KEVSER YAYINCILIK

  Ana Sayfa / Soru ve Cevaplar                                                                                                           Soru ve Cevaplar

Bugün :  

  Sık Kullanılanlara Ekle                                                                                                                                                                                                                                                         Başlangıç Sayfası Yapın
 

Bismillahirrahmanirrahim

 

Soru-204: Eğer mümkünse şeytan hakkında bize biraz bilgi verin. Nasıl bir yaratık olduğu, vesveseleri ve keyfiyeti vs.

 

Cevap-204: Muhterem kardeşim, size bu konuda büyük müfessir, Merhum Allâme Tabatabai'nin El-Mizan tefsirinin 8. cildindeki bir yazısını aktarmakla yetiniyoruz. İnşallah ki faydalı olur.

İblis Ve Fonksiyonu Hakkında

"İblis" konusu, nazarımızda bayağılaşmış ve önemsiz bir konu hâline gelmiştir. Sadece bazı zamanlar onu hatırlar, ona lânet okur, onun şerrinden Allah'a sığınır veya bazı düşüncelerimizin şeytanî olduklarını, onun vesveselerine ve kışkırtmalarına dayandıklarını söyleyerek onları kötüleriz. Fakat duyu organlarımızın algılarına kapalı bu acayip varlığın mahiyeti ve insan soyu üzerindeki şaşırtıcı tasarrufu ve etkinliği konusunda Kur'ân'ın neler söylediğini inceleyip tespit etmeye yanaşmayız.

Oysa İblis, şaşırtıcı boyuttaki genişliğine rağmen insanlık âlemine eşlik ediyor. İnsanın var oluşundan süresinin dolacağı ana, dünyanın yok oluşu ile defterinin dürüleceği ana kadar hep onunla beraber oluyor. Ölümden sonra da onu yalnız bırakmıyor. Sonra da onu sürekli cehennemlik yapıncaya kadar yoldaşı oluyor. Bizden biri ile birlikte olduğu gibi, aynı anda başkası ile birlikte oluyor. Açıkta olduğu gibi gizlide de insanla beraber oluyor. Bütün hareketlerinde ona eşlik ediyor. Hatta zihninin en saklı köşelerindeki gizli hayallerine, iç âleminin kıvrımlarında sakladığı düşüncelerine bile sızabiliyor. Hiçbir şey ona engel olamıyor. Hiçbir şey onun insanı ihmal etmesine sebep olmuyor.

Araştırıcılarımıza gelince, bakıyoruz ki onlar, bu konuyu incelemeyi ihmal etmişler. Sadece İslâm'ın ilk dönemlerindeki âlimlerin görüşlerine dayanmışlar. Onların açtıkları çığırı izlemekle yetinmişler. Bu görüşler de, Kur'ân'ın ayetleri ile ilk kez karşılaşılan sıradan zihinlerde beliren sade görüşlerdi. Arkasından her grup anlayabildiğine dayanarak öbür gruplarla çatışmaya girişmiş. Herkes kendi görüşüne sımsıkı sarılmış, çeşitli tartışma metotları ile görüşünü savunmaya koyulmuş. Bu bağlamda bu konunun problemleri sayılmış, sorular ve cevaplar sıralanmıştır. [Örneğin denmiştir ki:]

Allah kim olduğunu bildiği hâlde İblis'i niye yarattı? Meleklerden olmadığı hâlde onu niye melekler arasına koydu? Emre uymayacağını bildiği hâlde ona niçin secde etmeyi emretti? Niçin onu secde etmeye muvaffak etmeyip sapıklığa düşürdü? Secde etmeyince onu niye yok etmedi? Yeniden dirilme gününe veya belirli bir vaktin gününe kadar ona niçin mühlet verdi? Damarlarında kan gibi dolaşmasına imkân verecek şekilde insanlar üzerinde etkili olmasına niçin izin verdi? Niçin onu piyade ve süvari birlikleri ile destekleyerek insan hayatı ile ilgili olan her şeye onu musallat etti? Niçin duyu organları tarafından algılanmasını sağlayıp insanların onun şerrinden korunmasına imkân vermedi? Niçin ona sağladığı desteklerin aynısını insana sağlamadı? Niçin Âdem ile soyunun yaratılışındaki sırları ondan saklayıp insanı yoldan çıkarmaya heveslenmemesini sağlamadı? Allah'tan en uzak ve onun çok nefret ettiği bir varlık olduğu hâlde, nebi veya melek olmadığı hâlde Allah ile nasıl karşılıklı konuşma yapabildi? Bu karşılıklı konuşma mucize yoluyla mı gerçekleşti, yoksa maksada delâlet eden sonuçlar var etmek suretiyle mi? Öyle veya böyle gerçekleştiğine ilişkin herhangi bir delil olmamakla birlikte, kimi öyle olduğunu savunmuş, kimi böyle olduğunu savunmuş.

