sevk etmez. Hâşâ Allah'ı kendimize
borçlu çıkarmaya çalışmayız. Eğer dünyada bulunan
uçsuz bucaksız kütüphaneleri düşünürsek, uç beş
kitabı okumakla fiyaka satmaya kalkışmayız! İmam
Zeyn-ül Âbidin (a.s)'a "Neden bu kadar ibadet
ediyorsunuz?" denildiğinde, "Benim ibadetim nere,
Emir-ül Mu'minin Ali (a.s)'ın ibadeti nere?!'
Allah-u Teâlâ Kur'ân'da Resulullah (s.a.a)'e
buyuruyor ki geçmiş Peygamberlerin çektiği
zorlukları hatırla ki kendi çektiğin zorluk ve
sıkıntılar sana kolay gelsin. Evet, biz de eğer
yol giderken sürekli arkamıza bakıp durursak, o
zaman "Amma da yol gelmişim" diye gururlanır ve
yol yürüme azmimiz azalmış olur. Ama eğer arkamıza
değil, önümüzdeki geri kalan yola bakarsak, o
zaman bir taraftan gururlanmayız, bir taraftan da
"Daha gidecek çok yolumuz var" deyip yola daha bir
kararlılıkla devam ederiz. Bu örnekleri daha da
çoğaltmak mümkündür.
30- Bazı hadislerde "Allah'ın
bağışlamayacağı günahlardan birisi de küçük
günahlardır" buyuruyor. Bunu nasıl izah
edebiliriz?
Cevap:
Zahiren bunun sebebi şu olsa gerek
ki insan büyük günahlarda günahın önemine vakıf
olduğu için, onun rahatsızlık ve ıstırabını duyup
bir an evvel tevbe etmeye yöneliyor. Ama küçük ve
önemsenmeyen günahlarda insan fazla mahcubiyet ve
ıstırap hissetmediği için, tevbeye yönelmiyor;
hatta onu tekrarlamaya gün geçtikçe daha da
cüretkar hale geliyor. Dolayısıyla da günah için
bağışlanma zemini oluşmuyor. Biz insanlar arsında
da durum farklı değildir. Birisine az bir borcu
olan bir kimse, alacaklıya gelip de "Senin benden
bir talebin söz konusu değildir; alacağın şu az
miktarın da ne önemi ve değeri vardır ki?" derse,
alacaklı kimse bu adamı asla affetmez ve az bile
olsa alacağını tahsil etmeye çalışır ve bir daha
da ona borç vermez. Tam tersine yüklü bir borcu
olduğu halde, alacaklıya gelip de borcunu
geciktirdiği için ondan özür dilerse, alacaklı ona
uygun bir mühlet tanır veya hatta borcunu
affedebilir de! Evet, az bir borç küstahlıkla
birlikte olduğu için, insanlar tarafından
affedilmiyor, ama yüklü borç, özür ve tevazuyla
birlikte olduğu için kolayca affedilebiliyor veya
mazur görülüp telafi fırsatı tanınabiliyor. Bir
başak örnek verelim. Birisi kavga sırasında
öfkelenip de sizin kafanıza büyük bir taşla vurup,
ama daha sonra pişmanlık duyar ve gelip sizden
samimi bir şekilde özür ve af dilerse, onu kolayca
affedebilirsiniz. Ama bir adam düşünün, eline
küçük bir fiske alıp sizin kafanıza vuruyor ve siz
"niye böyle yaptın" diye itiraz ettiğinizde "Canım
küçücük bir fiskeydi, ne olacak yani, öldünüz
mü?!" diye küstah bir cevap verirse, siz asla
böyle bir kimseyi bağışlamazsınız. Neden? Sahip
olduğu küstahlık ve umursamazlıktan dolayı…
31- Her halükarda Allah'ı
hatırlamanın anlamı nedir ve Allah'ı sürekli ve
her şeyde ve her yerde hatırlamak neden bu kadar
önemsenmiş ve üstelenmiştir?
