Advertisement

KEVSER YAYINCILIK

  Ana Sayfa / Soru ve Cevaplar

 

Bugün :  

Sık Kullanılanlara Ekle

 

Başlangıç Sayfası Yapın

 
 

Bismillahirrahmanirrahim

HZ. İBRAHİM’İN (A.S) MASUMİYETİ

Soru 274 : Peygamberlerin masumiyetini kabul etmeyenlerin sıkça ileri sürdükleri delillerden birisi de Hz. İbrahim (a.s) ile ilgili bazı ayetlerdir. Bunlardan biri En’âm suresinde geçen şu ayetlerdir : “Üzerine gece bastırınca, bir yıldız gördü: "Rabb'im budur" dedi. Yıldız batınca da:" Ben batanları sevmem" dedi. * Ay'ı doğarken gördü: "Rabb'im budur" dedi. O da batınca: "Yemin ederim ki, Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, elbette sapıklığa düşen topluluktan olurdum" dedi. * Güneş'i doğarken görünce: "Rabb'im budur, bu hepsinden büyük" dedi. O da batınca dedi ki: "Ey kavmim! Ben sizin (Allah'a) ortak koştuğunuz şeylerden uzağım". (En’am, 75-78)

Diyorlar ki bu ayetlerde de açıklandığı üzere Hz. İbrahim (a.s), üç kere üç ayrı şeye “Rabbim budur” demiştir. Oysa onlar onun Rabbi değildi. Bu da onun ömrünün bir diliminde bunların “Rab” olduğuna inandığını gösteriyor. Yine diyorlar ki eğer Hz. İbrahim’in bu nesnelere gerçek alamda değil, inanmadığı halde zahirde “Rab” olarak nitelediğini söylesek dahi, bu da ister yanlan olsun, ister olmasın, bir peygambere yakışan şey değildir. Dolayısıyla iddia edilen masumiyete ters bir durumdur.

Cevap 274: Bu iddiaya kaç türlü cevap verilmiştir. Bunlardan birisi şudur ki İbrahim (a.s) kâfirlere gerçek Rabbi tanıtmak maksadıyla, birkaç faraziye ortaya atıp, ardından ameli olarak o faraziyeleri çürütmeye çalışmıştır. Yani Hz. İbrahim’in “Bu benim rabbimdir” cümlesi bir haber cümlesi değil, inşa cümlesiydi. Yani farz edelim ki bu rabbimizdir; şimdi bakalım acaba bu iddia doğru olabilir mi? Bu sefer her birisinde bir eksikliği tespit edip, “Hayır bu eksikliğinden dolayı Rabb olamaz” diyordu. Yani ameli olarak müşriklere Rabb olarak inandıkları nesnelerin liyakatsizliğini gösteriyordu. Bu tip ispat metotları biz insanlar içinde de çok yaygındır ve kimse onların yalan olduğunu söylemez. Demek ki Hz. İbrahim’in bu sözleri yıldızlara, aya ve güneşe tapanlara gerçek rabbi tanıtmak için “kendi mantıklarıyla kendilerini çürütme” metodudur. Yoksa (hâşâ) onun inandığı bir şeyi ifade etmek için söylenen ihbari bir cümle değildir. Nitekim sözlerinin sonunda "Ey kavmim! Ben sizin (Allah'a) ortak koştuğunuz şeylerden uzağım" diye söylediği cümle de bunun ispatıdır. Zira eğer iddia edildiği gibi (hâşâ) önceden kendisi de bunlara inanmış olsaydı, bu cümle yerine şöyle demeliydi: “Ey kavmim, ben artık önceden rabb olarak inandığım ve Allah’a şirk koştuğum şeylerden beriyim!” Bunun bir başka delili şudur ki yukarıda verdiğimiz ayetlerden hemen önceki iki ayet Hz. İbrahim’in bu sözleri söylemeden önce muvahhid olduğundan bahsediyor:

“İbrahim, babası Âzer'e demişti ki: "Sen putları tanrı mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni ve kavmini açık bir sapıklık içinde görüyorum". * Böylece biz İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu (muhteşem varlıklarını) gösteriyorduk ki, kesin inananlardan olsun.” (En’am, 74-75)

Kısacası Hz. İbrahim’in “Azer’e söylediği söz ve yine Allah-u Teala’nın ona göklerin ve yerin melekutunu göstermesi, muvahhid olmayan bir kimsenin durumuyla bağdaşır mı?!

