|
Bismillahirrahmanirrahim
Soru-260:
Allah-u
Teala Kur'an-ý Kerim'in Muhammed Suresi 19. ayetinde
"...Hem kendi günahýna hem de erkek-kadýn
bütün mü'minlere maðfiret dile!..."
buyurmaktadýr. Bazýlarý "Bu ayet, Peygamber (a.s)'ýn günah
iþlediðinden ve maðfiret dilediðinden bahsediyor" demekteler.
Acaba bu ayette kastedilen asýl konu nedir? Bunu masumiyetle
çeliþmeyecek þekilde nasýl açýklayabiliriz?
Cevap-260:
Aziz kardeşim, önce şunu arz etmeliyim ki, bahsettiğiniz ve
benzeri hususların izahını en doğru ve en mantıklı şekliyle
kavrayabilmemiz için önce masumiyetin mana ve mefhumunu ve
bizim masumiyet anlayışımızın sınırlarını ortaya koymamız
gerekir. Bunu yaptığımızda belki de bu bahsettiğiniz
hususların birçoğu kendiliğinden cevabını bulacaktır. Zira
peygamberlerin masumiyetiyle alakalı ortaya atılan aykırı
olayların birçoğu, masumiyetin mefhum ve sınırları dikkate
alınmadan yanlış yorumlanmaktadır (Kuran`da bahsi geçen
ayetler ve olaylar gibi). Birçoğu ise zayıf ve uydurma
rivayetlerdir ki köküne inildiğinde çoğunun İsrailiyyat olduğu
hemen anlaşılmaktadır. Her halükârda biz önce inandığımız
masumiyet anlayışının mefhum ve sınırlarını açıklayıp sonra
verdiğiniz örneğin izahına geçeceğiz.
Muhterem kardeşim,
yerinde delilleriyle ispatlandığı üzere Peygamberler vahyin
telakkisinde, korunmasında, tefsirinde ve tebliğinde masum
olmalıdırlar. Dolayısıyla bu konularda ister kasten, isterse
kasıt olmadan bir yanlış yapmaları söz konusu olamaz. Yani
özetlemek gerekirse, Peygamberlerin insanlara bir direktif,
uyulması gereken bir hüküm olarak sundukları hiçbir konuda
ister sözlü, isterse ameli hiçbir yanlış ve hataya düşmemeleri
gerekir. Aynı şekilde peygamberlerin küçük, büyük hiçbir
günaha yeltenmemeleri gerekir. Yani Allah tarafından insanlara
sundukları farzların hiç birini kendileri ihlal
etmemelidirler. Yine insanlara beyan ettikleri hiçbir haramın
sınırını ister sözlü, ister ameli olarak çiğnememelidirler.
Bütün bunlar, Kur'an ve Sünnette bulunan nakli delillerin yanı
sıra (ki bunları sitemizdeki bazı soruların cevabında
açıklamış bulunuyoruz) aklın kesin bir hükmüne dayanmaktadır.
O da aksi takdirde (yani bir tek ihlalin bile söz konusu
olmasıyla) insanların Allah elçilerine güvenlerinin sarsılması
ve dolayısıyla ilahi hüccetin insanlara tamamlanmamasıdır. Bu
ise nübüvvet ve risaletin felsefesine büsbütün ters
düşmektedir.
Bu çerçeveyi bu
şekilde çizdikten sonra, sizin de bir örneğine değindiğiniz,
Peygamberlerle ilgili Kur'an veya Sünnette geçen bazı isnat ve
olaylar hakkındaki soruyu genelleştirerek şöyle sorabiliriz:
"Eğer masumiyetin anlam ve sınırları bunlar ise, o halde bu
isnatları nasıl algılamalı ve bahsettiğimiz masumiyet
anlayışına ters düşmeyecek şekilde nasıl yorumlamalıyız?"
