Bismillahirrahmanirrahim
205 :
Bu yazıda, Merhum Allame Tabatabaî'nin,
bazı batı hayranı kimselerin kendisine çeşitli İslamî
konularda yönelttikleri kırk soruya verdiği cevaplar yer
almaktadır. Bu cevapların siz muhterem ziyaretçilerimize de
faydalı olacağını düşündüğümüz için hepsini bir arada
huzurunuza takdim ediyoruz.
MERHUM ALLÂME TABÂTABÂÎ'NİN
KIRK SORUYA VERDİĞİ CEVAPLAR
SORU ve
CEVAPLAR:
Soru
205-2:
Acaba kadının erkekle eşit olarak politika ve devlet
işlerinde rolü olabilir mi?
Cevap
1 ve 2:
İslam öncesi insanlar, kadın hakkında şu iki görüşe
sahiplerdi: Bir grubu kadına evcil hayvan gibi
davranıyorlardı. Onlara göre kadın toplumun bir parçası
sayılmıyordu, fakat hizmetinden toplumun yararına
faydalanılması için tutulabilirdi. Daha medeni olan ikinci
grup kadına uzvu noksan bir varlık gibi davranırdı. Onların
yanında kadın toplumdaki bir çocuk veya esir gibi olup
erkekler tarafından idare edilen, haline göre belli başlı
hukuku vardı. İnsan dünyasında kadının toplumun tam bir
üyesi, kamil bir parçası olduğunu ilk olarak İslam ilan etti
ve onun fiiline saygı duydu: "Şüphesiz ben, erkek olsun,
kadın olsun, sizden bir işte bulunanın işini boşa çıkarmam."
(Âl-i İmran, 195) Ancak İslam dininde sadece üç toplumsal
alanda kadına müdahale hakkı verilmemiştir: 1- Hükümet, 2-
Kadılık ve hüküm verme, 3- Sıcak savaş (ilgili diğer
bölümlerde değil). Bunun nedeni ise -dini kaynaklardan elde
edildiği üzere- kadının, taakkul yönü güçlü bir varlık olup
daha çok akla dayanarak hareket eden erkeğin aksine şefkat
dolu ve duygusal bir varlık oluşudur. Bu üç konu ise
duyguyla değil akletme ile ilgilidir. Ve açıktır ki duygusal
bir varlık yüzde yüz akletmeyi gerektiren bir işe hiçbir
şekilde müdahale etmemelidir; aksi durumda gelişemez. Bunun
en bariz örneği batıda erkek ve kadının ortak eğitim ve
öğretiminde kullanılan ortak mesaileridir. Batı dünyası
şimdiye kadar bu üç toplumsal alanda önemli rakamda kadınlar
yetiştirememiştir. Kadılık, politika ve savaş komutanlığında
harikalar yaratan kadınların sayısı erkeklere oranla çok
azdır. (ama örneğin hemşirelik, rakkaslık, sinema
yıldızlığı, ressamlık ve müzik yapımcılığı gibi konularda
böyle değildir.)
Soru
3: Niçin
kadının mirastan aldığı pay erkeğin payından azdır?
Cevap
3: İslam
dininde kadın mirastan bir pay, erkek ise iki pay alır;
bunun sebebi ise (rivayetlerde geçtiği gibi) kadının geçim
masraflarının erkeğin (kocasının) üzerine olmasıdır; bu
hüküm de kadının duygusal ve erkeğin ise akli yönü güçlü
olan bir varlık olmasından kaynaklanmaktadır. Şöyle ki,
bütün asırlarda yeryüzündeki servet, o asırda yaşayan nesle
aittir ve sonraki nesil önceki neslin yerine geçerek bütün
servetleri miras alır ve genel olarak sürekli kadınlarla
erkeklerin sayısı farklı olduğundan İslam dini açısından
genel servetin üçte ikisi erkeğin, üçte biri de kadınındır.
Diğer taraftan erkeğin kadının masrafını karşılamakla da
sorumlu olduğundan ve böylece kadın kendi payı olan üçte
bir'le birlikte erkeğin payının yarısına ortak olduğundan
servetin üçte ikisi kadına, üçte biri ise erkeğe ait olmuş
olur ve sonuçta malikiyet açısından servetin üçte ikisi
akla, üçte biri ise şefkat ve hisse; masraf açısından ise
tam aksine servetin üçte ikisi şefkate, üçte biri ise akla
aittir ve bu en adil bölüştürmedir. Ayrıca bu terbiyenin
aile yapısında derin ve faydalı etkileri vardır. Nitekim
buna 11. sorunun cevabında da işaret edilecektir.
Soru
4: Neden
boşama hakkı erkeğe verilmiştir?
Cevap
4: Dini
açıklamalardan anlaşıldığı kadarıyla bu konu da erkeğin
taakkul ve tedbir yönü güçlü ve kadının ise duygusal bir
varlık olmasıyla ilişkilidir. Buna rağmen İslam dininde
kadının evlilik esnasında erkeğin yetkilerini belli bir yere
kadar kısıtlayabilmesi veya boşanma konusunda bir takım
yetkilere sahip olması için bazı yollar önerilmiştir.
Soru
5: Acaba
kadın iktisadi ve mali işlerde müstakil olabilir mi?
Cevap
5: İslam'da
kadın kendine ait iktisadi ve mali işlerde tamamen
bağımsızdır.
Soru
6: Niçin
erkek çok evlilik yapabiliyor?
Cevap
6: Elbette
açıktır ki, İslam dini çok evliliği meydana getirmemiş,
sadece erkeğin dördü geçmemek şartıyla birden fazla kadınla
evlenmesine müsaade etmiştir; o da onlar arasında adalet ve
eşitliği sağlayabileceği durumda. Böyle bir hüküm için de
uygun bir ortamın olması gerekiyor; yani kadınların
sayısının az olması ve erkeklerin de bu işe yüklenmesiyle
toplumun düzeni bozulmayacak şekilde olmalıdır. Erkekler
açısından durum açıktır, çünkü ev hazırlamak, karısı ve
çocuklarının geçim masrafları erkeğin üzerinedir ve ayrıca
adalet de şart koşulmuştur; bunu ise ancak sayılı kişiler
uygulayabilir. Diğer taraftan da tabiatta koyulan İlahi
düzen ve dış etkenler, evlenme yeteneği olan erkekten daha
fazla kadın meydana getirmektedir.
Eğer belli bir
yılı başlangıç olarak belirterek her yıl eşit sayıda dünyaya
gelen erkekle kız bebeklerin sayısını karşılaştıracak
olursak on altı yıl sonra evlenme çağına gelen kızların
evlenme çağındaki erkeklerin yedi katı olduğunu görürüz,
yirminci yılda kızların sayısıyla erkeklerin sayısı 11-5
oranında olur, yirmi beşinci yılda 16-10 oranını bulur; bu
durumda çok evlilik yapan erkeklerin sayısını beşte bir
olarak kabul etsek erkeklerin yüzde sekizi tek zevceli,
yüzde yirmisi dört zevceli ve otuzuncu yılda ise erkeklerin
yüzde yirmisi üç zevceli olacaktır.
Ayrıca,
kadının ömrü erkekten fazladır ve sürekli toplumda dul
kadınların sayısı eşini kaybeden erkeklerden fazladır. Yine
canını kaybeden erkeklerin sayısı kadınlara oranla çok daha
fazladır, özellikle önemli ve umumi savaşların ağır
kayıpları buna tanıktır. Bu son birkaç yıl içerisinde
(makalenin yazıldığı tarih olan takriben otuz kırk yıl önce)
gazete ve dergilerde Alman kadınlar cemiyetinin, devletten,
kocası olmayan kadınların ihtiyaçlarının giderilmesi için
defalarca İslam'ın çok evlilik kanununu Almanya'da
uygulanmasını istediklerini, fakat hükümet kilisenin
muhalefeti nedeniyle bu isteği reddettiğini okumuşsunuzdur.
