 |
Cevap 274:
Bu iddiaya kaç türlü
cevap verilmiştir. Bunlardan birisi şudur ki
İbrahim (a.s) kâfirlere gerçek Rabbi tanıtmak
maksadıyla, birkaç faraziye ortaya atıp, ardından
ameli olarak o faraziyeleri çürütmeye çalışmıştır.
Yani Hz. İbrahim’in “Bu benim rabbimdir” cümlesi
bir haber cümlesi değil, inşa cümlesiydi. Yani
farz edelim ki bu rabbimizdir; şimdi bakalım acaba
bu iddia doğru olabilir mi? Bu sefer her birisinde
bir eksikliği tespit edip, “Hayır bu eksikliğinden
dolayı Rabb olamaz” diyordu. Yani ameli olarak
müşriklere Rabb olarak inandıkları nesnelerin
liyakatsizliğini gösteriyordu. Bu tip ispat
metotları biz insanlar içinde de çok yaygındır ve
kimse onların yalan olduğunu söylemez. Demek ki
Hz. İbrahim’in bu sözleri yıldızlara, aya ve
güneşe tapanlara gerçek rabbi tanıtmak için “kendi
mantıklarıyla kendilerini çürütme” metodudur.
Yoksa (hâşâ) onun inandığı bir şeyi ifade etmek
için söylenen ihbari bir cümle değildir. Nitekim
sözlerinin sonunda "Ey kavmim! Ben sizin
(Allah'a) ortak koştuğunuz şeylerden uzağım"
diye söylediği cümle de bunun ispatıdır. Zira eğer
iddia edildiği gibi (hâşâ) önceden kendisi de
bunlara inanmış olsaydı, bu cümle yerine şöyle
demeliydi: “Ey kavmim, ben artık önceden rabb
olarak inandığım ve Allah’a şirk koştuğum
şeylerden beriyim!” Bunun bir başka delili şudur
ki yukarıda verdiğimiz ayetlerden hemen önceki iki
ayet Hz. İbrahim’in bu sözleri söylemeden önce
muvahhid olduğundan bahsediyor:
“İbrahim, babası Âzer'e demişti
ki: "Sen putları tanrı mı ediniyorsun? Doğrusu ben
seni ve kavmini açık bir sapıklık içinde
görüyorum". * Böylece biz İbrahim'e göklerin ve
yerin melekûtunu (muhteşem varlıklarını)
gösteriyorduk ki, kesin inananlardan olsun.”
(En’am, 74-75)
Kısacası Hz. İbrahim’in “Azer’e
söylediği söz ve yine Allah-u Teala’nın ona
göklerin ve yerin melekutunu göstermesi, muvahhid
olmayan bir kimsenin durumuyla bağdaşır mı?!
Bu iddiaya verilen bir diğer cevap
şudur ki
Soru:
Hz. İbrahim’in (a.s) masumiyetiyle
çelişiği iddia edilen bir diğer konu, yine
Kur’an’da geçen şu ayettir: “Derken yıldızlara bir
baktı da: "Ben gerçekten hastayım" dedi. * O zaman
arkalarını dönerek başından kaçışıverdiler.”
(Saffat, 88-90)
Hz. İbrahim’in şehir dışına şenlik
için çıkan kavminin kendisini de davet etmelerine
karşılık gitmemek bir bahane uydurarak yıldızlara
bakmış ve “Ben hastayım” demişti. Oysa hasa falan
değildi. Bu da onun açıkça yalan konuştuğunu
gösteriyor. Kebire günah olan yalan da masumiyetle
bağdaşmaz.
Cevap:
Bu eleştiriye de birçok cevap
verilmiştir. Bir cevap şudur ki, Hz. İbrahim (a.s)
ben hastayım derken tevriye yapmıştır. Yani Hz.