Sonra İblis nasıl cennete girdi? Orası temizlik ve kutsallık yurdu olduğu hâlde orada vesvese, yalan ve günah işleme eylemleri nasıl meydana gelebildi? İblis'in söyledikleri Allah'ın söylediğine ters olduğu hâlde Âdem ona nasıl oldu da inandı? Ahiret inancına ters düştüğü hâlde Âdem, sonsuz egemenliğe ve ebedîliğe nasıl ümit bağladı? Masum bir peygamber olduğu hâlde nasıl oldu da günah işledi? Günahlarından tövbe eden kimse hiç günah işlememiş gibi olduğu hâlde tövbesi kabul edilen Âdem Peygamber, niçin daha önceki makamına döndürülmedi? Nasıl? Nasıl?

Konuyu inceleyenler, gerçek incelemeyi ihmal ederek sorulu cevaplı tartışmalara dalmayı o kadar ileri boyutlara vardırmışlar ki, bunlardan biri, Kur'ân'da sözü edilen Âdem'in türsel bir sembol olduğunu, bize nakledilen hikâyenin ise katıksız bir hayalî hikâye olduğunu ileri sürmüş, başkaları da, Kur'ân'da sözü edilen İblis'in insandaki kötülüğe çağıran güç olduğunu iddia etmişlerdir.

Diğer başkaları da şu görüşleri savunmuşlardır: Kötülüklerin, iğrençliklerin yüce Allah'a izafe edilmesi sakıncasızdır. Bütün günahlar, O'nun fiilleri cümlesindendir. O, kötüyü ve çirkini yaratarak düzelttiğini bozar. Güzel O'nun emrettiği ve çirkin ise O'nun yasakladığı şeylerdir.

Diğer başkaları, Âdem'in peygamber olmadığını söylerken, başka bazıları da, peygamberlerin mutlak anlamda masum olduklarını ileri sürmüşlerdir. Daha başkaları ise, peygamberlerin peygamber olmadan önce masum olmadıklarını ve cennette geçen olayın Âdem'in peygamber olmasından önce meydana geldiğini savunmuşlardır. Başka bazıları ise, bütün bu olup bitenlerin imtihan ve deneme olduğunu söylemişler, fakat insanların birçoğunu sapıklığa ve çoğunluğunu helâke sürükleyen bu imtihanda gerçek kriterin ne olduğunu belirtmemişlerdir. Oysa eğer soruları ve kuşkuları kökten ortadan kaldıracak bir kriter olmazsa, yukarıdaki soruların hepsi geri gelir.

Bu inceleme çabalarının başarıya ulaşmasını engelleyen ve sonuçlarının bozulmasına sebep olan faktör şudur: Bu incelemeleri yapanlar, bu incelemelerinin gerçek yönlerini itibarî yönlerinden ayırt etmemişler. Tekvin ve teşrii birbirinden ayırmamışlar. Bu yüzden incelemelerinin düzeni bozulmuş, çoğu kere teşriî hükümlerde ve toplumsal konularda egemen olan itibarî ilkelere dayanarak tekvin alanında hükümler vermişler.

Tekvin alanı ile bağlantılı bu dinî gerçekleri incelemek isteyen hür düşünceli ilim adamlarının aşağıdaki hususları irdeleyip netliğe kavuşturmaları gerekir.