Diğer
taraftan, kadınların çok evliliğe karşı çıkmaları doğal
içgüdüsel bir duyguya dayanmamaktadır; çünkü iki, üç ve dört
evlilik yapan erkekler kadınlarla zorla evlenmemekteler ve
erkeğin ikinci, üçüncü ve dördüncü eşi olan kadınlar da
gökten indirilmedikleri gibi yerden de bitmemişlerdir; onlar
da normal kadınlardırlar. Yüzlerce ve binlerce yıl bir çok
milletlerde uygulanan bu gelenek o milletlerde ne garizi
fesat meydana getirmiş ve ne de kadın kıtlığına sebep
olmuştur.
Soru
7: İslam
dininin zaman akışını idrak edemediğini ve dinin zaman ve
mekan şartlarını uygun olması gerektiğini kabul ediyor
musunuz?
Cevap
7: İslam'ın
zaman akışına ayak uyduramadığına ve dinin zaman ve mekan
şartlarına uygun olması gerektiği sözü, felsefi düşünceden
daha çok şiirsel düşünceye benzemektedir. Zaman ve mekan
değişmemiştir ki insanın toplumsal kanunlarının değişmesini
gerektirsin: Gece gündüz aynı gece ve gündüzdür, yer, gök ve
diğer şeyler de bin yıl önceki şeylerdir. Ancak insanın
yaşam tarzı günden güne değişmiş, günden güne istek ve
beklentilerini artırmış veya değiştirmiş ve
değiştirmektedir. İnsanın faal gücü hayret verici artışıyla,
dünkü padişahların aklından geçmeyen çeşitli zevk ve
sefaları bu günün dilencilerine düşünüp isteme cüreti
veriyor.
Toplumdaki bu
düşünce değişimi, aynen bir kişide yaşamının çeşitli
durumlarına göre oluşan düşünce değişimi gibidir. Yoksul bir
adam her şeyi unutur ve sadece midesini düşünür. Günlük
yiyeceği temin edilince giyeceğini temin etmeye gayret
gösterir. Ondan sonra da ev ve aile teşkili, sonra evlat,
sonra yaşamını genişletme, servetini çoğaltma, teşrifat ve
övünç kaynaklarını genişletmeye çalışır, çeşitli
eğlencelerle meşgul olur ve bu şekilde günümüzde toplumsal
kanunlar, toplumun çoğunluğunun isteğini, gerçek maslahata
uygun olmasa bile destek edinir ve yine azınlığın isteğine,
toplumun gerçek maslahatına uygun olsa bile önem vermez.
Fakat İslamî düşünce tarzı bundan farklıdır. İslam
yasamalarında doğal insanı (Kur'an-ı Kerim'in tabiriyle
insan fıtratını) kendine destek edinir. Yani insanın vücut
yapısını donanmış olduğu özel teçhizatla göz önünde
bulundurarak ve bu teçhizatlı yapının kendisinin gösterdiği
ihtiyaçları gözeterek onlara uygun kanunlar düzenler.
Sonuçta İslam, koyduğu bu kanunlarla toplumun gerçek
maslahatını temin etmeyi amaçlar; dolayısıyla bu kanunların
çoğunluğun isteğiyle bağdaşıp bağdaşmaması hiçbir şeyi
değiştirmez. İşte bu kanunlara İslam şeriat ismini vermiş,
bunların değişmezliğini vurgulamıştır; çünkü onun desteği
insanın değişmez tabii yaratılışıdır ve insan insan oldukça
onun tabii ihtiyaçları da sabittir. İslam'ın sabit kanunları
(şeriat) dışında değişken kanunları da vardır ve onlar yaşam
değişimleriyle ilgili kanunlardır ve medeniyetin ilerlemesi
sonucu ve bu değişken kanunların şeriat kanunlarına nispeti,
millet meclisinin kaldırılabilecek kanunlarının değişmez
anayasa kanunlarına dönüşmesi gibidir.
İslam, din
hükümeti valisine din kanunları ışığında gerekli yerlerde
zamanın maslahatına göre ve şuranın uygun görüsüyle gerekli
kararlar alıp uygulaması için yetki vermiştir; bu kararlar
maslahat gerektirdiği müddetçe geçerlidir ve maslahatın
kalkmasıyla da geçerliliğini kaybederler; tam aksine, şeriat
kanunları değişmez. Dolayısıyla İslam dininin iki türlü
kuralları vardır: Biri insanın sabit tabiatıyla desteklenen
şeriat ismi verilen sabit kurallar ve diğer ise zaman ve
şartların maslahatıyla desteklenen, maslahatın değişmesiyle
değişebilen değişken kurallar; örneğin beşer bir noktadan
başka bir noktaya intikal etmeye ihtiyacı yoktur; ancak daha
önceleri yolculuk yaya olarak veya at ve eşekle yapıldığı
için fazla kurallar düzenlemeye gerek yoktu, ancak günümüzde
araçların gelişmesi, çöl hatları, deniz hatları, yer altı
hatları ve hava hatlarının meydana gelmesiyle bir çok dakik
kurallara gerek duyulmuştur. İşte buradan "İslam zaman
akışını izleyememiştir" sözünün ne kadar yanlış olduğu
ortaya çıkmaktadır.
İtiraz
edilebilecek tek nokta, bu asrın gerçek maslahatıyla mesela
bağdaşmayan İslam'ın bazı hükümlerini göstermeleri veya
yararını sormalarıdır. Bu bahis oldukça geniştir; bu
yazımızın müsaade ettiği kadarıyla konuyu izledik; buna
rağmen eğer bu bahisle ilgili meçhul bir nokta varsa veya
bir sorunuz olursa uyarmanız durumunda konuyu
sürdürebiliriz.
Soru
8: İslam
kanunlarından bir çoğunun bundan 1400 sene öncesi zaman ve
mekanına uygun olarak meydana geldiğin ve şimdi ise
değişmesi gerektiğini düşünüyor musunuz?
Cevap
8: Bu
sorunun cevabı önceki sorunun cevabında geçti. İslam
şeriatının kanunlarının dayanağı insanların çoğunluğunun
isteği değil, insanın özel yaratılışı ve fıtrattır. Allah
Teala buyuruyor ki: "Öyleyse sen yüzünü Allah'ı birleyen
(bir hanif) olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir; ki
insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışı için
hiçbir değiştirme yoktur." (Rum, 30)
Soru
9: Hz.
Zeyneb'in (s.a) veliahtlık makamına sahip olduğunu kabul
ediyor musunuz?
Soru
10: Eğer
Hz. Zeyneb (s.a) veliahtlık makamına sahip idiyse, bu
durumda İslam dininde kadının da liyakati varsa, erkekle
omuz omuza ilerleyebileceğini kabul ediyor musunuz?
Cevap
9 ve 10:
Bunu kanıtlayacak hiçbir delil yoktur; esasen İslam'da
"veliahtlik" diye bir makam yoktur. "Veliahtlik"ten
maksadınız muavinlik ve halifelik ise kesin deliller
gereğince üçüncü imamın halifesi kızkardeşi Hz. Zeynep (s.a)
değil dördüncü imamdır.
