Bismillahirrahmanirrahim
Soru-262:
Hocam lütfen þu Fedek meselesini
biraz açar mýsýnýz? Bu konuda bir çok çeliþkili iddialar
duyuyorum. Ehl-i Sünnet olayý bir türlü anlatýyor, Þiiler
baþka türlü. Lütfen kaynaklara ve delillere dayanan doyurucu
bir açýklamayla bizi aydýnlatýn. Allah razý olsun..
Cevap-262:
Aziz kardeşim bu konuda bir şia aliminin yaptığı geniş bir
çalışmayı huzurunuza takdim ediyorum. İnşaallah detaylı ve
doyurucu cevabınızı onda bulur ve ikna olursunuz.
FEDEK OLAYI
Halifenin
seçimi için Sakife’de yapılan çekişme ve tartışmalar sona erdi
ve neticede Ebubekir halife oldu. Ali (a.s) ise vefalı
dostlarından oluşan bir grup ile hükümetten el çekti. Fakat o
fikirlerin aydınlatılması ve insanlara gerçeğin
bildirilmesinden sonra, vahdeti koruyabilmek için muhalefet
kapısından girmedi. Ali (a.s) Kur’an kavramlarının tefsiri ve
ta’limi, sahih hükümlerin verilmesi, kitap ehli alimleri ile
tartışma gibi yollarla ferdi ve toplumsal görevlerini yerine
getirmeye devam etti. Müslümanlar arasında İmam pek çok
kemalata sahipti. Asla onun rakiplerinin bu kemalatı ondan
almasına imkan yoktu. O Peygamber (s.a.v)’in amcasının oğlu,
damadı ve onun vasi ve halifesi idi. O şöhretli bir mücahit,
İslam’ın büyük kahramanı ve fedakarı, nübüvvet ilminin kapısı
idi. Hiç kimse onun İslam’daki önceliğini, geniş ilmini,
Kur’an, hadis, dinin furu ve usulü ve ilahi kitaplar
hakkındaki eşsiz bilgisini ve faziletini inkar edemezdi. Tüm
bunlar yanında İmam (a.s)’ın ileride hilafet makamına güçlük
çıkarabilecek olan özel bir imtiyazı vardı. Bu imtiyaz ise
Fedek’in ona sağladığı iktisadi güç idi. Bu sebepten hilafet
makamı, bu gücü Hz. Ali (a.s.)’ın elinden almayı uygun gördü.
Zira bu imtiyaz, imamdan alınması mümkün olmayan imtiyazlardan
değildi.
Fedek’in
Özellikleri
Hayber’in
yakınlarında olan, Medine’den yaklaşık 140 km. gibi bir mesafe
bulunan ve Hayber kalelerinden sonra Hicaz Yahudilerinin yeri
sayılan bol, verimli ve müreffeh köye Fedek deniyordu.
Resul-u Ekrem
(s.a.v) Hayber, Vadi'ul-Gurra ve Tima’daki Yahudi güçlerini
yok ettikten sonra Medine’nin kuzeyinde bulunan büyük araziyi
İslam askerleri ile doldurdu ve bu topraklar üzerindeki
Yahudilerin kudretlerini kaldırmak için Muhit adındaki bir
elçiyi, Fedek’in ileri gelenlerinin yanına gönderdi. Zira bu
topraklar İslam ve Müslümanlar aleyhine tehlike oluşturuyordu.
Bu köyün reisi olan Yuşa ibni Nun, sulh ve teslim olmayı,
savaşmaya tercih etti ve oranın sakinleri, her yılki
mahsullerinin yarısını Peygambere vermeye, Artık İslam bayrağı
altında yaşamaya ve Müslümanlar aleyhine entrika çevirmemeye
söz verdiler. İslam’da, askeri savaş yolu ile alınan
topraklar, tüm Müslümanları ilgilendirir ve bu toprakların
idaresi din hakimlerine aittir. Fakat savaşılmadan ele
geçirilen topraklar, Peygamberi ve ondan sonraki imamı
ilgilendirir. Ve bu gelir, İslam kanunlarında belirtildiği
şekilde bazı özel durumlarda kullanılır. Bu özel durumlardan
biri de, Peygamber (s.a.v) ve imamın kendi yakınlarının yasal
ve meşru ihtiyaçlarını şerefli bir şekilde
karşılaşmayabilmeleri içindir. Nitekim Kur’an şöyle buyuruyor:
مَّا أَفَاء اللَّهُ عَلَى رَسُولِهِ مِنْ أَهْلِ الْقُرَى
فَلِلَّهِ وَلِلرَّسُولِ وَلِذِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى
وَالْمَسَاكِينِ وَابْنِ السَّبِيلِ كَيْ لَا يَكُونَ دُولَةً
بَيْنَ الْأَغْنِيَاء مِنكُمْ وَمَا آتَاكُمُ الرَّسُولُ
فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانتَهُوا وَاتَّقُوا اللَّهَ
إِنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ لِلْفُقَرَاء الْمُهَاجِرِينَ
الَّذِينَ أُخْرِجُوا مِن دِيارِهِمْ وَأَمْوَالِهِمْ
يَبْتَغُونَ فَضْلًا مِّنَ اللَّهِ وَرِضْوَانًا وَيَنصُرُونَ
اللَّهَ وَرَسُولَهُ أُوْلَئِكَ هُمُ الصَّادِقُونَ
“Ey iman
edenler! Onların mallarından, Allah'ın peygamberine verdiği
şeyler için siz ne at ve ne de deve sürdünüz; fakat Allah
peygamberlerine, dilediği kimselere karşı üstünlük verir.
Allah her şeye Kadir'dir. Allah'ın, fethedilen memleketler
halkının mallarından peygamberine verdikleri; Allah,
Peygamber, yakınlar, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar
içindir; ta ki içinizdeki zenginler arasında elden ele dolaşan
bir devlet olmasın. Peygamber size ne verirse onu alın, sizi
neden men ederse ondan geri durun; Allah'tan sakının, doğrusu
Allah'ın cezalandırması çetindir.”
Fedek,
Peygamber’in Kızına Verdiği Bir Hediye İdi
Şii müfessir ve
hadisçileri ile bazı Ehl-i Sünnet alimleri şöyle yazmaktalar:
“Akrabaya, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver.”
ayeti nazil olunca Peygamber (s.a.v) kızı Fatıma (a.s)’ı
yanına çağırdı ve Fedek’i ona bağışladı.”
Bu olayı
Peygamber (s.a.v)’in yakın ashabından biri olan Ebu Said
el-Hudri nakletmiştir.
Tüm Şii ve Sünni
müfessirler, bu ayetin Peygamber (s.a.v)’in akrabaları
hakkında indirdiğini ve “Zi’l-kurba” için Peygamber
(s.a.v)’in kızının en açık örnek olduğunu kabul etmektedirler.
Hatta Şamlı bir şahıs, Hz. Ali ibni Hüseyn Zeyn’el-Abidin’den
kendisini tanıtmasını isteyince kendisini Şamlılara tanıtmak
için yukarıdaki ayeti okudu. Bu konu Müslümanlar arasında o
kadar bilinmiyordu ki bu Şamlı şahıs, tasdik edercesine başını
sallayarak şöyle dedi: “Peygamber (s.a.v) ile aranızda özel
bir yakınlık ve akrabalık bağınız olma sebebiyle Allah,
Peygamber (s.a.v)’e size hakkınızı vermesini emretmiştir.”
Özetle, bu
ayetin Hz. Zehra ve onun evlatları hakkında nazil olduğu
konusunda tüm Müslümanlar aynı fikirdedir. Bu ayet nazil
olduğu zaman Peygamber (s.a.v)’in Fedek’i kızına
bağışladığını da tüm Şii alimleri ile bazı Sünni alimleri
kabul etmektedirler.
Peygamber
(s.a.v) Neden Fedek’i Kızına Bağışladı?
Peygamber
(s.a.v) ve hanedanının hayatının açıkça gösterdiği ve
hepimizin de bildiği gibi onların asla dünyaya ve dünya malına
karşı bir alakaları olmamıştır. Fakat bununla birlikte
Peygamber (s.a.v)’in Fedek’i kızına bağışladığını ve burayı
Hz. Ali (a.s.)’ın hanedanına tahsis ettiğini görüyoruz.
Burada insanın aklına şöyle bir soru geliyor: “Öyle ise
Peygamber (s.a.v) Fedek’i neden kızına bağışladı? Bu soruya
cevab olarak aşağıdaki maddeler zikredilebilir:
1-Peygamber
(s.a.v)’in vefatından sonra Müslümanların rehberliği
Peygamber (s.a.v)’in tasrih ettiği şekilde Hz. Ali’nin
hakkıydı. Böyle bir makamın ise yüklü bir hazineye ihtiyacı
vardı. Ali (a.s) hilafet makamına bağlı olan işlerin
idaresinde Fedek’ten elde edilen geliri en iyi şekilde
kullanabilirdi. Peygamber (s.a.v)’in bu fikrinden haberdar
olan hilafet makamı ise daha ilk günlerinde hiç vakit
kaybetmeden Fedek’i Peygamber (s.a.v)’in hanedanının elinden
aldı.
2-Peygamber
(s.a.v)’in ailesinin, yani onun biricik kızı ve gözünün nuru
olan Hasan ve Hüseyin (a.s)’ın, Peygamber (s.a.v)’in
ölümünden sonra şerefli bir biçimde yaşayabilmeleri ve
Resulullah’ın ve onun ailesinin onur ve haysiyetinin mahfuz
kalması için Peygamber (s.a.v) Fedek’i kızına bağışladı.
3-Peygamber
(s.a.v) bazı kimselerin Hz. Ali’ye karşı kalplerinde kin ve
nefret beslediklerinden haberdardı. Zira onların akraba ve
yakınlarının pek çoğu cihad meydanlarında Hz. Ali (a.s.)’ın
kılıcı ile öldürmüştü. Bu kimselerin kalplerindeki kini
arıtmanın bir yolu da mali yardımlar ile onları kendisine
çekmesi ve aynı zamanda tüm yoksul ve acizlere yardım etmesi
idi. Böylece o hilafet yolu üzerindeki tüm duygusal engelleri
ortadan kaldırmış olacaktı.
Peygamber
(s.a.v) her ne kadar zahirde Fedek’i Hz. Zehra’ya bıraktıysa
da buranın geliri, kendi zaruri ihtiyaçlarını karşılaması ve
bu geliri İslam ve Müslümanların yararına harcaması için
velayet sahibinin elinde idi.
Fedek’in
Geliri
Tarihe
bakıldığında yukarıda zikrettiğimiz üç sebep insanın zihninde
daha da kuvvetlenmektedir. Zira Fedek bol verimli bir yerdi ve
Hz. Ali (a.s.)’ın hedeflerine ulaşmasında ona büyük yardımı ve
faydası olabilirdi. Meşhur tarihçi Halebi şöyle yazıyor:
“Ebubekir,
Fedek’in, Hz. Peygamber (s.a.v)’in kızının elinde kalmasına
razı idi. Hatta o Hz. Fatıma’nın bu mülkiyetini bir belge ile
tasdik etmişti. Fakat Ömer, bu belgenin Hz. Fatıma’ya
verilmesine engel oldu ve Ebubekir’e şöyle söyledi: “Yarın
Fedek’in getirdiği gelire çok ihtiyacın olacak. Zira müşrik
Araplar, eğer Müslümanlar aleyhine kıyam ederse, savaş için
gerekli olan masrafı nereden karşılayacaksın?”
Bu cümleden
açıkça anlaşılıyor ki: Fedek’in geliri savaş masraflarını
karşılayacak kadar çoktu. Bu yüzden Peygamber (s.a.v)’in bu
iktisadi gücü Hz. Ali’ye bırakması gerekliydi. İbni
Ebi’l-Hadid şöyle diyor: “Ben İmamiye mezhebinden olan
alimlerden birine Fedek hakkında şöyle söyledim: “Fedek köyü o
kadar da büyük değildi. İçinde sadece birkaç hurma ağacının
bulunduğu küçük bir arazinin o derece ehemmiyeti yoktu ki
Fatıma’nın muhalifleri ona tamah etsinler.” O bana şöyle cevap
verdi: Sen bu konuda yanlış düşünüyorsun. Orada bulunan hurma
ağaçlarının sayısı şimdi Kufe’de bulunan hurma ağaçlarından
daha az değildi. Bu verimli toprakların, Peygamber (s.a.v)’in
ailesinin elinden alınmasının tek sebebi Emir’el Müminin
(a.s)’ın buranın gelirini hilafet makamı ile mücadele etmek
için kullanmasını engellemekti. Onlar sadece Fatıma’yı
Fedek’ten mahrum etmediler, tüm Haşimoğulları’nı ve
Abdulmuttalib’in evlatlarını yasal haklarından (ganimetlerin
humsundan) nasipsiz kıldılar. Sürekli zaruri ihtiyaçlarını
karşılama durumunda olan ve muhtaç kalan kimseler, asla
akıllarında hakim sınıfla ile savaşma fikrini besleyemezler.
İmam Musa İbni
Cafer (a.s), Fedek’in sınırlarını bir hadiste şöyle
belirliyor:
“Fedek, bir
taraftan Adn, bir taraftan Semerkant, bir taraftan Afrika ve
bir taraftan denizler, adalar ve Ermenistan...ile çevriliydi.”
Hayber’in bir
bölümü olan Fedek’in sınırları kesinlikle böyle değildi. İmam
Kazım’ın buradaki maksadı şuydu: “Onlardan gasp edilen tek yer
Fedek değildi. Hakikatte dört tarafı İmam Kazım tarafından
tayin edilmiş olan büyük İslam topraklarının hakimiyeti Ehl-i
Beyt’ten alınmıştı.”
Kutbuddin
Ravendi şöyle yazıyor:
“Peygamber
(s.a.v) Fedek’i yirmi dört bin dinara kiraladı. Bazı
hadislerde bu miktar yetmiş bin dinar olarak nakledilmiştir.
Bu konudaki ihtilaf Fedek’in her yılki gelirinin farklı
olmasındandır. Muaviye hilafete geçtiğinde Fedek’i üç kişi
arasında paylaştırdı. O Fedek’in üçte birini Mervan İbn-i
Hakem’e, aynı oranda olan diğer bölümünü Amr İbn-i Osman’a ve
üçüncü bölümünü ise oğlu Yezid’e verdi. Mervan, hilafete
geçtiği vakit de buranın tamamına el koydu.”
Bu tip bir
paylaştırmadan açıkça görünen şu: Fedek, göz alıcı bir yerdi.
Muaviye, burayı büyük kabilelerin reisleri olan üç kişi
arasında taksim etmişti. Hz. Fatıma, Ebubekir ile Fedek
hakkında konuşup ona iddiasının doğru olduğu hakkında deliller
getirdiğinde Ebubekir, Peygamber (s.a.v)’in kızına şöyle
cevap verdi: “Fedek, Peygamber (s.a.v)’in şahsi malı
değildi. O tüm Müslümanlara aitti. Peygamber (s.a.v) her
halükarda Fedek’in geliri ile ya orduyu donatıp düşman
üstüne gönderdi, ya da bunu Allah yolunda harcadı.
Peygamber
(s.a.v)’in Fedek’in gelirini bir orduyu donatmada kullanması
veya bu geliri Haşimoğulları, yoksullar ve acizler arasında
paylaştıracak olması Hayber’in bir kısmı olan Fedek’in
gelirinin çok olduğunu göstermektedir. Ömer, Arap yarımadasını
Yahudilerden temizleme kararı aldığında, onlara topraklarını
İslam devletine bir bedel karşılığında teslim etmeleri ve
Fedek’i boşaltmaları için bir duyuru yaptı. Peygamber
(s.a.v.) daha ilk günden topraklarının yarısını Peygamber’in
kendisine bırakmaları karşılığında Fedek Yahudileri ile bir
anlaşma yapmıştı. Bu yüzden Halife, kıymet konulduktan sonra
değerini Yahudilere vermesi için İbn-i Teyhan, Fervet, Habbab
ve Zeyd İbn-i Sabit’i Fedek’e gönderdi. Bu şahıslar
Yahudilerin payını ellibin dirhem olarak belirlediler ve Ömer,
bu meblağı Irak’tan elde edilen maldan ödedi.”