Cevap:
Hadislerde buyruluyor ki: "Her
işin başlangıcında "Bismillah" söyleyin. Hatta
eğer sofrada yemek değiştirdiğinizde "Bismillah"ı
tekrarlayın. Hatta bazısında her lokmayı
alındığında dahi "Bismillah" söylenmesi tavsiye
edilmiştir. Evet siz bir fabrikayı, bir firmayı
düşünün. Firma ürettiği bütün ürünlerine kendi
etiketini yapıştırmakta, kendi ismini, armasını
kazımaktadır, hatta o ürünlerin yerleştirildiği
kartonlara, taşındığı araçlara dahi. Her ülkenin
bayrağı, hem o ülkenin dairelerinde,
müesseselerinde, masaların üzerine konmakta, hem
resmi dairelerin üzerine asılmakta, hem de uçak ve
gemi gibi taşıt araçlarının üzerine. Evet Hakk'a
inanan ve ona tapan kimsenin de küçük-büyük bütün
işlerinde ve hareketlerinde onun rengi ve etiketi
olmalıdır. Bakın tevhid kahramanı Hz. İbrâhîm
(a.s)'ın dilinden Kur'ân-ı Kerim ne buyuruyor?:
"De ki: Şüphesiz benim namazım, kurbanım, hayatım
ve ölümüm hepsi âlemlerin Rabbi Allah içindir."
(En'âm, 162) Yine Allah-u, Teâlâ Resulullah
(s.a.a)'e hem risâletini Allah'ın adıyla
başlatmasını emrediyor: "Yaratan Rabbinin
adıyla oku." (Alak, 1) Hem de başladığı her
işte Rabbine yönelmesini, her şeyi onun için ve
onun adıyla gerçekleştirmesini buyuruyor: "Boş
kaldın mı hemen (başka) işe koyul; * Yalnız
Rabbine yönel." (İnşirâh, 7-8)
32-
Kur'ân-ı Kerim'de geçen bir ayetin zahirinde
çelişki var gibi gözüküyor; ayet şöyledir: "Ey
iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size
düşman olanlar da vardır. Onlardan sakının. Ama
affeder, kusurlarını başlarına kakmaz, kusurlarını
örterseniz, bilin ki, Allah çok bağışlayan, çok
esirgeyendir." (Teğâbun, 14) Görüldüğü gibi
bir taraftan 'Sizin eşlerinizden ve
çocuklarınızdan size düşman olanlar vardır;
onlardan sakının' buyururken, devamında onların
affedilmesi, kusurlarının bağışlanması
emrediliyor. Bu zahiri çelişkiyi nasıl
halledebiliriz?
Cevap:
Ayetin nazil olma sebebini dikkate aldığımızda,
çelişki gibi gözüken durum ortadan kalkmış olur.
Ayetin nüzul sebebinde şöyle nakledilmiştir:
"Allah Resulü (s.a.a) Mekke'den Medine'ye hicret
ettiklerinde, iman eden Müslümanlarda Allah Resulü
ile birlikte hicret ettiler. Ancak bazı
Müslümanlar, eşleri ve çocuklarının muhalefetiyle
karşılaştılar. İşte bu sırada ayet nazil olarak "Eşlerinizden
ve çocuklarınızdan size düşman olanlar da vardır.
Onlardan sakının" diye emredildi. Bunun
üzerine muhacir Müslümanlardan bazısı hatta tevbe
ettikleri takdirde dahi eşleri ve çocuklarını
kabul etmeyeceklerine dair kara aldırlar. Ama
Allah-u Teâlâ onların bu tavrının yanlış olduğunu
ve tevbe edip dönüş yaptıklarında onların
geçmişlerini görmemezlikten gelip onları
affetmelerini tavsiye etmekte ve bunun onlar için
daha güzel olduğunu ve Allah'ın da onları
bağışlayacağını ve rahmetine mazhar kılacağını
beyan buyurmaktadır.
33- Neden Allah-u Teâlâ yanlış
yapan, günah işleyen kimselerin önünü almıyor ve
onlara mühlet ve fırsat veriyor?
Cevap:
Bir ülkenin su ve elektrik kurumu,
bütün evlere su ve elektrik dağıtıyor. Ancak ev
sahipleri bu su ve elektrikten sağlıklı ve iyi
istifadeler de yapabilirler, kötü istifadeler de.