1- Yaratmanın ve var etmenin etkisi ile var olan her nesne, özü itibariyle -başka nesnelerle bağlantısız öz varlığı ile- mutlaka hayırlı ve güzeldir. Muhal olsa da farz edelim ki özü itibariyle kötü olan bir nesne, Allah'ın yaratma eyleminin etkisi ile var oldu; Allah ile başlayan, O'nun rızkı ile rızıklanan ve sonunda O'na varan bir var oluşun fonksiyonlarına sahip oldu; böyle bir varlığın durumu, tıpkı diğer varlıkların durumu gibi olur, onda kötülük ve çirkinlik izleri bulunmaz. Yalnız bu varlıkla başka varlıklar arasında bir ilişki oluşursa, o zaman varlık âlemindeki adil düzeni bozması veya bir grup varlığı iyilikten ve mutluluktan mahrum etmesi söz konusu olabilir. İşte az önce sözünü ettiğimiz varlıklar arası görecelik ve bağlantı budur.

Bundan dolayı ilâhî hikmete göre, bu zararlı varlıkların var olabilmesi için varlık âlemi açısından zararlarını kat kat aşacak bir oranda faydalı olmaları gerekir. Şu ayetler bu gerçeğin delilleridir: "O ki, yarattığı her şeyi güzel yaptı." (Secde, 7) "Kutludur âlemlerin Rabbi olan Allah." (A'râf, 54) "(Evrendeki) her varlık, O'nu överek tesbih eder. Fakat siz onların tesbihlerini anlamıyorsunuz." (İsrâ, 44)

2- Varlık ve yaratılış âlemi, parçalarının çokluğuna ve çapının genişliğine rağmen birbiri ile bağlantılıdır, sonu başına dayalıdır. Bir bölümünün var edilmesi, hepsinin var edilmesiyle olur. Bir parçasının düzeltilmesi, ancak bütünün düzeltilmesi ile mümkündür. Buna göre âlemin parçaları arasındaki varoluşsal farklılık, -ki âlemi âlem yapan da bu farklılıklardır- sonra da bu parçaların arasındaki bağlantı, ilâhî hikmete göre varlık âleminin parçaları arasında çatışma, çelişki, kemal, eksiklik, mevcudiyet, yok olma, kavuşma, mahrumiyet ilişkisinin kaçınılmaz şekilde var olmasını gerektirir. Eğer böyle olmasa, bütün varlıklar bir tek varlığa dönüşür, aralarında hiçbir ayırım, hiçbir fark kalmaz. Böyle olunca da varlık âlemi işlevini kaybeder. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Bizim buyruğumuz, ancak bir tek sözdür, tıpkı bir göz kırpma gibi." (Kamer, 50)

Eğer bu âlemde kötülük, kargaşa, yorgunluk, eksiklik ve zaaf olmasaydı iyiliğin, sağlığın, huzurun, varlığın, kemalin ve gücün somut örneği olmaz, hatta bunların anlamları düşünülemezdi. Çünkü biz anlamları somut örneklerden elde ederiz.

Eğer mutsuzluk olmasaydı, mutluluk olmazdı. Eğer günah olmasaydı, ibadet olmazdı. Eğer çirkinlik ve yerme olmasaydı, güzellik ve övgü olmazdı. Eğer ceza olmasaydı, ödül olmazdı. Eğer dünya olmasaydı, ahiret oluşmazdı.

Meselâ itaat ve ibadet, mevlevî emirlere uymak demektir. Eğer günahkârlık demek olan mevlevî emre itaatsizlik olmasaydı, yapılması söz konusu olan davranış zorunlu ve kaçınılmaz olurdu. Davranış kaçınılmaz olunca, mevlevî emir anlamsız olurdu. Çünkü olmuşu yapmaya çalışmak, imkânsız ve beyhudedir. Mevlevî emir olmayınca da, itaatin ne somut bir örneği, ne de anlamı olurdu.

İtaatin ve günahkârlığın ortadan kalkması ile de bunlara bağlantılı övgünün ve yerginin yanı sıra ödül ve ceza, vaat ve tehdit, uyarma ve müjdeleme, arkasından da din, şeriat ve çağrı, sonrasında da peygamberlik, sonra da toplum ve uygarlık, sonra da her şey ortadan kalkar. Bu ölçüye göre varlık düzenini oluşturan bütün karşıt değerler işlevsiz kalır. Bu gerçeği iyi anlamak gerekir.

Buradan ortaya çıkıyor ki, kötülüğe ve günahkârlığa çağıran şeytanın varlığı, irade özgürlüğü ve serbest seçim yasası uyarınca işleyen ve amacı insan soyunun mutluluğu olan insanlık âleminin düzeninin temel taşlarından biridir.