Bu iddiaya verilen bir diğer cevap şudur ki

 


 

 

Soru: Hz. İbrahim’in (a.s) masumiyetiyle çelişiği iddia edilen bir diğer konu, yine Kur’an’da geçen şu ayettir: “Derken yıldızlara bir baktı da: "Ben gerçekten hastayım" dedi. * O zaman arkalarını dönerek başından kaçışıverdiler.” (Saffat, 88-90)

Hz. İbrahim’in şehir dışına şenlik için çıkan kavminin kendisini de davet etmelerine karşılık gitmemek bir bahane uydurarak yıldızlara bakmış ve “Ben hastayım” demişti. Oysa hasa falan değildi. Bu da onun açıkça yalan konuştuğunu gösteriyor. Kebire günah olan yalan da masumiyetle bağdaşmaz.

 

Cevap: Bu eleştiriye de birçok cevap verilmiştir. Bir cevap şudur ki, Hz. İbrahim (a.s) ben hastayım derken tevriye yapmıştır. Yani Hz. İbrahim o cümleden başka bir mana kastederken, onlar başka bir mana anlamışlardır. Bir diğer cevap şudur ki Hz. İbrahim belki de bu sözüyle gerçekten hasta olduğunu kastetmiştir. Zira kim bilir belki de gerçekten hasa imiş. Bazı rivayetler de bunu teyid ediyor. O rivayetlerde Hz. İbrahim’im arasıra şiddetlenen sıtma hasalığı gibi bir rahatsızlığının olduğu söyleniyor. Belki de Hz. İbrahim’in yıldızlara bakarak bu sözü söylemesi, söz konusu süreli hasalığının zamanının geldiğine vurgu yapmak içindi. Bir diğer cevap şudur ki faraza Hz. İbrahim’in bu sözle gerçekten yalan söylediğini düşünsek dahi yine de bir problem söz konusu değildir. Çünkü kim demiştir ki yalan her yerde kötü ve günahtır. Yalan bazen farz bile olabilir. Eğer bir yerde doğru konuşmanın bir fesadı veya yalan konuşmanın önemli bir faydası ve zarureti olursa, yalan konuşmazsa insan, hata yapmış olur, günah işlemiş olur. Örneğin bir kimse doğru konuşursa, bu bir kimsenin canına mal olacağını biliyorsa, orada mutlaka yalan konuşması gerekir. Burada da Hz. İbrahim şehirde kalıp önemli bir misyonu yerine getirmek için yalan konuşmaktan başka bir çaresinin olmadığını görünce, yalan söylemiştir dersek hiçbir sakıncası yoktur. Dolayısıyla da masumiyetiyle çelişir bir durum da söz konusu değildir.

 

Soru:  Yine diyorlar ki Hz. İbrahim, kavmiyle şehir dışına çıkmayarak puthaneye geldi ve büyük putun dışında bütün putları kırdı ve elindeki baltayı, büyük putun boynuna astı. Şehre dönen kavmi durumdan haberdar olunca, Hz. İbrahim’den şüphelenip onun yanına geldiler ve ona “Tanrılarımıza bunu sen mi yaptın ey İbrahim?” diye sordular. O da: “İbrahim: "Belki onu şu büyükleri yapmıştır, konuşabiliyorlarsa onlara sorun" dedi.” (Enbiya, 63) İşte diyorlar Hz. İbrahim bu olayda açıkça yalan konuşmuştur. Yalanın ise masumiyetle bağdaşmadığı açıktır.

 