Allah-u Teâlâ insanı serbest ve hür iradeyle
yaratmış ve her türlü ilerleme ve tekâmül etme
imkânını da ona sunmuştur. Eğer insanın kendisi,
bilinçli bir şekilde ve kendi hür iradesiyle kötü
bir seçim yapar ve elindeki imkânları heba ederse,
bu onun kendi suçudur. "Peki neden Allah-u Teâlâ
onun bu yanlışına engel olabileceği halde, engel
olmuyor?" sorusuna gelince, çünkü düşünün eğer
Allah-u Teâlâ mesela yalan ve kötü bir söz
söylemek isteyen kimseyi konuşmaz hale getirseydi,
mazlum birisine darbe vurmak isteyenin elini
kurutsaydı, felç etseydi, kötü ve hain bakışlara
yeltenen birisinin gözünü kör etseydi vs. o zaman
evvela hayat çekilmez bir hale gelirdi; saniyen
iradesiz ve inisiyatif dışı yanlış yapmayan bir
kimse herhangi bir övgüye ve mükafata layık olur
muydu? Evet, insana değer veren şey, serbestçe ve
kendi hür iradesiyle iyi bir iş yapması ve kötü
bir işten de sakınmasıyla olur. Eğer bir insanın
elini kolunu bağlayıp cebindeki paraları alıp
harcar veya fakire verirlerse, "Bu adam, ne kadar
da cömerttir!" diyebilir miyiz? Gözü kör birisi
namahreme bakmadığında, "Bu adam, ne kadar da
takvalı ve iffetli birisidir!" diyebilir miyiz?
Evet Allah-u Teâlâ da insanların serbest olmasını
ve kendi seçimleri ve arzularıyla iyiliğe
yönelmeleri veya kötülükten sakınmalarını murad
etmiştir. Bu durumdadır ki insanın yaptığının bir
değeri olur ve bu olumlu seçimi yapmayan ve
kötülüğe yönelen kimselerden farkı ortaya çıkar ve
övgüyü, mükafatı hak etmiş olur. Yine böyle olunca
imtihan gerçekleşmiş olur; Peygamberlerin, semâvî
kitapların gönderilişi anlam kazanır.
34- Hz. Mehdi (a.s)'ı
beklemenin anlamı nedir? Acaba hiçbir şey yapmadan
onu beklemek, yapılan yanlışlara, kötülüklere,
zulüm ve haksızlıklara karşı susmak, duyarsız ve
tepkisiz kalmak mı? Kendinin ve toplumun ıslahı
için çalışmaların yersiz ve anlamsız olduğu, biz
değil Hz. Mehdi'nin gelip her şeyi yoluna koyması
gerektiği demek mi?
Cevap:
Elbette ki hadislerde ibadet
olarak addedilen "zuhuru bekleme"nin gerçek manası
bu değildir. Bunu size bazı örneklerle izah etmeye
çalışalım. Biz her gece sabahı ve güneşin doğuşunu
bekliyoruz. Ama bununla birlikte hiçbir zaman da
akşamdan sabaha, "Nasıl olsa, bilahare güneş
çıkacaktır" deyip sabaha kadar karanlıkta
oturmuyoruz. Her kes bir şeylerle evini odası
aydınlatmaya çalışıyor. Biz kış mevsiminde bahar
ve yazın gelmesini ve onun sıcaklık ve
nimetlerinden yararlanmayı bekliyor ve ümit
ediyoruz. Ancak beklerken de bir köşeye çekilip
soğukta karda ısınmak için hiçbir şey yapmadan
titreye durmuyoruz. Bilahare ısınma problemini
çözmek için bir takım tedbirler mutlaka
düşünüyoruz. Evet Hz. Mehdi (a.s)'ın zuhurunu
beklerken de her kesin gücü ve imkanı ölçüsünde
bir taraftan kendini ıslaha çalışırken, bir
taraftan da kötülükler ve zulümlerle mücadele
etmeliyiz ki hakikat çerağı tamamen sönmesin,
insani değerler tamamen kaybolmasın. Kadı ki
zuhuru bekleyen kimse, Hz. Mehdi'nin yanında yer
alıp mücadele etmeyi bekliyor demektir. Onun
yanında yer alabilmek liyakat ister. Evet muslihi
(ıslahçıyı) bekleyenin kendisi sâlih olmalıdır. Bu
yüzden de Resulullah (s.a.a)'in hadislerinin
birisinde "Amellerin en üstünü, fereci (kurtuluşu)
beklemektir" buyuruyor; bir diğer hadiste ise "En
faziletli cihad, fereci beklemektir" diye
geçmektedir. Görüldüğü gibi, intizar-beklemek, bir
durum olarak değil, amel ve cihad olarak
nitelendirilmektedir! Dolayısıyla gerçek
bekleyenler, amel sahibi olmalıdırlar. Çok değerli
ve aziz bir misafirinin gelmesini bekleyen kimse,
gidip de evininin bir köşesine sızıp misafirini
beklemeye durmaz. Evini temizler, üst başını
temizler, misafirini ağırlamak için lazım şeyleri
temin etmeye çalışır vs. Gaybet zamanında
mu'minlerin vazifeleri, kendilerini ıslah etmeye
çalışmanın yanı sıra, imkânları ölçüsünde emri
maruf ve nehyi münker vazifesini ve insanları
hakka ve doğrulara davet etmeyi ihmal etmemelidir.