Şeytanın varlığı, tıpkı doğru yolun yan tarafları gibidir. İnsan soyu da, tabiatı gereğince Rabbine kavuşmak için zahmetlere katlanarak o yolu kat etmek zorundadır. Bilindiği gibi bir yolun güzergâh olarak belli olması için, sağında ve solunda bulunan yan taraflara ihtiyaç vardır. Yan taraflar olmasa, orta olmaz. Bu noktayı iyi kavrayıp şu ayetleri bu gerçeğin ışığı altında düşünmek gerekir: "(İblis) dedi ki: 'Beni sapıklığa düşürdüğün için doğru yolunun üzerinde onlar için otur(up pusu kur)acağım." (A'râf, 16) "(Allah) dedi ki: Bu, (korunması) bana düşen doğru yoldur. Sana uyan sapıklar dışında, kullarım üzerinde senin hiçbir egemenliğin yoktur." (Hicr, 42)

Bu iki hususa dikkat edildiğinde ve secde öyküsü ile ilgili ayetler üzerinde iyice düşünüldüğünde şu sonuca varılır: Bu ayetler insan soyu, melekler ve İblis arasındaki gerçek ilişkileri yansıtan bir fotoğraftır. Ayetler, bu fotoğrafı emir, söz dinleme, büyüklenme, kovma, soru ve cevap kavramları ile ifade ediyor. Bu konudaki kafaları karıştıran bütün sorular, öykü hakkındaki yetersiz incelemeden kaynaklanıyor. Hatta işin doğrusunun farkına varan bazıları bile bu yetersizlikten kurtulamamışlardır. Bunlardan biri,[1] öykünün gerçekte insan, melek ve şeytanın doğal niteliklerine işaret ettiğini belirttikten sonra İblis'e verilen secde emri ile Âdem'e getirilen ağacın meyvesinden yeme yasağının tekvinî olduğunu söylüyor. Böyle demekle düzelttiklerini bozmuş oluyor. Çünkü tekvinî olan emir ve yasağın karşı gelmeyi ve çiğnenmeyi kabul etmeyeceğinden gaflet etmiş oluyor. Oysa İblis bu emre ve Âdem bu yasağa karşı gelmişlerdir.

3- Bakara suresinde ayrıntılı biçimde anlattığımız üzere, cennet öyküsü bize şunu anlatıyor: Yüce Allah, gökte berzahî nitelikte bir cennet yarattı ve Âdem'i, yeryüzündeki hayatına başlayıp mevlevî yükümlülüklere muhatap olmadan önce bu cennete yerleştirdi. Maksat şuydu: İnsanın tabiî yapısı denemeden geçirilecek ve bu denemenin sonucunda onun için en uygun seçeneğin yeryüzünde yaşamak olduğu ortaya çıkacak. Yeryüzünde emir ve yasak potasında pişerek terbiye olacak, ya itaat ederek mutluluğu ve cenneti kazanacak yada farklı bir tutum sergileyerek farklı bir karşılığı hak edecek. Böylece Allah'a yakın olabilmesi ve mutluluk yurdunda yer edinebilmesi için bu yolu kat etmesinin zorunlu olduğu anlaşılacak.

Bununla ortaya çıkıyor ki, tefsircilerin cennet öyküsü konusunda ileri sürdükleri sorunların hiç biri varit değildir. Çünkü olayın geçtiği yer, Allah dostlarının bir daha çıkmamak üzere girdikleri ebedî cennet olmadığı gibi, şeriatın geçerli olduğu, mevlevî emir ve yasakların egemen olduğu dünya yurdu da değildir. Orası Âdem Peygamberin şahsının değil, insanlık karakterinin hükmünün ortaya çıktığı bir yurttur. Çünkü daha önce açıklandığı üzere Âdem'e (a.s) secde edilmesi yolunda emir verilmesinin ve onun cennete konmasının tek sebebi, insan oluşudur.

Şimdi sözümüzün başına dönelim:

Yüce Allah, İblis adını verdiği bu şirret yaratığın zatı hakkında fazla bilgi vermiyor. Verdiği bilgi, "O cinlerden idi; Rabbinin emrinin dışına çıktı." (Kehf, 50) ifadesi ile bize İblis'in sözü olarak nakledilen "Beni ateşten yarattın." ifadesinin içerdiği bilgidir. Bu ifadelerde onun yaratılış kaynağının cinler gibi ateş olduğu belirtiliyor. Fakat yaratılış sürecinin daha sonrası hakkında net bir bilgi verilmediği gibi, insanın yaratılışının ayrıntılarına değinildiği gibi onun yaratılışı hakkında ayrıntılı açıklama yapılmıyor.