İbrahim o cümleden başka bir mana kastederken,
onlar başka bir mana anlamışlardır. Bir diğer
cevap şudur ki Hz. İbrahim belki de bu sözüyle
gerçekten hasta olduğunu kastetmiştir. Zira kim
bilir belki de gerçekten hasa imiş. Bazı
rivayetler de bunu teyid ediyor. O rivayetlerde
Hz. İbrahim’im arasıra şiddetlenen sıtma hasalığı
gibi bir rahatsızlığının olduğu söyleniyor. Belki
de Hz. İbrahim’in yıldızlara bakarak bu sözü
söylemesi, söz konusu süreli hasalığının zamanının
geldiğine vurgu yapmak içindi. Bir diğer cevap
şudur ki faraza Hz. İbrahim’in bu sözle gerçekten
yalan söylediğini düşünsek dahi yine de bir
problem söz konusu değildir. Çünkü kim demiştir ki
yalan her yerde kötü ve günahtır. Yalan bazen farz
bile olabilir. Eğer bir yerde doğru konuşmanın bir
fesadı veya yalan konuşmanın önemli bir faydası ve
zarureti olursa, yalan konuşmazsa insan, hata
yapmış olur, günah işlemiş olur. Örneğin bir kimse
doğru konuşursa, bu bir kimsenin canına mal
olacağını biliyorsa, orada mutlaka yalan konuşması
gerekir. Burada da Hz. İbrahim şehirde kalıp
önemli bir misyonu yerine getirmek için yalan
konuşmaktan başka bir çaresinin olmadığını
görünce, yalan söylemiştir dersek hiçbir sakıncası
yoktur. Dolayısıyla da masumiyetiyle çelişir bir
durum da söz konusu değildir.
Soru: Yine
diyorlar ki Hz. İbrahim, kavmiyle şehir dışına
çıkmayarak puthaneye geldi ve büyük putun dışında
bütün putları kırdı ve elindeki baltayı, büyük
putun boynuna astı. Şehre dönen kavmi durumdan
haberdar olunca, Hz. İbrahim’den şüphelenip onun
yanına geldiler ve ona “Tanrılarımıza bunu sen mi
yaptın ey İbrahim?” diye sordular. O da: “İbrahim:
"Belki onu şu büyükleri yapmıştır,
konuşabiliyorlarsa onlara sorun" dedi.” (Enbiya,
63) İşte diyorlar Hz. İbrahim bu olayda açıkça
yalan konuşmuştur. Yalanın ise masumiyetle
bağdaşmadığı açıktır.
Cevap:
Bu eleştiriye de âlimler çeşitli
cevaplar vermişlerdir. Bunlardan birisi şudur ki
bu söz yalan değildir. Zira yalan o zaman olur ki
sözden neyin kastedildiğine dair bir karine söz
konusu olmasın. Burada ise bütün haliyle
karineler, Hz. İbrahim’in bu sözden neyi
kastettiğini oraya koyuyor. Dolayısıyla karşı
taraf Hz. İbrahim’in ne demek istediğini ve bunun
bir taktik olduğunu çok iyi bildiği için, bu asla
yalan sayılmaz. Bir diğer cevap şudur ki Hz.
İbrahim’in bu sözü şartlı bir sözdür; Çünkü onlara
adeta şöyle buyurdu: “Sorun onlara, eğer onlar
konuşabilirse, onlar yapmıştır…” Onlar
konuşamayacağına göre, demek ki onlar yapmamıştır.
Dolayısıyla Hz. İbrahim (a.s) bu harika metotla,
hem yalan konuşmadı, hem de onlara konuşmayan bir
şey yapmaya muktedir olmayan bir İlahın Rab
olmayacağını açık bir şekilde ispatlamış oldu. Ve
bilahare bir cevap da şudur ki yukarıdaki bir
soruda da söylediğimiz gibi, yalan her yerde kötü
ve günah değildir. Burada da faraza yalan olduğunu
kabul etsek dahi, bu önemli ve zaruri bir amaca
yönelik olduğu için günah değildir ve masumiyete
halel getirmez.