Fedek’e El
Konulmasının Sebepleri
Peygamber
(s.a.v)’in ashabından olan bir grubun Ebubekir’in hilafetini
kabul etmesi onun için ilk zaferdi ve neticede Ensarın en
güçlü kabilelerinden olan Hazrec kabilesi diğer bir kabilenin
muhalefeti karşısında mücadeleden el çekti. Başlarında Hz. Ali
(a.s.)’ın olduğu Haşimoğulları ise önceden zikrettiğimiz
sebeplerden insanları aydınlattıktan sonra devlet ile silahlı
bir çatışmaya girmekten ve kıyam etmekten uzak durdular. Fakat
Medine’de sağlanan bu zafer ve başarı hilafet için yeterli
değildi. Tüm bunların yanında Mekke’nin de himayesine ihtiyaç
vardı. Özellikle de Ebu Süfyan’ın onayının ve te’yidinin
beklentisi içindeydiler. Zira Peygamber (s.a.v)’in ölüm
haberi Mekke’ye geldiği zaman Mekke’nin komutanı olan yirmi
küsur yaşlarındaki Attab İbn-i Useyd İbn’il As, Peygamber
(s.a.v)’in ölüm haberini halka duyurmasına rağmen onun
halifesi hakkında kimseye bir açıklama yapmadı. Bu iki olay
da, aynı zamanda gerçekleştiği için birinin duyulup da
diğerinin duyulmamasına imkan yoktur. O halde Mekke
komutanının bu konudaki sessizliği, Beni Ümeyye’nin reisi olan
Ebu Süfyan’ın onayını ve görüşünü öğrenip ona göre
davranmaktan başka bir şey için değildi.
Bu hakikatler
yanında, halife hilafetini devam ettirebilmek için hilafetine
muhalif olan grupları, kendisine cezb etmek zorunda olduğunu
derk etti. Dikkati ve rızayeti celb edilmesi gereken etkili
kişilerden biri de Ümeyye oğullarının reisi olan Ebu
Süfyan’dı. Zira o, Ebubekir’in hilafetine tamamen karşıydı ve
Ebubekir, o hilafet makamına oturunca Ebu Süfyan itiraz ederek
şöyle demişti: “Ebu Fuzeyl’den bize ne?” Aynı zamanda
Medine’ye gidip Hz. Ali ve Abbas’ı, silahlı kıyama davet eden
kişi de Ebu Süfyan’dı. O Hz. Ali‘ye bu konuda şöyle demişti:
“Ben Medine’yi süvari ve piyadeler ile dolduracağım. Siz
kalkıp kıyam edin ve idareyi ele geçirin.”
Ebubekir, Ebu
Süfyan’ı susturmak ve onu kendisine çekmek için onun yanında
getirdiği mallara hiç el sürmeden yine ona bağışladı. Hatta
Ebubekir bununla da yetinmeyerek Ebu Süfyan’ın oğlu Yezid’i
Şam’ın valisi olarak atadı. Ebu Süfyan, oğluna bu makamın
verildiğini duyunca şöyle dedi: “Ebubekir akraba
bağlılığını sürdürdü.”
Oysa ki, önceden Ebu Süfyan,
Ebubekir ile arasında bir bağ olduğundan hiç bahsetmemişti.
Ebu Süfyan gibi
satın alınabilir şahısların sayısı bu sayfalara sığmayacak
kadar fazladır. Hepimiz biliyoruz ki, Beni Saide’de Ebubekir’e
biat edilmesi olayında Muhacirler orada değillerdi.
Muhacirlerden sadece üç kişi, yani 2. Halife, Amr ve Ubeyde bu
olayda bulunmuştu. Böyle bir ortamda muhacirlerin halifesi
olması ve biat alması, bazı grupları tahrik etti. Bu yüzden
halifenin onları yatıştırması ve onlara bir takım yardımlarda
bulunması gerekliydi. Böyle olduğu taktirde Ensar, özellikle
de daha ilk günden halifeye biat etmeye razı olmayıp Beni
Saide’yi terk eden Hazrecliler, halifeye muhabbet ve alaka
duyabilirlerdi.
Ebubekir, sadece
erkekleri satın alıp, onları kendi tarafına çekmekle kalmayıp,
kadınları etrafına toplayabilmek için de bir takım bağışlar ve
harcamalarda bulunmuştu. Zeyd ibni Sabit, Beni Adiyy
kabilesinden olan bir hanıma Ebubekir’den bir bağış
getirdiğinde o kadın bunu ne olduğunu sordu. Zeyd şöyle cevap
verdi: “Bu halifenin kadınlar arasında taksim ettiği bir
bağıştır.” Bu kadın kendisine verilen bu bağışın bir tür
dini rüşvet olduğunu derk edince Zeyd’e şöyle dedi: “Dinimi
satın almak için mi bana rüşvet veriyorsunuz? Allah’a and
olsun ki, ben ondan bir şey kabul etmiyorum.”
Hükümetin
Bütçesinin Azalması
Peygamber
(s.a.v), hastalandığı dönemde elinde olan tüm malı taksim
etti. Bu yüzden beytülmalde bir şey yoktu. Peygamber
(s.a.v)’in elçileri onun ölümünden sonra az miktardaki malları
ya da kendileri Medine’ye getiriyorlardı, ya da bunu güvenilir
kimseler ile Medine’ye gönderiyorlardı. Fakat bu az miktardaki
gelir, muhalifleri satın almak niyetiyle büyük masraflar
yapmak isteyen hükümet için yeterli değildi. Diğer taraftan
etraftaki kabileler muhalefet bayrağı açıp, halifeye
zekatlarını vermeye razı olmadılar. Böylece de hükümetin
iktisadi düzenine bir başka darbe daha vurulmuş oldu. Bu
yüzden halife, hükümetin bütçesini temin edebilmek için oraya
buraya el uzatıp, bazı mallara el koymaktan başka çare
bulamadı. Bu iş için de Fedek’ten daha uygun bir yer yoktu.
Sadece Ebubekir tarafından Peygamber (s.a.v)’den (s.a.v)
nakledilen bir hadis üzere Fedek’i Hz. Zehra’dan gasp ederek
burayı hükümetinin temellerini sağlamlaştırmak için kullandı.
Bu uydurma hadis şuydu: “Biz peygamberler miras
bırakmayız.”
Ömer ise şu
hakikati itiraf ederek Ebubekir’e şöyle dedi: “Yarın
Fedek’ten elde edilen gelire çok ihtiyacın olacak. Zira eğer
müşrik Araplar, Müslümanlar aleyhine kıyam ederlerse, ordu
için gerekli olan masrafları nereden karşılayacaksın. “
Halife ve onun hemfikirlerinin amelleri ve kelamları da buna
şahittir.
Nitekim Hz.
Fatıma’ya da hakkı olan Fedek’i istediği zaman şöyle demişti:
“Peygamber, sizin zaruri ihtiyaçlarınızı ondan temin
ediyor, geri kalanını da Müslümanlar arasında taksim ediyordu.
Peki sen bu gelir ile ne yapacaksın?”
Peygamber
(s.a.v)’in sevgili kızı şöyle buyurdu: “Ben onun yolunu
takip ederek bu gelirden geri kalanı Müslümanlar arasında
taksim edeceğim. “ Hz. Fatıma, halife için bahane yolunu
kapatmış olmasına rağmen o şöyle dedi: “Ben de aynı babanın
yaptığını yapacağım. “
Eğer halifenin
Fedek’e sahip olmaktaki hedefi sadece ilahi hükmü yerine
getirmek, yani bu gelir ile Peygamber (s.a.v)’in ailesinin
zaruri ihtiyaçlarını karşılayıp geri kalanı Müslümanlar
arasında taksim etmek olsaydı, bu işi onun yapmasıyla,
Peygamber (s.a.v)’in kızının ve onun Kur’an’a göre tüm günah
ve hatalardan korunmuş olan sevgili eşinin yapması arasında ne
fark vardı? O halde halifenin, Fedek’in gelirine sahip
olmaktaki ısrarı, onun bu gelir ile hükümetinin temellerini
sağlamlaştırmak arzusunda olduğunun kanıtıdır.
Fedek’e Sahip
Olmaktaki Diğer Bir Neden
Fedek’e sahip
olmak istemesinin diğer bir sebebi de önceden de zikredilmiş
olduğu gibi, Hz. Ali (a.s.)’ın iktisadi kuvvetinden
korkulmasıydı. İmam (a.s) rehberliğin tüm şartlarını
taşıyordu. Zira onun ilmi, takvası, İslam’daki ilkliği,
Peygamber (s.a.v) ile olan yakın bağı ve Peygamber (s.a.v)’in
onun hakkındaki vasiyetleri inkar edilemezdi. Bu şartlara ve
mali kudrete sahip olan bir şahıs, eğer hilafet makamı ile
rekabete girişmek isterse, bu hilafet makamı için büyün bir
tehlike oluştururdu. Bu durumda Hz. Ali (a.s.)’ın sahip olduğu
bu faziletlerin ve imkanların onun elinden alınması ve inkar
edilmesi mümkün olmadığına göre yapılacak tek şey, onun
iktisadi kuvvetini yok etmekti. Onlar Peygamber (s.a.v)
ailesinin ve Hz. Ali (a.s.)’ın durumunu zayıflatmak için
Fedek’i gasbettiler ve Peygamber (s.a.v)’in ailesini
kendilerine muhtaç ettiler. Bu hakikat, Ömer’in Ebubekir ile
olan konuşmasında açıkça görüşülür. O Ebubekir’e şöyle
demişti: “İnsanlar dünyanın kullarıdır ve onların bundan
başka da hedefleri yoktur. Sen humus ve ganimetleri Ali
(a.s)’dan al ve Fedek’i onun elinden çıkar ki, insanlar onun
elinin boş olduğunu görünce sana döneceklerdir.”
Bu konudaki
diğer bir delil ise, hilafet makamının Peygamber (s.a.v)’in
hanedanını sadece Fedek’ten mahrum bırakmakla kalmayıp
Kur’an-ı Kerim’de tasrih edildiği şekilde, Peygamber
(s.a.v)’in ailesine verilmesi gereken savaş ganimetlerinin
beşte birinden de onları mahrum kılmış, Peygamber (s.a.v)’in
ölümünden sonra onun ailesine bu yoldan ele geçen bir dinarı
bile ödememişlerdi. Halbuki Kuran şöyle buyurmaktadır:
وَاعْلَمُواْ أَنَّمَا غَنِمْتُم مِّن شَيْءٍ فَأَنَّ لِلّهِ
خُمُسَهُ وَلِلرَّسُولِ وَلِذِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى
وَالْمَسَاكِينِ وَابْنِ السَّبِيلِ إِن كُنتُمْ آمَنتُمْ
بِاللّهِ وَمَا أَنزَلْنَا عَلَى عَبْدِنَا يَوْمَ الْفُرْقَانِ
يَوْمَ الْتَقَى الْجَمْعَانِ وَاللّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ
قَدِيرٌ
“Ve iyice
bilin ki, ganimet olarak elde ettiğiniz şeyin mutlaka beşte
biri Allah’ın ve Peygamber’in ve yakınların ve yetimlerin ve
yoksulların ve yolda kalmışlarındır.”
Tarih yazarları,
genellikle Hz. Fatıma’nın Ebubekir ile ihtilafının sadece
Fedek konusu üzerinde olduğunu sanmaktadırlar. Oysa ki, Hz.
Fatıma, üç konuda halifeye muhalefet etmişti.
1-Peygamber
(s.a.v)’in ona bağışladığı Fedek,
2-Peygamberden
(s.a.v) kendisine bırakılan miras,
3-Kur’an’ın
tasrihine göre ganimet humsunun masraflarından biri olan
Peygamber (s.a.v) ailesinin payı.
Ömer şöyle
diyor: “Hz. Fatıma, halifeden Fedek’i ve Peygamber (s.a.v)
ailesinin payını istediğinde halife bunları ona vermedi.”
Enes İbn-i Malik
şöyle diyor: “Fatıma (a.s), halifenin yanına geldi ve
Peygamber (s.a.v) ailesinin payı olarak tayin edilmiş olan
humus hakkındaki ayeti okudu. Halife ise şöyle dedi: “Senin
okuduğun Kur’an’ı ben de okuyorum. Asla yakınların hakkı olan
payı size veremem. Ama bununla sizin zaruri ihtiyaçlarınızı
karşılamaya ve geri kalanı Müslümanlar arasında taksim etmeye
hazırım.”
Hz. Fatıma
şöyle cevap verdi: “Allah’ın hükmü bu değil. Humus ayeti nazil
olduğunda Peygamber (s.a.v) buyurdu ki: “Muhammed hanedanının
müjde olsun. Allah (fazlı ve keremiyle) onları güçlü ve zengin
kıldı.”
Halife dedi
ki: Ben, Ömer ve Ebu Ubeyde’ye danışacağım. Eğer onlar da
senin bu görüşünde muvafakat ederlerse, bu payı sana
vereceğim.
O ikisinden
sual olduğunda onlar halifeyi te’yid ettiler. Hz. Fatıma ise,
bu duruma çok şaştı ve onların bu konuda hemfikir olduklarını
anladı.”
Halifenin bu
konudaki davranışı açık bir hüküm karşısında içtihat etmekten
başka bir şey değildi. Kur’an-ı Kerim, kamilen açık bir dil
ile ganimet humsunun bir kısmının Peygamber (s.a.v)’in
ailesine ait olduğunu beyan etmesine rağmen, halife bu konuda
Peygamber (s.a.v)’den bir şey duymadığı bahanesiyle bu ayeti
tefsir ederek şöyle demiştir: “Peygamber (s.a.v)’in
ailesine zaruri ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri oranda pay
verilmeli ve geri kalan meblağ da Müslümanların yararına
harcanmalıdır.” Onların tüm bu telaş ve çabaları, sadece
İmam (a.s)’ı dünya malından nasipsiz kılarak onu kendilerine
muhtaç etmek, böylece İmam (a.s)’ın kendi hükümetleri
aleyhinde kıyam etmesini önlemekti. Şii fıkhında, Peygamber
(s.a.v)’in Ehl-i Beyt’inden bize ulaşan rivayetlerin de
şahitliğine göre, Peygamber (s.a.v) ailesinin humustaki
payları onların şahsi malları değildi. Ve eğer Kur’an-ı
Kerim’de böyle bir pay verilmişse, bu pay Peygamber
(s.a.v)’den sonra imamet makamına sahip olacak kişi
hakkındaydı. Bu yüzden ganimet humsunun yarısı olan; Allah
Peygamber (s.a.v) ve onun ailesinin paylarının, Peygamber
(s.a.v)’in akrabası ve yakınını, aynı zamanda da Müslümanların
rehberi ve önderi olan kişiye verilmesi ve bunun o kişi
tarafından harcanması gerekmektedir. Halife, Hz. Fatıma’nın bu
payı “Peygamber (s.a.v) ailesi”nin reisi olan Hz. Ali’ye
ulaştırmak istediği, böylece de Hz.Ali’nin bu geliri
Müslümanlar yararına harcayacağı onlarca da biliniyordu. Bu
ünvana sahip olan kişi ise Hz. Ali (a.s)’dan başka kimse
değildi. Ve böyle bir payın Hz. Ali’ye verilmesi ise,
hilafetten çekilme ve onun imamlığını kabul etme anlamına
geliyordu. Bu yüzden halife, Hz. Fatıma’ya şöyle dedi:
“Asla Peygamber (s.a.v) ailesinin payını size vermeyeceğim.
Ben bu pay ile sizin zaruri ihtiyaçlarınızı karşılayıp geri
kalanı Müslümanların yararı için harcayacağım.”
Fedek, Zıt
Görüşler Arasında
Daha hilafetin
ilk günlerinde Fedek’e el konması ve Peygamber (s.a.v)’in
kızı olan Hz. Fatıma’nın malının gasbedilmesi; şüphesiz
hilafet makamının güçlenmesi ve gerçek halifenin dünya
malından nasipsiz kılınması içindi. Fakat sonradan İslami
hükümetin gelişmesi ve büyük fetihler sonucunda Müslümanların
hükümet merkezine adeta servet seli akıtması ile hilafet
makamı kendisini artık Fedek’in gelirine muhtaç görmedi. Diğer
bir taraftan geçen zaman, İslam camiasında halifelerin
hükümetlerinin temelleri öylesine sağlamlaştırmıştı ki, artık
kimse gerçek halife ve mü’minlerin emiri olan Hz. Ali
(a.s.)’ın Fedek’in geliri ile muhalefet etme fikrine
düşeceğini sanmıyordu. Diğer halifeler zamanında Fedek’in
müsadere edilmesinin ilk sebebi olan hilafet makamının mali
yönden takviye edilmesi olayı, tamamen ortadan kalkmış
olmasına rağmen, Peygamber (s.a.v) ailesinin iradesi altında
olması gereken Fedek ve onun geliri, her halifenin kendi malı
sayılıyor ve bundan istifade ediliyordu. Peygamber (s.a.v)
ailesi ile manevi bağını kamilen kesmiş olanlar, Fedek’i
gerçek sahiplerine vermekten şiddetle kaçındılar ve onu
hükümetin malına dahil edip, ya bu geliri kendi zimmetlerine
geçirdiler, ya da dostlarından birine verdiler.