Evet, Kur'ân'da onun çalışma tarzını anlatan bazı ayetler var. Bu ayetlerden bu konuda yararlı olacak sonuçlar elde etmek mümkündür. Şu ayette buyrulduğu gibi: "Doğru yolunun üzerinde onlar için otu(rup pusu kur)acağım. Sonra önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından onlara sokulacağım da çoğunu şükredenler olarak bulamayacaksın." (A'râf, 17)

Bu ayette İblis'in korku, umut, özlem, arzu, şehvet ve öfke gibi psikolojik duygular ve bu duygulardan kaynaklanan düşünceler ve iradeler yolu ile insanlar üzerinde tasarrufta bulunduğu bildiriliyor.

Şu ayet de aynı anlamdadır: "(Şeytan) dedi ki: Rabbim, beni sapıklığa düşürdüğün için yeryüzünde (kötülükleri) onlara süslü göstereceğim." (Hicr, 39) Yani batıl, kötü ve iğrenç şeyleri allayıp pullayarak insanların onlara ilgi duymalarını sağlayacak ve bunlar aracılığı ile onları sapıklığa düşüreceğim. Meselâ zina gibi. İnsan onu tasavvur eder, şehvet iç güdüsü onu allayıp pullar, şehvet gücü sebebi ile bu günahı işlemenin sakıncaları hakkındaki zihni direnci zayıflar ve böylece şehvetin çağrısını onaylar ve o günahı işler. Şu ayetler de aynı anlamı ifade ederler: "(Şeytan) onlara söz verir ve onları ümitlendirir; hâlbuki şeytanın onlara söz vermesi, aldatmacadan başka bir şey değildir." (Nisâ, 120) "Şeytan onlara yaptıklarını güzel gösterdi." (Nahl, 63)

Görüldüğü gibi bunların hepsi şunu gösteriyor: İblis'in çalışma alanı, insanın idraki ve çalışma aracı da, insanın duyguları ve iç güdüleridir. İblis, bu yalancı kuruntuları ve batıl düşünceleri insan nefsine aşılar. Şu ayetlerde buyrulduğu gibi: "O sinsi vesveseci ki, insanların kalplerine kötü düşünceler fısıldar." (Nâs, 5)

Fakat bütün bunlarla birlikte insan şüphe etmez ki, şeytan vesvesesi diye adlandırılan bu düşünceler ve kuruntular kendi düşünceleridir. Başka biri tarafından aşılandıklarını veya başka birinin onlara sebebiyet verdiğini hissetmeksizin onları kendi nefsinde kendisi var eder. Bunların başkasının etkisi ile ilişkisi olmayan -bir ikinin yarısıdır ve dört sayısı çift sayıdır düşüncesi gibi- diğer düşüncelerinden ve görüşlerinden farksızdır.

Buna göre bu düşünceleri ve görüşleri insanın nefsine aşılayan, onları insanın aklına salan şeytan olduğu gibi, onları nefsinde var eden de insanın kendisidir. Bu ikisi birbiri ile çatışmaz. Eğer aramızdaki birinin bize bir haber vermesi veya bir hüküm telkin etmesi gibi şeytan bizim düşünce ve görüşlerimize somut biçimde sebebiyet verseydi, onun bu telkini bizim düşünce özgürlüğümüzle bağdaşmazdı, serbest tercihimizle yaptığımız eylemin bize izafe edilmesi yersiz olurdu. Çünkü eyleme ilişkin bilgi, tercih ve irade bize değil, ona ait olurdu. O zaman da o eylem yüzünden kınanmamız, kötülenmemiz gerekmezdi. Oysa şeytan, bize kıyamette söyleyeceği nakledilen şu sözünde kınanmayı ve suçlanmayı bize mal ediyor: "(Herkese ilişkin hüküm verilip) iş bitirilince şeytan (cehennemliklere) der ki: Hiç şüphesiz Allah size doğru bir vaatte bulundu. Ben ise size bir vaatte bulunup sözümü tutmadım. Benim sizin üzerinizde bir nüfuzum yoktu. Sadece sizi çağırdım, siz de çağrıma uyuverdiniz. O hâlde beni suçlamayın, kendinizi suçlayın. Şimdi ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz. Aslında önceden beni Allah'a ortak koşmanızı da onaylamış değildim. Hiç şüphesiz zalimler için acı bir azap vardır." (İbrâhîm, 22)