Soru:
Hz. İbrahim’in masumiyetine aykırı
olduğunu iddia etikleri bir diğer husus da Hz.
İbrahim’in müşrik olan babası “Azer”e “İstiğfar”
edişidir. Bu olay Kur’an’da şöyle geçmektedir: “Ne
peygambere, ne iman edenlere akraba bile olsalar
cehennemlik oldukları iyice belli olduktan sonra
müşriklere istiğfar etmek yoktur. * İbrahim'in
babası için istiğfar etmesi de sırf ona vermiş
olduğu bir sözden dolayı idi. Böyle iken onun bir
Allah düşmanı olduğu kendisine açıklanınca o işten
vazgeçti. Şüphesiz ki İbrahim, çok bağrı yanık,
çok halim birisi idi.” (Tevbe, 113-114) Bu iki
ayette önce müşriklere istiğfar emenin caiz
olmadığından bahsediyor, ardından da Hz.
İbrahim’in babası için yaptığı istiğfardan.
Dolayısıyla Hz. İbrahim, yaptığı bu işle en
azından hata yapmıştır. Bu da yine iddia edilen
masumiyetle bağdaşmayan bir durumdur.
Cevap:
Eğer Hz. İbrahim (a.s) masumiyet karşılarının
iddia ettiği gibi bir yanlış yapmış olsaydı,
Allah-u Teala’nın onu kınaması ve yanlışını açıkça
ortaya koyması gerekirdi; oysa yukarıda geçen
ayetlerde de açıkça görüldüğü gibi, Allah-u Teala
değil herhangi bir kınama, tam tersine Hz.
İbrahim’i savunmakta ve olayı yanlış anlayanların
yanlışını düzeltmektedir.
Bunun açıklaması şudur ki, Tevbe
113. ayetin sebebi nüzulünde de açıklandığı gibi,
Müslümanlardan bir kısmı Resulullah’a (s.a.a):
“Cahiliyet zamanında şirk halinde ölen
babalarımıza bağışlanma dilemeyecek misiniz?”
dediklerinde söz konusu ayetler inerek, onlara
ihtarda bulunmuş ve “Ne peygambere, ne iman
edenlere akraba bile olsalar cehennemlik oldukları
iyice belli olduktan sonra müşriklere istiğfar
etme hakları yoktur.” (Tevbe, 113) buyurmuştu.
Çünkü onların babaları şirk halinde ölmüş ve
cehennemlik oldukları kesinleşmişti.
Bu ayetten açıkça anlaşılan şudur
ki müşriklere mağfiret dilemenin yasaklığı,
onların cehennemlik olduğu tam olarak ortaya
çıkığı zamandadır. Bu da şirk halinde ölmeleri
durumundadır. Çünkü hayatta oldukları sürece
hidayet ihtimalleri vardır. Dolayısıyla bir
kimsenin, müşrik bir yakını hayattayken, eğer onun
imanını ümid ediyorsa, onun için hidayet ve
geçmişi için mağfiret dilemesinin bir sakıncası
yoktur.
Bu ayet nazil olduğunda
Müslümanlar, önceden nazil olan ayetlerden
Kur’an’ın Hz. İbrahim’in “Eb”i diye tabir etiği
“Azer”e istiğfar ettiğini duymuşlardı; bu yüzden
akıllarına şöyle bir soru takıldı: “Eğer
müşriklere istiğfar emek caiz değilse, neden Hz.
İbrahim Azer’e istiğfar etti?” Allah-u Teala bir
sonraki ayette bunun cevabını vermiş ve onun
durumunun onlarınkinden farklı olduğunu beyan
etmiştir. Zira Hz. İbrahim ona istiğfar ettiğinde,
henüz o hayattaydı ve Hz. İbrahim, onun iman
edebileceği ümidini taşıyordu; bu yüzden onu
hidayete teşvik maksadıyla ona istiğfar vaadinde
bulundu ve istiğfar etti. Ama Azer’in iman etmeyip
şirk üzere dünyadan gittiğini görünce, artık ondan
teberri edip, istiğfar emekten kaçındı. “Böyle
iken onun bir Allah düşmanı olduğu kendisine
açıklanınca, o işten vazgeçti. Şüphesiz ki
İbrahim, çok bağrı yanık, çok halim birisi idi.”