Cevap:
Evvela bunlardan bir kısmı (bazı rivayetler), önceden de
belirttiğimiz gibi aslı astarı olmayan ve bir takım maksatlar
doğrultusunda İslam düşmanları, zalim sultanlar ve satın
alınmış avâneleri tarafından uydurulmuş ve maalesef sahip
oldukları, otorite ve gâsibâne hakimiyetlerinden istifade
ederek kaynaklara sızdırılmıştır. Bunlardan bazı örnekleri
sitedeki bazı soruların cevabında yer yer açıklamış
bulunuyoruz. Diğer bir kısmı ise bahsettiğimiz sınırların
dışında kalan ve dolayısıyla peygamberlerde olması gereken
masumiyetle hiçbir çelişkisi olmayan şeylerdir. Yani ya
vahiyle, ilahi direktif ve hükümlerle alakası olmayan, yine
başkalarına örnek olma durumu söz konusu olmayan ve sadece
onların şahsını ve bulundukları yüce makamı ilgilendiren ve o
makam ve mertebede değerlendirilmesi gereken şeylerdir. Yada
esasen köküne inildiğinde ve doğru yorumlandığında
masumiyetle, hatayla, günahla hiçbir alakasının bulunmadığı,
kısacası başkaları tarafından yanlış algılandığı için
masumiyetle çeliştiği zannedilmiştir. Dediğimiz gibi bunlardan
her birinin ister İslam Peygamberi, isterse diğer bazı
peygamberlerle ilgili bazı örneklerini Kevser sitesinde
gündeme getirerek cevaplamış bulunuyoruz.
Bu gerekli
açıklama ve girişten sonra şimdi sizin bahsettiğiniz hususun
üzerinde durmaya çalışacağız. Bildiğimiz gibi Ehl-i Sünnet bu
isnatların hemen hepsini aynen kabul etmekle birlikte, onları
birer "zelle" olarak değerlendirmektedir. Dolayısıyla önce şu
'zelle' meselesi üzerinde durmamız gerekir. Zelle lügatte
ayağın kayması ve hata demektir. Zahiren ıstılah olarak da
bununla küçük hatalar veya günahlar kastedilmiştir. Eğer bu
kelimeden maksat bahsettiğimiz çerçevenin dışında kalan
konularda Peygamberlerin bazı sürçmeleri ise, bunu biz de
kabul ediyoruz. Yani bazı peygamberlerin dini ihlallerle
ilgili olmayan, örnek olma özelliği taşımayan bazı konularda
günah ve isyan olmamakla birlikte onların makam ve
derecelerine uygun düşmeyen ve ıstılah olarak "terk-i evlâ"
denilen, yani "daha iyiyi terk etme" sayılan fiilleri veya
irşadî bazı emir ve nehiylere muhalefet ettikleri vaki ve
sabittir. Burada önce bir hususa değinmekte fayda vardır. O da
şudur ki Ehl-i Sünnet'in zelle dediği şeyi, onların dediği
şekilde (küçük hata ve günahlar) olarak yorumlayıp kabul etsek
dahi, verdikleri bir çok örnekte bunu amelen kabul etmek
mümkün değil. Çünkü o isnatları peygamberlere yönelik kabul
ettikten sonra, onları bir zelle olarak nitelendirmek
imkansızdır. Mesala Hz. Adem'in yaptığını bir günah olarak
kabul ettikten sonra dönüp ona zelle demek mantıksızlıktır.
Çünkü o açıklamaya göre bu basbayağı bir günah ve isyandır
Allah'a. Hz. İbrahim'in yalan söylediğini kabul ettikten
sonra, kebire günah olduğu herkes tarafından kabul edilen
yalanı zelle diye tarif etmenin bir mantığı var mı? Hz.
Musa'nın adam öldürmesi bir cinayet ise, onu zelle diye
açıklamak mümkün mü? Yok cinayet değilse, o zaman zelle (küçük
günah) bile değildir. Hz. Yunus olayını, onun Allah'a (haşa)
gazap ederek ve su-i zanda bulunarak kavminden ayrıldığı
şeklinde açıklayacaksın, sonra dönüp buna zelle diyeceksin;
mümkün mü? Bedir esirlerinin fidye karşılığı azad edilmesini
Resulullah'ın öngördüğünü ve tasvip ettiğini kabul edeceksin,
sonra da Kur'an'ın bu fiili "büyük bir azabı hak ettiren bir
olay" olduğunu vurguladığı halde bunu bir zelle olarak
geçiştireceksin; olacak şey mi?! Abese suresi ve diğer bir çok
konuda da durum aynıdır. Demek ki zelle demekle (hangi mana
kastedilirse edilsin) bu problemleri halletmek ve
Peygamberlerin masumiyetine gölge düşürmemek mümkün değildir.
Bizce bu problemlerin altından ancak Ehl-i Beyt mektebinin
açıklamaları ile kalkmak mümkündür. Dediğimiz gibi bunlardan
bir kısmı Kevser sitesinde açıklanmıştır.