Görülüyor ki İblis, eylemi, zulmü ve kınanmayı insanlara yüklüyor, kendisini bunlarla ilgisiz ilân ediyor. Çağrı ve vaat dışında insanlar üzerinde herhangi bir nüfuzu olmadığını da vurguluyor. Şu ayette buyrulduğu gibi: "Sana uyan sapıklar dışında kullarım üzerinde senin hiçbir nüfuzun yoktur." (Hicr, 42) Bu ayette yüce Allah İblis'in sözüne uyma çerçevesi dışında insanlar üzerinde hiçbir nüfuzunun olmadığını vurguluyor. Şu ayet de aynı mesajı veriyor: "Yoldaşı (şeytan) der ki: Rabbimiz, onu ben azdırmadım. Fakat onun kendisi uzak (derin) bir sapıklık içinde idi." (Kaf, 27)

Kısacası; İblis'in insan idraki üzerindeki tasarrufu, insana rağmen değil, onun imkân tanımasıyla gerçekleşen bir tasarruftur. Böyle bir tasarruf, idrakin insanla var olması ve insanla düşüncesi arasında eylemci ile eylem arasındaki ilişkisi gibi sıkı bir ilişkinin bulunması ile çelişmez.

Dolayısıyla şeytan, dünya hayatı ile ilgili bütün yönlerde yanıltma ve süslü gösterme sureti ile insan idrakinde tasarrufta bulunabilir. Batılı hak yerine koyarak onu hak gibi gösterebilir. Böylece insan, hemen her şeyin kendisini yanıltıp haktan saptıran batıl yönü ile bağlantı kurar. Bu durum, insanın önce kendisi için, sonra da hayatı içinde bağlantılı olduğu diğer sebepler için bağımsızlık görmesine sebep olur. Bu bağımsızlık duygusu, onu Hak'tan alıkor, gerçek hayattan gafil olmasına yol açar. Yukarıda söylendiği gibi, İblis'in "Beni sapıklığa düşürdüğün için doğru yolunun üzerinde onlar için otur(up pusu kur)acağım." (A'râf, 16) ve "Rabbim, beni sapıklığa düşürdüğün için yeryüzünde (kötülükleri) onlara süslü göstereceğim." (Hicr, 39) şeklindeki sözlerinden çıkan sonuç budur.

Bu durum, Hakk'ın makamından gafil olmaya yol açar. Bu gaflet ise, bütün günahların kaynağı ve temel sebebidir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Biz cinleden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. Onların kalpleri vardır, onlarla anlamazlar. Gözleri vardır, onlarla görmezler. Kulakları vardır, onlarla işitmezler. Onlar, hayvanlar gibidirler. Hatta daha da sapıktırlar. Onlar, gaflet içindedirler." (A'râf, 179)

Dolayısıyla insanın kendisini bağımsız görüp Rabbinden gafil olması ve bundan kaynaklanan ve her türlü şirki ve zulmü besleyen kötü inançlar, alöak vehimler ve düşünceler, şeytanın tasarrufunun sonucu olmakla birlikte, aynı zamanda insan bu inançların, vehimlerin ve düşüncelerin kendisi tarafından ortaya konduğunu, onun iradesinin ürünleri olduğunu sanır. Çünkü kendisini bağımsız görür, kabullendiği inançlara, sergilediği davranışlara kendi damgasını vurur.