Evet,
rivayetlerden anlaşılıyor ki Hz. Zeyneb (s.a) İmam
Hüseyin'in (a.s) Yezin'in zorba saltanatı ve Ümeyyeoğulları
zalimlerine karşı kıyamında Hz. Hüseyin'in (a.s) vasiyeti
gereğince üzerinde ağır sorumluluklar vardı ve vazifesini
yerine getirmede de ilmi ve ameli liyakatini, olağan üstü
dini kişiliğini ispatladı. Esasen bilinmesi gerekir ki İslam
dini açısından insanın toplumda değeri ilim ve takvasıyla
(kişisel ve toplumsal hizmetleriyle)dir. Ve diğer
toplumlarda servet, azamet, kabile, tabiler, aile soyluluğu,
hüküm verme ve hükümet makamlarına geçmek, askeri makamlar
gibi imtiyaz vesilesi olan diğer şeylerin övünmelerine sebep
olacak ve onları diğerlerinden üstün kılacak hiçbir türlü
değer ve imtiyazı yoktur. İslam dininde hiçbir imtiyaz güç
uygulamak ölçüsü edilemez. Dolayısıyla, Müslüman bir kadın
dini imtiyazlarda erkeklerle omuz omuza ilerleyebilir ve
eğer becerebilirse bütün erkeklerden ileri geçebilir; öyle
ki hükümet, hüküm verme ve savaş meseleleri dışında bütün
toplumsal sahalarda erkeklerle eşit hareket edebilir. Allah
Teala buyuruyor ki: "Şüphesiz Allah katında sizin en
üstün olanınız takvaca en ileride olanınızdır."
(Hucurat, 13) "De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur
mu?" (Zümer, 9)
Soru
11: Evlilik
ve akrabalık bağı oluşturma konusunda İslam'ın görüşü nedir?
Cevap
11: Bu
alanda geniş açıklama -evlilik ve aile teşkili ve
kanunlarının senetleriyle birlikte külliyatı hakkında
İslam'ın görüşü- bu kısa makaleyi aşar. Burada kısaca şunu
söyleyebiliriz: İslam, evlilik ve aile kurmayı, insan
toplumunun meydana gelişi ve bekasının temel etkeni
saymıştır; şöyle ki, yaratılış, insanı erkek ve dişi tenasül
organıyla ve daha sonra garizeyle donatmış, böylece insan
fertlerinin toplum oluşturmak için birbirlerine yaklaşıp
ortak bir çocuk meydana getirmelerini, vücutlarının parçası
olan çocuklarına karşı şefkat ve duyguları nedeniyle
hamilelik döneminde ve doğumdan sonra onun bakım ve
eğitimiyle uğraşmalarını, günden güne aldıkları ıstırapla
karışmış lezzet sonucu duygu ve hislerinin artmasını,
sonuçta eğitim faaliyetlerinin kaç kat artmasını, böylece
bebeği yetkinlik çağına ulaştırmasını, anne babanın bu
duygularına karşılık bebeğin de taptaze duygularla anne ve
babasına yönelmesini ve böylece aile toplumu ve ondan sonra
akraba toplumu ve sonra da şehir ve ülke toplumunun meydana
gelmesini amaçlamıştır. Açıktır ki bu durumda toplumun
bekası ve çökmekten korunması için garizî eğilimler
sınırlanmalı ve erkek resmi karısının ve kadın da resmi
kocasının dairesinden dışarı çıkmamalı, bebeğin babası belli
olmalıdır (çünkü kadın anneliğini teşhis etmek için doğal
tazmine ihtiyacı vardır ve o da hamileliktir). Aksi durumda
gençler mümkün oldukça garizî eğilimlerini gayr-i resmi
yollarla doyuracak, aile teşkili sorumluluğunun zorluğu
altına girmekten kaçınacak, babalar ve çocuklar aralarındaki
bağa güvenilmeyecek, sonuçta ailevi duygular gittikçe
zayıflayacak ve zinanın zorunlu yayılmasıyla bu fuhuşun
ürünleri olan sağlıksal, toplumsal, ahlaki sorunlar ve
neslin kesilmesiyle karşılaşılacak ve sayısız ihanetlerle
ailevi duygular tamamen yok olacaktır. Gördüğünüz gibi
cinsel ilişkiler konusunda serbestlik yaşanan ülkelerde
günden güne aile duyguları çözülmektedir; bu durumun devam
etmesi insanlığın geleceğini kesin olarak tehdit etmektedir.
Birkaç yıl önce gazete ve dergilerde her yıl Amerika'da
kadın ve erkeğin tesadüfi cinsel ilişkisi sonucu, öncesi
aşka dayanmayan üç yüz bin bebek babasız olarak dünyaya
geldiklerini okuduk; bu durumda yüz yıl sonra insan
toplumunun durumunun ne olacağı da ortadadır. Bu açıdan
İslam erkek ve kadının evlilik dışı cinsel ilişkisini
yasaklamış, çocuğun yaşam masraflarının babasının üzerine
bırakmış ve çocuğunun yaşamından onu sorumlu tutmuştur.
İslam dininde akrabalık toplumunda doğal muaşerette
bulunanların birbirleriyle evlenmeleri yasaklanmıştır. Onlar
da şunlardan ibarettir: Anne, hala, teyze, kız kardeş, kız
ve erkek kardeşinin kızı erkeğe haramdır ve yine oğlunun
karısı, karısının annesi, annesiyle ilişkide bulunmuşsa
karısının kızı, karısının kız kardeşi -karısıyla evliliği
devam ediyorsa ve yaşıyorsa-, yine kocası olan kadınlar ve
süt akrabalarının evliliği de nesebi akrabalar gibidir.
Kadınlara da erkekler aynı nispetle haramdırlar. Bunların
delili, Kur'an-ı Kerim'in Nisa suresindeki ayetler,
Resulullah ve Ehl-i Beyt imamlarından nakledilen
hadislerdir.
Soru
12: İslam,
talak (boşama) konusuna nasıl bakmaktadır?
Cevap
12: Boşama,
İslam yasamasının iftiharlarından biri olup karıyla kocanın
uyuşmazlığından kaynaklanan ebedi bedbahtlığa son veren bir
düzenlemedir. Bu kanunun metanetinden dolayı hatta Müslüman
olmayan devletler bile biri diğerinden sonra bu kanunu kabul
etmişlerdir; buna kısaca dördüncü sorunun cevabında
değinildi.
Boşama, İslam
dininin en açık ve zaruri hükümlerinden biridir ve kaynak
göstermeğe gerek yoktur; boşama kanunlarının genişçe
açıklaması ve kaynaklarının belirtilmesi bu kısa cevaplara
sığmaz.
Soru 13:
Acaba İslam dininde kadın da erkek gibi eş seçme hakkına
sahip midir?
Cevap: 13:
İslam dininde kadın eş seçiminde serbesttir.
Soru 14:
Eşler boşandıkları zaman evlatları kime geçer?
Cevap 14:
Kocasından boşanan kadın çocuğunu 7 yaşına kadar kendi
yanında tutabilir; bu süre içerisinde çocuğun masrafları
babasının üzerinedir. Bu hükmün kaynağı için İslam fıkhına
müracaat edilmelidir.
Soru 15:
Hz. Ali'nin (a.s), "evlatlarınızı gelecek için yetiştirin",
buyurduğunu kabul ediyor musunuz?
Soru 16:
Bu durumda bu, İslam kanunlarının zaman ve mekana göre
değiştiğini göstermez mi?
Cevap 15 ve 16:
Bu, Nehc-ul Belağa'da o hazretten mürsel olarak nakledilen
bir hadisidir ve şunu anlatmak istiyor: Çocuklar dönemin örf
ve adetlerine göre terbiye edilmemelidir; çünkü dönemin örf
ve adetlerine takılıp kalmak insanın hayatında ilerlemesini
önler. Örneğin at ve eşekle veya yaya olarak yolculuk
yapmayı alışkanlık edinen ve bununla yetinen kimse hiçbir
zaman makineden yararlanmayı, çala-çukurları doldurmayı ve
caddeleri asfaltlamayı düşünmez.
"Çocuklarınızı -nassa göre
değişmez- din kanunlarına bağlamayın" denmek istenmemiştir;
eğer gerçekten bu söylenmek istenseydi, bu hadisi reddetmek
zorunda kalırdık; çünkü Peygamber efendimiz (s.a.a) ve diğer
Ehl-i Beyt imamlarının (a.s), Kur'an'a muhalif olan
hadisleri reddetmemiz, kabul etmememiz hususunda sarih ve
kesin emirleri vardır. İşte bu nedenle her hadisi ilk önce
Kur'an'la karşılaştırdıktan sonra kabul etmek zorundayız.