Sizin
bahsettiğiniz ayete gelince, bu ayetin başka benzerleri de
hem bizim Peygamberimiz (s.a.a) hem de diğer Peygamberler
hakkında Kur'an'da mevcuttur ki bunlardan bazı örnekleri de
ilave ederek hepsini bir arada cevaplamaya çalışacağız
inşaallah:
"Biz sana Kitab
(Kur'ân)ı hak olarak indirdik ki, insanlar arasında Allah'ın
sana gösterdiği şekilde hüküm veresin. Sakın hainlerin
savunucusu olma! *Allah'tan bağışlanmanı dile. Şüphesiz, Allah
bağışlayıcıdır, esirgeyicidir." (Nisa, 105-106)
"Rabbini överek
tesbih et; O'ndan bağışlanmanı dile; çünkü O, tevbeleri çok
kabul edendir." (Nasr, 3)
"Peygamber,
Rabbi'nden kendisine ne indirildiyse ona iman etti. Müminlerin
de hepsi Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine
iman ettiler. "Biz Allah'ın peygamberleri arasında ayırım
yapmayız, duyduk ve itaat ettik. Ey Rabbimiz, bağışlamanı
dileriz, dönüş ancak sanadır." dediler." (Bakara, 285)
Hz. Nuh'un
dilinden:
"Ey Rabbim!
Bana, babama, anama, mümin olarak evime girene ve bütün
inanmış erkek ve kadınlara mağfiret buyur…" (Nuh, 28)
Hz. İbrahim'in
dilinden:
"Ey Rabbimiz!
Herkesin hesaba çekileceği günde beni, ana-babamı ve müminleri
bağışla!" (İbrahim, 41)
Evet, bunlar ve
benzeri ayetlerin izahı için önce akıl sahipleri tarafından
tereddütsüz kabul edilen bir prensibe değinmemiz gerekir; o da
şudur ki bir insanın şahsiyetinin büyüklüğü oranında
sorumluluk ve mesuliyeti de büyüktür. Dolayısıyla akıllılar
örfü açısından bir insandan sadır olan bazı amel ve
davranışlar, onun özel konumuna binaen suç ve hata sayıldığı
halde başka birisinden aynı ameller sadır olduğunda onun için
normal bir şey olarak değerlendirilebilir. Bunu şöyle
açıklayabiliriz: Şer'i hükümler farz, haram, müstehap, mekruh
ve mubah olmak üzere beş kısma ayrılmaktadır. Bilindiği gibi
her mükellef için farzı yerine getirme ve haramı terk etme
hususunda ruhsat söz konusu değildir. Ama müstehap olan ameli
yerine getirme ve mekruhu terk etme tercihli olmakla birlikte
mükellefe bu konuda ruhsat tanınmıştır. Bununla birlikte bazı
kimseler için sahip oldukları yüksek makam ve mertebeden
dolayı farz ve haramların yanı sıra müstehap ve mekruh olan
şeyler hususunda bile dikkatli davranıp onları ihmal
etmemeleri beklenir. Hatta bazen mubah olan şeylerde dahi bazı
arızî sebeplerden dolayı söz konusu insanların mubah bir şeyi
yerine getirmeleri veya terk etmeleri gerekli görülebilir.
Kısacası Hakk'ın azametine her ketsen daha çok arif olan bir
kimse, bütün bu hükümlerde her ketsen daha çok hassas
davranması gerekir ve hiç birisinde en ufak bir ihmali hoş
karşılamaz. Dolayısıyla bu türden bir ihmal söz konusu
olduğunda da yaptığı işten istiğfar edip onu telafi etmesi
beklenir; haşa şer'i bir günah işlediğinden dolayı değil,
yapılan işin, onun makam ve mertebesine ve sahip olduğu ilim
ve irfana yakışır bir şey olmadığından dolayı. Bu, toplumsal
ilişkilerde de böyledir; örneğin insanlar, medenî, dünya
görmüş, okumuş, ilim irfan sahibi olmuş bir kimseden
bekledikleri tavır ve davranışların hepsini, bedevi bir hayat
tarzına sahip olan bir kimseden beklemezler. Dolayısıyla da
ikincisine hoş görüp normal karşıladıkları bir çok şeyi,
birincisi için hoş görmez ve normal karşılamazlar. Yaptığı
şeylerin illa da bir suç ve günah olduğundan dolayı değil,
sahip olduğu bilgi, tecrübe ve birikiminden dolayı bunları ona
yakıştırmazlar. .