Fakat Peygamber
(s.a.v)’in ailesine karşı az çok bir alaka ve muhabbet
besleyen bazı kimseler, zamane siyasetinin icab ettiği bazı
nedenlerle bir süre Fedek’i, Fatıma’nın evlatlarına
bırakmışlardır. Bu yüzden Fedek’in hiçbir zaman güvenli ve
sabit bir durumu olmamış; sürekli zıt görüşlü ve muhtelif
hedefli grupların çekişmesi arasında kalmıştır. Bu mülk, bazen
gerçek sahiplerine bırakılmışsa da arkasından yine müsadere
edilmiştir. Bu yüzden Fedek, her zaman İslam’ın hassas ve
karmaşık meselelerinden biri olmuştur. Halifelerin zamanından
Hz. Ali (a.s.)’ın zamanına kadar Fedek’in sabit bir durumu
olmuştur. Buranın gelirinden küçük bir pay, Peygamber (s.a.v)
ailesinin zaruri ihtiyaçları için sarf edilirken, geri kalan
pay, tıpkı diğer kamu malları gibi halifenin istediği şekilde
kullanılıyordu. Fakat Muaviye başa geçtiği zaman, burayı üç
kişi arasında taksim etti. Bu üç kişi; Mervan, Amr İbn-i Osman
İbn-i Affan ve kendi oğlu Yezid idi. Fedek elden ele dolaşarak
sonunda Mervan İbn-i Hakem’in malı oldu. O burayı halife
olduğu zaman tamamen satın aldı ve oğlu Abdülaziz’e hediye
etti, ya da ona miras bıraktı. Ömer ibn-i Abdulaziz başa
geçtiğinde, Beni Ümeyye’nin İslam camiasına sürdüğü kara
lekeleri temizleme kararı aldı ve Peygamber (s.a.v)’in
ailesine duyduğu alaka ile Fedek’i asıl sahibi olan Hasan
İbn-i Ali’ye diğer bir rivayete göre ise burayı Hz. Seccad’a
vermişti.
O Medine valisi olan Ebubekir İbn-i Amr’a bir mektup yazarak
Fedek’in Fatıma’nın evlatlarına verilmesini istedi. Medine’nin
valisi ise ona cevabın şöyle bir mektup gönderdi:
“Fatıma’nın Medine’de o kadar çok evladı var ki, onların hepsi
ayrı aileler halinde yaşıyorlar. Ben Fedek’i onlardan
hangisine vereyim.” Ömer İbn-i Abdulaziz bu mektubu
okuyunca çok üzüldü ve Medine’ye şöyle bir mektup daha
gönderdi: “Ben eğer senden bir ineği öldürmeni istesem sen
tıpkı İsrailoğulları gibi hangi renk olsun diye mi soracaksın?
Mektubum senin eline ulaştığı vakit Fedek’in Fatıma’nın
evlatları arasında taksim et” Beni Ümeyye’nin dallarını
oluşturan halifenin yanındakiler, halifenin bu adaletinden
dolayı çok öfkelenip şöyle dediler: “Sen bu amelin ile
atalarını hatalı gösteriyorsun?” Çok geçmeden Ömer İbn-i
Kays bir grupla birlikte Kufe'den Şam’a gelip halifeyi tenkid
etti.
Halife ise
onlara şöyle cevap verdi: “Sizler cahil ve bilgisizsiniz.
Benim bildiklerimi sizler de duydunuz. Fakat unuttunuz. Zira
benim üstadım olan Ebubekir ibni Muhammed Amr ibni Hazm,
babasından o da ceddinden, o da Peygamber (s.a.v)’den şöyle
naklediyor: “Fatıma benim bedenimin bir parçasıdır. Onu
inciten beni incitir, onu hoşnut eden beni de hoşnut eder”
Fedek halifeler zamanında hükümetin malı sayılıyordu. Sonra da
Mervan’a geçti. O da burayı babam Abdülaziz’e bıraktı. Babamın
ölümünden sonra ben ve kardeşlerim burayı miras edindik. Fakat
kardeşlerim Fedek’teki paylarını ya bana sattılar ya da
bağışladılar. Ben de burayı tıpkı Peygamber (s.a.v)’in
hadisine göre Fatıma’nın evlatlarına bıraktım.”
Ömer ibni
Abdülaziz’in ölümünden sonra Al-i Mervan başa geçince
babalarının tam aksine hareket ederek Fedek’e el koydular ve
Peygamber (s.a.v) ailesini buranın gelirinden tamamen mahrum
bıraktılar.
Emevi
hükümetinin yok olup Abbasi hükümetinin kurulmasından sonra
ilk Abbasi hükümeti olan Seffah, Fedek’i Abdullah
ibn’il-Hasan’a geri verdi. Fakat ondan sonra Mansur buraya
tekrar el koydu. Mansur’un oğlu olan Mehdi, babasının yolunu
izlemeyerek Fedek’i Fatıma’nın evlatlarına verdi. Mehdi’nin
ölümünden sonra onun oğulları olan Musa ve Harun, birbiri
ardınca halife oldular ve Fedek’i Peygamber (s.a.v) ailesinden
alarak kendileri sahiplendiler. Ta ki Harun’un oğlu Me’mun
başa geçinceye kadar bu böyle devam etti.
Me’mun bir gün
halkın şikayetlerini bertaraf edebilmek için oturmuş kendisine
yazılan mektupları okuyordu. Onun okuduğu ilk mektup,
kendisini Fatıma’nın vekili olarak tanıtan bir şahıs
tarafından gönderilmişti ve Fedek’in nübüvvet ailesine geri
verilmesini istiyordu. Halife bu mektubu okuyunca gözleri
doldu ve bu mektubu yazanların huzuruna getirilmesi için emir
verdi. Bir müddet sonra yaşlı bir adam halifenin yanına geldi
ve onunla Fedek hakkında münazara etti. Bu konuşmalar sonunda
Me’mun kani oldu ve Medine’nin valisine Fedek’in Hz. Zehra’nın
evlatlarına verilmesi için resmi bir mektup gönderdi. Fedek’in
Peygamber (s.a.v)’in ailesine geri verilmesi bütün Şiileri
mutlu etti. Di’bil-i Huzzai bu konuda bir kaside okumuştur. Bu
kasidenin ilk beytinin tercümesi şöyledir:
“Zamanın yüzü
güleç oldu. Zira Me’mun Fedek’i
(asıl sahipleri
olan) Haşim oğullarına geri verdi.”
210 yılında
Me’mun’un bu konuda Medine valisi olan Kayyim İbn-i Cafer’e
gönderdiği mektubun hülasası şöyledir:
“Emir’el-Mü’minin’in
Allah’ın dininde ve İslami hilafetteki durumu ve nübüvvet
ailesine olan yakınlığı sebebiyle Peygamber (s.a.v)’in
sünnetine riayet edecek ve onun diğerlerine bağışladığını icra
edecek en layık insandır. Peygamber (s.a.v) Fedek’i, Kızı Hz.
Fatıma’ya bağışladı. Bu konu o kadar açıktır ki, Peygamber
(s.a.v)’in evlatlarının bunda hiçbir ihtilafları yoktur ve
onlardan daha üstün olan bir kimse de bunun aksini iddia
etmemiştir. Bu yüzden Mü’minlerin emiri olan Me’mun, Allah’ın
rızasını kazanmak ve hakkı icra ederek adaletle davranmak
için, Peygamber (s.a.v)’in hükmüne göre Fedek’i onun
varislerine bırakmıştır.”
Bu nedenle
Me’mun, tüm yazarlara ve tarihçilere bu olayı kitaplara
kaydetmeleri için emir verdi. Peygamber (s.a.v)’in ölümünden
sonra ne zaman hac merasiminde “Peygamber (s.a.v)’den bir
sadaka, bağış veya söz iddia eden kimse varsa, bizi haberdar
etsin” diye bir ilan yapılınca gelenleri Müslümanlar kabul
eder, istediğini verirlerdi. O halde Peygamber (s.a.v)’in
kızının sözü de kesinlikle tasdik ve te’yid edilmelidir.
Mü’minlerin emiri, Mübarek Taberi’ye Fedek’i Hz. Fatıma’nın
evlatlarına vermesi için emir verdi. O Fedek’i içinde bulunan
her şeyle birlikte (zahireler, hizmetçiler vb.) Muhammed İbn-i
Yahya İbn-i Hasan İbn-i Zeyd İbn-i Ali İbni’l-Hüseyn ve
Muhammed İbn-i Abdullah ibn-i Hasan İbn-i Ali ibni’l-Hüseyn’e
verdi. Bil ki mü’minlerin emiri, bu iş için Allah'tan ilham
aldı ve Allah onu bu işe muvaffak etti ki, böylece Allah ve
Peygamber (s.a.v)’ine yakınlaşsın. Bu emri yanındaki herkese
ulaştır ve Fedek’in gelişmesi ve gelirinin artması için çalış.
Mütevekkil başa
geçinceye kadar Fedek, Hz. Zehra’nın evlatlarının elinde
kaldı. Mütevekkil, risalet ailesinin azılı düşmanlarından
biriydi. O Fedek’i Hz. Zehra’nın evlatlarının elinden alarak
Abdullah İbn-i Ömer’e verdi. Fedek’te Peygamber (s.a.v)’in
mübarek elleri ile diktiği on bir tane hurma ağacı vardı.
Müslümanlar, hac merasiminde bu ağacın meyvelerini teberrük
ünvanıyla ağır bir para karşılığında alıyorlardı. Bu nübüvvet
ailesine yakışır bir yardımdı. Abdullah bu duruma çok kızdı.
Bu yüzden Beşiran adındaki bir şahsı, bu ağaçları kesmesi için
Medine’ye gönderdi. Beşiran kasavet ve taş kalplilikle
kendisine verilen bu vazifeyi yerine getirdi. Fakat Basra’ya
döndüğünde felç oldu.
Bu dönemden
sonra Fedek, Peygamber (s.a.v)’in ailesinden alındı ve başa
geçen zalim hükümetler Fedek’i gerçek sahiplerine vermekten
kaçındılar.
BEŞİNCİ BÖLÜM
Umumun
Gözünde Fedek
Fedek’in gasp
edilmesi ve Peygamber (s.a.v)’in kızının itirazı üzerinden on
dört asır geçmiştir. Bazıları bu hadise hakkında sahih bir
hüküm vermenin zor olduğunu sanabilirler. Zira geçen zaman,
hakimin bu dosyanın (Fedek) muhteviyatına kamilen ele geçirip
evraklarını dikkatle inceleyerek adilane bir karar vermesine
engel teşkil etmektedir. Aynı zamanda bu dosyaya zaman zaman
tahrif eli de değişmiştir. Bu nedenle bu konuda sahih bir
hüküm verebilmek için Kur’an-ı Kerim’e, Peygamber (s.a.v)’den
nakledilen hadislere ve nizalı tarafların iddia ve
itiraflarına müracaat ederek, yeni bir dosya tanzim edilebilir
ve bu esasa dayanarak İslam’ın kesin ve değişmez usullerinden
bazıları ile mülahaza edip hüküm verebiliriz. İslam’ın mutlak
ve değişmez hükümlerinden biri de şudur: Bu savaş
yapılmaksızın fethedilen topraklar, İslam devletinin malıdır
ve Rasulullah ile ilgilidir. Bu tür araziler Peygamber
(s.a.v)’in şahsi mülkü değildir ve başında Resulullah’ın
bulunduğu İslam devletine mahsustur ki, Resulullah’ın (s.a.v)
ölümünden sonra bu tür malların idare hakkı, onun yerine
geçecek ve onun gibi Müslümanların rehberi olacak şahsa
aittir. Kur’an-ı Kerim’de bu konuda şöyle buyuruluyor:
مَّا أَفَاء اللَّهُ عَلَى رَسُولِهِ مِنْ أَهْلِ الْقُرَى
فَلِلَّهِ وَلِلرَّسُولِ وَلِذِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى
وَالْمَسَاكِينِ وَابْنِ السَّبِيلِ كَيْ لَا يَكُونَ دُولَةً
بَيْنَ الْأَغْنِيَاء مِنكُمْ وَمَا آتَاكُمُ الرَّسُولُ
فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانتَهُوا وَاتَّقُوا اللَّهَ
إِنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ لِلْفُقَرَاء الْمُهَاجِرِينَ
الَّذِينَ أُخْرِجُوا مِن دِيارِهِمْ وَأَمْوَالِهِمْ
يَبْتَغُونَ فَضْلًا مِّنَ اللَّهِ وَرِضْوَانًا وَيَنصُرُونَ
اللَّهَ وَرَسُولَهُ أُوْلَئِكَ هُمُ الصَّادِقُونَ
“Ey iman
edenler! Onların mallarından, Allah'ın peygamberine verdiği
şeyler için siz ne at ve ne de deve sürdünüz; fakat Allah
peygamberlerine, dilediği kimselere karşı üstünlük verir.
Allah her şeye Kadir'dir. Allah'ın, fethedilen memleketler
halkının mallarından peygamberine verdikleri; Allah,
Peygamber, yakınlar, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar
içindir; ta ki içinizdeki zenginler arasında elden ele dolaşan
bir devlet olmasın. Peygamber size ne verirse onu alın, sizi
neden men ederse ondan geri durun; Allah'tan sakının, doğrusu
Allah'ın cezalandırması çetindir.”
Peygamber
(s.a.v)’in elindeki mallar iki kısımdı:
1-Özel
Mallar: Peygamber (s.a.v)’in şahsen sahip olduğu mallar
tarih kitaplarında “Peygamber (s.a.v)’in özel malları”
ünvanıyla açıklanmıştır.
Peygamber (s.a.v) hayattayken, bu malların idaresi ona ait
idi. Onun ölümünden sonra ise bu mallar İslami miras
kanunlarına uygun olarak onun varislerine verilmelidir. Ancak
Peygamber (s.a.v)’in mirasçısının onun şahsi malından mahrum
olduğu sabit olursa, bu durumda onun şahsi malları sadaka
olarak hak sahipleri arasında taksim edilmeli, ya da İslam
yolunda harcanmalıdır.
İleriki
bölümlerde bu konu hakkında geniş bir açıklama yaparak miras
kanununda Peygamber (s.a.v)’in mirasçıları ile diğer
mirasçılar arasında bir fark olmadığını ve ilk halifenin
kendisine dayanarak Peygamber (s.a.v)’in varislerini onun
mirasından mahrum ettiği rivayetin, hilafet makamının gaflet
ettiği başka bir anlamı olduğunu ispatlayacağız.
2-Devlete Ait
Mallar: Resulullah’ın (s.a.v) İslam ve Müslümanlar
yararına, Müslümanların velisi ünvanıyla harcadığı, İslam
devletine ait olan mallara ve emlaklara halise (devlet malı)
denilmektedir. Fıkhi konularda fey adında bir bab vardır ki,
genelde cihad kitabında bazen de sadaka ile ilgili konularda
mevzu bahis edilir. Fey, Arapça bir kelimedir ve manası geri
dönüş anlamındadır. Bu kelimenin maksadı, savaşılmadan ve kan
dökülmeden İslam devletine geçen topraklardır. İslam ordusunun
bir müdahalesi olmadan, sakinleri tarafından Peygambere
bırakılan bu tür araziler, devlet malı sayılır ve askerlerin
bunda bir hakları yoktur. Peygamber-i Ekrem ise buraların
gelirini İslam’ın yararı için harcar ve bazen de bunu hak
sahipleri arasında taksim ederdi ki, kendilerine verilen bu
bağış sayesinde zaruri ihtiyaçlarını karşılayabilsinler.
Peygamber
(s.a.v)’in bağışları genelde bu tür arazilerin gelirinden
bazen de ganimet humuslarından oluşurdu. Burada bunun bir
örneğini zikrediyoruz:
Üç Yahudi
taifesinden müteşekkil olan Nadiroğulları’nın Medine
yakınlarında evleri, bağları ve ekili arazileri vardı.
Peygamber (s.a.v) Medine’ye hicret ettiğinde Evs ve Hazrec
kabileleri ona iman ettiler. Fakat yukarıda ismini
zikrettiğimiz üç Yahudi taifesi kendi dinlerinde kaldılar.
Peygamber (s.a.v) özel anlaşmalar ile Medine ve etrafında
birlik ve ittihad oluşturmak için çok çabaladı. Sonuçta bu üç
Yahudi taifesi de İslam ve Müslümanlar aleyhinde bir girişimde
bulunmamak şartıyla Peygamber (s.a.v) ile bir anlaşma
yaptılar. Fakat her üç taife de gizli ve aşikar, bu anlaşmayı
bozarak, İslami devlet aleyhine çabalarda bulundular. Hatta
peygamberi (s.a.v) öldürmeye bile teşebbüs ettiler. Örneğin
Peygamber (s.a.v) bir iş için Nadiroğulları’nın yerine gelinde
onlar Peygamber (s.a.v)’e suikast girişiminde bulundular. Bu
yüzden Peygamber, onları Medine’yi terk etmeye mecbur etti ve
sonra da onların evlerini ve dikili arazilerini Muhacirler ve
fakir Ensar arasında taksim etti.
