BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
EHL-İ BEYT İMAMLARIN
MASUMİYETİ
Soru-26:
Hocam,
eğer mümkünse Şia'nın Ehl-i Beyt imamlarının masumiyeti
hakkındaki görüşünün insanı mütmain edecek delil ve
dayanaklarını bize yazın; zira fitneci insanlar sık sık bu
konuyu gündeme getirerek kafaları karıştırmaya çalışıyorlar...
Cevap-26: Muhterem
kardeşim, Ehl-i Beyt İmamlarının masumiyetinin delillerine
geçmeden önce önemli bir hususun üzerinde durmakta fayda var;
o da şudur ki masumiyet olayını iyice kavrayabilmek için
önce Şia'daki "imamet anlayışını" ve onu İslâm'ın neresine
koyduklarını kavramak gerekir. Aslında Sünnî kardeşlerimizin
bu olayı biraz fazla yadırgamaları, bizce imamet meselesine
kendi mekteplerinin mantığıyla yaklaşıp masumiyeti de o
açıdan değerlendirmelerinden kaynaklanıyor. Bu yüzden önce
kısa da olsa Şia'nın "İmamet" anlayışına kısaca temas edip
daha sonra asıl mevzuya geçersek, bizce konu daha iyi
anlaşılmış olur.
Bildiğiniz gibi Şia ile Ehl-i Sünnet arasındaki temel
ihtilaf, "İmamet" meselesi etrafındadır. Şia, imamın Allah-u
Teâlâ tarafından belirlenmesi ve Resul-i Ekrem (s.a.a)
tarafından da açıklanması gerektiğine inanıyorken Ehl-i
Sünnet bu konuda başka bir yol tutmuştur. Bazıları, bu
ihtilafın, siyasi partilerin başkanlık için iki kişiyi aday
göstermesine benzer sırf siyasi bir ihtilaf olduğunu
zannediyorlar. Ancak gerçek şu ki, bu ihtilafın temelinde
bir inanç meselesi söz konusudur. İnançlar üzerine konuşan "kelam
ilmi"nin bahislerinden birisini, "imamet" meselesinin
oluşturması da bunun bir emaresidir. Şia'nın bu konudaki
görüşünü açıklamak amacıyla Şia'nın "inanç sistemi"ne kısa
bir bakış atarak imamet meselesinin bu sistemdeki yerini ve
bu sistemi oluşturan öğelerin tıpkı bir zincir halkaları
gibi birbirine bağlı olup bir öğenin yitirilmesiyle bütün
sistemin birbirine değeceğini göstermeğe çalışacağız.
Kelam
ilminde Allah-u Teâlâ'nın varlığı hakkında konuşulduktan
sonra O'nun zati ve fiili sıfatları hakkında konuşulmakta,
hâlikiyeti (yaratıcılığı) ispatlandıktan sonra rububiyeti (yöneticiliği-eğiticiliği)
de ispatlanmaktadır. İslam açısından Allah-u Teâlâ hiç bir
şeyi abes yaratmamıştır; her şeyi üstün hikmetinin iktiza
ettiği bir hedef için yaratmıştır. Böylece, "genel illiyet (nedensellik)"
ilkesi bütün mahlukat hakkında geçerlidir ve ezelden ebede
değin birbirinin eni veya uzununda yer alan bütün yaratıklar,
tek bir nizam (sistem) oluşturmaktadırlar. Bu yaratıklardan
biri de, idrak, irade ve ebedi saadet veya bedbahtlığa doğru
seçimli hareket kabiliyeti gibi özelliklerle donatılan
insandır. Bu özelliklerden dolayı da, Allah-u Teâlâ'nın "tekvini
rububiyet"inin altında olduğu gibi "teşrii rububiyet"inin de
kapsamına girmektedir. Yani, eğer insan, saadet veya
bedbahtlığını kendi seçecekse, saadeti, bedbahtlığı ve
bunlara götüren yolları da bilmelidir, bunu bilme kabiliyeti
ona verilmelidir. Doğrudan doğruya kendi bilemeyeceği, yani
hissi ve akli şuurlarının (idraklarının) kavrayamayacağı
konular ise vahiy yoluyla ona iletilmelidir. Resuller
gönderme, kitaplar ve şeriatlar indirmenin zarureti de
buradan ileri gelmektedir. Çünkü eğer Allah-u Teâlâ, insanı
kendi başına bırakıp vahiy yoluyla elde edilecek hidâyeti
ona bildirmeseydi, bu durum, evine misafir sesleyip de adres
vermeyen veya evini tanıyan birini ona bildirmeyen kimsenin
durumuna benzerdi.