Bu konuyu bir hadisle noktalamak istiyoruz:
Nu'mani kendi senediyle İmam
Cafer-i Sâdık'tan şöyle rivayette bulunur:
"Kâim'in ashabından olmak isteyen kimse nefsini
kötü hâl, alışkanlık ve davranışlardan temizleyip
iyi ahlak sahibi olmalı ve bu haliyle onun
zuhurunu beklemelidir. O kendisini bu şekilde
temizler, yetiştirir ve bu halde ölür de onun
ölümünden sonra zuhur gerçekleşirse, İmam'ı görüp
ona ulaşanların sevabını kazanır. O halde gayretli
olun ve onu bekleyin, ne mutlu size ey Allah'ın
rahmetine muhatap olanlar!"
35- Bir hadiste şöyle
geçmektedir: "Kim kendini başka birisinden üstün
görürse, müstekbirlerden (büyüklük taslayan
kibirli insanlardan) sayılır." Bu hadise göre
mu'min ve Müslüman birisi kendini kafir ve fâsık
olan birisinden de mi üstün görmemelidir?
Cevap: Evet öyledir. Aslında bu
birçoğumuzun şaşırabileceği bir açıklamadır. Ancak
bazı hususları dikkate alırsak, şaşılacak bir
durumun olmadığını anlayacağız. Evvela bu, bir
insanın bütün bir ömrü dikkate alınarak yapılan
bir değerlendirmedir. Evet insanın ne kendinin ne
de başkalarının geleceğinden ve akıbetinden
haberdar olma şansı olmadığı için, sonlarının
nasıl hatm olacağını da bilemez. Dolayısıyla
aceleci ve fevri yargılarda bulunmamız ve peşin
hükümler vermememiz gerekir. Tarih bir zamanlar
fasık ve kafir olan nice insanlara şahit olmuştur
ki ömürlerinin son dilimlerinde, gerçek bir
dönüşle sonlarının iyilik ve güzellikle hatm
olmasına vesile olmuşlardır Ve nice mu'min
kimseler olmuştur ki maalesef ömürlerinin bir
başka devresinde, karşılaştıkları imtihanları
kaybedip kötü bir akibetle dünyadan göçmüşlerdir.
İmam Cafer-i Sadık (a.s) kendisinden nakledilen
bir rivayette, yukarıdaki hadisi açıklarken şöyle
buyuruyor: "Hz. Musa'nın zamanındaki sihirbazlar,
ömür boyu dalalette idiler, ama Firavunun yanında
gerçekleşen malum gösteride, Hz. Musa'nın
mucizesini görünce, iman ettiler, hem de öyle bir
iman ki Firavun'un hiçbir tehdidi onları
imanlarından ve seçtikleri doğu istikametten
caydıramadı. Şeytan 6 bin yıl ibadet etti, ama bir
kibirlenme ve Allah'a karşı gelme ve kendini Adem
(a.s)'dan üstün görme sonucunda her şeyini
kaybedip Allah'ın dergahından kovulup ebedi olarak
lanetlendi." Bunun bir diğer bariz örneği, Hz.
Musa'nın zamanında yaşayan, hatta onun akrabası
olan ve bir müddet iyi bir duruma sahip olan,
hatta duası kabul olan, bazen Hz. Musa'nın
temsilciğini yapan "Bel'âm Baurâ" isimli kimsedir
ki daha sonra Fıravun'un vaatlerine kanarak onun
yanında yer almaya karar vermiş ve bütün
kazanımlarını kaybetmiş, hatta öyle bir noktay
gerilemiştir ki Kur'ân ondan "kuduz köpek" diye
tabir etmektedir! Kerbela'da Hür ve Züheyr gibi
kimseler de son anlara kadar batıl cephede
bulunmalarına rağmen, cephelerini değiştirince,
ebedi saadeti yakaladılar. Bu yüzden doğru yolda
olanlar, asla gururlanmamalı, kibirlenmemeli ve
bilmelidirler ki onların da yoldan sapma ihtimali
ve tehlikesi mevcuttur. Dolayısıyla bu sözlerden
maksat, insanı ucb, kibir, kendini beğenmişlik
gibi büyük tehlikelerden korumaktır. Hadislerde ve
dualarda da geçtiği gibi: Her zaman sonumuzun
hayra hatm olması için sürekli Rabbimize
yalvarmalı ve ondan yardım dilemeliyiz. Ya Rabbi,
sonumuzu hayra ve saadete hatmeyle. Amin!