Evet bütün
bunlar, başta da söylediğimiz gibi insanın şahsiyetinin
büyüklüğü oranında sorumluluk ve mesuliyetinin de
büyüklüğünden kaynaklanmaktadır. İşte bu yüzden, büyük
insanlardan, enbiya ve evliyadan bazen sadır olan bazı
gafletler veya mekruh olan veya ıstılah olarak terk-i evla
denilen şeyler günah sayılabilir. Ama bunlar bizim gibi
insanlar için söz konusu olan mutlak günahlar (farzı terk veya
haramı yerine getirme) türünden günahlar değil, nisbî
günahlardır. Yani onlara ve sahip oldukları iman, ilim ve
irfan mertebesine yakışmayan şeylerdir. Evet onların istiğfarı
da birinci tür günahlara sahip olduklarından dolayı değil,
ikinci türden fiiller içindir. Biz, "Peygamberler masumdur"
dediğimiz zaman da birinci türden günahlardan masum
olduklarını kastetmekteyiz. Zira diğer insanların işlediği o
tür günahlardan bir tanesini dahi maazallah işlerlerse,
insanların onlara karşı olan güvenlerinin sarsılmasına ve
İlahî huccetin tamamlanmamasına yol açar; bu da Peygamberlik
müessesesinin felsefesine tamamen terstir.
Bir diğer husus
şudur ki yüce manevi makam ve mertebelere sahip olan arif
insanlar, Hakk'ın azamet ve yüceliğini herkesten daha çok
müdrik oldukları için, ne kadar da ibadet ve itaatte
bulunsalar, yaptıkları ibadeti Rabbulalemin'e layık
görmedikleri ve onun azameti ve verdiği nimetlerin karşısında
hiçbir değere sahip görmedikleri için, yaptıkları iyi işlerden
ve ibadetlerden dahi istiğfar etmektedirler! Hatta Hakk'a aşık
olan o güzide insanlar, gerçek bir aşığa yakışanın daima
maşukuyla haşir neşir ve onunla birlikte olması gerektiğini
bildikleri için, beşeri özelliklerinden kaynaklanan
ihtiyaçlarını giderme veya üstlendikleri bazı vazifeleri ifa
etmek için maşuklarından ayrılma ve ondan gaflet etme
mecburiyetinde kalmalarını dahi kendileri için bir eksiklik ve
suç olarak görmekte ve bunu telafi için, ona istiğfar etmekte
ve ağlayıp sızlamaktadırlar! Dolayısıyla yukarıda
bahsettiğimiz şeyler (makamlarına yakışmayan terki evlalar),
İslam Peygamberi de dahil bütün Peygamberler hakkında mümkün
olmakla beraber, haklarında söz konusu olan istiğfarların
belki de çoğusu daha çok bu tür istiğfarlardır. Mesela Allah
Resulü'nden şöyle bir hadis nakledilmektedir: "Ben her gün
Rabbimden yüz defa (bazı rivayetlerde ise yetmiş defa)
mağfiret dilemekteyim."(Sahih-i Müslim, c.8, s.72, Keşf-ül
Ğumme, c.3, s.43) ) Şimdi (haşa) Allah Resulü (s.a.a) her gün
yüz veya yetmiş defa bizim bildiğimiz şer'î günahlardan
işleyip de onlar için mi istiğfar ediyordu?! Veya hatta her
gün yetmiş terk-i evla işlediğini söylemek mümkün mü? Açıktır
ki hayır. Bu yüzden bunların çoğusundan maksadın en son
bahsettiğimiz gerekçelerden dolayı olduğu kesindir. Böylece
sizin verdiğiniz veya bizim değindiğimiz ayetler ve
benzerlerindeki günah lafzından veya istiğfar lafzından normal
insanlar için söz konusu olan şer'i günahlar ve onlar için
yapılan istiğfar olmadığı ve dolayısıyla bu tür tabirlerin
inandığımız ve Kur'an ve sünnetteki kesin delillere dayanarak
çerçevesini çizdiğimiz masumiyete herhangi bir halel
getirmediği açıklık kazanmış oldu. Vel-hamdu lillahi Rabb-il
alemin.
|
|