Cevap:  Bu eleştiriye de âlimler çeşitli cevaplar vermişlerdir. Bunlardan birisi şudur ki bu söz yalan değildir. Zira yalan o zaman olur ki sözden neyin kastedildiğine dair bir karine söz konusu olmasın. Burada ise bütün haliyle karineler, Hz. İbrahim’in bu sözden neyi kastettiğini oraya koyuyor. Dolayısıyla karşı taraf Hz. İbrahim’in ne demek istediğini ve bunun bir taktik olduğunu çok iyi bildiği için,  bu asla yalan sayılmaz. Bir diğer cevap şudur ki Hz. İbrahim’in bu sözü şartlı bir sözdür; Çünkü onlara adeta şöyle buyurdu: “Sorun onlara, eğer onlar konuşabilirse, onlar yapmıştır…” Onlar konuşamayacağına göre, demek ki onlar yapmamıştır. Dolayısıyla Hz. İbrahim (a.s) bu harika metotla, hem yalan konuşmadı, hem de onlara konuşmayan bir şey yapmaya muktedir olmayan bir İlahın Rab olmayacağını açık bir şekilde ispatlamış oldu. Ve bilahare bir cevap da şudur ki yukarıdaki bir soruda da söylediğimiz gibi, yalan her yerde kötü ve günah değildir. Burada da faraza yalan olduğunu kabul etsek dahi, bu önemli ve zaruri bir amaca yönelik olduğu için günah değildir ve masumiyete halel getirmez.

 

Soru: Hz. İbrahim’in masumiyetine aykırı olduğunu iddia etikleri bir diğer husus da Hz. İbrahim’in müşrik olan babası “Azer”e “İstiğfar” edişidir. Bu olay Kur’an’da şöyle geçmektedir: “Ne peygambere, ne iman edenlere akraba bile olsalar cehennemlik oldukları iyice belli olduktan sonra müşriklere istiğfar etmek yoktur. * İbrahim'in babası için istiğfar etmesi de sırf ona vermiş olduğu bir sözden dolayı idi. Böyle iken onun bir Allah düşmanı olduğu kendisine açıklanınca o işten vazgeçti. Şüphesiz ki İbrahim, çok bağrı yanık, çok halim birisi idi.” (Tevbe, 113-114) Bu iki ayette önce müşriklere istiğfar emenin caiz olmadığından bahsediyor, ardından da Hz. İbrahim’in babası için yaptığı istiğfardan. Dolayısıyla Hz. İbrahim, yaptığı bu işle en azından hata yapmıştır. Bu da yine iddia edilen masumiyetle bağdaşmayan bir durumdur.

 

Cevap: Eğer Hz. İbrahim (a.s) masumiyet karşılarının iddia ettiği gibi bir yanlış yapmış olsaydı, Allah-u Teala’nın onu kınaması ve yanlışını açıkça ortaya koyması gerekirdi; oysa yukarıda geçen ayetlerde de açıkça görüldüğü gibi, Allah-u Teala değil herhangi bir kınama, tam tersine Hz. İbrahim’i savunmakta ve olayı yanlış anlayanların yanlışını düzeltmektedir.

Bunun açıklaması şudur ki, Tevbe 113. ayetin sebebi nüzulünde de açıklandığı gibi, Müslümanlardan bir kısmı Resulullah’a (s.a.a): “Cahiliyet zamanında şirk halinde ölen babalarımıza bağışlanma dilemeyecek misiniz?” dediklerinde söz konusu ayetler inerek, onlara ihtarda bulunmuş ve “Ne peygambere, ne iman edenlere akraba bile olsalar cehennemlik oldukları iyice belli olduktan sonra müşriklere istiğfar etme hakları yoktur.” (Tevbe, 113) buyurmuştu. Çünkü onların babaları şirk halinde ölmüş ve cehennemlik oldukları kesinleşmişti.

Bu ayetten açıkça anlaşılan şudur ki müşriklere mağfiret dilemenin yasaklığı, onların cehennemlik olduğu tam olarak ortaya çıkığı zamandadır. Bu da şirk halinde ölmeleri durumundadır. Çünkü hayatta oldukları sürece hidayet ihtimalleri vardır. Dolayısıyla bir kimsenin, müşrik bir yakını hayattayken, eğer onun imanını ümid ediyorsa, onun için hidayet ve geçmişi için mağfiret dilemesinin bir sakıncası yoktur.