36- Kur'an-ı Kerim'de de beyan
edildiği üzere Hz. Musa'nın Allah'tan istediği ve
birçok hadiste de üzerinde durulan ve Rabbimizden
istememiz tavsiye edilen "göğüs genişliği"nden
maksat nedir?
Cevap:
Göğüs genişliğinden maksat,
insanın büyük ve tahammüllü bir ruha sahip
olmasıdır. Öyle bir ruh ki hadiselerin, etkilerin
ve tepkilerin karşısında sabır ve tahammülünü
kaybetmesin ve dengesini koruyarak üzerine düşen
vazifesini layıkıyla yerine getirebilsin. Bir
traktör lastiği, yol ne kadar da bozuk olursa
olsun, kolay kolay yalpalamaz ve dalgaları
atlatabilir. Ama bir bisiklet lastiği en basit yol
bozukluğunda dahi yalpalayıp patlayabilir ve
üzerine binen kimseyi düşürebilir. Büyük bir
gemiyle küçük bir kayığın fırtınalara karşı durumu
da aynıdır. Hz. Ali (a.s) kendisinden nakledilen
bir hadiste şöyle buyuruyor: "Riyaset ve yönetimin
aracı, geniş bir göğse (büyük bir ruha sahip
olmaktır)." Yani kabul edilen her türlü
sorumlulukta başarıya ulaşmanın en büyük anahtarı
ve vazgeçilmez şartı, geniş ve tahammüllü bir ruha
sahip olmaktır. Bunun için de Hz. Musa (a.s) gibi
bunu sürekli Allah'tan dilemeliyiz. Kur'ân-ı
Kerim, Hz. Musa'nın peygamberliğe seçildiği ve
Firavun'a tebliğ ile görevlendirildiği zaman bunu
dua ederek Allah'tan istediğini ve Allah-u
Teâlâ'nın da istediğini kendisine lütfettiğini
beyan etmektedir. (Tâhâ, 25) Yine Allah Resulü'ne
(s.a.a) bu nimetin verildiğini şöyle
açıklamaktadır: "Biz senin göğsünü açıp
genişletmedik mi?" (İnşirah, 1) Elbette şu
noktaya da değinmek yerinde olur ki, görüldüğü
gibi Allah-u Teâlâ Hz. Musa (a.s)'a o dua edip
istedikten sonra duasını kabul ederek göğsünü
genişletmiştir. Ama İslam Peygamberi'ne (s.a.a) o
istemeden bu nimet bahşedilmiştir. Bu da ikisinin
arsındaki hem derece hem de sorumluluk farkını
ortaya koymaktadır. Evet, peygamberlikten tutun,
en küçük mesuliyetlere (örneğin bir ev reisliğine)
kadar hepsinde bu özelliğe insanın ihtiyacı
vardır. Aksi takdirde ıslah etme yerine bozar,
ilerletme yerine geriletir…
37- Bazıları imametten
bahsederken, Ehlibeyt mektebinin Ehlibeyt
İmamlarının bizzat Allah tarafından imamet
makamına tayin edildiği görüşünü eleştiriyor ve
diyorlar ki böyle bir düşünce, İslam'ın reddettiği
ırkçılık ve babadan oğla geçen saltanat gibi bir
şeydir. Bu eleştiriyi nasıl cevaplamamız gerekir?
Cevap:
İmamların neden hepsinin bir
nesilden devam ettiğinin kesin hikmetini biz
bilmiyoruz. Ama ihtimali sebepler olarak iki
noktayı zikredebiliriz; bunlardan birisi belki de
genler vasıtasıyla bir çok ırki özelliklerin
nesilden nesile intikal edilişidir ki bugün artık
kesin bir şekilde bilimsel olarak ispatlanmıştır.
Dolayısıyla bu, Resulullah'ın neslinde bulunan
güzel özelliklerin sülbden sülbe intikaliyle
"imamet" gibi önemli bir sorumluluğu üstlenmeye
daha layık bir duruma gelişleriyle alakalıdır.