İslam tarihinde
bu tür arazilerden faydalanan ve ev sahibi olan kimselerin
isimleri mevcuttur. Ali (a.s), Ebubekir, Abdurrahman İbn-i
Avf, muhacirlerden olan Bilal, Ebu Dücane, Sehl İbn-i Hanif ve
Ensardan olan Haris İbn-i Semme de bu kişilerdendi.
Fedek, Devlet
Malıydı
Fedek’in devlet
malı olduğu konusunda tarihçiler ve hadisçiler aynı
görüştedirler. Zira Fedek, kesinlikle savaşılmadan alınmıştı.
Hayber’in düştüğü haberi Fedek köylüleri tarafından duyulunca,
onlar hep birden Fedek’in yarısını Peygambere bırakıp, bunun
karşılığında dinlerinde özgür olmak ve emniyetlerinin
sağlanması şartıyla Peygamber ile bir antlaşma yapmaya razı
oldular.
Bu mesele
hakkında İslam uleması arasında hiçbir ihtilaf yoktur.
Peygamber (s.a.v)’in kızının Fedek konusunda Ebubekir ile
olan konuşmalarından da istifade edildiği gibi, her iki taraf
da Fedek’in devlet malı olduğu konusunda hemfikir idiler ve
onların ihtilafı başka bir konu üzerindeydi ki, bu sonradan
beyan edilecektir.
Peygamber,
Fedek’i Kızı Fatıma’ya bağışlamıştı
وَلِذِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينِ وَابْنِ
السَّبِيلِ “Ve
yakınların ve yetimlerin ve yoksulların ve yolda
kalmışların...”
ayeti nazil olduğunda Peygamber (s.a.v)’in Fedek’i kızı Hz.
Fatıma’ya bağışladığı konusunda tüm Şii alimleri ve bazı Ehl-i
Sünnet hadisçileri aynı görüştedirler. Hadisin senedi büyük
sahabelerden ola Ebu Said el-Hudri ve İbn-i Abbas’a varmıştır.
Ehl-i Sünnet hadisçileri arasında aşağıdaki kimseler bu hadisi
nakletmişlerdi:
1-Celaleddin
Suyuti: H. 909 yılında ölmüştür. O maruf tefsirinde şöyle
yazıyor: “Zikredilmiş olan ayet nazil olduğunda, Peygamber
(s.a.v), Fatıma’yı çağırdı ve Fedek’i ona bağışladı.” Ve o
şöyle devam ediyor: “Bu hadisi Bezzaz, Ebu Ye’la, İbn-i
Merduye ve benzeri hadisçiler büyük sahabeden olan bu Said
Hudri’den nakletmişlerdir.
2-Alaaddin
Ali İbn-i Hisam maruf adıyla Muttaki Hindi: H. 976 yılında
ölmüştür. Mekke sakinlerindendir. O da bu hadisi nakletmiştir.
O şöyle diyor: “İbni Neccar ve Hakim gibi hadisçiler bu
hadisi kitaplarında Ebu Said’den nakletmişlerdir.”
3-Ebu İshak
Ahmed İbn-i Muhammed İbn-i İbrahim Nişaburi, Maruf adıyla
Salebi; 472 veya 473’de ölmüştür. El- Keşif ve’l-Beyan
adlı tefsir kitabında bu olayı nakletmiştir.
4-Tarihçi
Belazuri: H. 279’da ölmüştür.
Me’mun’un Medine valisine yazmış olduğu mektubu nakletmiştir.
Mektupta şunlar yazılmıştır: “Resulullah, Fedek'i kızına
bağışladı. Bu husus o kadar kesindir ki, Peygamber (s.a.v)’in
ailesinden hiç kimsenin onda bir ihtilafı yoktur. Ve o
(Fatıma) ömrünün sonuna kadar Fedek’in sahibi olduğunu ilan
etti.”
5-Ahmed İbn-i
Abdulaziz Cevheri (Es-Sakife adlı
kitabın yazarı) şöyle yazıyor: “Ömer İbn-i Abdulaziz,
hilafete geçtiğinde Fedek’i Hasan İbn-i Hasan İbn-i Ali’ye
geri verdi.”
6-İbn-i
Ebi’l- Hadid, Fedek hakkındaki bu
ayeti daha önceden de zikredildiği gibi Ebu Said Hudri’den
nakletmiştir. Her ne kadar bu nakilde Seyyid Murtaza’nın Şafi
kitabına isnad etmişse de sıhhatinden emin olmasaydı,
kesinlikle onu tenkid ederdi.
Buna ilaveten,
Ebi’l-Hadid’in Şerh-i Nehc’ül-Belağa kitabında bu konuyu
incelediği bölümde Batı Bağdat medresesindeki üstadı ile
yaptığı konuşmalardan, onun Fedek’in Hz. Zehra’ya ait olduğuna
inandığı açıkça görülmektedir.
7-Halebi,
kitabında Hz. Zehra’nın iddiasını
ve onun şahitlerinin ismini nakletmiş ve şöyle demiştir:
“Zamanın
halifesi, Fedek’in senedini Zehra’nın üzerine yaptı. Fakat
Ömer, bunu alıp yırttı.”
8-Mes’udi,
Muruc’uz-Zeheb kitabında şöyle
yazıyor: “Peygamber (s.a.v)’in kızı, Fedek hakkında
Ebubekir ile müzakere etti ve Fedek’i ondan geri istedi. O
Ali, Hasan, Hüseyin ve Ümmü Eymen’i de şahitleri olarak
getirdi.”
9-Yakub
Himveyni,şöyle yazıyor: “Fatıma,
Ebubekir’in yanına giderek ona “Peygamber (s.a.v) Fedek’i bana
bağışladı.” dedi. Halife şahit istedi... Ömer’in (Ömer İbn-i
Abdulaziz) halifeliği döneminde Fedek Peygamber (s.a.v)
ailesine geri verildi. Zira Müslümanların geliri o dönemde
memnun ediciydi.”
Semhudi
Vefa’ul-Vefa adlı kitabında, Hz. Fatıma’nın Ebubekir ile olan
müzakerelerini nakletmiş ve sonra da şöyle demiştir: “Ali
(a.s) ve Ümmü Eymen, Hz. Fatıma’ya şahitlik ettiler ve her
ikisi de Peygamber (s.a.v)’in hayattayken Fedek’i Fatıma’ya
bağışladığını söylediler Fedek, Ömer İbn-i Abdulaziz’in
halifelik döneminde Zehra’nın hanedanına geri verildi.”
Şam Ehlinden
olan bir şahıs, Ali İbn-i Hüseyin ile mülakat etti ve ondan
kendisini tanıtmasını istedi. İmam (a.s) şöyle buyurdu: “İsra
suresinde şu ayeti okudun mu:
وَلِذِي
الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينِ وَابْنِ السَّبِيلِ
“Akrabaya,
yoksula, yolda kalmışa hakkını ver.”
O şahıs ise
tasdik ederek şöyle dedi: “Akrabalık bağı yüzünden Allah
Peygamber (s.a.v)’ine onların hakkını vermesini emretmiştir.”
Şii alimleri arasında Kuleyni, Ayyaşi ve Seduk gibi büyük
şahsiyetler, bu ayetin Peygamber (s.a.v) ailesi hakkında
indirildiğini ve bu ayetin nazil olmasından sonra, Peygamber
(s.a.v)’in Fedek’i kızı Fatıma’ya bağışladığını
nakletmişlerdir. Bu konuda Şiilerin büyük araştırmacısı olan
merhum Seyyid Haşim Behreyni Emir’el-Mü’minin, Hz. Seccad, Hz.
Sadık, İmam Kazım, İmam Rıza (a.s) ve diğerlerinden on bir
hadis nakletmiştir.
Bu ayetin
Peygamber (s.a.v) ailesi hakkında nazil olduğu konusunda
herkes aynı görüştedir. Fakat bu ayetin nazil olmasından sonra
Peygamber (s.a.v)’in Fedek’i kızı Hz. Zehra’ya bağışladığını
Şii hadisçileri ile bazı Sünni alimleri nakletmişlerdir.
Nizalı tarafların makam ve şahsiyetleri ile bu dosyadaki
şahitlerin tanınması, hakikatin teşhis edilmesinde büyük
ehemmiyet taşımaktadır. Bu dosyada iddiacı, Peygamber
(s.a.v)’in sevgili kızı olan Hz. Zehra’dır ki, onun makamı,
şahsiyeti, tahareti ve ismeti herkes tarafından bilinmektedir.
Karşı taraf ve
zamanın halifesi ise Ebubekir’di ki, o da Peygamber
(s.a.v)’in ölümünden sonra kudreti eline geçirmişti ve
insanlar ya korkudan, ya da tamah ve hırsından etrafına
toplanmışlardı.
Peygamber
(s.a.v)’in ölümünün üzerinden henüz on gün geçmeden Hz.
Zehra’ya, halifenin memurlarının Fedek’e el koyup, oradaki
işçileri dışarı çıkardıkları haberi geldi. Bunun üzerine Hz.
Zehra, Beni Haşim kadınları ile birlikte hakkını onlardan geri
alabilmek kasdıyla halifenin yanına gitti ve aralarında şöyle
bir konuşma geçti:
Hz. Zehra:
“Neden benim işçilerimi Fedek’ten çıkardın ve neden benim
hakkıma el koydun?”
Halife: Ben
babandan duydum üzere Peygamberler kendilerinden miras
bırakmazlar.”
Hz. Zehra:
Babam hayattayken Fedek’i bana bağışlamıştı ve ben o hayatta
iken Fedek’in sahibiydim.
Halife:
“Bunun için şahitlerin var mı?”
Hz. Zehra:
Evet şahitlerim Ali ve Ümmü Eymen’dir.”
Böylece Ali
(a.s) ve Ümmü Eymen, Peygamber (s.a.v) hayattayken Hz.
Zehra’nın Fedek’in sahibi olduğuna şahitlik ettiler.
Bazı tarihçiler
Hz. Zehra’nın şahitlerinin sadece Hz. Ali ve Ümmü Eymen
olduğunu naklederken bazı tarihçiler bu iki büyük şahsın yanı
sıra İmam Hasan ve Hüseyin de olduğunu yazmışlardır. Bu
hakikati Mesudi Muruc’uz-Zeheb’de, Halebi Sire-i Halebi, c. 3,
s. 40’da nakletmiştir. Buna ilaveten Fahr-u Razi şöyle diyor:
“Resulullah’ın (s.a.v) kölelerinden biri de Hz. Zehra’nın
hakkaniyetine tanıklık etmiştir.” Fakat bu şahsın ismi
belirtilmemiştir.”
Belazuri ise bu
şahsın ismini açıklayarak şöyle diyor: O şahıs Rebah olup,
Peygamber (s.a.v)’in kölesiydi.”
Tarih açısından
her iki nakil arasında bir aykırılık olmadığı söylenebilir.
Zira tarihçilerin nakline göre, halife iddianın ispatı için
bir kadın ve bir erkeğin şahitliğini yeterli görmemişti.
(İleride bu konuyu da açıklayacağız) Bu yüzden Peygamber
(s.a.v)’in kızının, şahitlerin tekmil olması için Hz. Hasan ve
Hz. Hüseyin (s.a.v) ile Resulullah’ın kölesini da şahit
getirmiş olmasının imkanı vardır. Şii hadisçilerine göre,
Peygamber (s.a.v)’in kızı, ismi zikredilen şahitlerin yanı
sıra bir de Esma binti Umeys’i şahit getirmişti. Aynı zamanda
hadislerimizde Peygamber (s.a.v)’in, Fedek’in Hz. Zehra’nın
malı olduğunu tasdik eden bir mektup yazdığını da
nakledilmiştir. Hz. Zehra bu mektubu şahit olarak onlara
göstermiştir.
Emir’el-Mü’minin, Hz. Zehra’ya şahadet ettikten sonra halifeye
hata ettiğini söylemiştir. Zira o Fedek’in sahibinden şahit
istiyordu. Mal sahibinden şahit istemek ise İslami kanunlara
ters düşmektedir. Bu yüzden İmam (a.s) ona şöyle buyurdu:
“Eğer ben bir müslümanın elinde olan malın iddiacısı olursam,
sen hangimizden şahit istersin. Benden mi yoksa o malın sahibi
olan kimseden mi şahit getirmesini taleb edersin?
Halife: “Bu
durumda ben senden şahit isterim.”
Hz. Ali “Uzun
müddetten beri Fedek bizim elimizde. Şimdi ise bir Müslüman
kalkıp Fedek’in kamu malı olduğunu iddia ediyor. Sen bizden
şahit isteyeceğine asıl onlardan şahit istemelisin.”
Halife Hz. Ali
(a.s.)’ın bu kuvvetli mantığı karşısında sükut etti.
Halifenin
Cevapları
Tarih, halifenin
Hz. Zehra’ya verdiği cevapları muhtelif şekillerde
nakletmiştir: Hz. Zehra’nın Fedek meselesi hakkındaki tüm
konuşmalarına Ebubekir bir yolla cevap vermiştir. Şimdi
halifenin bu ihtimali cevaplarını zikrediyoruz:
1-Hz. Zehra’nın
şahitleri onun hakkında tanıklık edince Ömer ve Ebu Ubeyde de
halifeye tanıklık ederek şöyle dediler: “Peygamber (s.a.v)
kendi ailesinin zaruri ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra bu
gelirin geri kalanını umumiyetin mesalihi için harcıyordu.
Eğer Fedek Hz. Zehra’nın malı idiyse, neden Peygamber (s.a.v)
bu gelirin bir kısmını diğer şeyler için sarf etmişti?”
Şahitler arasındaki ihtilaflar sonucu halife ayağa kalktı ve
her iki tarafın da sözlerinin sahih olduğunu ilan ederek şöyle
dedi: “Her iki tarafın şahitleri de sahih ve doğru
söylüyorlar ve ben tüm şahitlerin sözünü kabul ediyorum. Hem
Ali, hem Ümmü Eymen, hem Ömer ve Ebu Ubeyde doğru söylüyor..
Zira Zehra’nın elinde olan Fedek, Peygamber (s.a.v)’in
malıydı ve o hazret buranın geliri ile kendi ailesinin zaruri
ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra geri kalanını Müslümanlar
arasında taksim ediyordu. Ben de bu konuda Peygamber
(s.a.v)’in yolunu takip edeceğim.”
Hz. Zehra şöyle
buyurdu: “Ben de gelirden geri kalanı İslam’ın mesalihi
için harcayacağım.”
Halife: Ben
senin yerine bu işi yaparım!
2-Halife, Hz.
Zehra’nın iddiasını ispat etmek için getirdiği şahitleri
yeterli görmedi ve şöyle dedi: “Ben asla bir erkek ve bir
kadının şahitliğini kabul etmem. Ya iki erkek, ya da bir erkek
ile iki kadını şahit olarak getir.”
Şii hadisçileri
nazarında, halifenin Hz. Zehra’nın şahitlerini eleştirmesi çok
üzücü bir olaydır. Zira halife, Hz. Ali (a.s.)’ın şahitliğini,
onun Zehra’nın eşi olduğu; İmam Hasan ve Hüseyin’in
şahitliğini de Zehra’nın evlatları olması sebebiyle kabul
etmedi ve halife, Ümmü Eymen’i Hz. Zehra’nın cariyesi olduğu
ve Esma binti Umeys’i de kocasının Cafer İbn-i Ebu Talib
olması bahanesiyle reddetti. Böylece Fedek, gerçek sahibinin
elinden alınmış oldu.
3-Halife Hz.
Zehra’nın iddiasını ispat etmesi için getirdiği kanıtları
yeterli bulmuş ve Fedek’in senedini Hz. Zehra üzerine
yapmıştı. Fakat o, sonradan Ömer’in ısrarıyla bunu
görmezlikten geldi.
İbrahim İbn-i
Said Sakafi, el-Garat adlı kitabında şöyle yazıyor: “Halife,
şahitleri dinledikten sonra Fedek’i Peygamber (s.a.v)’in
kızına geri vermeye razı oldu ve sonra posttan yapılmış bir
kağıdın üzerine Fedek’in sahibinin Hz. Fatıma olduğunu yazıp
imzaladı. Fatıma, onun evinden çıktı ve yolda Ömer ile
karşılaştı. Ömer bu hadiseden haberdar olunca tapuyu ondan
aldı; halifenin huzuruna gelip itiraz ederek ona şöyle dedi:
“Ali’nin tanıklığına mı dayanarak Fedek’i Fatıma’ya verdin?