Şurası da
açıktır ki, peygamberlerin öğretileri, zamanla çeşitli
saptırıcı etkenlerin tesiri altında eskiyor, yıpranıyor veya
unutulup gidiyordu. Bundan dolayı da Allah-u Teâlâ, başka
bir peygamber göndererek dini yeniliyor, insanların ihtilafa
düştükleri konuları onlar için açıklıyor ve bazen de zaman
gereksinimlerine göre eski öğretilere bir şeyler ilave
ediyordu. Ancak böyle bir durumun İslam dini için söz konusu
olamayacağı da açıktır. Çünkü bütün müslümanların
ittifakıyla İslam Peygamberi (s.a.a), peygamberlerin,
şeriatı da şeriatların sonuncusudur. Böyle bir şeriat,
tahriften uzak kalabilmesi için çok sağlam kaynaklara
muhtaçtır. Kur'ân-ı Kerim'in bu özelliğe sahip bulunduğu ve
tahrif ellerinin kesinlikle kendisine ulaşmadığı ve önünden
de, ardından da batılın gelemeyiceği yegane semavi kitap
olduğunu biliyoruz ama, İslam'ın bütün öğretileri, hatta
temel hükümlerin birçoğu bile, bütün ayrıntılarıyla
Kur'ân'da mevcut değildir. Ayrıntıların beyanı, Nebiyy-i
Ekrem'in (s.a.a) uhdesine bırakılmıştır. "Zikr'i (Kur'ân'ı)
sana indirdik ki, insanlara kendileri için indirileni
açıklayasın." (Nahl/44)
İşte
burada şu soruyla karşılaşıyoruz: "Kur'ân-ı Kerim için
geçerli olan masuniyet (korunmuşluk - dokunulmazlık)
Sünnet-i Nebeviyye için de geçerli midir?" Bilindiği gibi
müslümanlardan hiç bir kimse, Sünnet-i Nebeviyye için böyle
bir masuniyet iddia etmemiştir. Tarihi gerçekler de böyle
bir iddiada bulunmaya müsaade etmemektedir. Öyleyse İslam
dini, kıyamet gününe kadar bütün insanları yönetebilme,
hidâyet edebilme ehliyetini nereden, hangi sağlam kaynaktan
elde etmektedir?
Şia'nın
bu soruya cevabı şöyledir: Resulullah'ın (s.a.a) vefatından
sonra vahy-i İlahî kesildiyse de insanlığın gayb alemiyle
olan irtibatı tamamıyla kesilmedi. Vahy kesildiyse, nebi
olmayanların, hatta Hz. Musa'nın (a.s) annesi ve Hz. Meryem
(a.s) gibilerinin de sahip olabileceği "ilm-i vehbi" de
kesilmedi ya! Vahy kesildiyse, nebilerin dışında bazı Allah
dostlarının da faydalandığı nefsanî melekelerin yüksek bir
derecesi olan "ismet" makamına ulaşma kabiliyeti de
insanlardan alınmadı ya! Allah-u Teâlâ, bu ümmete olan lütf
u kereminden, onların arasından bu ilme ve bu melekeye sahip
olan kimselerin bulunmasını takdir etti. İşte biz bu
kimselerin, Resulullah'ın Ehl-i Beyt'inden olan "on iki imam"
olduğuna inanıyoruz.