Diğer bir husus ise, bir babanın, her gün beraber
olduğu ve daha yakından ilgilenebileceği ve söz
geçirebileceği evladına, gereken talim ve
terbiyeyi daha rahat ve daha mükemmel
verebileceğidir. Her halükarda bu böyle olsun veya
olmasın bizim için bu işin meşru ve İlahî olup
olmadığı hususudur. Bizce bunun şerî hiçbir
sakıncası yoktur. Eğer böyle oluşu, bir ırkçılığın
ifadesi ise, o zaman bu ırkçılığı herkesten önce
(hâşâ) Allah-u Teâlâ yapmıştır. Zira Hz. Adem'e
vasî olarak oğlu Hibetullah ve Hz. Nuh'a oğlu Sâm
seçilmiştir; Hz. Davûd'un yerine oğlu Hz. Süleymân
peygamber olarak seçilmiştir; Hz. İbrahim'den
sonra iki oğlu Hz. İsmâil ve Hz. İshâk, Hz.
İshâk'ın oğlu Hz. Yakûb, Hz. Yakûb'un oğlu Yusuf,
yine Hz. İbrahim'in amcası oğlu Lut, aynı şekilde
Hz. Zekeriyyâ'nın oğlu Hz. Yahyâ, Hz. Yahyâ'nın
teyze kızının oğlu Hz. İsa, Hz. Musa'nın kardeşi
Hz. Harun… Eğer söz konusu eleştiri yapanlar
bunları da eleştiriyorsa, o zaman artık yapacak
bir şey yok. Yok eleştirmiyorsa, o zaman da "Neden
bizim imamlarımıza gelince, böyle bir şey
akıllarına geliyor?!" diye sormak lazım. Demek ki
ölçü, Allah'ın kimi seçip seçmediğidir. Allah
seçtikten sonra bize söz hakkı düşmez. O hikmet
sahibidir ve ne yapacağını her ketsen daha iyi
biliyor. Elbette eğer bir kimse işin aslı
hakkında, yani gerçekten böyle İlahi bir seçimin
olup olmadığı konusunda tereddüdü varsa, buna
delil isteyebilir. Elhamdulillah biz de bu konuda
yeterli delile sahibiz…
38-
Ahzâp Suresi 7. ayette peygamberlerden bazılarının
ismi zikredilerek onlardan sağlam bir söz alındığı
ifade ediliyor. Bunlar Allah Resulü (s.a.a), Nuh
(a.s), İbrahim (a.s), Musa (a.s) ve İsa (a.s)'la
sınırlı kalıyor. Neden sadece bu peygamberlerin
ismi zikredilmiştir? Onları diğer peygamberlerden
ayırt eden özellik nedir?
Cevap:
Önce âyetin tam metnini görelim: "Hatırla o
zamanı ki biz, peygamberlerden mîsaklarını
almıştık (onlardan söz almıştık). Senden, Nûh'tan,
İbrahim'den, Mûsa'dan, Meryem oğlu İsa'dan, da söz
almıştık; onlardan kuvvetli bir sözleşmeyle mîsak
(söz) aldık." Eğer dikkat ederseniz, sizin
söylediğinizin aksine önce genel olarak bütün
Peygamberlerden ahit ve misâk alındığından
bahsediliyor; daha sonra beş peygamberin ismi
zikredilerek onlardan daha galiz ve daha kuvvetli
bir söz ve ahit alındığından bahsediyor. "Daha
daha galiz ve kuvvetli söz" cümlesi, ismi
geçen beş Ulul'azm Peygamberle ilgilidir. Demek ki
ahit ve misâk olayının aslı bütün Peygamberlerle
ilgilidir. Ancak Ulul'azm Peygamberlerden alınan
ahit ve misâk daha ısrarlı ve tekidli olmuştur.
Bunun sebebi ise, onların mesuliyetlerinin daha
ağır oluşundandır. Evet bir kimsenin makamı ne
kadar yüce olursa, o derecede mesuliyeti de ağır
olur ve daha çok dikkatli ve titiz davranması icab
eder. Allah-u Teâlâ da bundan dolayı onlardan
daha galiz söz almıştır ki mesuliyetlerini ifa
etmekte daha çok dikkatli ve titiz davransınlar.
Kısacası bu, onlara yönelik alınan ilahi bir
tedbirden ibarettir. Nasıl ki biz insanlar da bir
işe ne kadar daha çok önem verirsek, o derece
alacağımız tedbirler de daha ağır ve hassas olur…
Yine de en iyisini Rabbimiz bilir.
38- Acaba İslam keyfiyete
(niteliğe) mi daha çok önem veriyor, yoksa
kemiyete (niceliğe) mi?