Soru 17:
Eğer böyleyse neden din önderleri bu konuyu her zaman arka
planda tutmuşlardır?
Cevap 17:
Din öncüleri Allah'ın kanunlarını (şeriatı) değiştirme
hususunda en küçük bir hakka sahip değillerdir. Onların
vazifesi ancak Kitap ve Sünnet kaynaklarından din
hükümlerini elde etmektir. Nitekim bir hukukçu da ancak
ülkenin kanunlarından hukuki meseleleri çıkarabilir, ama bir
kanunun bir maddesini ve anayasanın kendisini değiştiremez.
Din kanunlarında bırakın
ulema, hatta -din ve şeriat getiren- Resulullah (s.a.a) ve
-şeriatın koruyucuları ve öğreticileri olan- onun halifeleri
ve Ehl-i Beyt imamları bile en küçük bir değişiklik
yapamazlar. Bu gibi soru ve eleştiriler batı sosyologlarının
düşüncelerinden kaynaklanmaktadır. Onlar diyorlar ki, şeriat
sahibi peygamberler, toplumları için kıyam edip insanları
doğru yola davet eden, zamanın şartlarına göre kendi
düşüncelerinden kaynaklanan bir takım kanunlar düzenleyip
insanlara öğreten, kendilerini Allah'ın melekleri ve
tertemiz düşüncelerini ilahi vahiy, Allah'ın sözü, şeriat,
Allah'ın dini ve kendilerinin düşüncelerinin kaynağını ise
Cebrail ve vahiy meleği diye tanıtan toplumun bazı aydınları
ve düşünürleridirler.
Açıktır ki,
böyle bir düşünceye göre ilahi dinlerin kanunlarının ve bu
cümleden İslam dininin kanunlarının dönemin maslahatına
uygun olarak düzenlenmiş olması gerekir ve dolayısıyla bu
kırk soruda ortaya çıkan eleştiriler de yerinde olacaktır.
Ancak bu görüş sahipleri,
görüşlerinde hataya düşmüş ve peygamberlerin davalarının ne
olduğuna bakmadan temelsiz bir sanıyla hüküm vermişlerdir.
Eğer ilahi kitapların senedi ve geçmiş peygamberlerin
tarihinde belirsizlik olduğu söylenirse, bu durumda elimizde
olan İslam'ın ilahi kitabı Kur'an-ı Kerim'in, Resulullah'ın
(s.a.a) hayatı, o hazretin ve halifelerinin kesin
buyruklarının bu görüşü yalanladığını söyleriz.
Biz şimdi İslam'ın
taraftarlığını etmek veya onun gerçeklerini savunmak
konumunda değiliz; ancak bu dinin kaynaklarıyla birazcık
tanışan, Kur'an-ı Kerim'e, din öncülerinin buyruklarına,
özellikle bu kitabı getiren Resulullah'ın (s.a.a)
buyruklarına bir göz atan kimse bunların hepsinin bu görüşü
reddettiğini görecektir. Kur'an-ı Kerim açıkça Allah'ın
dininde Resulullah'a hiçbir şekilde başına buyruk hareket
etme yetkisi tanımamış ve Resulullah'ın yegane vazifesinin
İlahî mesajları insanlara ulaştırma olduğunu açıklamıştır.
Yine Kur'an-ı Kerim İslam'ın asla
beşeri düşüncelerden kaynaklanmadığını ve Allah tarafından
kullarına gönderilen hüküm ve kanunlar olduğunu beyan
etmekte
ve Kur'an'ın bir beşer olan Peygamber'in (s.a.a) uydurup
Allah'a nispet verdiği düzmeceler olduğunu
söyleyenler karşısında açıkça "Kur'an Allah'ın kelamıdır,
bir beşerin değil" buyurmuş ve "Semavi vahyin ve nübüvvetin
Hz. Muhammed (s.a.a) ile sona erdiğini
ve Kur'an hükümlerinin kıyamete kadar devam edip asla nesh
edilemeyeceğini net bir şekilde ortaya koymuştur.
Dolayısıyla, İslam dininin
bazı kanunlarını gönümüzün yaşamıyla tatbik etmeyeceğini
söyleyen kimse, bunları ebedi hüküm ve kanunlar diye tanıtan
İslam'ın hakkaniyetini eleştirmeli, bunları değiştirmek için
bir çare aramalıdır.
Soru 18:
Tahsilli Müslüman gençlerin dine sırt çevirmelerinden,
günümüzün sanayi ve ilim dünyasıyla uyuşmayan gerici
kanunların sorumlu olduğunu düşünmüyor musunuz?
Cevap 18:
Bu boş iddia yerine, bahsin delilli bir şekilde sürmesi için
İslam'ın şu geri kalmış kanunlarından birkaç örnek
gösterilmesi daha iyi olurdu. İslam'ın gerici kanunu yoktur,
fakat kanunlarda geri kalmış Müslümanlar istediğiniz kadar
çoktur!
İlahi dinler ve özellikle
İslam dini insan için ebedi bir hayattan ve insan dünyasının
tabiat ötesiyle ilişkisinden bahsetmektedir; böyle bir
bahsin günümüz bilim ve sanayisiyle ne ilgisi var? Konu
maddenin etrafındadır; bu açıdan tabiat ötesiyle ilgili red
veya kabul şeklinde hiçbir görüş belirtmeye hakkı yoktur.
Tahsilli Müslüman
gençlerimizin sırt çevirmelerinden din kanunları sorumlu
değildir; bunun en bariz tanığı şudur: İnsan, dine sırt
çevirmesinin yanı-sıra görüldüğü gibi vicdani kuralları ve
insanlığı da ayakları altına almaktadır, tahsil görmüş
gençlerimizde yalan, ihanet, dalkavukluk, iffetsizlik ve
kayıtsızlık vardır ve bunun kendisi de onların sadece dine
değil, genellikle her türlü temizlik, doğruluk ve dürüstlüğe
düşman olduklarını göstermektedir. Diğer taraftan bir çok
tahsilli gençler de (diğerlerine oranla az da olsalar) var
ki, güzel ahlak ve maariflerle donanmış o gerici (!)
dediğiniz kanunlara bağlı olup amel etmekteler ve hiçbir
zaman İslam dini onların amel ve meslekleriyle
çelişmemektedir. Ve hiçbir zaman bundan dolayı hayatında acı
ve ıstırap hissetmezler. O halde gerçekte Müslüman gençlerin
dine sırt çevirmelerinden din kanunları, insani faziletler
ve ahlaki kurallar değil Avrupa eğitim ve öğretim metodu ve
onlara karşı vazifelerini bilmeyen ilgisiz Avrupalı velileri
sorumludur.
Soru 19:
Erkek ve kadının eşit olarak ortak oldukları fuhuş konusunda
neden kadınlar daha fazla kınanıyor?
Soru 20:
Erkeğin daha üstün ve daha güçlü bir varlık olduğunu kabul
ediyorsanız, bu durumda onun kendi amellerini daha iyi
kontrol etmesi gerektiğini, aksi takdirde daha fazla
kınanması gerektiğini kabul ediyor musunuz?
Cevap 19 ve 20:
Bu söylediklerininiz İslam'la hiçbir alakası olmadığı için,
eleştiriniz de yersizdir.
Soru 21:
Hz. Muhammed'in (s.a.a), "Birini evlatlığa kabul ettiğinizde
ona karşı kendi evladınızmış gibi davranın" buyurduğunu
diyorlar; bu doğru mudur?
Soru 22:
Bu durumda neden Hz. Muhammed (s.a.a), evlatlık edindiği
kimsenin boşadığı kadınla evlenmeye eğilim gösterdi?