Bir başka
tabirle Peygamberin yerine geçen kimse, vahiy almanın
dışında onun bütün görevlerini devam ettirmektedir. Bu
görevler kısaca, İslam'ı koruma, onu eksiksiz bir şekilde
insanlara açıklama ve müslümanların fikri merciliği ve
siyasi önderliğidir. Aynı görevleri devam ettirdiği için de
Peygamber'de masumiyeti gerektiren bütün aklî deliller, onun
yerine geçen imamın masumiyeti için de geçerlidir.
Bu
melekenin (masumiyetin) kimlerde bulunduğunu bilmek,
insanlar için mümkün olamıyacağına göre de Allah-u Teâlâ'nın,
Peygamberi'nin masum ve ilm-i vehbiye sahip olan vasilerini
tayin etmesi gerekir; ki tayin de etmiştir. Bizim Bu konuya
bizzat kur'ân'dan ve Resulullah'ın hadislerinden
delillerimiz var, (Mâide suresi, âyet 3 ve 67 gibi, Sekaleyn
ve Sefine hadisleri gibi); fakat mevzumuzun dışında olduğu
için onları geçiyoruz. Bunun delillerini geniş bir şekilde
öğrenmek istiyorsanız
www.caferilik.com
sitesinin "İnançlar bölümünün "İmamet" kısmına müracaat edin.
İmamların
da peygamberler gibi masum oldukları, ilgili kitaplarda
geniş olarak ele alınmış ve bir çok nakli deliller
zikredilmiştir. Burada bütün bu delillere değinmemiz mümkün
değildir. Ancak özet olarak şu delillere işaret edebiliriz:
a) Bakara
Suresi'nin 124. Âyetinde açıklandığı üzere, Allah-u Teâlâ
Hz. İbrahim'e imamet makamını verdiğinde, Hz. İbrahim'in bu
makamı kendi zürriyeti için de isteyince, Allah-u Teâlâ bu
makamın kendi ahdi olduğunu buyurmuş ve zalim olanlara
ulaşamayacağını bildirmiştir. Bu âyet-i kerimeden imamet
makamına gelen kişinin zalim olmaması, yani masum olması
gerektiği anlaşılmaktadır. Zira zulüm Kur'ân-ı Kerim'de üç
yerde kullanılmıştır.
1-
Allah'a şirk koşmak zulüm sayılmıştır: "...Şüphesiz şirk
çok büyük bir zulümdür..."[1]
2-
Kullara zulmetmek: "Asıl kınama yolu, insanlara zulmeden
ve yeryüzünde haksız yere azgınlık yapanlara karşı vardır..."[2]
3-
İnsanın kendi hakkında zulmetmesi, "...Onlardan (insanlardan)
kimi kendi nefsine zulmeder..."[3]
Zulmün
sözlük anlamı, haddi aşmak ve bir şeyi layık olmadığı yer ve
konuma getirmektir. [4]
Dolayısıyla ister kasıtlı,
ister sehven olsun her türlü hata, günah ve haddi aşmayı
kapsamı altına alır. Sehvi olan hata ve günahlara cezai
müeyyidelerin verilmemesi, makam itibariyle zalim olmamanın
şart olduğu hususlarda, sehvi hatalar açısından bile zalim
olmamalarının şart koşulmasına bir halel getirmez. O halde
imam olacak kimsenin sehvi hata ve günahlardan bile masum
olması gerektiği bu âyet-i kerimeden anlaşılmaktadır.