Bu durum, insanın hiçbir şeyin farkında olmadan, nefsinin ötesinde hiçbir şeyin bilincinde olmadan şeytanın kesin yönetimi, kontrolü ve tasarrufu altına girmesidir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "O (Şeytan) ve tayfası, sizin onları görmediğiniz yerden sizi görürler. Biz şeytanları inanmayanların velileri yaptık." (A'râf, 27)

Şeytanların günahlar ve zulümler konusunda insan üzerindeki bu tür veliliği, meleklerin ibadetler ve iyilikler konusunda onun üzerindeki veliliğine benzer. Şu ayette buyrulduğu gibi: "Hiç kuşkusuz, 'Rabimiz Allah'tır' deyip, sonra (bu inanç üzere) dosdoğru hareket edenlerin üzerine melekler iner; 'Korkmayın, üzülmeyin ve size vadedilen cennetle sevinin. Biz, dünya hayatında... sizin velileriniziz...' derler." (Fussilet, 31) Bunların ötesinde de her şeyi kuşatmış olan Allah vardır. Asıl veli de O'dur, O'ndan başka veli yoktur. Şu ayette buyrulduğu gibi: "Sizin Allah dışında bir veliniz, bir şefaatçiniz yoktur." (Secde, 4)

Bu durum, İblis'in şu ayette sözünü ettiği 'ihtinak (gem vurma, dizginleme)' olayıdır: "(İblis) dedi ki: 'Benden üstün tuttuğun şu canlıyı görüyor musun? Eğer kıyamet gününe kadar beni yaşatırsan, pek azı dışında onun soyuna gem vuracağım' (Allah) dedi ki: 'Git! Onun soyundan kim sana uyarsa, yeterli cezanız cehennemdir. Onlardan gücün yettiği kimseleri sesinle yerlerinden oynat, atlılarını ve piyadelerini nara attırarak üzerlerine çullandır, mallarına ve evlâtlarına ortak ol ve onlara (çeşitli) vaatlerde bulun.' Şeytan onlara aldatmacadan başka vaatte bulunmaz." (İsrâ, 64) Yani insanlara gem vuracağım ve binek hayvanını dizginleyen bir süvari gibi onlara musallat olacağım. Böylece onlar emirlerime itaat edecekler, isyan etmeden ve karşı koymadan kendilerine işaret ettiğim tarafa yöneleceklerdir.

Bu ayetlerden anlaşılıyor ki, şeytanın askerleri vardır. Bu askerler verdiği emirlerde ona yardım ederler ve yapmak istediği işlerde onu desteklerler. Bu askerlerden yukarda naklettiğimiz; "O (Şeytan) ve tayfası, sizin onları görmediğiniz yerden sizi görürler." ayetinde onun tayfası diye söz edilmiştir. Sayıları ve marifetleri çok olan bu askerlerin işleri ve vesveseleri, aynı zamanda İblis'in işi ve vesvesi sayılmaktadır. İblis'in; "Onların hepsini sapıklığa düşüreceğim." (Hicr, 39) şeklinde sözü ile başka ayetlerde aktarılan sözleri, bunun delilidir. Nitekim benzeri bir durum, büyük meleklerin yardımcılarının yaptıkları işler için de geçerlidir. Bilindiği gibi bu yardımcı meleklerin yaptıkları işler, onları istihdam eden reislerine atfedilebiliyor. Ölüm meleği hakkındaki şu ayette buyrulduğu gibi: "De ki: Üzerinize vekil edilen ölüm meleği canınızı alır." (Secde, 11) Bir başka ayette ise şöyle buyruluyor: "Sizden birine ölüm gelip çattığı zaman, elçilerimiz hiçbir görev kusuru yapmaksızın onun canını alırlar." (En'âm, 61)

"O ki, insanların kalplerine kötü düşünceler fısıldar. Hem cinlerden, hem de insanlardan olur." (Nâs, 5-6) ayetleri, İblis'in askerlerinin farklı kesimlerden olduğunu, bir bölümünün cinlerden, bir bölümünün ise insanlardan olduğunu gösterir. "Şimdi siz beni bırakıp onu (İblis'i) ve soyunu mu veli ediniyorsunuz?" (Kehf, 50) ayeti ise, yardımcılarının ve askerlerinin bir bölümünün onun soyundan geldiğini gösterir. Fakat bu ayette soyunun ondan nasıl türediği konusunda ayrıntılı bilgi verilmiyor.

Bu konudaki bir başka ayrılığa da, yukarda naklettiğimiz "Atlılarını ve piyadelerini nara attırarak üzerlerine çullandır." ayeti delâlet ediyor. Bu farklılık güçlülük, zayıflık, çabukluk ve yavaşlık bakımından olan farklılıktır. Çünkü atlılar ile piyadeler arasındaki fark, hızla yetişip yetişmeme, hızla yakalayıp yakalamama bakımındandır.