Cevap 21 ve 22:
O hazret kesinlikle böyle bir tavsiyede bulunmamıştır. Bu
İslam düşmanlarının ve batılı Hıristiyanların o hazrete
yönelttikleri bir iftiradır. Resulullah'ın (s.a.a),
evlatlığının boşadığı karısıyla evlenmesinin sebebi de
buydu; o hazret bu evlilikle bu yanlış geleneğin
geçersizliğini ortaya koymak istemiştir. Çünkü o dönemde
çoğu ülkelerde çocuk bir aileden diğer birine geçebiliyor ve
ona hakiki akrabalık muamelesi yapılıyordu; bu alanda Ahzab
suresinde birkaç ayet de nazil olmuştur.
Soru 23:
İnsanoğlunu eğiterek onu, yüce insanlık makamına ulaştırmak
için gönderilen büyük bir öğretmen olan ve hareketleri diğer
insanlara örnek olması gereken Hz. Muhammed (s.a.a) neden
hayatının son dönemlerinde (yaklaşık) dokuz yaşındaki bir
kızla evlendi?
Cevap 23:
Eğer genç bir kadının yaşlı bir erkekle evlenmesinin bir
sakıncası varsa, o da genç kadının yaşlı erkekle ilişkide
bulunmaktan zevk alamaması veya aralarında yaş dengesi
olmayışından normalde erkek kadının yaşlanmadan öldüğü ve
kadın genç yaşta dul kaldığı içindir; ancak açıktır ki,
evlilik nedenleri bu ikisiyle sınırlı değildir. Bu nedenle
bu amelin yasaklanmasına hiçbir sebep yoktur. Çünkü evlilik
için bu söylenenlerden çok daha önemli nedenler olabilir.
Birkaç yıl önce Ayzinhaver,
Amerika Bileşik Devletleri'nin cumhurbaşkanı olduğu dönemde
basından Amerika'nın çok basılan dergilerinden birinde
kızlara "kiminle evlenmek isterdiniz?" diye sorduklarında
kızların çoğu "Ayzenhaver'le" cevabını verdiklerini okuduk;
oysa Ayzenhaver ne gençti, ne de yakışıklıydı. Resulullah'ın
(s.a.a) evliliği hakkında, o hazretin tarihinden haberdar
olan birisi az çok Resulullah'ın (s.a.a) şehvetperest, zevk
u sefaya düşkün birisi olmadığını, duygusal olmayıp yaptığı
işlerin aklî ve mantıkî bir nedeni olduğunu ve o hazretin bu
evliliği bu amelinin caiz olduğunu beyan etmenin yanı sıra,
tebliğ ve davetinin ilerlemesinde ve muhtemel bazı
tehlikelerin önlenmesinde önemli bir rolü olduğunu bilir.
Soru 24:
Ehl-i Sünnet'in muhalefet ettiği geçici evlilik (muta
nikahı) hakkında görüşünüz nedir? Acaba bundan maksat nedir?
Soru 25:
Bunun insani kanunlara aykırı olduğunu ve kadını (eğer onu
bir insan olarak kabul ediyorsanız) erkeğin rahatlığını
sağlayan bir eşya haline dönüştürdüğünü düşünmüyor musunuz?
Cevap 24 ve 25:
Muta nikahının meşruiyeti Kur'an-ı Kerim'de Nisa suresinin
24. ayetinde tespit edilmiştir; Şia bu alanda Ehl-i
Sünnet'in muhalefetini önemsemez. Çünkü bu amel Kur'an-ı
Kerim'de geçtiği gibi Resulullah'ın (s.a.a) hayatında,
birinci halifenin döneminde ve ikinci halifenin hilafetinin
bir bölümünde uygulanıyordu. Bundan sonra ikinci halife
tarafından yasaklanmıştır.
Ve açıktır ki Kur'an-ı Kerim'in vermiş olduğu bir hükmü
ancak Kur'an-ı Kerim'in kendisi kaldırabilir ve İslam
hükümeti din kanunları hakkında görüş belirtme yetkisine
sahip değildir.
Muta nikahından maksat geçici
nikahtır ve yukarıda söylediğimiz gibi bunun meşruiyetinde
hiçbir şüphe yoktur. Hükümlerinin felsefesi açısından,
boşamanın meşruiyeti evliliğin geçici olabileceğini
göstermektedir. Geçici evlilik etki bakımından akabinde
zarar ve mahzurlar getirmeyecek şekilde düzenlenirse yasak
olması için bir neden yoktur. "Bu hareket kadını erkeğin
rahatlığını sağlayan bir eşya haline getirir" sözü ise
zorbalıktan başka bir şey değildir. Çünkü kadın bunu zorla
değil kendi isteğiyle kabul etmektedir. Bu amelde erkek için
düşünülebilecek amaçlar kadın için de düşünülebilir. Maksat
eğer arkadaşlıksa, eğer zevk almaksa, eğer çocuk yapmaksa ve
eğer diğer istifadelerse her iki taraf için de
düşünülebilir. Dolayısıyla iki taraftan birini diğerinin
oyuncağı bilmeniz için bir neden yoktur. Ayrıca, insanların
alemine geniş bir bakışla bakarak dikkat edecek olursanız
insan toplumunun cinsel ilişkisinin nikah ve sürekli
evlilikle sınırlandırılamayacağını ve ondan başka her türlü
ilişkinin kanunlara aykırı sayılamayacağını ve hiçbir zaman
sürekli evlilik tek başına cinsel iç güdüden kaynaklanan
ihtiyaç ve sorunları karşılayamayacağını ve her kesin
sorunlarını bertaraf edemeyeceğini görürsünüz.
Dünya medeni ve yarı medeni
ülkelerinin hiç birinde resmi yöneticiler hiçbir vesileyle
geçici ilişkileri önlemeye muvaffak olamamışlardır; bütün
büyük şehirlerde bu amel için açık veya gizli merkezler
vardır. Bu durumda cinsel ilişkiyi evlilikle sınırlandırmak
ve mutlak olarak zinayı önlemek isteyen bir din, bu umumi iç
güdünün gereklerine yeteri cevap verebilmek için
kanunlarında, zinanın mefsedelerini giderecek özel şartlar
altında geçici evliliğe yer vermelidir.
Emir-ul Müminin Hz. Ali'nin
(a.s) buyruğunda şöyle geçer: "Eğer ikinci halife muta
nikahını -geçici evliliği- yasaklamasaydı sapıklıktan helak
olmak üzere olanlardan başkası zina etmezdi." Buradan,
geçici evliliği, insani kanunlara aykırı bilmenin ne kadar
yanlış olduğu açıklık kazanmaktadır.
Elbette insanî kanunlarından
maksat, eski Rum kanunları ve Hamurabi kanunu gibi İslam
öncesi kanunlar değildir. Çünkü bu kanunda kadına bir hayvan
veya esir gibi davranılıyordu; insanî kanunlarından maksat,
batı kanunlarıdır. Maalesef biz, insanlık dünyasını batı
dünyası, insan toplumunu batı toplumu ve insanı da batılılar
olarak bilmekteyiz ve her türlü emirlerin etkisi altında
kalmış (gerçekçilik, telkin, taklit, tebliğ ve hata),
şimdilik beynimizde kayıtsız-şartsız bu düşünce hüküm
sürmektedir; ancak bu övünç kaynağı insanlar (!) evlilik
ortamı dışında, umumi ve karışık muaşeretlerinde bu insanî
kanunlara aykırı (!) işin (mut'anın) yerine ne bıraktılar ve
medeni ülkelerde, özellikle diğerlerinden daha önde olan
ülkelerde kadınlar, erkekler, erkek çocukları ve kızlar
arasında, erkeklerin ve gençlerin kendi aralarında neler
geçiyor? Ve sürekli evlilik nedeniyle karşılaşılan noksanlık
hangi yolla temin edilmekte ve bu alanda yayınlanan hayret
verici istatistikler neyi göstermektedir?!