b) Bu
konuda delil olarak zikredebileceğimiz bir diğer âyet de
şudur: "Ey iman edenler, Allah'a itâat edin; Peygamber'e
itâat edin ve sizden olan emir sahiplerine de..."[5]
Görüldüğü gibi bu âyet-i kerimede Allah'a ve Resulü'ne
mutlak bir itâat mu'minlere emredildiği gibi, "Ulu-l Emre" (emir
sahiplerine) de aynı itaat kayıtsız şartsız mu'minlerden
istenmiştir. Bizce Emir sahiplerine böylesine bir itaatin
farz olması, onların masum olmasını gerektirir. Zira,
Allah-u Teâlâ'nın masum olmayan kimselere mutlak itaati farz
kıldığını düşünmek mümkün değildir. Çünkü böyle bir şey
Allah'ın hikmet ve şefkatiyle bağdaşmamakla birlikte, kendi
ve Resulü'ne farz kıldığı mutlak itaat emriyle de
çelişmektedir. Allah-u Teâlâ çelişkiye emretmekten ve sonsuz
hikmet ve şefkatine aykırı davranmaktan münezzehtir. Kendisi
Kur'ân-ı Kerim'de bir yerde: "Ey iman edenler şeytanın
adımlarına uymayın; kim şeytanın adımlarına uyarsa (bilsin
ki) gerçekten o çirkin utanmazlıkları ve kötülüğü emreder..."[6]
diğer bir âyette ise:
"..Şüphesiz Allah, çirkin hayasızlıklara (günahlara)
emretmez.."[7]
buyurmaktadır. Evet şeytana
uyan kötülüğe emreder; Allah ise hiçbir zaman kötülüğe
emretmez. O halde Ulu-l Emre mutlak bir şekilde itâat etmeği
emrediyorsa, bu Ulu-l Emr'in hiçbir zaman şeytana
uymayacağını, dolayısıyla da kötülük ve günaha emr ve sevk
etmeyeceğini gösteriyor; zaten bizim masumiyetten maksadımız
da bundan ibarettir.
Kaldı ki
eğer Ulu-l Emr'e itaat sınırlı olsaydı bunu mutlaka
bildirmesi gerekirdi. Nitekim ana-babaya itaat gibi insanın
sadece kendisini ilgilendiren ve Ulu-l Emr'e itaatle
kıyaslanması bile abes olan bir konuda onlara itaati
emretmesinin ardından hemen sınırını da belirlemiştir:
"Biz insana,
ana-babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Eğer onlar
seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşman
için zorlarlarsa, onlara itaat etme."
(Ankebut, 8)
Durum böyleyken yüce Allah nasıl olur da dinin temel taşını
içeren ve insan mutluluğunun bağlı olduğu böylesine önemli
bir meselede söz konusu kayıtları açıkça belirtmez?
İşte bu
yüzden Ulu-l Emr'in her kes olamayacağını, bunlardan söz
konusu özelliği taşıyan belli kimseler kastedildiği
görüşündeyiz. Bunu da Resul- Ekrem (s.a.a) kendi
hadislerinde açıklığa kavuşturmuş ve onlardan maksadın Ehl-i
Beyt İmamları olduğunu buyurmuştur.
Buna bir
örnek olarak, Hz. Resulullah'ın sahabesinden Cabir bin
Abdullah'ın hadisini zikredebiliriz. Cabir bin Abdullah
şöyle diyor: "Allah'a, Resulü'ne ve emir sahiplerine
itaat etmenin vacip olduğunu bildiren âyet indiği gün
Peygamber'e sordum: "Allah ve Resulü'nü tanıyoruz. Ama emir
sahiplerinin kimler olduğunu bilmiyoruz. Onlar kimlerdir?"
Resul-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurdular: Onlar benim
halifelerimdir. Onların ilki Ali bin Ebi Talib, sonra Hasan,
sonra Hüseyin, sonra Ali bin Hüseyin, sonra da Tevrat'ta
Bakır diye anılan Muhammed bin Ali'dir. Ey Cabir! Sen onu
göreceksin. Gördüğünde benim selamımı ona iletirsin. Ondan
sonra Cafer bin Muhammed Es-Sadık, sonra Musa bin Cafer,
sonra Ali bin Musa, sonra Muhammed bin Ali, sonra Ali bin
Muhammed, sonra Hasan bin Ali ve en sonuncusu Allah'ın
yeryüzündeki hücceti ve kulları arasındaki saklantısı olan
ve benim isim ve künyemi taşıyan Hasan bin Ali'nin oğludur."
[8]
c) Diğer
bir delilimiz ise "Tathir âyeti" diye meşhur olan âyet-i
kerimedir. Allah-u Teâlâ bu âyette şöyle buyuruyor: "Gerçekten
Allah her çeşit pislik ve fenalığı siz Ehl-i Beyt'ten
uzaklaştırmayı ve sizi tertemiz kılmayı irade eder."[9]
Ehl-i
Beyt ve Ehl-i Sünnet tarafından nakledilen çok sayıda
hadisler, zikredilen âyetin Peygamber-i Ekrem, Ali, Fâtıma,
Hasan ve Hüseyin (Allah'ın selamı onların üzerine olsun)
hakkında nazil olduğunu beyan etmektedir.