Ümmü Eymen ise sadece bir kadın.”. Sonra o bu senede
tükürüp yırttı.
Bu hadise,
halifenin ne derece zayıf karakterli olduğunu göstermekte ve
onun hüküm verirken diğerlerinden ne kadar etkilendiğini
ispatlamaktadır.
Halebi bu hadiseyi değişik bir şekilde nakletmiştir:
“Halife, Fatıma’nın malikiyetini tasdik etti. Sonra ansızın
Ömer içeri girdi ve şöyle dedi: Bu mektup da nedir? Halife
“Ben bu mektupta Fatıma’nın malikiyetini tasdik ettim.” dedi.
Ömer: “Senin
Fedek’in gelirine ihtiyacın var. Zira eğer yarın müşrik
Araplar, Müslümanlar aleyhine kıyam ederlerse, sen hangi gelir
ile orduyu donatacaksın.” dedi. Sonra o mektubu yırttı.”
Burada, Fedek
hadisesi hakkındaki araştırma sona erdi ve takriben üzerinden
1400 yıl geçmiş olan olayın dosyası yeniden tanzim edilmiş
oldu. Şimdi İslam’ın bu hadise hakkında nasıl bir hüküm
verdiğini zikredeceğiz.
Fedek
Meselesi Hakkındaki Hükümler
Bu konu ileride
açıklanacak ve şu ispat edilecektir ki, Peygamber (s.a.v)’in
kızının elinden Fedek’in, alınması, İslam’ın adli tarihinde
yapılan ilk büyük haksızlıktır. Burada şu noktayı
hatırlatmalıyız: Biz önceki bölümlerde açık deliller ve
kanıtlar ile
وَلِذِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينِ وَابْنِ
السَّبِيلِ
“Akrabaya, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver”
ayeti nazil olduğunda Peygamber (s.a.v)’in
Fedek’i kızı Zehra’ya bağışladığını ispatladık. Bu konuyu
Ehl-i Sünnet alimlerinin pek çoğu ile, Şiilerin pak alimleri
nakletmişlerdir. Ayyaşi, Erbili ve Seyyid Bahreyni gibi büyük
hadisçiler de bu hadise hakkındaki hadisleri kendi
kitaplarında toplamışlardır. Şimdi örnek olarak bu hadislerden
birini zikrediyoruz:
Hz. Sadık
şöyle buyurdu:
وَلِذِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينِ وَابْنِ
السَّبِيلِ “Akrabaya,
yoksula, yolda kalmışa hakkını ver.”
ayeti nazil olduğunda, Peygamber (s.a.v)Cebrail’e sordu:
“Akrabadan maksat kimdir?” Cebrail, “Senin ailen” dedi. Bunun
üzerine Peygamber (s.a.v) Fatıma ve onun evlatlarını çağırttı
ve Fedek’i onlara bağışlayarak şöyle buyurdu: “Allah Fedek’i
size bağışlamam için bana emir verdi.”
Bir sorunun
Cevabı
İsra suresi
Mekki bir suredir ve Fedek, H. 7. yılda Müslümanların eline
geçmiştir. O halde nasıl oluyor da Mekke’de nazil olan bir
ayet, sonralarda vuku bulacak olan bir hadisenin hükmünü beyan
ediyor?
Bu sorunun
cevabı çok açıktır. Bir surenin Mekki ya da Medeni olması
demek o surenin ayetlerinin “ekseriyetinin” Mekke’de ya da
Medine’de indirilmiş olması demektir. Zira pek çok Mekki
ayette Medeni ayet ve aynı zamanda Medeni surede de Mekki ayet
mevcuttur. Ve ayetlerin tefsirine bakıldığında bu konu açıkça
görülmektedir. Buna ilaveten ayetin içeriğine bakıldığında bu
ayetin Medine’de nazil olduğu anlaşılmaktadır. Zira Peygamber
(s.a.v)’in Mekke’de akrabaya, yoksula ve yolda kalmışa hakkını
verebilecek imkanları yoktu. Ve müfessirlerin nakline göre
İsra suresinin 26. ayetinin yansıra 32. 33. 57. ve 73 ila
81.ayete kadar olan tüm ayetler de Medine’de indirilmiştir.
Bu yüzden
surenin Mekki olmasının bu sure içinde bulunan bazı ayetlerin
Medeni olması ile çelişkisi yoktur.
Fedek
Dosyasının Diğer sayfaları
Fedek dosyası,
kamilen açık olmasına rağmen, neden Peygamber (s.a.v)’in
kızının lehine bir hüküm verilmemişti? Önceki bölümlerde Fedek
dosyası güvenilir belgeler ile tanzim edilerek nizalı
tarafların delili ve kanıtları açıklanmıştı. Şimdi ise bu
konunun içeriği hakkında sahih hükümler vermenin zamanıdır. Bu
dosya, tüm adli mercilere sunulsa ve tüm tarafsız hakimler bu
dosyayı incelese, netice Fedek’in Hz. Fatıma’ya ait olduğu
hükmünden başka bir şey olmayacaktır. Şimdi bu dosyayı
inceleyelim:
1-Halife ile
onun hemfikri olan Ömer arasında geçen konuşmalardan şu açıkça
görülmektedir: Onların Fedek’i müsadere etmekteki amaçları,
hilafetlerini koruma ve muhalifler karşısında hükümetlerin
temellerini sağlamlaştırmak idi. Ve onların “Peygamberler
miras bırakmazlar” diye bir söz ortaya atmaları de Fedek’i
müsadere etmelerine dini bir renk katmak içindi. Bunun delili
şudur: “Halife, Hz. Fatıma’nın konuşmalarını dinledikten sonra
Fedek’i ona geri verdi ve buranın senedini Hz. Zehra’nın
üzerine yaptı. Tam bu sırada Ömer içeri girdi ve hadiseden
haberdar olunca halifeye şöyle dedi: “Yarın müşrik Araplar
hükümetinin aleyhine kıyam ederlerse sen orduyu donatacak
parayı nerden bulacaksın?” Sonra o bu senedi alıp yırttı.”
Yukarıdaki
konuşma tüm açıklığı ile Fedek’in müsadere edilmesinin gerçek
sebebi ortaya çıkarmakta ve her çeşit tarihi hayalcilik yolunu
kapatmaktadır.
2-İslam
tarihçileri ve hadisçileri: “Akrabaya, yoksula, yolda
kalışa hakkını ver” ayeti nazil olduğunda Peygamber
(s.a.v)’in Fedek’i Hz. Fatıma’ya bağışladığını
nakletmektedirler. Bu hadisler, büyük sahabiden olan Ebu Said
Hudri’nin nakline dayanmaktadır.
Halife’nin Ebu
Said’i çağırıp ondan hakikati öğrenmesi gerekmez miydi? Ebu
Said, tanınmamış ve meçhul bir şahıs değildi ki, halife ona
güvenemesin? Ama İslam’ın güvenilir tarihçilerinin Ebu Said
hakkında yalan söyleyebilecekleri düşünülemez. Zira önceden
adını zikrettiğimiz bu hadis ravileri münezzeh ve pak
insanlardır ve onların tümünün bilerek Ebu Said hakkında yalan
söylemeleri mantık dışı bir düşünce olur. Ebu Said Hudri bir
hadisçidir ve ondan pek çok hadis nakledilmiştir. Ebu Harun ve
Abdullah Alkame gibi, risalet ailesinin düşmanı olan bazı
kimseler, Ebu Said’e danıştıktan sonra bu düşmanlıklardan
vazgeçmişlerdir.
3-İslam (aynı
zamanda da beşer) kanunlarına göre, aksi ispat edilinceye
kadar bir şahsın elinde bulunan mal, onun kendi malı sayılır.
Eğer bir şahıs, başkasının elinde bulunan malın kendisine ait
olduğunu iddia ederse, önce bu iddiasını ispat etmesi için iki
şahit getirmelidir. Böyle olmadığı takdirde hakim o malın, ilk
sahibinde kalmasına hüküm verecektir. Şüphesiz ki Fedek,
Peygamber (s.a.v)’in kızının elindeydi. Halifenin, Fedek’in
müsadere edilmesi için emir verdiği sırada Hz. Zehra’nın
işçileri orada çalışmak ile meşgul idiler.
Fedek’in
yıllardan beri Hz. Zehra’ya ait olması ve orada Hz. Zehra’nın
işçileri ve vekilin bulunması, Fedek’in onun malı olduğunu
açıkça göstermektedir. Fakat buna rağmen halife, tüm bu
hakikatleri görmezlikten gelerek onun işçilerini Fedek’ten
çıkarttı. En kötüsü ise halifenin mal sahibi olmayan
iddiacıdan şahit isteyeceğine mal sahibinden şahit istemesi
idi. Fakat İslam’ın bu konuda çok açık bir hükmü vardı. Buna
göre, mal sahibinden değil de, İddiacıdan şahit istenmeliydi.
Hz. Ali (a.s), önceden de zikredilmiş olduğu gibi bu hata
üzerine halifeyi uyardı.
Başta da belirttiğimiz gibi tarih, Fedek’in Hz. Zehra’ya ait
olduğuna tanıklık etmektedir. Emir’el-Mü’minin, Basra valisi
olan Osman İbn-i Huneyf’e yazdığı bir mektubunda şöyle
buyuruyor:
“Evet
gökyüzünün gölgelendirdiği şu dünya yüzünde elimizde bir Fedek
vardır. Ona da toplumun bir kısmı haris oldu ve bir kısmı
cömertlik etti. Allah ne güzel hükmedicidir.”
Şimdi ise şu
sorunun cevabı verilmelidir: “Peygamber (s.a.v)’in kızı,
Fedek’in gerçek sahibi idi ve onun iddiacılar karşısında
vazifesi, sadece rüsva edici sözler sarf etmesiydi Öyle ise
neden halife, ondan şahit isteyince Hz. Zehra şahit getirdi?”
Bu sorunun
cevabı zikrettiğimiz Hz. Ali (a.s.)’ın sözlerinden aşikar
olmaktadır. Zira Peygamber (s.a.v)’in kızı, hilafet makamının
ısrarı ve baskısı sonucu şahit getirmeye razı olmuştur.
Halbuki, risalet
ailesi, Fedek’e sahip oldukları ilk günden şahit yönünden
kendilerini muhtaç hissetmemişlerdir. Eğer Hz. Zehra’nın
halife kendisinden şahit istemeden yanındaki şahitleri ile
halifenin makamına gelmiş olduğu farz edilse bile bu şu
sebeptendi: Fedek, Medine yakınındaki bir şehir veya küçük bir
yerleşim yeri değildi ki Müslümanlar buranın sahibini ve
vekilini iyice tanıyabilsinler. Zira Fedek, Medine’den 140 km.
uzaklıkta idi. Aynı zamanda Hz. Zehra’nın, halifenin şahit
isteyeceğinden emin olduğundan, yanında şahit götürmüş olması
da gerçekten uzak bir ihtimal değildir.
4-Şüphesiz ki,
Peygamber (s.a.v)’in sevgili kızı, tathir ayetinin (Ahzab/33)
hükmüne göre tüm kötülük ve günahlardan arıdır. Ebubekir’in
kızı Aişe de bu ayetin risalet ailesinin tahirliği hakkında
indirildiğini nakletmiştir. Ve Ehl-i Sünnet alimleri de
kitaplarında bu ayetin Fatıma, onun eşi ve evlatları hakkında
indirildiğini tasdik etmektedirler.
Ahmet İbn-i
Hanbel, Müsned adlı kitabında şöyle naklediyor: “Bu ayet
indirildikten sonra Peygamber (s.a.v) her zaman sabah namazı
için evinden çıkıp Hz. Zehra’nın evinin önünden geçerken
“es-Selat” diyor sonra da bu ayeti okuyordu. Ve bu altı ay
boyunca devam etti.”
Buna rağmen
halifenin Peygamber (s.a.v)’in sevgili kızından şahit taleb
etmesi sahih miydi? O da kendisinden başka hiç kimse bunu
iddiada bulunmadığı bir konuda... Halifenin, Hz. Zehra’nın
tahareti ve arılığı hakkında indirilmiş olan bir ayeti hiçe
sayarak Hz. Zehra’dan şahit istemesi doğru muydu? Biz neden
hakimin ilmiyle amel etmediğini söylemiyoruz. Zira gerçekten
de ilim şahitten daha sağlam ve kuvvetlidir. Fakat ilim de
tıpkı şahitler gibi hata yapabilir. Her ne kadar yakinin
hatası, zandan daha az olsa bile.... Biz bunu demiyoruz. Biz
diyoruz ki, neden halife, Hz. Zehra’nın her günah ve hatadan
arı olduğunu tasrih eden Kur’an’ı –ki bu ilim hatasız ve her
çeşit yanlışlıktan uzaktı- bir kenara bıraktı? Eğer Kur’an
özel bir biçimde Hz. Zehra’nın malikiyetini tasrih etseydi,
halife ondan şahit taleb edebilir miydi? Kesinlikle hayır.
Zira ilahi vahiy karşısında hiçbir çeşit hilaf söz olamaz.
Aynı zamanda mahkemenin hakimi de Hz. Zehra’nın ismetini
tasrih eden Kur’an karşısında ondan şahit taleb edemez. Zira
Hz. Zehra, tathir ayetinin hükmüne göre masumdur ve asla yalan
söylemez. Şimdi burada hakim kendi şahsi ilmine göre amel
edebilir mi, edemez mi konusundan bahsetmeyeceğiz. Zira bu
konu geniş ve köklü bir biçimde İslam fıkıhçıları tarafından
fıkıh kitaplarında bahsedilmiştir. Fakat şunu söylemekte yarar
var: Halife, aşağıdaki iki ayete göre Fedek dosyasını sona
erdirebilir ve Peygamber (s.a.v)’in kızının lehine karar
verebilirdi.
إِنَّ اللّهَ يَأْمُرُكُمْ أَن تُؤدُّواْ الأَمَانَاتِ إِلَى
أَهْلِهَا وَإِذَا حَكَمْتُم بَيْنَ النَّاسِ أَن تَحْكُمُواْ
بِالْعَدْلِ إِنَّ اللّهَ نِعِمَّا يَعِظُكُم بِهِ إِنَّ اللّهَ
كَانَ سَمِيعًا بَصِيرًا
“Şüphe yok ki
Allah, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında
hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor.”
Hakeza:
وَمِمَّنْ خَلَقْنَا أُمَّةٌ يَهْدُونَ بِالْحَقِّ وَبِهِ
يَعْدِلُونَ
“Yarattıklarımızdan
bir topluluk var ki, halkı gerçeğe irşad eder ve gerçek olarak
adaletle muamelede bulunur.”
Bu iki ayetin
hükmüne göre, hakim adaletle muamele etmek zorundadır. Bununla
birlikte Peygamber (s.a.v)’in kızı masumdur ve asla yalan
söylemez. O halde onun iddiası hakikat ve gerçektir. Bu yüzden
hakimin onun lehinde hüküm vermesi gerekir. Peki neden halife,
İslam kanunlarının usulü olan bu iki ayete rağmen Hz.
Zehra’nın lehine hüküm vermedi?
Bazı müfessirler
bu iki ayetin maksadının şu olduğuna ihtimal vermektedirler.
Hakim her ne kadar zahiren adalete hilaf olsa dahi, kanuni
usul ve kıstaslara göre adalet ve hakk ile hüküm vermelidir.
Fakat bu görüş, ayetin tefsirinden çok uzaktır ve ayetin
zahiri, tıpkı zikredilmiş olduğu gibidir.
5-Halifenin
yaşam serüveni incelendiğinde, onun pek çok konuda bazı
kimselerin iddialarını şahit olmadan kabul ettiği
görülmektedir. Mesela, Ala-i Hazremi tarafından Medine’ye bir
miktar beytülmal getirildiğinde, Ebubekir halka şöyle bir
duyuru yaptı: “Kimin Peygamber (s.a.v)’den bir talebi
varsa, ya da hazret ona bir söz vermişse, gelip alsın!”
Cabir de bu
kimselerdendi. O Ebubekir’in yanına gidip şöyle dedi:
“Peygamber (s.a.v) bana şu kadar dirhem yardım yapmak için söz
vermişti.” Ebubekir de ona 3500 dirhem verdi.
Ebu Said diyor
ki: “Ebubekir tarafından böyle ilan edilince, bir grup
Müslüman onun yanına gidip mir miktar para aldılar. Bu
kimseler arasında Ebu Beşer Mazeni de vardı. O Ebubekir’e
şöyle dedi: “Peygamber (s.a.v) kendisi için bir mal
getirildiğinde mal vermek için yanına gitmemi istemişti..”
Bunun üzerine
Ebubekir ona 1400 dirhem verdi.