Cevap:
Bazı yerlerde İslam kemiyete önem vermiştir;
örneğin cemaat namazında, katılımcıların sayısı
artıkça, namazın sevabı da artar. Bazı yerlerde
keyfiyete önem vermiştir. Mesela yoksun ve
yoksullara infak ve yardım hususunda, önemli olan
ihlastır, miktarı önemli değildir. Kur'ân-ı
Kerim'de de geçtiği gibi, Ehlibeyt (a.s)'ın meşhur
adak olayında kapılarına gelen fakire, yetime ve
esire verdikleri şey, fazla önemli bir şey değildi
(bir kaç parça ekmekti); ama ihlas ve fedakarlıkla
birlikte olduğu için Allah indinde büyük öneme
haiz oldu. Öyle ki Allah-u Teâlâ bir sure nazil
ederek bu amellerini övdü ve onların bu amellerini
ebedileştirdi. İnsan suresinde olayla ilgili
ayetler şöyledir: "O kullar, şiddeti her yere
yayılmış olan bir günden korkarak verdikleri sözü
yerine getirirler. * Onlar, kendi canları
çekmesine rağmen yemeği yoksula, yetime ve esire
yedirirler. * Biz sizi Allah rızası için
doyuruyoruz; sizden ne bir karşılık ne de bir
teşekkür bekliyoruz. * Biz, çetin ve belâlı bir
günde Rabbimizden (O'nun azabına uğramaktan)
korkarız" (derler)…" (İnsan Suresi, 7-8-9-10)
(Olayını tafsilatını öğrenmek için tefsir ve tarih
kitaplarına başvurun).
Bazı yerlerde de hem kemiyete önem
vermiştir, hem de keyfiyete: Örneğin Kur'an-ı
Kerim Allah'ın zikri hakkında şöyle buyuruyor:
"Ey iman edenler, Allah'ı çok çok zikredin."
(Ahzâp, 41) Öbür taraftan namaz hakkında ki o da
bir zikirdir (hem de Kur'ân'ın tabiriyle en büyük
zikir), şöyle buyurmaktadır: "Onlar
(mu'minler), namazlarında huşu ehlidirler."
(Mu'minun, 2) Demek ki hem çok olması istenilen
bir şeydir, hem de huşuyla ihlasla birlikte
olması.
39- İnsanların şahsiyet ve
konumu, amellerinin mükâfat veya cezasında etkili
mi?
Cevap:
Elbette öyledir. Kur'ân'da Yüce
Allah Resulullah (s.a.a) hakkında buyuruyor ki:
"O (Kur'ân) elbette şerefli bir Peygamber'in
(Allah'tan aldığı) sözüdür. Eğer o, bazı laflar
uydurup bize iftira etseydi, elbette onu
kudretimizle alırdık; sonra da elbette şah
damarını çeker koparırdık, sizden hiç kimse buna
engel olamazdı." (Hakka suresi 40, 44 ila 47)
Demek ki Allah'ın Resulü daha onun
dininin hükümleri ve adalet ölçüleri karşısında
istisna değildir. Tam tersine sorumluluğu çok daha
ağırdır. Tabi burada Resulullah'ın böyle
yapmadığını hepimiz biliyoruz. Ancak verilmek
istenen mesaj şudur ki eğer Peygamber bile istisna
değilse, o zaman başkaları ona göre davranmalı ve
pozisyonlarını belirlemelidirler.
Bir de Ahzâp suresi ayet 30'u
dinleyelim: "Ey Peygamber'in eşleri, içinizden
kim, apaçık çirkin bir harekette bulunursa, ona
iki kat azap edilir. Bu Allah'a pek kolaydır."
Yine Resulullah (s.a.a)'in eşleri
hakkında şöyle buyuruyor: "Ey Peygamber'in
eşleri, içinizden kim, apaçık çirkin bir harekette
bulunursa, ona iki kat azap edilir. Bu Allah'a pek
kolaydır." (Ahzâp, 30)
Rivayet edildiğine göre adamın
birisi İmâm Zeyn-ül Âbidin (a.s)'a, "Siz Ehlibeyt
(ne olursanız olun) bağışlanmışsınız (artık)"
şeklinde bir hitapta bulunduğunda İmâm (a.s) onun
bu sözüne kızmış ve şöyle buyurmuştur: "Biz
Peygamber'in hanımları hakkında Allah'ın
uyguladığı (hükme) senin söylediğinden daha çok
layığız. Biz, iyi iş yapanımız iki kat mükafat
alacağına ve kötü iş yapanımızın da iki kat azap
göreceğine inanıyoruz." Daha sonra İmâm (a.s) az
önce okuduğumuz Ahzâp suresindeki ayeti okudu
adama."