Ömer bin Ebu Selme şöyle
rivâyet ediyor: "Zikredilen âyet Ümm-ü Seleme'nin evinde
nazil oldu. Sonra Hz. Resul (s.a.a) Ali, Fâtıma, Hasan ve
Hüseyin'i yanına çağırdı ve mübarek abasını onların üzerine
atarak şöyle buyurdu: 'Allah'ım! Bunlar benim Ehl-i
Beyt'imdir. Her çeşit pislik ve noksanlığı onlardan
uzaklaştır ve onları tertemiz kıl.' Ümmü Seleme: 'Ya
Resulallah, ben de onlardan mıyım?' deyince de, Hazret: 'Hayır,
ama sen hayır üzeresin' buyurdu." [10]
Tathir
âyeti nazil olduktan sonra, Hz. Resul, altı aya kadar, bazı
rivâyetlere göre de sekiz aya kadar, sabah vakitleri, sabah
namazına gittiğinde Hz. Fâtıma'nin evinin önünden geçer,
mezkur âyeti okur, Ehl-i Beyt'ini tanıtır, onlar için dua
ederdi.[11] Tathir âyeti olarak bilinen bu âyet-i kerime
açık bir şekilde Ehl-i Beyt'in masumiyetini (günah ve
hatadan uzak olmalarını) ifade etmektedir.
Şöyle ki;
âyette geçen rics (pislik-kir-fenalık) kelimesinden maksat
zahiri, pislik değildir. Çünkü herkesin pislik ve necasetten
kaçınması gerekmektedir. Üstelik eğer maksat zahiri necaset
olsaydı, artık o kadar teşrifat, tanıtmak ve Peygamber'in
duasına da gerek duyulmazdı. Ümm-ü Seleme o âyetin
kapsamında olmayı arzu edince de, hayır cevabıyla
karşılaşmazdı. Demek ki âyetin maksadı zahiri necaset ve
pislik değildir, maksat batini pislik, yani alemlerin
Rabbine karşı günah ve isyanda bulunmaktır.
Dolayısıyla âyetin manası şöyle olur: "Allah siz Ehl-i
Beyt'ten her türlü günah ve isyanı uzaklaştırmayı ve sizi
tertemiz kılmayı irade buyurmuştur." Bu iradeden maksat,
tekvini iradedir. Zira, teşrii iradeyle Allah herkesin pak
olmasını irade etmektedir. Bu âyette Ehl-i Beyt özel olarak
ele alındığına ve Ümmü Seleme'nin onun kapsamı dışında
bırakıldığına göre, bu teşrii irade değil, tekvini iradedir.
Allah-u Teâlâ'nın tekvini iradesinin gerçekleşmemesinin
mümkün olmadığı da nazara alınınca, Ehl-i Beyt'in
masumiyetinin Allah'ın tekvini iradesi gereğince muhakkak
olduğu ortaya çıkıyor.