Şimdi soruyoruz:
Neden halife, her iddiacının iddiasını şahit istemeden kabul
ediyordu da, Peygamber (s.a.v)’in kızının iddiasını onun
şahidi ve delili olmaması bahanesiyle red ediyor? Umumi mallar
konusunda bu denli cömert olan ve Peygamber (s.a.v)’in
ihtimali borç ve vaatlerini bile yerine getiren halife, neden
o hazretin kızı hakkında o derece cimrilik etmişti?
Halifeyi,
Peygamber (s.a.v)’in kızını tasdik etmekten alıkoyan emri
İbn-i Ebi’l-Hadid üstadı olan büyük Bağdat müderrisi Ali İbn-i
Elfar’dan naklediyor. “Ben üstadıma şöyle dedim: “Zehra
iddiasında haklı mıydı?
Üstadım:
“Evet” dedi.
Ben: “Halife
onun doğru sözlü biri olduğunu bilmiyor muydu?” diye sordum.
Üstadım:
“Evet” dedi.
Ben: “Neden
halife onu mutlak hakkından alıkoydu?” diye sordum.
Bu soru
üzerine üstadım tebessüm etti ve şöyle dedi: “Eğer o gün
halife onun konuşmasını kabul etseydi ve onun doğru sözlü
olması hasebiyle şahit istemeden Fedek’i ona verseydi, yarın o
bu durumu kocası olan Ali (a.s.)’ın yararına da kullanarak
şöyle diyecekti: “Hilafete sadece Ali layıktır” Bu durumda
halife, hilafeti Hz. Ali’ye bırakmak zorunda kalacaktı.
Halife, onun doğru sözlü olduğunu biliyordu ama, münazara ve
taleb kapısını kapatmak için onu mutlak hakkından alıkoydu.”
Fedek
Dosyasında Eksiklik yoktu
Bu açık
belgelere rağmen, neden ve ne sebeple Fedek hakkında adalet ve
hak ile hükmetmekten kaçınıldı? Müslümanların halifesi;
ümmetin haklarının koruyucusu ve onların menfaat ve
çıkarlarının muhafızı olmalıdır. Eğer gerçekte Fedek,
Peygamber (s.a.v) tarafından geçici bir süre için kendi
ailesinden olan birine verilmiş kamu malı idiyse, Peygamber
(s.a.v)’in ölümünden sonra bu mal Müslümanların rehberi olan
şahsa teslim edilmeli ve bu onun tarafından Müslümanların için
harcanmalıydı. Bu gerçek, herkes tarafından kabul edilen bir
gerçektir. Elbette milletin haklarını korumak ve onların
menfaatlerini himaye etmek demek, kişisel hakları ve şahsi
mülkleri görmezlikten gelerek insanların özel mallarını, kamu
malı diye müsadere etmek demek değildir. İslam dini topluma
saygı gösterdiği gibi meşru yollardan ele geçirilmiş olan
şahsi mülkiyetlere de saygı göstermiştir. Hilafet makamı, kamu
malıların korunması ve onların geri alınması için çalıştığı
gibi, İslam’ın resmen tanıdığı özel hukuk ve mülklerin
korunması için de çalışmalıdır. Kamu mülkünü herkesin
mesalihine ve usule riayet etmeden şahıslara vermek,
Müslümanların haklarına yapılan bir tür tecavüz ise, İslami
kanunlar ve meşru yollar ışığı altında mal sahibi olmuş
Müslümanların bu mallarının ellerinden alınması da aynı
şekilde milletin haklarına yapılan bir tecavüzdür. Eğer
Peygamber (s.a.v)’in kızının Fedek’in sahibi olduğu
hakkındaki iddiası adli kanunlara mutabık ise ve onun bu
iddiasını ispat etmek için gerekli şahitleri varsa, mahkemenin
hakimine göre bu dosyada bir eksiklik olamaz. Böyle bir
durumda hakimin doğru hükmü vermekten kaçınması ise,
İnsanların mesalihin aleyhinde çalışması ve onlara zulmetmesi
anlamına gelir.
Bu dosyanın bazı
özel bölümlerinden, dosyada hiçbir eksiklik olmadığı açıkça
görülmektedir. Bu yüzden İslami kanunlara göre halife,
Peygamber (s.a.v)’in kızının lehinde hüküm verebilirdi. Zira:
1-Önceden de
zikrettiğimiz tarihçilerin nakline göre halife, Hz. Zehra’nın
şahitlerini dinledikten sonra Fedek’i ona geri vermek istedi
ve Hz. Zehra’nın bu mülkiyetini bir belge ile tasdik etti.
Sonra halife bu belgeyi Hz. Zehra’ya verdi. Fakat Ömer,, bu
hadiseden haberdar olunca Ebubekir’e kızdı ve bu belgeyi alıp
yırttı.
Eğer Hz.
Zehra’nın şahitleri, onun iddiasını ispat etmek için yeterli
olmasalardı, bu dosyada –deyim yerindeyse- bir eksiklik olurdu
ve halife asla Hz. Zehra lehinde bir hüküm vermez ve onun
mülkiyetini resmen tasdik etmezdi.
2-Hz. Zehra’nın
hakkaniyetine tanıklık eden kimseler şunlardı: Hz. Ali (a.s),
Hz. Hüseyin (a.s), Peygamber (s.a.v)’in yardımcı Rebah, Ümmü
Eymen ve Esma binti Umeys.
Bu şahitler
Peygamber (s.a.v)’in kızının iddiasını ispat etmek için
yeterli değil miydi? Farz edelim ki Hz. Zehra, bu iddiasını
ispat etmek için sadece Ali (a.s) ve Ümmü Eymen’i getirseydi
bu iki şahsın tanıklıkları Hz. Zehra’nın iddiasını ispat etmek
için yeterli olmaz mıydı?
Bu iki şahıstan
biri olan Hz. Ali (a.s), Kur’an’a göre (tathir ayeti hükmünce)
masum ve her günahtan arınmıştır. O Peygamber (s.a.v)’in
emrine göre ise haktır. “Ali hak ile, hak Ali iledir. Ali
hakkın eksenidir ve hakikat çarkı onun etrafında döner.”
Buna rağmen halife, İmam (a.s)’ın şahitliğini iki erkek ya da
bir erkek ile iki kadının şahitlik etmediği bahanesiyle kabul
etmedi.
3-Eğer halifenin
onun lehine hüküm vermekten kaçınması, Hz. Zehra’nın
şahitlerinin tayin edilmiş olan miktardan az olmasından dolayı
idiyse, bu durumda halifenin İslam kanunlarına göre Hz.
Zehra’dan yemin istemesi gerekmekte idi. Zira İslam
kanunlarında mallar ve borçlar konusunda bir şahidden yemin
alınarak hüküm verilebilir.
Neden halife, bu
kuralı icra etmekten kaçındı ve bu nizayı bitmiş gibi
gösterdi?
4-Halife bir
tarafta Peygamber (s.a.v)’in kızının ve onun şahitlerinin
(Hz. Ali ve Ümmü Eymen) sözünü tasdik etti ve diğer bir
taraftan da Ömer ve Ebu Ubeyde’nin iddiasını (Peygamber
(s.a.v) Fedek’in gelirini Müslümanlar arasında taksim ediyordu
sözünü) tasdik etti, sonra o şöyle bir hüküm verdi:
“Hepiniz doğru
söylüyorsunuz. Zira Fedek kamu malılardandı ve Peygamber
(s.a.v)buranın gelirini kendi ailesinin zaruri ihtiyaçlarını
karşılamada harcıyor ve geri kalanı Müslümanlar arasında
taksim ediyordu.”
Oysa ki
halifenin Ömer ve Ebu Ubeyd’in sözlerine daha fazla dikkat
etmesi gerekiyordu. Zira o ikisi, kesinlikle Fedek’in kamu
malı olduğuna dair şahitlik etmemişlerdi. Onlar sadece
Peygamber (s.a.v)’in bu maldan geri kalanı Müslümanlar
arasında taksim ettiğine şahitlik etmişlerdi. Bu konunun Hz.
Zehra’nın Fedek’e malik olması ile en küçük bir çelişkisi
yoktur. Zira Peygamber (s.a.v) Hz. Zehra’dan Fedek’in
gelirinin geri kalanını Müslümanlar arasında taksim etmek için
izin almıştı. Açıkça görülüyor ki, Ömer ve Ebu Ubeyde’nin
Fedek’in gelirinin Müslümanlar arasında taksim edildiği
hakkındaki şahitliklerini Hz. Zehra’nın buranın sahibi
olmadığının delili olarak saymasına, sadece halifenin Fedek’i
elde etme isteği sebep oldu. Oysaki bu iki şahsın şahitliğinin
Peygamber (s.a.v)’in kızının iddiası ile bir aykırılığı
yoktu. Hepsinden önemlisi, halifenin Hz. Zehra’ya Fedek
konusunda tıpkı Peygamber (s.a.v) gibi bir yol takip edeceğine
dair söz vermeseydi. Eğer gerçekte de Fedek, kamu malı ise,
neden bu konuda Hz. Zehra’nın gönlünün alınmasına gerek
duyulmadı? Ama eğer mülk Peygamber (s.a.v)’in kızınınsa
mülkünü teslim etmekten geri duran malike, böyle bir vaat
vermek oraya el koyma hakkını doğurmaz.
Bunların hepsi
bir yana, farz edelim ki, halifenin böyle bir yetkisi yoktu.
Fakat o, Ensar ve Muhacirlerin rızasını alarak Fedek’i, Hz.
Zehra’ya bırakılabilirdi. Peki o neden böyle yapmadı da, Hz.
Zehra’nın gazap ateşini kendi durumunda alevlendirdi?
Peygamber
(s.a.v)’in yaşamında buna benzer bir hadise vuku bulmuştu ve
Peygamber (s.a.v) bu sorunu Müslümanların rızasını ve gönlünü
alarak halletmişti. Bedir savaşında, peygamberi damadı olan
Ebu’l-As (Zeyneb’in kocası) esir oldu. Müslümanlar bu savaşta
yetmiş kişiyle beraber ona da esir alarak yanlarında
getirdiler. Sonra Peygamber (s.a.v) tarafından şöyle bir
duyuru yapıldı. “Yakınları ve akrabaları esir olmuş kimseler,
bir meblağ karşılığında bu esirlerini geri alabilirler.”
Ebu’l-As, şerif bir insandı ve Mekke’nin tüccarlarındandı. O,
cahiliye devrinde, Peygamber (s.a.v)’in kızı olan Zeyneb ile
evlenmişti. Fakat Ebu’l-As, bi’setten sonra eşinin aksine
İslam’a tabi olmadı ve bedir savaşında Müslümanların
karşısında savaşırken onlara esir oldu. O sırada Zeyneb,
Mekke’de, yaşıyordu ve kocası Ebu’l-As’ı esaretten kurtarmak
için düğün gecesinde annesi Hz. Hatice’nin kendisine verdiği
köleyi fidye olarak Müslümanlara gönderdi. Peygamber (s.a.v)bu
kolyeyi görünce şiddetle ağladı. Zira bu kolyenin sahibi olan
ve en zor günlerinde kendisine destek olup bütün malını İslam
yolunda harcayan hanımı Hz. Hatice’yi hatırladı. Peygamber
(s.a.v) kamu mallarının saygınlığına riayet etmek için
ashabına dönerek şöyle buyurdu: “Bu kolye sizlere ait. Fakat
isterseniz onun bu kolyesini reddedip Ebu’l-As’ı fidye almadan
azad edebilirsiniz.” Peygamber (s.a.v)’in ashabı onun bu
önerisine muvafakat ettiler.
İbn-i
Ebi’l-Hadid diyor ki: “Zeyneb’in olayını üstadım olan Ebu
Cafer Basri Alevi için beyan ettim. O bunu tasdik edip şunu
ekledi: 1”Fatıma’nın makamı, Zeynep’ten daha yüce değil miydi?
Halifelerin Fedek’i geri vererek Hz. Fatıma’yı hoşnut etmeleri
uygun olmaz mıydı? Her ne kadar Fedek kamu malı olsa dahi.”
İbn-i
Ebi’l-Hadid şöyle devam ediyor: “Üstadıma sordum ki:
“Enbiyalar miras bırakmazlar” rivayeti uyarınca Fedek,
Müslümanların malı idi. Peki nasıl olur da Müslümanların
malları, Peygamber (s.a.v)’in kızına verilir? Üstadım şöyle
dedi: “Zeyneb’in, Ebu’l-As’ı esaretten kurtarmak için
gönderdiği kolye, Müslümanların malı değil miydi?”
Ben: “Peygamber
(s.a.v)şeriatın sahibi idi ve hükmün icrasında yöneticilik
onun elindeydi. Fakat halifelerin öyle bir yetkileri yoktu”
dedim. O cevaben şöyle dedi: “Ben demiyorum ki, halifeler
zorla Fedek’i Müslümanların ellerinden alsalardı ve buraya
Fatıma’ya verselerdi. Ben diyorum ki, neden zamanın halifesi
Fedek’i Hz. Fatıma’ya vermek için Müslümanların rızasını
almadı? Ve neden Peygamber (s.a.v) gibi kalkıp da Müslümanlara
şöyle demedi: Ey Müslümanlar! Zehra sizin Peygamber
(s.a.v)’inizin kızıdır. O Peygamber (s.a.v)’in zamanında
olduğu gibi Fedek’teki hurmalıklara sahip olmak istiyor. Siz
gönül rızasıyla Fedek’i ona geri vermeye razı mısınız?”
İbn-i
Ebi’l-Hadid sonra şöyle yazıyor: “Ben üstadımın beyanatlarına
verecek bir cevap bulamadım.. Sadece onun te’yid etme
niyetiyle şöyle dedim: Ebu’l-Hasan Abdulcabbar da halifelere
böyle bir itirazda bulunmuştu. O şöyle diyor: “Her ne kadar
onların davranışı dine uygun idiyse de Hz. Zehra’ya ve onun
makamına hürmetsizlik edildi.”
Altıncı Bölüm
Peygamberler
Miras Bırakmazlar mı?
Bu konuda
Kur’an’ın Görüşü: Halife, Peygamber (s.a.v)’in kızını,
babasından kalan mirastan mahrum etmek için şu rivayeti öne
sürdü: “Peygamberler kendilerinden miras bırakmazlar.
Ölümlerinden sonra onlardan kalanlar sadakadır.”
Halifenin
iddiasını açıklamaya geçmeden önce Kur’an’ın bu mesele
hakkındaki hükmünü beyan etmemiz gerekmektedir. Zira Kur’an,
sahih hadisi, batıl hadisten ayırt eden en değerli belgedir.
Eğer Kur’an bu konuyu tasdik etmezse, böyle bir hadisi –Her ne
kadar bunu Ebubekir nakletmiş olsa bile- sahih bir hadis
olarak kabul edemeyiz ve bu hadisi uydurma olarak
değerlendiririz.
Kur’an-ı Kerim’e
ve İslam’da miras hükümlerine göre, Peygamber (s.a.v)’in
evlatlarını ya da varislerini miras kanunları kapsamına
almamak tamamen yanlıştır. Ve miras ayetlerini tahsis
edebilecek kesin bir delil oluncaya kadar tüm miras kanunları,
Peygamber (s.a.v)varisleri ve evlatları da dahil olmak üzere
herkes için geçerlidir. Esasen önce şunu sormalıyız: “Neden
peygamberlerin evlatları miras almamalıdırlar? Neden
peygamberlerin ölümünden sonra onların evleri ve eşyalarına el
konulmalıdır? Peygamberlerin varisleri ne günah işlemişlerdir
ki onun ölümünden sonra evlerinden dışarıya atılsınlar? Her ne
kadar peygamberlerin varislerinin o mirastan mahrum oldukları
görüşü akıldan uzak olsa da eğer vahiy nahiyesinde bizlere
“Peygamberler miras bırakmazlar, ölümlerinden sonra olanlar
kalanlar sadakadır” diye kesin ve sahih bir delil (hadis)
ulaşmışsa, bu durumda biz bu hadisi kabul etmeli ve bu
konudaki mantıksızlığı görmezlikten gelerek miras ayetlerini
sahih hadis ile tahsis etmeliyiz. Bu konunun en can alıcı
noktası işet şudur. Acaba Peygamber (s.a.v)’den (s.a.v) böyle
bir hadis varit olmuş mudur?”
Halifenin
naklettiği bu hadisin doğru olup olmadığını anlamak için
hadisin içeriğini Kur’an ayetleri ile karşılaştırmalıyız.Eğer
Kur’an bu hadisi tasdik ederse, onu kabul etmeli, tekzib
ederse de onu bir kenara atmalıyız. Kur’an ayetlerine
baktığımızda iki yerde peygamberlerin evlatlarının miras
laması hakkında beyanatta bulunduğunu ve beyanatlarda onların
da miras almalarının şer’i olduğunu görmekteyiz.