Bu ayet nazil olduğunda Müslümanlar, önceden nazil olan ayetlerden Kur’an’ın Hz. İbrahim’in “Eb”i diye tabir etiği “Azer”e istiğfar ettiğini duymuşlardı; bu yüzden akıllarına şöyle bir soru takıldı: “Eğer müşriklere istiğfar emek caiz değilse, neden Hz. İbrahim Azer’e istiğfar etti?” Allah-u Teala bir sonraki ayette bunun cevabını vermiş ve onun durumunun onlarınkinden farklı olduğunu beyan etmiştir. Zira Hz. İbrahim ona istiğfar ettiğinde, henüz o hayattaydı ve Hz. İbrahim, onun iman edebileceği ümidini taşıyordu; bu yüzden onu hidayete teşvik maksadıyla ona istiğfar vaadinde bulundu ve istiğfar etti. Ama Azer’in iman etmeyip şirk üzere dünyadan gittiğini görünce, artık ondan teberri edip, istiğfar emekten kaçındı. “Böyle iken onun bir Allah düşmanı olduğu kendisine açıklanınca, o işten vazgeçti. Şüphesiz ki İbrahim, çok bağrı yanık, çok halim birisi idi.” (Tevbe, 114) Dolayısıyla bu konuda asla Hz. İbrahim’in bir yanlışı ve hatası söz konusu değildir ki onun masumiyetiyle çelişmiş olsun.

 

Soru:  Bilahare diyorlar ki Kur’an Hz. İbrahim’in dilinden şöyle naklediyor: "Ve (âlemlerin Rabbi) o kimsedir ki hesap günü, hatamı bağışlayacağını umuyorum." (Şuara, 82) Bu ayet de Hz. İbrahim’in bir hata yaptığını ve dolayısıyla bağışlanmayı umduğunu gösteriyor. Eğer masum olsaydı, kendini hatalı görmezdi.

 

Cevap: Bir insanın şahsiyetinin büyüklüğü oranında sorumluluk ve mesuliyeti de büyüktür. Dolayısıyla akıllılar örfü açısından bir insandan sadır olan bazı amel ve davranışlar, onun özel konumuna binaen suç ve hata sayıldığı halde, başka birisinden aynı ameller sadır olduğunda onun için normal bir şey olarak değerlendirilebilir. Bunu şöyle açıklayabiliriz: Şer'i hükümler, farz, haram, müstehap, mekruh ve mubah olmak üzere beş kısma ayrılmaktadır. Bilindiği gibi her mükellef için farzı yerine getirme ve haramı terk etme hususunda ruhsat söz konusu değildir. Ama müstehap olan ameli yerine getirme ve mekruhu terk etme tercihli olmakla birlikte mükellefe bu konuda ruhsat tanınmıştır. Bununla birlikte bazı kimseler için sahip oldukları yüksek makam ve mertebeden dolayı farz ve haramların yanı sıra müstehap ve mekruh olan şeyler hususunda bile dikkatli davranıp onları ihmal etmemeleri beklenir. Hatta bazen mubah olan şeylerde dahi bazı arızî sebeplerden dolayı söz konusu insanların mubah bir şeyi yerine getirmeleri veya terk etmeleri gerekli görülebilir. Kısacası Hakk'ın azametine herkesten daha çok arif olan bir kimse, bütün bu hükümlerde herkesten daha çok hassas davranması gerekir ve hiç birisinde en ufak bir ihmali hoş karşılanmaz. Dolayısıyla bu türden bir ihmal söz konusu olduğunda da yaptığı işten istiğfar edip onu telafi etmesi beklenir; hâşâ şer'i bir günah işlediğinden dolayı değil, yapılan işin, onun makam ve mertebesine ve sahip olduğu ilim ve irfana yakışır bir şey olmadığından dolayı. Bu, toplumsal ilişkilerde de böyledir; örneğin insanlar, medenî, dünya görmüş, okumuş, ilim irfan sahibi olmuş bir kimseden bekledikleri tavır ve davranışların hepsini, bedevi bir hayat tarzına sahip olan bir kimseden beklemezler. Dolayısıyla da ikincisine hoş görüp normal karşıladıkları birçok şeyi, birincisi için hoş görmez ve normal karşılamazlar. Yaptığı şeylerin illa da bir suç ve günah olduğundan dolayı değil, sahip olduğu bilgi, tecrübe ve birikiminden dolayı bunları ona yakıştırmazlar. .