İşte
bunun içindir ki, Hz. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur:
"Ben ve Ehl-i Beyt'im günah ve isyandan masumuz."[12]
İbn-i
Abbas şöyle rivâyet ediyor: Resulullah'tan duydum şöyle
buyuruyordu: "Ben, Ali, Hasan, Hüseyin ve Hüseyin'in
soyundan gelecek olan dokuz imam tertemiz ve masumuz."[13]
Hz. Ali (a.s)
şöyle buyuruyor: "Allah-u Teâlâ Peygamberi'ne itaati vacip
kılmıştır. Çünkü o masumdur ve hiçbir zaman halkı Allah'a
isyana götüren yöne yöneltmez. Emir sahipleri olan imamlar
da öyledir. Onlara itaat, Allah ve Resul'ü tarafından vacip
kılınmıştır. Onlardan başka kimseye itaat kayıtsız ve
şartsız vacip değildir."[14]
d) Ehl-i
Beyt İmamları'nın masumiyetini ispatlayan diğer bir delil
de, önceden de değindiğimiz, Sakaleyn hadisi olarak meşhur
olan ve Ehl-i Sünnet kaynaklarında da en otuz senetle
nakledilen hadis-i şeriftir. Hz. Resulullah (s.a.a) bu
hadisinde şöyle buyurmuştur: "Ben sizin aranızda iki ağır
emanet bırakıyorum; bunlardan birisi Allah'ın kitabı (Kur'ân)dır;
diğeri ise benim Ehl-i Beytim. Onlara sarıldığınız müddetçe
asla dalalet ve sapıklığa düşmezsiniz. O ikisi (Kevser)
havuzu başında bana varıncaya kadar asla birbirinden
ayrılmazlar..."
Açıktır
ki, Cenab-ı Hakk'ın ilminin tecellisi olan Kur'ân masumdur.
Ona ne önünden ne de arkasından batıl gelemez. Bunu bizzat
Allah-u Teâlâ Kur'ân'da beyan buyurmuştur.[15] O halde
kıyamet gününe kadar asla Kur'ân'dan ayrılmayacak olan Hz.
Ali ve Ehl-i Beyt İmamları'nın da masum olduğu ortaya
çıkıyor. Zira aksi taktirde bilerek veya bilmeyerek onların
Kur'ân'dan ayrılmaları söz konusu olabilir. Oysa Hz.
Resulullah'ın bu sahih hadisi böyle bir şeyin olmayacağını
garantilemiştir. Bir de Ehl-i Beytin bazen yanıldıklarını
veya günaha müptela olduklarını farz edersek, o zaman Allah
Resulü'nün "Onlara sarıldığınız müddetçe asla dalalete
düşmezsiniz" buyurması abes olurdu. Zira günah işleyen,
başkalarını da günaha götürür; hata yapan başkalarını da
hataya sürükler. Öyle olmayacağına göre o zaman Ehl-i Beyt
unvanı altına girenler masumdurlar demektir.
Hz. Ali
ve Ehl-i Beyt hakkında Resulullah'tan nakledilen daha bir
çok hadisten de aynı şeyleri anlamak mümkündür ki biz bu
kadarıyla yetiniyoruz.
Büyük
Ehl-i Beyt alimi Seyyid Murtaza şöyle diyor: "İster hata ve
isyan kasten olsun, ister sehven olsun, hata ve isyan etme
ihtimali olan bir kişinin sözlerinin bir imamdan beklenen
etkide olmayacağı açıktır. Zira eğitim ve örnek olma
hususunda her iki çeşit hata ve isyanın etkisinin olumsuz
yönde olduğu açıktır."
Durum
böyle olunca, Allah-u Teâlâ'nın hikmet ve şefkati,
insanların talim, terbiye ve hidâyetiyle görevli kıldığı
kimsenin önünden her türlü engeli götürmesini icap
etmektedir. O halde insanların hidâyet, talim ve
terbiyesiyle görevli kılınan imamların masum olması gerekir.
Kısacası
İmamın üstlendiği ağır görev ve mesuliyet, onun masum
olmasını zorunlu kılmaktadır. Nitekim Resul'ün üstlendiği
ağır vazife, onun masum olmasını gerektirmektedir. Geçen
bahislerimizden anlaşıldı ki, imam peygamberden sonra İslam
toplumunun hidâyet, terbiye ve idaresi yanı sıra, Allah'ın
dininin koruyucuları ve müfessirleridir. Böyle ağır bir
mükellefiyet altında olan kişinin masum olması aklen
gereklidir. Zira aksi taktirde bu önemli görevini yerine
getiremeyeceği açıktır. O halde imamlar masum olmalıdır. Bu
yüzden masum olmadıkları her kes tarafından bilinen ve kabul
edilen kimseler haksız yere hilafet makamını
üstlendiklerinde akıl almaz hatalar yapmış ve bir çok zaman
hatta açık naslar karşısında dahi güya içtihatta
bulunmuşladır ki bunlardan bir kısmını yine de Hz. Ali (a.s)
müdahale ederek düzeltmiştir. Bu yüzden de tarihlerin de
belirttiği gibi İkinci Halife sık sık şu cümleyi kullanırdı
"Eğer Ali olmasaydı, Ömer helak olurdu." Halbuki kimse Hz.