A-Yahya’nın
Zekeriyya’dan miras alması: “Benden sonra yerime geçecek,
mirasıma konacak, yakınlarımdan (amcamın oğullarından
endişelenmekteyim, karımda kısır. Sen bana katından bir oğul
ihsan et de bana da mirasçı olsun. Yakub soyuna da mirasçı
olsun ve Rabbim onu rızası kazanmışlardan et.”
Bu ayeti
müşacereden uzak olan kime sunsanız, o kimse şöyle diyecektir:
“Zekeriyya, kendi mirasçısı olsun diye Allah’tan bir evlat
istemişti. Zira o diğer varislerinden korkuyor ve servetinin
onlara kalmasını istemiyordu..” Zekeriyya’nın neden böyle bir
korkusu olduğu konusunu ileriki sayfalarda beyan edeceğiz.
Bu ayetteki
“yerisuni” kelimesinden maksat, maldan miras almaktır. Elbette
ki bu konu yukarıdaki kelimenin maldan miras almak dışında
başka bir manaya(mesela ilimden ya da nübüvvetten miras alma)
kullanılmayacağı anlamına gelmez. Fakat aksini ispat eden
kesin bir delil oluncaya kadar bu ayetteki miras, ilim ve
nübüvvet mirası değil, mal mirasıdır. (Bu kelimenin özel bir
kanıt ile ilim mirası manasında kullanıldığı yer de vardır.
Mesela “***”
ayetteki “kitap” kelimesi buradaki mirasın mal mirası
olmadığının açık ve kesin bir delilidir.)
Şimdi “yerisuni
ve yerisu min al-i Ya’kub” (...bana da mirasçı olsun yakub
soyuna da...) Ayetinden maksadın ilim ve nübüvvet mirası
değil, mal mirası olduğunu ispatlayan delilleri zikrediyoruz:
1-“Yerisuni” ve
“yerisu” kelimeleri bu ayetteki maksadın mal mirası olduğunu
açıkça göstermektedir. Ve bunun aksini gösteren kesin bir
delil oluncaya kadar da böyle kalacaktır. Eğer sizler Kur’an-ı
Kerim’de bu kelimenin türdeşlerinin tamamını incelerseniz,
Fatır suresinin 32. Ayeti dışında her yerinde mal mirası
hakkında kullanıldığı göreceksiniz.
2-Nübüvvet ve
risalet bir dizi melekeler, çaba ve fedakarlıklar sonucunda
yüce insanlara nasib olan ilahi bir feyizdir. Bu feyz,
sebepsiz yere kimseye verilmez. Bununla birlikte bu feyzin
miras bırakılması söz konusu bile değildir. BU yüzden
Zekeriyya Allah’tan nübüvvet ve risaletinin mirasçısı olması
için bir evlat isteyemezdi. Kur’an-ı Kerim’de bu konu şöyle
te’yid edilmiştir: “***”
3-Hz. Zekeriyya
Allah’tan kendisine varis olması için bir evlat nasib etmesini
istemekle kalmamış, o’ndan bu varisi pak ve beğenilmiş
kılmasını da taleb etmiştir. Eğer Hz. Zekeriyya’nın buradaki
maksadı mal mirası ise, onun “Rabbim onu rızanı
kazanmışlardan et” diye bir talepte bulunması sahihtir. Zira
mal varisinin sağlam ve güvenilir olması istenir. Fakat Hz.
Zekeriyya’nın buradaki maksadı nübüvvet ve risalet mirası ise
onun böyle bir duada ve talepte bulunması sahih olmayacaktır.
Zira bu ayni Allah’tan bir bölgeye Peygamber
(s.a.v)göndermesini ve bu peygamberi pak ve beğenilmiş
kılmasını istemek gibidir. Allah’tan böyle bir duada
bulunmanın saçma ve boş bir şey olduğu çok aşikardır.
4-Hz. Zekeriyya,
duasında “yakınlarımdan (yani amcamın oğullarından) endişe
etmekteyim” Fakat onun bu korku ve endişesi ne içindi? Hz.
Zekeriyya kendisinden sonra nübüvvet ve risalet makamının kötü
ve bu işe kabiliyeti olmayan kimselerin eline düşmesinden mi
korkup Allah’tan kendisine bir evlat nasip etmesini istemişti?
Bu ihtimalin
asılsız bir ihtimal olduğu çok açıktır. Zira Yüce Allah,
hiçbir zaman nübüvvet ve risalet makamını salih olmayan
kimselere bahşetmez. Bu yüzden de Hz. Zekeriyya’nın böyle bir
endişe ve kuşkusu olmayacaktır. Yoksa Hz. Zekeriyya kendisinin
ölümünden sonra dinini terk edileceği ve kavminin yanlış
yollara sapacağından dolayı mı endişe içindeydi ve bu yüzden
mi Allah’tan bir evlat istemişti? Öyle bir korku ve endişe de
yersizdir. Zira yüce Allah, kullarının hiçbir zaman hidayetin
feyzinden mahrum bırakmaz ve sürekli onlar için hüccetler
gönderir. Bununla birlikte maksad bu bile olsa Hz. Zekeriyya
Allah’tan bir evlat değil, kavmi için bir Peygamber
(s.a.v)–kendi neslinden olan ya da olmayan- isterdi ki, bu
Peygamber (s.a.v)kavmini cehaletten kurtarsın. Fakat Hz.
Zekeriyya, burada bir varisten söz etmiştir.
İki Sorunun
cevabı
Zikredilen bu
ayet hakkında Ehl-i Sünnet alimlerinin işaret ettikleri iki
soru ya da itiraz mevcuttur. Şimdi bu iki itirazı
inceleyeceğiz.
1-Hz. Yahya,
babasının zamanında nübüvvet makamına nail oldu. Fakat ondan
hiçbir miras almadı. Zira Hz Yahya, babasından önce şehit
oldu. Bu yüzden “yerisuni” kelimesi nübüvvet mirası olarak
tefsir edilmelidir.
Cevap: Bu itiraz
her iki durumda da cevaplandırılmalıdır. Bundan maksat, ister
mal mirası olsun, ister nübüvvet mirası... Çünkü nübüvvet
mirası, onun babasının ölümünden sonra nübüvvet makamına nail
olması anlamına gelir. Bu yüzden problem, ayetin tefsirindeki
her iki görüş için geçerlidir ve sadece mal mirası hakkındaki
tefsire özgü değildir. Ama cevap şudur:Yahya’nın Zekeriyya’dan
miras alması Zekeriyya’nın duasında zikredilmemiştir. Zira
Zekeriyya, duasında sadece Allah’tan kendisine mirasçı olacak
bir evlat istemişti. Allah da onun duasını kabul etti. Her ne
kadar Zekeriyya, Allah’tan çocuk istemekteki hedefinde
(kendisinden miras alması) ulaşamadıysa da...
Şimdi bu
ayetteki üç cümleyi zikrediyoruz:
1-Sen bana
katından bir oğul ihsan et.
2-O bana da
mirasçı olsun, Yakup soyuna da...
3-Rabbim onu
rızasını kazanmışlardan et!...
Yukarıdaki üç
cümleden birinci ve üçüncü cümlede bir talep söz konusudur ve
bu cümleler Zekeriyya’Nın duasının metnini teşkil etmektedir.
Yani o Allah’tan kendisine hayırlı bir evlat bahşetmesini
istemiştir. Fakat onun bu talebindeki hedefi miras
meselesidir. Bu mira,s konusu onun duasında yer almasa da o
Allah’tan istediklerine kavuşmuştur. Her ne kadar onun bu
hedefi gerçekleşmese dahi... Yani onun oğlu, babasının
ölümünden sonra yaşamadı ki, babasından nübüvvet ya da mirası
alsın. Bunun en açık delili Al-i İmran suresindeki bir ayettir
ve bu ayette miras konusundan da bahsedilmemiştir. “***”
Gördüğünüz gibi
bu talepte miras konusu duaya dahil değildir.
2-Zikredilmemiş
olan bu ayette, Zekeriyya’nın oğlu iki kişiden miras
almalıydı. Yani Zekeriyya’dan ve Yakup soyundan... Ayetteki
“...bana da mirasçı olsun, Yakup soyuna da mirasçı olsun...”
Cümlesinde Yakup soyunun tamamından alınacak olan mira,s
nübüvvet mirasından başak bir şey olamaz?
Cevap: Bu ayetin
manası Zekeriyya’nı oğlunun tüm Yakup soyundan miras alması
anlamında değildir. Ayetteki ayırt etmeyi ifade eden “min”
sözcüğünün delili ise sadece bu konun doğruluğu için onun
annesinden veya Yakup soyundan olan bir şahıstan miras alması
yeterlidir. Fakat ayette bahsedilen Yakub’un Yakub İbn-i İshak
mı yoksa başka bir şahıs mı olduğu bizim için henüz aşikar
değildir.
B-Süleyman’ın
Davud’dan miras alması: “***”
Şüphesiz ki, bu ayetteki maksat Süleyman’ın Davud’dan mal ve
saltanat mirası almış olmasıdır. Fakat buradaki maksadın
nübüvvet mirası olduğu tasvir edilse bile bu şu iki nazardan
ötürü yanlış olacaktır.
1-“Verise”
kelimesi umumiyet nazarından maldan miras almak anlamındadır.
Bunun ilimden miras almak olarak tefsir edilmesi, zahirin
hilafında yapılmış bir tefsir olur ve bu görüş kesin ve açık
delil olmadan da sahih olmayacaktır.
2-İktisabi
ilimler üstaddan öğrenciye nakledilir. BU yüzden “filan şahıs
üstadının ilim varisidir” demek doğru olur. Fakat, nübüvvet
makamı ve ilahi ilimler Allah vergisidir ve bunlar iktisabi ve
mirasi şeyler değildirler. Allah bunu istediğine bağışlar. Bu
yüzden bu tür ilimler ve makamların veraseti, elde kesin bir
delil olmadan sahih olmayacaktır. Zira sonraki Peygamber,
nübüvvet ve ilmi Allah’tan almıştır, babasından değil. Tüm
bunlardan önce Yüce Allah, Davud ve Süleyman hakkında
Kur’an’da şöyle buyurmuştur:
“***”
Bu ayetten
açıkça görüldüğü gibi Yüce Allah, Davud’a ve Süleyman’a ilim
bahşetmiştir. Bu yüzden Süleyman’ın ilmi, mirasi ve iktisabi
bir ilim değildir.
Buraya kadar
zikredilmiş olan konular ve Neml Suresinin 16. Ayeti ile
Meryem Suresinin 6. Ayeti şunu ispatlamaktadır. Peygamberlerin
evlatları tıpkı diğer kimselerin evlatları gibi onlardan miras
alabilirler.
***
Yahya ve
Süleyman’ın babalarının mallarından miras almalarına ilişkin
olan ayetlerin serahati sebebiyle Peygamber (s.a.v)’in
sevgili kızı, babasının ölümünden önce mescidde verdiği bir
hutbesinde şöyle buyurmuştu: “Allah’ın kitabı hakim ve
şahittir. Ve o şöyle buyuruyor: “(Yahya benden (Zekeriyya) ve
Yakub soyundan miras aldı.” Ve başka bir yerde şöyle
buyuruluyor: “Süleyman Davud’dan miras aldı.”
Ebubekir’in
Peygamberden Naklettiği Hadis
Kur’an’daki bazı
ayetler hakkındaki beyanlar bize şunu ispat etmiştir ki:
Peygamberlerin varisleri onların ölümünden sonra onlardan
miras almışlardır ve kesinlikle ölümlerinden sonra onlardan
kalanlar sadaka olarak fakirler arasında taksim edilmemiştir.
Şimdi Ehl-i Sünnet alimlerinin naklettikleri ve ona dayanarak
halifenin Hz. Zehra’yı babasının mirasından mahrum etmesini
açıkladıkları rivayeti inceleyeceğiz. Önce hadis kitaplarında
bu konu ile ilgili olan hadisleri zikredip sonra bu hadislerin
mefhumunu ele alacağız.
1-Biz
peygamberler, altın, gümüş, toprak ve evi miras bırakmayız.
Bizler sadece ilim, iman, hikmet ve hadis miras bırakırız.
2-Peygamberler
miras bırakmazlar.
3-Peygamberler
miras bırakmaz.
4-Biz miras
bırakmayız. Bizden kalanlar sadakadır.
Bu Hadislerin
Ehl-i Sünnet alimleri nakletmişlerdir. Birinci halife, Hz.
Zehra’yı babasının mirasından mahrum bırakmak için yukarıda
zikrettiğimiz dört hadisi öne sürmüştü. Bu konuda Ebu
Hureyre’nin naklettiği beşinci bir hadis de mevcuttur. Ancak
es-Sakife kitabının yazarı olan Ebubekir Cevheri’nin bile
tuhaflık ve acayipliğini itiraf ettiği bu hadisi bu yüzden
nakletmeden diğer dört hadisi inceleyeceğiz.
***
Birinci hadis
hakkında şöyle söyleyebiliriz:
“Peygamberler
kendilerinden miras bırakmazlar” cümlesindeki maksad, onlara
şerif ve değerli ömürlerini altın, gümüş ve mal toplamak ve
biriktirmek gibi şeyler ile harcayarak varislerin mal
bırakmanın yakışmayacağıdır. Onlardan yadigar olarak kalan
şeyler ise altın ve gümüş değil, ilim ve hikmettir. Tabii bu
şu anlama gelmez ki, bizler kalkıp da ömrünü insanları hidayet
etmek için sarf etmiş ve tam bir doğruluk ve iman ile yaşamış
bir Peygamber (s.a.v)’in ölümünden sonra “Peygamberler miras
bırakmazlar” diyerek hiç vakit kaybetmeden ondan kalanları
onun mirasçılarının elinden alıp bunu sadaka ünvanıyla
dağıtalım.
Daha açık bir
tabirle, bu hadisteki maksad şudur Peygamberlerin varisleri
veya ümmeti, ölümlerinden sonra onların kendilerine mal ve
servet mirası bırakmalarının beklentisinde olmasınlar. Zira
onlar, bunun için gönderilmemişlerdir. Peygamberler
dini,şeriatı, ilmi ve hikmeti insanlara yaymak ve ölümlerinden
sonra bunları miras bırakmak için seçilmişlerdir. Bu hadisin
mazmunu olan başka bir hadisi, Şii alimleri İmam Sadık
(a.s)'dan nakletmişlerdir. Bu delil ise bize Peygamber
(s.a.v)’in bu hadisteki maksadının yukarıda belirttiğimiz gibi
olduğunu göstermektedir.
“Alimler,
peygamberlerin varisleridir. Zira peygamberler dirhem ve dinar
değil, hadisleri miras bırakmışlardır.”
Birinci hadis ve
yukarıdaki hadisin maksadı mal toplamak ve miras bırakmak
meşgalesinin peygamberlere yaraşmayacağıdır. Onlara yakışan
şey ise ümmetlerine ilim ve iman mirası bırakmalarıdır. Fakat
bu, eğer bir Peygamber (s.a.v)miras bırakırsa, onun ölümünden
sonra bu miras varisin elinden alınmalıdır anlamına gelmez.
Her ne kadar kısa ve muhtasar bir şekilde nakledilmiş olsa da,
ikinci ve üçüncü hadis de aynı birinci hadisin manasındadır.
Buraya kadar
olan bölümde ilk üç hadisi sahih bir şekilde tefsir edip bu
hadislerin ihtilafını, Peygamber (s.a.v)’in varislerinin de
miras alabileceklerine en büyük kanıt olan Kur’an-ı Kerim ile
bertaraf ettik. Fakat sorun dördüncü hadistedir. Zira bu
hadiste önceki hadisteki gibi açıklama yapılmaksızın kesin ve
açık bir delille Peygamber (s.a.v)ya da peygamberlerden
kalanların sadaka olduğu söylenmektedir.
Şimdi sual
olunuyor ki: Eğer hadisin maksadı bu hükmün tüm peygamberler
hakkında geçerli olduğu ise, bu durumda bu hadisin metni
Kur’an’a muhalif olduğundan geçersiz sayılacaktır. Ama eğer
hadisin maksadı, sadece İslam peygamberi hakkında bu hükmün
geçerli olduğu ise, bu durumda her ne kadar bu hadisin Kur’an
ayetleri ile külli bir muhalefeti olmasa da İslam peygamberi
dahil olmak üzere herkes için geçerli olan miras ve varisler
arasındaki mal taksimini beyan eden Kur’an ayetleri karşısına
bu hadisle amel etmek için sözü edilen hadisin Kur’an
ayetlerini tahsis edebilecek derecede sahih ve güvenilir
olması gerekmektedir. Ancak halifenin naklettiği bu hadis,
bazı sebeplerden güvenilir ve salih değildi. Şimdi bu
sebepleri beyan ediyoruz:
1-Resulullah
(s.a.v)'in ashabı arasında bu hadisi birinci halifeden başka
hiç kimse nakletmemiştir. Hatta “o bu hadisi nakleden
tek kişidir.” Demek de mümkündür. Bu konu tarihte de açıkça
yer alan bir gerçektir. İbn-i Hacer ilginçtir halifenin bu
hadisi nakleden tek kişi olmasını onun ilminin ne kadar çok
olduğuna delil saymıştır.