Evet, bütün bunlar, başta da söylediğimiz gibi insanın şahsiyetinin büyüklüğü oranında sorumluluk ve mesuliyetinin de büyüklüğünden kaynaklanmaktadır. İşte bu yüzden, büyük insanlardan, enbiya ve evliyadan bazen sadır olan bazı gafletler veya mekruh olan veya ıstılah olarak terk-i evla denilen şeyler, günah sayılabilir. Ama bunlar bizim gibi insanlar için söz konusu olan mutlak günahlar (farzı terk veya haramı yerine getirme) türünden günahlar değil, nisbî günahlardır. Yani onlara ve sahip oldukları iman, ilim ve irfan mertebesine yakışmayan şeylerdir. Evet, onların istiğfarı da birinci tür günahlara sahip olduklarından dolayı değil, ikinci türden fiiller içindir. Biz, "Peygamberler masumdur" dediğimiz zaman da birinci türden günahlardan masum olduklarını kastetmekteyiz. Zira diğer insanların işlediği o tür günahlardan bir tanesini dahi maazallah işlerlerse, insanların onlara karşı olan güvenlerinin sarsılmasına ve İlahî huccetin tamamlanmamasına yol açar; bu da Peygamberlik müessesesinin felsefesine tamamen terstir.

 

Bu konuda bilinmesi gereken bir diğer husus şudur ki yüce manevi makam ve mertebelere sahip olan arif insanlar, Hakk'ın azamet ve yüceliğini herkesten daha çok müdrik oldukları için, ne kadar da ibadet ve itaatte bulunsalar, yaptıkları ibadeti Rabbulalemin'e layık görmedikleri ve onun azameti ve verdiği nimetlerin karşısında hiçbir değere sahip görmedikleri için, yaptıkları iyi işlerden ve ibadetlerden dahi istiğfar etmektedirler! Hatta Hakk'a âşık olan o güzide insanlar, gerçek bir aşığa yakışanın daima maşukuyla haşir neşir ve onunla birlikte olması gerektiğini bildikleri için, beşeri özelliklerinden kaynaklanan ihtiyaçlarını giderme veya üstlendikleri bazı vazifeleri ifa etmek için maşuklarından ayrılma ve ondan gaflet etme mecburiyetinde kalmalarını dahi kendileri için bir eksiklik ve suç olarak görmekte ve bunu telafi için, ona istiğfar etmekte ve ağlayıp sızlamaktadırlar! Dolayısıyla yukarıda bahsettiğimiz şeyler (makamlarına yakışmayan terki evlalar), İslam Peygamberi de dahil bütün Peygamberler hakkında mümkün olmakla beraber, haklarında söz konusu olan istiğfarların belki de çoğusu daha çok bu tür istiğfarlardır. Mesela Allah Resulü'nden şöyle bir hadis nakledilmektedir: "Ben her gün Rabbimden yüz defa (bazı rivayetlerde ise yetmiş defa) mağfiret dilemekteyim."(Sahih-i Müslim, c.8, s.72, Keşf-ül Ğumme, c.3, s.43) ) Şimdi (haşa) Allah Resulü (s.a.a) her gün yüz veya yetmiş defa bizim bildiğimiz şer'î günahlardan işleyip de onlar için mi istiğfar ediyordu?! Veya hatta her gün yetmiş terk-i evla işlediğini söylemek mümkün mü? Açıktır ki hayır. Bu yüzden bunların çoğundan maksadın en son bahsettiğimiz gerekçelerden dolayı olduğu kesindir.

Hz. İbrahim’in de söz konusu cümlesi, yani "Ve (âlemlerin Rabbi) o kimsedir ki hesap günü, hatamı bağışlayacağını umuyorum." (Şuara, 82) sözü ya bizim bilmediğimiz bazı terk-i evlalarından dolayıdır, ya da büyük ihtimal en son bahsettiğimiz gerekçeye dayanıyor. Dolayısıyla bu söz de onun bizler için söz konusu olan bir günah ve hata yaptığını göstermez.

 

 
Site içi Arama


 

 

 

 

Go to top of page  Ana Sayfa | Kitap Listesi | Kıble Dergisi | Makaleler | Kadin ve Aile | Cocuklar Îçin | Soru Ve Cevap | Yazarlarımız |
Kur`an | Hadisler | Dualar | Şiirler | Ses ve Video | Programlar | Linkler  |  Îletişim için |

Copyright© 2000 Kevser Yayinlari Internet Hizmetleri. Tüm Haklari Saklidir Ayrintili bilgi almak için veya bize her konuda yazmak için, paragonxx@yahoo.de  'e mesaj yollayiniz. WWW.KEVSERNET.COM