Soru 26:
Batılılar, İslam'ın çiftçi, göçebe ve günümüz makine
teknolojisiyle ilerlemeyen sıradan insanlar için getirilmiş
bir din olduğuna inanmaktadırlar ve bugün Müslüman
ülkelerden hiç birinin medeni ve ileri bir ülke olmadığını
ve İslam'ın medeni ve sanayileşmiş ülkelerde hiç
ilerlemediğini görüyoruz; bunun sebebi nedir? Acaba İslam
kanunlarının tahsilli kimselerin veya bilimin kabulünü
kazanacak bir şekilde değiştirilmesi veya tercüme edilmesi
mümkün müdür?
Cevap 26:
Müslüman ülkelerin ileri ve medeni ülkeler arasında
olmadığında şüphe yoktur. Ancak Müslüman ülke ismini taşıyan
bu ülkelerden hangisinde İslam hükümleri uygulanmaktadır? Ve
bunlara İslam dini ismi verilmesinden fazla İslam diye
adlandırılmalarından ne yarar elde etmişlerdir? Ve bu
ülkelerin insanlarından bazılarının namaz, oruç ve hac gibi
İslam ibadetlerinin bir bölümünü yüzeysel ve bir gelenek
olarak yapmaktan başka İslam'ın kişisel, toplumsal, yasasal
ve hukuki kanunlarından hangisini canlı tutmuşlardır? Bu
durumda acaba Müslüman ülkelerin gericiliklerini İslam
dininin üzerine yıkmak gülünç olmaz mı?
Şöyle bir soru yöneltilebilir:
Eğer İslam ileri bir din ise ve İslam kanunları toplumu
ıslah etme ve yönetme gücüne sahip idiyse, bu durumda
toplumda bir yer açar ve terk edilmezdi?
Buna karşılık biz de şöyle
sorabiliriz: Eğer toplumun ilerlememesi İslam kanunlarının
gericiliğini gösteriyorsa, o halde neden yarım asırdan
fazladır bu ülkelerde kabul edilen ileri batı demokrasisi
metodu kendisi için bir yer açmamış, ilerlemelerinde en
küçük bir etkisi olmamış ve gösterişten başka etki
bırakmamıştır? Ve neden doğulular da batılılar gibi bu ileri
metottan yararlanamıyorlar? Ve neden bu insani rejim
(demokrasi) uzun yıllar boyu insanlık beşiğinde (batıda)
kendisi için bir yer açıp insanların damarında kan yerine
aktığı halde komünizmin sesini kesememiş, nihayet öyle bir
hadde varmış ki yarım asırdan az biz zaman içerisinde
komünizm rejimi yaklaşık dünya nüfusunun yarısını kapsamış,
hatta Avrupa ve Amerika'nın kalbine işlemiş ve her gün bu
medeni insanların (batılıların) elinden yeni bir siperi
çıkarmaktadır? Acaba bunu göstererek ileri komünist rejim ve
kanunlarının demokrasi kanunları karşısında gerici ve ona
karşı göçebe insanlarının metodu olduğu söylenebilir mi?
Ayrıca, gericilik sadece
Müslüman ülkelere has değildir, dolayısıyla İslam'ın üzerine
yıkılamaz; Müslüman ülkelerin dışında aralarında Brahmanizm
ve Budizm'den tutun, Hıristiyanlık ve İslam'a kadar bütün
dinleri içinde barındıran diğer Asya ve Afrika ülkeleri de
bu uğursuz kadere müptela olmuşlardır. İki servet yatağı
Asya ve Afrika kıtalarının suçu, batının ve batılıların
bitmek bilmeyen tamahlarına hedef olmalarıdır. Bu iki zengin
kıta batı sanayileri için yer altı ve yer üstü ambarları,
batı ve batının kayıtsız-şartsız kölelerinin yatağı olan
ülkelerin fabrikalarının uçsuz bucaksız mahsulleri için
pazarlama yeri olduğu müddetçe, hiçbir zaman ülkeleri, ileri
ülkeler (batı ülkeleri) arasında yer almayacaktır; halkı,
ister Müslüman olsun ister gayr-i müslim, kendi efendilerine
karışmayacak ve bugüne kadar gördüğümüz gibi batılılar, bir
gün sömürü, bir gün yok etme, bir gün menfaat ortaklığı, bir
gün iktisadi yardımlar adıyla sırtımıza bineceklerdir.
Sorunun "Acaba İslam'ı,
tahsilli insanların kabul edebilecekleri ve ilimle
bağdaşacak bir şekilde değiştirmek mümkün müdür?" şeklindeki
aşağı kısmına gelince, dediğimiz gibi Kitap ve Sünnet'teki
İslam öğretileri, yine bu Kitap ve Sünnet'in tasrih ettiği
gibi değişmez, tevil edilmez ve eğer İslam hak bir dinse
tahsilli insanların onu kabul etmesine ihtiyacı yoktur;
aksine bu insanların hak ve gerçeği görmeye ihtiyaçları
vardır. Allah-u Teala buyuruyor ki: "Dinde zorlama (ve
baskı) yoktur. Şüphesiz doğruluk (rüşd) sapıklıktan apaçık
ayrılmıştır." (Bakara, 256) Ve yine İslam'ın bilimle
muhalefet ettiğine (ki eğer etmişse) delil olarak bir kaç
örnek göstermeniz ve böylece, "İslam bilime karşıdır"
şeklindeki temelsiz bir iddiayla yetinmemeniz daha iyi olmaz
mıydı?
Soru 27:
Hz. Muhammed (s.a.a) ve Hz. Ali'nin (a.s) "Bir insanın
değerinin kimin çocuğu olduğu, hangi aileden veya hangi
renkte olduğuna değil, amellerine bağlıdır" şeklindeki
buyruğunu kabul ediyor musunuz?
Soru 28:
Bu durumda neden Şia Hz. Ali'nin (a.s) veya Hz. Muhammed'in
(s.a.a) torunlarını diğerlerinden daha üstün ve daha temiz
bilmektedir?
Cevap 27 ve 28:
İslam açısından kanun ve adalet karşısında herkes eşittir ve
bu bakımdan padişahla dilenci, zenginle fakir, zayıfla
güçlü, kadınla erkek, siyahla beyaz ve hatta masum olan
peygamber ve imamla diğer insanlar arasında fark yoktur ve
hiçbir imtiyaz ve istisnayla hiç kimseye bir şey
yaptırılamaz ve hiç kimsenin kanuni özgürlüğü elinden
alınamaz. Resulullah'ın (s.a.a) Ehl-i Beyti'nin (a.s)
soyundan gelen seyitlere saygı duyulması Kur'an-ı Kerim'in
bir ayetinden kaynaklanmaktadır. Bu ayet gereğince Allah-u
Teala, Peygamber'ine, insanlardan yakınlarına sevgi
duymalarını istemesini emrediyor (Şura, 23) ve bu isteğin
nedeni Resulullah'ın (s.a.a) vefatından sonra ortaya
çıkmaktadır; insanlar o hazretin soyundan gelenlere öyle bir
şekilde davrandılar ki tarihte hiçbir önderin soyundan
gelenlere o şekilde davranılmamıştır. Resulullah'ın (s.a.a)
vefatından sonra asırlar boyu seyitler silsilesinin hiçbir
güvencesi yoktu; öldürülüyor, kesik başları bir şehirden
diğerine hediye gönderiliyor, diri diri toprağa gömülüyor,
grup grup binalar ve duvarlar arasına bırakılıyor, yıllarca
karanlık zindanlarda işkence ediliyor, zehirlenerek
öldürülüyorlardı. Hicretten asırlar sonra Şia az-çok
istiklal ve mektep özgürlüğüne kavuşunca Ehl-i Sünnet
tarafından Resulullah'ın (s.a.a) torunlarına ve
sevgililerine reva görülen zulümler karşısında tepki
gösterip seyitlere saygı duymaya çalışıyorlardı.