Evet
bu konuda tarihte kaydedilmiş tek şey şudur: “Ali (a.s) ile
Abbas arasında Peygamber (s.a.v)’in mirası hususunda baş
gösteren niza ve ihtilafta (Ali ve Abbas’ın miras hakkında
ihtilafa düştüğü hususu sadece Ehl-i Sünnet alimlerinin
naklettiği bir husustur; Şii alimleri bunu ret etmiştir.) Ömer
birinci halifenin nakline dayanarak hüküm verdi ve orada
bulunan beş kişi de buna şahitlik ettiler.”
İbn-i Ebi’l
Hadid şöyle yazıyor: “Peygamber (s.a.v)’in ölümünden sonra bu
hadisi nakleden tek kişi Ebubekir’dir ve ondan başka hiç
kimse bunu nakletmemiştir. Fakat bazen bu hadisi Malik b.
Evs’in evinde naklettiği söylenmektedir. Evet Ömer’in hilafeti
döneminde bazı Muhacirler de bu hadisin doğruluğuna şahitlik
etmişlerdir.
İhtilaflı
taraflardan biri olan zamane halifesinin o dönemde kendisinden
başka kimsenin bilmediği ve duymadığı bir hadisi kanıt olarak
göstermesi doğru mudur? Elbette burada “Alim kimse şahsi
ilim ve bilgisine dayanarak hüküm verebilir ve bu ilmiyle amel
edebilir. Halife ise mezkur hadisi Peygamberden duyduğu için
kendi ilmiyle amel ederek o konudaki Kur’an ayetlerini tahsis
ederek ilmi üzere hüküm verebilir.” Diye bir itiraz da
edilebilir. Ama ne yazık ki bizzat halifenin birbiriyle
çelişen tutum ve davranışları, Fedek’i geri verme hususundaki
çelişkili hareket metodu ve sonuçta Fedek’i verdiği halden
kendisinden geri alması onun mezkur hadisin doğruluğuna
inanmadığını göstermektedir. Buna rağmen nasıl olur da
halifenin Peygamber (s.a.v)’in kızını babasının mirasından
mahrum etmede kendi ilmiyle amel ettiği ve Allah’ın kitabını
Peygamber (s.a.v)’den duyduğu o hadis ile tahsis ettiği
söylenebilir?
2-Eğer
Peygamber (s.a.v)’in mirası hakkında Allah’ın emri “Onun
mirası ve malları millidir ve Müslümanların mesalihi yolunda
harcanmalıdır” ayetindeki şeklinde ise, peki neden
Resulullah bu konuyu yegane varisi olan Hz. Zehra’ya
söylememişti. Peygamber (s.a.v)’in, Hz. Zehra’yı ilgilendiren
ilahi bir hükmü ondan gizlemiş olması akla uygun mudur? Yoksa
Peygamber (s.a.v) bu hükmü ona söylemişti de o bunu
görmezlikten mi geldi? Hayır, kesinlikle böyle bir şey mümkün
değildir. Zira Peygamber (s.a.v)’in ismeti ve Hz. Zehra’nın
masumluğu böyle bir ihtimalin olmasına engel teşkil
etmektedir.
Bu yüzden Hz.
Fatıma’nın inkarını böyle bir şeyin doğru olmadığının delili
olarak saymalıyız. Zikredilmiş olan hadis ise siyasi
sebeplerden dolayı Peygamber (s.a.v)’in varisi meşru
hakkından mahrum etmek isteyen kimselerin ortaya attıkları
uydurma bir hadistir.
3-Eğer halifenin
naklettiği hadis sahih ve gerçek bir hadis idiyse, neden Fedek
konusu sürekli farklı siyasetler ve görüşler arasında
mücadelelere maruz kaldı ve neden her halife kendi hükümeti
döneminde Fedek hakkında değişik bir tavır sergiledi? Tarihe
müracaat edildiğinde Fedek’in, halifeler zamanında sabit bir
durumu olmadığı açıkça görülmektedir. Zira Fedek, bazen gerçek
sahiplerine geri verilmiş ve bazen de tekrar müsadere
edilmiştir. Neticede Fedek, her asırda İslam’ın hassas ve
karmaşık meselelerinden birini teşkil etmektedir. (Yukarıda
bahsedilen Fedek hakkındaki mücadeleler geniş bir biçimde
el-Gadir c. 7, s. 159-196 adlı kitapta nakletmektedir.)
“Önceden de zikredildiği gibi, Ömer’in hilafeti döneminde
Fedek, Hz. Ali ve Abbas’a geri verildi. (Fakat bu konu İmam
(a.s)’ın Osman İbn-i Hanife yazmış olduğu bir mektuba ters
düşmektedir. İmam (a.s), mektubunda şöyle buyurmaktadır: “***”
Fedek, Osman’ın
hilafeti döneminde Mervan’a geçti. Bu topraklar Muaviye’nin
zamanında ve Hasan İbn-i Ali (a.s.)’ın (a.s) ölümünden sonra
ise üç kişi arasında taksim edildi. (Mervan, Amr İbn-i As ve
Yezid ibn-i Muaviye) daha sonra Mervan başa geçince Fedek’e
tamamen sahip oldu ve burasını oğlu Abdulaziz’e bağışladı.
Abdulaziz ise Fedek’i oğluna bıraktı. Sonunda Ömer İbn-i
Abdulaziz ise Fedek’i oğluna bıraktı. Sonunda Ömer İbn-i
Abdulaziz başa geçince bu toprakları gerçek sahipleri olan
Zehra evlatlarına geri verdi. Fakat Yezid İbn-i Abdulmelik,
halifeliği döneminde Fedek’i yeniden müsadere etti. Beni
Abbasi’nin hilafet dönemine varıncaya kadar Fedek, Mervan
oğulları arasında elden ele dolaştı. Abbasi oğullarının
döneminde ise Ebu’l-Abbas Seffah, Fedek’i Abdullah İbn-i Hasan
ibni Ali’ye geri verdi. Fakat Ebu Cafer Mensur, sonradan
burayı tekrar müsadere etti. Mehdi Abbasi başa geçince de
Fedek’i Zehra evlatlarına verdi. Musa İbn-i Mehdi ve onun
kardeşi ise burayı tekrar gerçek sahiplerinden aldılar. Me’mun
başa geçince Fedek’i yeniden Zehra evlatlarına bağışladı.
Fakat Mütevekkil halife olunca burayı tekrar gerçek
sahiplerinden aldı.”
4-Resulullah
(s.a.v)'in Fedek dışında malları ve mirası da vardı. Fakat 1.
Halife, tüm bu miraslar arasında sadece Fedek’e karşı baskıcı
bir tavır sergilemişti. Peygamber (s.a.v)’in bırakmış olduğu
mallar arasında onun hanımlarının evleri de vardı. Fakat,
halife, kesinlikle bu konulara el atmamış ve bu evlerin
Peygamber (s.a.v)’in kendi evi mi, yoksa o hanımların şahsi
malı mı olduğu konusunda hiçbir incelemede bulunmamıştı.
Ebubekir, bu tahkikatları yapmamakla birlikte kendi cenazesini
Peygamber (s.a.v)’in mutahhar kabrinin civarına gömülmesi
için kızı Ayşe’den izin almıştır. Zira o kızını Peygamber
(s.a.v)’in varisi olarak tanıyordu. Halife, sadece Peygamber
(s.a.v)’in S() hanımlarının evlerini müsadere etmemekle
kalmayıp Resulullah’ın Hz. Ali (a.s.)’ın elinde olan yüzüğü,
sarığı, kılıcı, biniti ve elbiselerin de geri almamış ve bu
gibi konulardan da hiç bahsetmemiştir. İbn-i Ebu’l_Hadid bu
ayrıcalık karşısında öylesine şaşırmıştır ki, bu nedenle o bu
olayı açıklayabilmek için kendisinden bazı nakillerde
bulunmuştur. Fakat bu açıklamalar burada yazılmaya değmeyecek
kadar asılsız ve yanlış olduğu için biz bunları nakletmiyoruz.
Peygamber
(s.a.v)’in mirasından mahrum olma sadece Peygamber (s.a.v)’in
kızı için mi geçerli bir hükümdü, yoksa tüm varisleri için mi?
Ya da esasen böyle bir mahrumiyet hakkında hiçbir hüküm yoktu
da sadece siyasi sebeplerden dolayı mı Hz. Fatıma babasının
mirasından mahrum edildi?
5-Eğer İslam
dinine Peygamber (s.a.v)’in varislerinin onun mirasından
mahrum oldukları hakkında bir emir var idiyse tathir ayetinin
hükmüne göre bu çeşit kötülükten uzak olan Peygamber
(s.a.v)’in kızı neden bir hutbesinde şöyle buyuruyordu: “Ey
Ebu Kuhafe oğlu! Senin babanın malından miras alabileceğin
fakat benim alamayacağım, ilahi kitapta var mı? İsteyerek mi
Allah’ın kitabını terk ettiniz ve onu bir kenara attınız. Siz
benim babamdan miras almayacağımı ve benim onun ile aramda bir
bağ olmadığını mı sandınız? Yüce Allah size bu konuda özel bir
ayet nazil ederek bu ayette benim babamı miras kanunlarından
hariç mi etti? Yoksa sizler iki dinin mensuplarının
birbirilerinden miras alamayacaklarını mı söylüyorsunuz? Fakat
benim ile babamın dini bir değil mi? Sizler Kur’an’ın umum ve
hususuna benim babamdan ve amcasının oğlundan daha mı
aşinasınız? Ahiret günü senin ile karşı karşıya gelecek olan
bu eyerlenmiş binitin yularını eline al. Allah ne güzel
hükmedici ve Muhammed (s.a.v) ne de iyi bir rehberdir. Senin
ile benim miadım kıyamet günündedir. Kıyamet günü batıl ehli
ziyankar olacaktır.”
Hz. Zehra’nın bu
sözleri karşısında önceden zikredilmiş olan o hadisin sahih
olduğuna hiç ihtimal verilebilir mi? Bu nasıl bir hadistir ki,
bu sadece Peygamber (s.a.v)’in kızını ve amcasının oğlunu
ilgilendirmesine rağmen, onların bu hadisten bir haberleri
olmasın. Fakat başka bir şahıs bu hadisten tamamen haberdar
olsun.
Şimdi konunun
sonunda şu noktaları hatırlatıyoruz:
A-Peygamber
(s.a.v)’in kızının zamane halifesi ile olan hizası dört şey
hakkındaydı:
1-Peygamber
(s.a.v)’in mirası
2-Fedek(ki
burayı Peygamber (s.a.v) hayatta iken kızına bağışlamıştı. Bu
topraklara Araplar Nihle de derlerdi.)
3-Akraba ve
yakınların payı
4-Hükümet ve
velayet.
Hz. Zehra’nın
hutbelerinde ve konuşmalarında bu dört konuya işaret
edilmiştir. Bu yüzden bazen miras, bazen de Nihle kelimesinden
istifade edilmiştir. İbn-i Ebi’l-Hadid bu konuyu geniş bir
biçimde Şerh-i Nehc’ül-Belağa
adlı kitabında işlemiştir.
B-Merhum Seyyid
Murtaza gibi bazı Şii alimleri “Biz miras bırakmayız,
bizden kalan sadakadır” hadisini öyle tefsir etmişlerdir
ki, buna göre bu hadisin Hz. Zehra’nın miras alması ile bir
alakası yoktur. Onlar diyorlar ki: “Nuverrisu” malum
siygasındandır. Ve Mevsul “ma”, onun mefulüdür ve “sadaka”
sözcüğü hal veya temiz cihetiyle mensubdur, Bu durumda bu
hadisin manası şöyle olmaktadır. “Biz sadaka olarak
bıraktıklarımızı miras vermeyiz.” Açıkça da görüldüğü gibi
Peygamber (s.a.v)’in hayattayken sadaka olarak tayin ettiği
şeyler miras olarak alınamaz. Tabii bu, Peygamber (s.a.v)hiç
miras bırakmaz anlamına gelmez.
Fakat bu tefsir
yanlıştan da uzak değildir. Zira bu konu sadece peygamberi
ilgilendirmez. Her müslümanın hayatta iken vakıf ya da sadaka
olarak bıraktığı şeyler miras olarak alınamaz. Bu yüzden bu
hüküm tüm Müslümanlar için geçerlidir.
C-Hz. Zehra’nın
Ebubekir ile olan müzakerelerinden ve onun (s.a.v) tüm
hutbelerinden de açıkça görüldüğü gibi o bu dünyadan göçünceye
kadar muhaliflerine karşı kızgındı ve asla da onlardan razı
olmadı.
Hz.
Fatıma’nın Öfkesi
Önceden de
zikredilmiş olduğu gibi Peygamber (s.a.v)’in kızının Ebubekir
ile olan münazara ve ihticacı, bir netice vermedi ve sonunda
Fedek Hz. Zehra’nın elinden alındı. Bu yüzden Hz. Zehra,
halifeden kızgın olarak bu dünyadan göçtü. Bu konu tarihte,
inkar edilmeyecek kadar açıktır. Ehl-i Sünnet’in meşhur
muhaddislerinden olan Buhari şöyle diyor:
“Halife,
Peygamber (s.a.v)’den naklettiği bir hadise dayanarak Fedek’i
Fatıma’nın elinden aldı. Hz. Fatıma ona çok kızdı ve ölünceye
dek de onunla konuşmadı.”
(Sahih-i buhari,
Bab-u Farz’il-Hums, c. 5, s. 5; Kitab-ı Gazavat, bab-ı gazve-i
Hayber, c. 6, s. 196. Burada şu da eklenilmiştir: “Fatıma,
babasından sonra altı ay yaşadı. Öldüğü zaman onu kocası gece
vaktinde defnetti ve Ebubekir’e de haber vermedi.”)
İbn-i Kuteybe
El-Emame ve’s-Siyase adlı kitabında (C.1, s. 14) şöyle
naklediyor:
“Ömer,
Ebubekir’e şöyle dedi: “Fatıma’nın yanına gidelim. Zira biz
onu öfkelendirdik. Onlar, Hz. Zehra’nın evine geldiler ve
içeriye girmek için ondan izin istediler. Fakat o buna izin
vermedi. Sonra onlar, Peygamber (s.a.v)’in kızını teselli
edip neden Fedek’i ona vermedikleri konusunda konuşunca Hz.
Zehra cevaben onlara şöyle buyurdu: Sizlere Allah’ı şahit
kılıyorum ki, siz Peygamber (s.a.v)’den şunları duymadınız
mı? Fatıma’nın rızası benim rızam, onun öfkesi benim öfkemdir.
Fatıma benim kızımdır. Kim onu severse beni sevmiş, kim onu
razı ederse beni razı etmiştir ve kim onu öfkelendirirse beni
öfkelendirmiştir.” O ikisi bunları Peygamber (s.a.v)’den
duyduklarını itiraf ettiler. Bunun üzerine Zehra şöyle
buyurdu: “Allah ve melekler şahittir ki, sizler beni
öfkelendirdiniz ve beni razı kılmadınız. Eğer Peygamber’i
(s.a.a) mülakat edersem sizi ona şikayet edeceğim. Ebubekir
şöyle dedi: Ben senin ve Peygamber (s.a.v)’in öfkesinden
Allah’a sığınıyorum.” Bunun üzerine halife ağlamaya başladı ve
Hz. Fatıma şöyle buyurdu: “Allah şahit olsun ki, ben her
namazdan sonra size beddua edeceğim.” Bu sözlerin ardından
halife yanındakiler ile birlikte Hz. Zehra’nın evini terk
etti. Sonra halk onun etrafına toplandı. O ise şöyle dedi:
İçinizden bazı kimseler beni böyle bir işe sokmalarına rağmen
geceyi helalleri ile birlikte hoşluk içerisinde geçiriyorlar.
Benim sizin biatınıza ihtiyacım yok. Benim hilafet makamından
alın.” (Cahiz, Resail adlı kitabında, s. 300 bu konudaki
görüşünü bildirmiştir.) İslami muhaddislerin pek çoğu şu
hadisi Peygamber’den (s.a.v) nakletmektedirler.
“Fatıma benim
tenimin bir parçasıdır. Onu öfkelendiren beni öfkelendirmiş
olur.”
Şerh-i Nehc’ül-Belağa İbni Ebi’l-Hadid, c. 1, s. 133
|