Ali'nin her hangi bir konuda yanlış yaptığını nakletmemiştir.
Bu da onun masum olduğunun bir başka göstergesidir. Biz
diğer Ehl-i Beyt İmamları için de durumun aynı olduğu
iddiasındayız. Evet onların nurlu hayatında en ufak bir
lekeye rastlamak mümkün değildir. Aksini iddia eden varsa,
alsın eline muteber tarih kitaplarını ve delil göstersin. O
İlahî şahsiyetlerin ilim ve irfanları hakkında da aynı şeyi
söylüyoruz. Müslümanlar arasında meşhur olan şahsiyetlerin
her hangi birisini dikkate aldığımızda, onların ne kadar
tahsil gördüklerini, kimlerden yararlandıklarını, yani
hocalarının kimler olduğunun açık bir şekilde beyan
edildiğini görmekteyiz. Ama Ehl-i Beyt İmamlarının hakkında
böyle bir şey söz konusu değildir. Yani kimse onların
zamanlarında bulunan her hangi bir alimden istifade
ettiklerini yazmamıştır. Halbuki onların her birisinin
zamanlarının en büyük alimi olduklarında ve bir çoklarına
hocalık yaptıklarında her kes müttefiktir. Bu da onların
ilim ve irfanın tahsille elde edilmediğini göstermektedir.
Evet onların ilimlerinin bir kısmı bizzat Resulullah'tan
kendilerine miras kalmış, bir kısmı ise vehbidir.
Son
olarak bir hususun altını çizmekte de fayda var; zannedersem
bazı kardeşlerin Ehl-i Beyt İmamlarının masum olmalarını
yadırgamaları, Peygamberlerden başkasının masum olamayacağı
zannıdır. Halbuki bu yanlış bir zandır. Mesela Kur'ân-ı
Kerim'den Hz. Meryem'in de masum olduğunu anlıyoruz. Halbuki
onun peygamber olmadığını hepimiz biliyoruz. Kur'ân-ı Kerim
Hz. Meryem hakkında şöyle buyuruyor: "Hani melekler de 'Ey
Meryem, şüphesiz Allah seni seçti, seni tertemiz kıldı ve
âlemlerin kadınlarına üstün kıldı' demişti."[16]
Bu
mevzuda söylenecek daha bir çok söz var ki biz şimdilik bu
kadarıyla yetiniyoruz. Allah-u Teâlâ cümlemize hakikatleri
arama, bulma ve ona ittiba etme gayret ve samimiyetini
inâyet buyursun.
DİPNOTLAR
[1]- Lokman, 13,
[2]- Şûrâ, 42.
[3]- Fâtır, 42.
[4]- Lisân-ül
Arap, C.12, S.373.
[5]- Nisa, 59.
[6]-Nur, 21.
[7]-A'râf, 28.
[8]-Bu hadis Şia
kaynaklarını yanısıra Ehl-i Sünnet'in şu kaynaklarında da
nakledilmiştir: Yenâbi-ül Meveddet (Kunduzî elHanefî),
S.114-117-494, Şevâhid-üt Tenzil (Hâkim el-Heskânî el-Hanefî),
C.1, S.148, Tefsir-i Fahr-i Râzî, C.3, S.357, Ferâdüs
Simtayn (Hamavî), C.1, S.314.
[9]- Ahzab: 33.
[10]- Yenabi-ül
Meveddet S.125.
[11]- Ed-Dürr-ül
Mensur, C.5, S.199.
[12]- Ed-Dürr-ül
Mensur, C.5, S.199.
[13]- Yenabi-ül
Meveddet, S.445.
[14]- Bahr-ül
Menakıb, S.100
[15]- Fussilet,
42.
[16]- Al-i İmrân,
42.
|