Soru 29:
Neden İslam dininde domuz etinin yenilmesi haram
kılınmıştır?
Cevap 29:
Domuz etinin harmalığı sadece İslam dinine has bir hüküm
değildir; domuz eti, İncil ve Tevrat'tan anlaşıldığı üzere
İslam'dan önceki diğer ilahi dinlerde de haramdı. Domuzun
etinin haram oluşuyla ilgili sıralanan nedenler, onun
sağlıksal zararları ve necaset yemesidir.
Soru 30:
Neden İslam dininde alkollü içkiler yasaklanmıştır?
Cevap 30:
İslam, eğitim ve öğretiminin temelini insanın diğer
hayvanlara yegane imtiyazı olan akletme ve düşünmeye
dayandırmıştır. Ve açıktır ki alkollü içkiler ve sarhoş
edici diğer şeyler insanın yaşamının temelini oluşturan bu
özelliği zayi etmekte ve istisnasız olarak dini eğitim ve
öğretimin amaçlarını suya düşürmektedir.
Alkollü içkilerin yegane etken
olduğu veya payı olduğu çeşitli cinayetler, yolsuzluklar,
kanunsuzluklar ve kayıtsızlıklar ve yine dünyada alkollü
içkilerin ürünü olan ruhî, cismî ve genetik hastalıklar
inkar edilemez. (Mâide, 91)
Soru 31:
Aşk ve kadınla erkeğin cinsel ilişkileri hakkında İslam'ın
görüşü nedir?
Cevap 31:
İslam dininde evlilik muhiti dışında aşk ilişkileri, ister
cinsel ilişki, ister cinsel ilişkiye hazırlık türünden olsun
yasak ve haramdır. Esasen bilinmesi gerekir ki İslam'da aşk
ilişkilerinin haram kılınmasının hikmet ve nedeni,
kitlelerin özgürlüğü ellerinden alınması, diğerlerinin
rahatsız edilmesi veya haklarının çiğnenmesi olmadığı için,
"Taraflar başkalarını rahatsız etmeden, diğerlerinin hakkını
çiğnemeden, kendi istekleriyle bu işi yapıyorlar" görüşünü
de kabul etmeyip meşru nikah evliliğiyle olanın dışında bu
ilişkilerin her türlüsünü yasaklamıştır. Bunun nedeni ise
daha önce toplumun kurulması, babanın ve mirasçıların
tanınması bahsinde değindiğimiz bir muhasebe ve tedbirden
ibarettir; bu açıdan zinanın kısımları arasında hiçbir fark
yoktur, her türlü zina yasaktır ve bu muhasebede livata
(oğlancılık) da zina gibidir.
Soru 32:
Genel olarak İslam'ın kanunlarının değişebileceğini kabul
ediyor musunuz?
Soru 33:
Bu değişimlerde din liderlerinin öncül olmaları gerektiğini
veya değişiklikler meydana geldikten sonra onlara göre
hareket etmeleri gerektiğini kabul ediyor musunuz?
Cevap 32 ve 33:
Daha önce de açıkladığımız gibi, din kanunları (Allah'ın
sabit hükümleri) hiçbir durumda değişmezler; bu alanda din
önderlerinin öncül olma veya geride hareket etme yada bir
alanda sürekli veya geçici olarak uyum gösterme diye bir
hakkı yoktur. Allah-u Teala, Peygamber'ine buyuruyor ki,
"Eğer biz seni sağlamlaştırmasaydık, andolsun, (İslam için
bazı konularda) onlara az bir şey (de olsa) eğilim
gösterecektin. Bu durumda sana hayatın da kat kat, ölümün de
kat kat (acısını) tattırırdık." (İsra, 74-75)
Soru 34:
Acaba siz şahsen İslam'ın bütün bu kanun ve adetlerini
kayıtsız-şartız kabul ediyor musunuz?
Cevap 34:
Müslümanlar arasında meydana gelen örf ve adetler Kitap ve
Sünnet'e dayanmazlarsa hiç bir değeri yoktur; fakat Kitap ve
Sünnet'te kesin kaynağı olan kanunların kabulü farzdır ve
onlara aykırı davranmak caiz değildir.
Soru 35:
Hz. Ali (a.s), "Babanız ve annenizin hatırı için Müslüman
olmayın; ona inanarak ve aklınızla varabildiğiniz şeylerle
inanın" buyurmuştur. Bu durumda özgür olan her Müslüman'ın
İslam kanunlarından istediğini kabul etmeye ve aklıyla kabul
edemediği diğerlerini bir kenara bırakmaya hakkı var mı?
Cevap 35:
İmam Ali'nin (a.s) bu buyruğu İslam'ın aklen inanılması
gereken itikadî öğretilerine işarettir, uyulması gereken
bilimsel kanunlara değil; kanunlara uymada ise tab'iz
(bazısına uyup bazısına uymamak) anlamsızdır.
Sadece İslam kanunlarında
değil, diğer sosyal kanunlarda da tab'iz caiz değildir; bu
alanlarda tab'izin toplumu dağıtmaktan başka sonucu yoktur.
Örneğin, demokrasiyle yönetilen bir ülkede, o ülkenin ileri
gelenlerine, zenginlerine akıllarıyla bağdaşmayan kanunları
kabul etmemekte serbest olmalarına ve sonuçta bir grup
insanın vergi kanunlarını, diğer bir grubun ticaret
kanunlarını, bir diğerinin yasama kanunlarını ve başkasının
da güvenlik kurallarını ayakları altına almasına müsaade
edilemez. Açıktır ki, böyle bir durumun başı boşluk,
düzensizlik ve toplumun dağılmasından başka bir sonucu
olamaz; demokrasi rejimini ve kanun koymak için temsilci
seçimini kabul eden herkes bütün kanunları kabul etmiş ve
kanunlardan her birini değişmez saymıştır.
Aynı şekilde İslam dininde
akıl yoluyla İslam'ın itikadî öğretilerini kabul eden kimse
aynı zamanda nübüvvetin doğruluğunu tasdik etmiş,
Resulullah'ın (s.a.a) getirerek Allah'tan olduğunu söylediği
kanunların gerçekten Allah-u Teala tarafından
düzenlendiğini, Allah'ın hiçbir zaman vermiş olduğu emir ve
hükümlerinde hata etmeyeceğine, yanılmayacağına ve bu
hükümlerle kullarının çıkar ve menfaatlerini korumaktan
başka hedefi olmadığına inanmıştır. Elbette böyle icmali bir
imana sahip olan kimse, İslam kanunlarının her birinin,
-onlarla ilgili geniş bilgiye ulaşmasa bile- sahih ve
muteber olduğunu tasdik etmiş, onların reddedilemeyeceğine
inanmıştır. Dolayısıyla onların bazısını kabul edip diğer
bazısını da bir kenara bırakmanın hiçbir anlamı yoktur.
Soru 36:
Acaba bu, herkesin istediği dini seçmede serbest olduğunu ve
Müslüman bir kişinin bütün dinlere saygı duyması gerektiğini
göstermiyor mu?
Cevap 36:
Din, dünyanın ve insanın yaratılışıyla ilgili bir takım
inançlardan ve insanın yaşamını bu inançlarla tatbik eden
bir takım ameli vazifelerden ibarettir. Dolayısıyla din
insanın kendi elinde olacak ve insan istediği dini kabul
edebileceği teşrifatî bir şey değildir; din, insan ve
insanın serbestliğini elinde bulunduran, insanın uyması
gereken bir gerçektir; nitekim "Biz güneş ışığından
yararlanıyoruz" meselesi özgür bir insanın, hakkında her gün
bir görüş belirtemeyeceği, bunun varlığını kabul etmesi ve
hayatını buna göre ayarlaması gereken bir gerçektir. Eğer
din "Herkes istediği dini seçmekte serbesttir" görüşünü
onaylarsa, bu durumda kendisinin kanun dışı ve teşrifatî bir
olgu olduğunu itiraf etmiş ve kendi etrafına batıl çizgisini
çizmiş olur.