(Tevbe, 114) Dolayısıyla bu konuda asla Hz.
İbrahim’in bir yanlışı ve hatası söz konusu
değildir ki onun masumiyetiyle çelişmiş olsun.
Soru: Bilahare
diyorlar ki Kur’an Hz. İbrahim’in dilinden şöyle
naklediyor: "Ve (âlemlerin Rabbi) o kimsedir ki
hesap günü, hatamı bağışlayacağını umuyorum."
(Şuara, 82) Bu ayet de Hz. İbrahim’in bir hata
yaptığını ve dolayısıyla bağışlanmayı umduğunu
gösteriyor. Eğer masum olsaydı, kendini hatalı
görmezdi.
Cevap:
Bir insanın şahsiyetinin büyüklüğü oranında
sorumluluk ve mesuliyeti de büyüktür. Dolayısıyla
akıllılar örfü açısından bir insandan sadır olan
bazı amel ve davranışlar, onun özel konumuna
binaen suç ve hata sayıldığı halde, başka
birisinden aynı ameller sadır olduğunda onun için
normal bir şey olarak değerlendirilebilir. Bunu
şöyle açıklayabiliriz: Şer'i hükümler, farz,
haram, müstehap, mekruh ve mubah olmak üzere beş
kısma ayrılmaktadır. Bilindiği gibi her mükellef
için farzı yerine getirme ve haramı terk etme
hususunda ruhsat söz konusu değildir. Ama müstehap
olan ameli yerine getirme ve mekruhu terk etme
tercihli olmakla birlikte mükellefe bu konuda
ruhsat tanınmıştır. Bununla birlikte bazı kimseler
için sahip oldukları yüksek makam ve mertebeden
dolayı farz ve haramların yanı sıra müstehap ve
mekruh olan şeyler hususunda bile dikkatli
davranıp onları ihmal etmemeleri beklenir. Hatta
bazen mubah olan şeylerde dahi bazı arızî
sebeplerden dolayı söz konusu insanların mubah bir
şeyi yerine getirmeleri veya terk etmeleri gerekli
görülebilir. Kısacası Hakk'ın azametine herkesten
daha çok arif olan bir kimse, bütün bu hükümlerde
herkesten daha çok hassas davranması gerekir ve
hiç birisinde en ufak bir ihmali hoş karşılanmaz.
Dolayısıyla bu türden bir ihmal söz konusu
olduğunda da yaptığı işten istiğfar edip onu
telafi etmesi beklenir; hâşâ şer'i bir günah
işlediğinden dolayı değil, yapılan işin, onun
makam ve mertebesine ve sahip olduğu ilim ve
irfana yakışır bir şey olmadığından dolayı. Bu,
toplumsal ilişkilerde de böyledir; örneğin
insanlar, medenî, dünya görmüş, okumuş, ilim irfan
sahibi olmuş bir kimseden bekledikleri tavır ve
davranışların hepsini, bedevi bir hayat tarzına
sahip olan bir kimseden beklemezler. Dolayısıyla
da ikincisine hoş görüp normal karşıladıkları
birçok şeyi, birincisi için hoş görmez ve normal
karşılamazlar. Yaptığı şeylerin illa da bir suç ve
günah olduğundan dolayı değil, sahip olduğu bilgi,
tecrübe ve birikiminden dolayı bunları ona
yakıştırmazlar. .