İmâm Cafer-üs Sadık (a.s)'dan
şöyle rivayet edilmiştir: "Cahil birisinin yetmiş
günahı affedilinceye kadar âlimin bir günahı
affedilmez."
Sebebini ise yine hadisten
dinleyelim. Hz. Ali (a.s) buyuruyor: "Âlimin
sapması, alemlerin sapması demektir." Yine
buyuruyor: "Âlimin sapması, (denizde) geminin
parçalanmasına benzer; hem kendisi batar hem de
başkalarını batırır!"
Sevgili Peygamber'imizin de şöyle
buyurduğu nakledilmiştir: "Ümmetimden iki gurup
vardır ki, eğer onlar sâlih olursa, ümmetim de
ıslâh olur; eğer onlar bozulursa ümmetim de
bozulur. Onlar kimdir ya Resulallah?" diye
sorulduğunda: "Fakihler ve yöneticilerdir"
buyurdu.
İşte toplumdaki bu hayati ve büyük
rollerinden dolayı, yaptıkları hata ve günahlar da
başkalarınınkinden daha büyük ve haliyle cezaları
da kat kat fazladır.
Yine Resulullah (s.a.a)'i
dinleyelim; bu konuda buyuruyor ki: "Kıyamet
gününde en şiddetli azabı gören, bir peygamberi
öldüren veya bir peygamberin eliyle öldürülen ve
sapıklık önderi olan kimselerdir."
Kısacası toplumda her hangi bir
makam ve mevkie sahip bulunan ve dediği sözler
yaptığı amel ve davranışlar, bir sünnet ve örnek
olarak halk arasında yer edip etki yapabilecek
kimseler, oldukça hassas bir konuma sahiptirler.
Onların en basit bir hataları büyük sonuçlar
doğurabilir ve her hangi bir iyi veya kötü
davranışları uzun zamanlar halka örnek olabilir.
Böyle olunca da o sünneti koyan ve ameli örnek
şekline gelen kimse ona uyanların sevap veya
günahlarında ortaktır.
Nitekim bu mana muhtelif
hadislerde beyan edilmiştir. Kenz-ül Ummâl
kitabında, (43079. hadis) Resulullah (s.a.a)'den
şöyle nakledilmiştir: "Her kim iyi bir sünnet
(yol-yordam) koyar da kendisinden sonrakiler ona
amel ederse, bunun sevabının yanı sıra ona amel
edenlerin sevabının aynısını, ona da yazarlar,
amel edenlerin sevabı eksilmeksizin ve kim kötü
bir sünnet koyar da kendisinden sonrakiler ona
amel ederse, bunun günahının yanı sıra, ona amel
edenlerin günahının da aynısını ona da yazarlar;
amel edenlerin günahından hiçbir şey
azalmaksızın."
Dolayısıyla sahabi, peygamber eşi,
alim ve Ehlibeyt'ten olmak gibi unvanlar, başlı
başına insanı Allah'ın azap ve cezasından
kurtarmaz. Tam tersine eğer bir hata ve günahları
söz konusu olursa, azapları başkalarına nazaran
kat kat daha fazla olur.
Elbette bulunduğu makam ve
mevkinin hakkını veren ve zorluklarına katlanıp o
makama layık olan ve layık kalan kimsenin sevap ve
mükâfatı da o kadar büyük olur. Bundan dolayı
Resulullah'ın eşleri hakkında yukarıda
naklettiğimiz ayetin ardından şöyle buyuruyor:
"Sizden kim, Allah'a ve resulüne itaat eder,
iyilik yaparsa, ona da ücretini iki kat olarak
veririz…" (Ahzâp, 31)
Yine mesela hakiki ve ilmine amel
edip insanlara güzel örnek teşkil eden âlimlerin
sevabı da başkalarına nazaran kat kat daha
fazladır. Çünkü sorumlulukları çok daha ağırdır ve
katlandıkları zorluklar çok daha fazladır. Bu
yüzden de bu özellikleri taşıyan alimler hakkında
şöyle buyuruyor Allah Resulü:
"Alimlerim mürekkebi, şehitlerin
kanından daha üstündür."
"İlminden yararlanılan bir alim,
yetmiş bir abidden daha faziletlidir."
|
 |