Allah-u Teala şöyle buyuruyor:
"Hiç şüphesiz din, Allah katında İslam'dır" (Âl-i
İmran, 19) "Kim İslam'dan başka bir din ararsa asla ondan
kabul edilmez." (Âl-i İmran, 85)
İslam, dinler arasında üçünü
saygın bilmiştir: Hıristiyanlık, Yahudilik ve Mecusilik. Bu
saygınlık ise (Kur'an-ı Kerim'in ayetlerinden de anlaşıldığı
gibi) onların hak oldukları anlamında değil, bu dinlerin
mensuplarının kendi dinlerinde kalabilecekleri anlamına
gelir.
Soru 37:
Neden hilal İslam'ın sembolüdür?
Cevap 37:
İslam dininde "hilal" diye bir sembol yoktur; ancak "hilal
ve yıldız" Haçlı savaşlarından sonra İslam beldelerinde
Hıristiyanların "haç"ı karşısında Müslümanların sembolü
konumunu aldı ve bu güne kadar da bir çok Müslüman ülkenin
bayrağında bu sembol vardır.
Soru 38:
Aya çıkmak (çok yakın bir zamanda insanın yapabileceği bir
yolculuk) hususunda görüşünüz nedir?
Cevap 38:
İslam dini açısından ay yolculuğu vb. hakkında özel bir
görüşümüz yoktur; ancak Kur'an-ı Kerim gökyüzündeki bu
kürelerin Allah'ın nişaneleri olduklarında, hayret verici
nizamlarıyla Allah'ın birliğinin belirtileri olduklarından
ve bunların insan için teshir edildiğinden bahsetmiştir.
Soru 39:
Neden Arapça'yı İslam'a imanın gereklerinden kılmışlardır?
Kur'an, namaz ve benzerlerinin Arapça olması gerekli midir,
yoksa başka bir dille de olabilir mi?
Cevap 39:
Kur'an-ı Kerim'in (mana bakımından mucize olduğu gibi) lafız
bakımından da mucize olduğuna nazaran onun Arapça oluşu
korunmalıdır. Namazın da Arapça okunmasının gereği her
rekatinde Kur'an'dan bir miktar (Fatiha suresiyle başka bir
surenin) okunmasının farz olduğu içindir; diğer taraftan,
dinin kaynakları olan ayet ve hadisler de Arapça'dırlar.
Müslümanların Arapça üzerinde durmalarının nedeni işte
budur.
Soru 40:
Bazı Müslümanlar, Yahudilerin hiçbir zaman
kendilerine ait müstakil bir ülkeleri olamayacağına
inanıyorlardı. İsrail'in bu kısa zaman sürecinde Asya
ülkelerinin en ileri ülkesi konumunu almış olması bu
düşüncenin yanlış olduğunu gösteriyor. Bunun gibi bir çok
hadislerin ve rivayetlerin de geçmişte bu topraklardaki
insanları cehalet, nifak ve düşmanlık içerisinde tutmak
isteyen siyasetlerin neticesinde uydurulduğunu düşünmüyor
musunuz?
Cevap 40:
Evet, Filistin'in küçük bir bölümü bir deniz limanı,
İngiltere, Fransa ve Amerika'nın üssüdür. Orada diğerleri
tarafından oturtulan İsrail isminde bir devlet hüküm
sürmektedir ve bu kısa süre içerisinde var güçleriyle
kuvvetlenip donanmayı ve bütün güçleriyle Müslüman ülkelerin
kendilerine karşı birleşmelerine engel olmayı
başarmışlardır. (Nitekim bütün bu gerçekleri son birkaç
yılın olayları ortaya koymuştur.)
Bu yanlış düşünce (İsrail'in
müstakil ve ileri bir Yahudi ülkesi olduğu ve hadislerde
geçen "hiçbir zaman müstakil bir ülkeye sahip olamayacaktır"
sözünün tersine günbegün ilerlemiştir düşüncesi), geçmişte
ve günümüzde dünyanın bu bölümündeki insanları cehalet,
nifak, düşmanlık ve İslam dinine karamsarlık içinde tutmak
isteyen siyasetlerin nüfuzunun etkisidir. Çünkü bu düşünce
rivayetlere ait değildir; dolayısıyla meçhul olduğunu
söyleyemeyiz. Bu, Kur'an-ı Kerim'in düşüncesidir ve Kur'an-ı
Kerim'de de bu şekilde kaydedilmemiştir; bu konu Kur'an-ı
Kerim'in öngörülerinden biri olarak kabul edilmelidir.
Allah Teala Yahudilerin
cinayetlerini, zulümlerini, İslam ve Müslümanlara
ihanetlerini, entrikalarını ve sözleşmelerini bozmalarını
sayıp Müslümanlara söz birliği etmeleri, din kanunlarını
korumalarını, ecnebilerle dost olmamalarını ve onlara itaat
etmemelerini nasihat ettikten sonra buyuruyor ki:
"Yahudiler Allah'ın gazabına uğradılar; bundan dolayı
sürekli olarak onlar için alçaklık yazıldı ve Müslümanlara
karşı insanlara olan bir sebep ve Allah'a verdikleri ahit
sebebi dışında pek önemli bir girişimde
bulunamayacaklardır." (Âl-i İmran, 112 –özetle-) Başka
bir ayette bu insanlar ve Allah'la ilgili sebep şöyle beyan
edilmiştir: "Ey inananlar, Yahudileri ve Hıristiyanları
dost edinmeyin! Onlar, birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim
onları dost tutarsa, o onlardandır. Şüphesiz Allah, zalim
toplumu doğru yola iletmez." (Maide, 51) Yine buyuruyor
ki: "Bugün inkara sapanlar, sizin dininizden (dininizi
yıkmaktan) umut kesmişlerdir; o halde artık onlardan
korkmayın, yalnız benden korkun" (Mâide, 3)
Gördüğünüz gibi, Allah-u Teala
İslam'ın ilerleyeceğini ve Yahudilerin başlarının
ezileceğini İslam'ın kanunlarını ve söz birliğini koruyan
Müslümanlara vaadetmiştir, İslam'ın isminden başka bir
şeyleri olmayan ülkelere değil. Yine bu ayetler
Müslümanların bir gün ecnebilerle dostluk kurmaya
girişeceklerini, Müslümanların onlara teslim olacaklarını,
bu durumda Allah'ın onlara karşı davranışının tersine
döneceğini, zafer ve sultayı Müslümanlardan alacağını, izzet
ve yüceliklerinin başkalarına nasip olacağını
vurgulamaktadır.
Hadis ve rivayetlerin arasında
uydurmaların olabileceği meselesini ise, İslam uleması çok
iyi bilmekteler ve bunu ispatlamak için böyle temelsiz
delillere gerek yoktur; açıktır ki, sadr-ı İslam'da
münafıklardan ve Yahudilerden bir grup Müslüman kisvesinde
uydurma hadisler rivayet etmişlerdir. İşte bu nedenle İslam
uleması her rivayeti kabul etmezler; aksine fenni
mümeyyizatı kullanarak güvenilir rivayetleri teşhis ederek
kabul ederler. Resulullah (s.a.a) bu durumu ön görerek (bir
çok rivayette olduğu gibi) buyuruyor ki: "Benden sonra
benden bir çok şeyler nakledilecektir; bunların arasından
Kur'an'la uyuşanı kabul edin, Kur'an'la çelişeni ise
reddedin."