Evet, bütün bunlar, başta da
söylediğimiz gibi insanın şahsiyetinin büyüklüğü
oranında sorumluluk ve mesuliyetinin de
büyüklüğünden kaynaklanmaktadır. İşte bu yüzden,
büyük insanlardan, enbiya ve evliyadan bazen sadır
olan bazı gafletler veya mekruh olan veya ıstılah
olarak terk-i evla denilen şeyler, günah
sayılabilir. Ama bunlar bizim gibi insanlar için
söz konusu olan mutlak günahlar (farzı terk veya
haramı yerine getirme) türünden günahlar değil,
nisbî günahlardır. Yani onlara ve sahip oldukları
iman, ilim ve irfan mertebesine yakışmayan
şeylerdir. Evet, onların istiğfarı da birinci tür
günahlara sahip olduklarından dolayı değil, ikinci
türden fiiller içindir. Biz, "Peygamberler
masumdur" dediğimiz zaman da birinci türden
günahlardan masum olduklarını kastetmekteyiz. Zira
diğer insanların işlediği o tür günahlardan bir
tanesini dahi maazallah işlerlerse, insanların
onlara karşı olan güvenlerinin sarsılmasına ve
İlahî huccetin tamamlanmamasına yol açar; bu da
Peygamberlik müessesesinin felsefesine tamamen
terstir.
Bu konuda bilinmesi gereken bir
diğer husus şudur ki yüce manevi makam ve
mertebelere sahip olan arif insanlar, Hakk'ın
azamet ve yüceliğini herkesten daha çok müdrik
oldukları için, ne kadar da ibadet ve itaatte
bulunsalar, yaptıkları ibadeti Rabbulalemin'e
layık görmedikleri ve onun azameti ve verdiği
nimetlerin karşısında hiçbir değere sahip
görmedikleri için, yaptıkları iyi işlerden ve
ibadetlerden dahi istiğfar etmektedirler! Hatta
Hakk'a âşık olan o güzide insanlar, gerçek bir
aşığa yakışanın daima maşukuyla haşir neşir ve
onunla birlikte olması gerektiğini bildikleri
için, beşeri özelliklerinden kaynaklanan
ihtiyaçlarını giderme veya üstlendikleri bazı
vazifeleri ifa etmek için maşuklarından ayrılma ve
ondan gaflet etme mecburiyetinde kalmalarını dahi
kendileri için bir eksiklik ve suç olarak görmekte
ve bunu telafi için, ona istiğfar etmekte ve
ağlayıp sızlamaktadırlar! Dolayısıyla yukarıda
bahsettiğimiz şeyler (makamlarına yakışmayan terki
evlalar), İslam Peygamberi de dahil bütün
Peygamberler hakkında mümkün olmakla beraber,
haklarında söz konusu olan istiğfarların belki de
çoğusu daha çok bu tür istiğfarlardır. Mesela
Allah Resulü'nden şöyle bir hadis
nakledilmektedir: "Ben her gün Rabbimden yüz defa
(bazı rivayetlerde ise yetmiş defa) mağfiret
dilemekteyim."(Sahih-i Müslim, c.8, s.72, Keşf-ül
Ğumme, c.3, s.43) ) Şimdi (haşa) Allah Resulü
(s.a.a) her gün yüz veya yetmiş defa bizim
bildiğimiz şer'î günahlardan işleyip de onlar için
mi istiğfar ediyordu?! Veya hatta her gün yetmiş
terk-i evla işlediğini söylemek mümkün mü? Açıktır
ki hayır. Bu yüzden bunların çoğundan maksadın en
son bahsettiğimiz gerekçelerden dolayı olduğu
kesindir.
Hz. İbrahim’in de söz konusu
cümlesi, yani "Ve (âlemlerin Rabbi) o kimsedir ki
hesap günü, hatamı bağışlayacağını umuyorum."
(Şuara, 82) sözü ya bizim bilmediğimiz bazı terk-i
evlalarından dolayıdır, ya da büyük ihtimal en son
bahsettiğimiz gerekçeye dayanıyor. Dolayısıyla bu
söz de onun bizler için söz konusu olan bir günah
ve hata yaptığını göstermez.
|
 |