Diğer bir fark da, bu askerlerin tek tek veya toplu hâlde çalışmaları bakımındandır. Şu ayet bunun delilidir: "De ki: Rabbim, şeytanların kışkırtmalarından sana sığınırım. Onların etrafımı sarmalarından da sana sığınırım." (Mü'minûn, 98) Şu ayet de bu kabilden olabilir: "Şeytanların kimlere indiklerini size söyleyeyim mi? Onlar, her günah düşkünü iftiracıya inerler. Onlar, (şeytanların söylediklerine) kulak verirler, oysa onların çoğu yalancıdır." (Şuarâ, 221-223)

Özetle; İblis şuur ve irade sahibi bir yaratıktır. Kötülüğe çağırır ve günaha sevk eder. Vaktiyle meleklerle ortak mertebede idi, onlardan bir farkı yoktu. Bu durum insanın yaratılmasına kadar böyle devam etti. İnsanın yaratılması ile meleklerden ayrılarak kötülük ve bozgunculuk tarafında yer aldı. İnsanın doğru yoldan sapıp kötülüğe ve sapıklığa meyletmesi, günaha ve batıla düşmesi belirli bir tarzda ona dayanır. Nitekim melek de idrak ve irade sahibi bir mahluktur. İnsanın mutluluk amacına, kemal ve Allah'a yakınlık menziline ulaşması, belirli bir tarzda ona dayanır. Yine, İblis'in cin ve insan kökenli yardımcıları ve değişik türlerden soyu vardır. Bunlar, İblis'in emri ile dünyada ve varlık âleminde insanla bağlantılı olan her konuda tasarrufta bulunurlar. Bunun için batılı hak gibi gösterirler ve çirkini allayıp pullayarak güzel kılığına sokarlar.

Bunlar, insanın kalbi, bedeni, mal ve evlât gibi dünyanın diğer alanları üzerinde tek tek ve toplu olarak, yavaş ve hızlı biçimde, doğrudan veya aracı kullanarak tasarrufta bulunurlar. Kullandıkları aracılar kimi zaman iyilik, kimi zaman kötülük, kimi zaman ibadet, kimi zaman da günah olur.

İnsan, onların ne kendilerinin ve ne yaptıkları işlerin farkında olur. Sadece kendi nefsinin bilincinde olur ve gözü sadece kendi yaptığı işi görür. Onların ne işleri insanın işleri ile çatışır ve ne zatları ve varlıkları insanın varlığıyla çelişir. Yalnız yüce Allah bize şu kadarını bildirmiştir ki, İblis cin kökenli bir varlıktır ve cinler ateşten yaratılmışlardır. Ayrıca, İblis'in varlığının ilk döneminin ile son dönemi birbirinden farklı olduğu sanılıyor.

Kur'ân'a Ve Akla Dayalı Bir İnceleme

Ruh'ul-Meanî adlı eserde şöyle deniyor:

"Şehristanî, dört İncil'i açıklayan kişiye dayanarak, bu olaydan sonra melekler ile İblis arasında geçtiği ileri sürülen bir tartışmayı naklediyor. Bu tartışma, Tevrat'ta zikredilmiştir ve şöyledir: Lânetlik İblis meleklere dedi ki: 'Ben, beni yaratan, yoktan var eden bir ilâhın var olduğunu kabul ediyorum; fakat onun hükümleri hakkında şu sorularım vardır:

1- Yaratmadaki hikmet nedir? Oysa Allah, özellikle kâfirin (inkâr edenin), yaratıldığında kesinlikle cehennemi hak edeceğini biliyordu.

2- Yükümlülüğün faydası nedir? Oysa bundan Allah'a ne bir fayda, ne bir zarar döner. Bundan yükümlülerin kendilerine dönecek olan faydayı ise, Allah, yükümlülüğü araya koymadan onlar için sağlayabilir.

3- Kabul edelim ki, Allah beni kendisini tanımak ve ona kulluk etmekle yükümlü kıldı; peki beni niçin Âdem'e secde etmekle yükümlü kıldı?

4- Secde etmeyerek O'na karşı geldiğimde niye bana lânet edip cezalandırılmama kesin hüküm verdi? Oysa benim cezalandırılmamın ne O'na ve ne de başkasına hiçbir faydası yoktur, ama bana yönelik zararı çok büyüktür.

5- Allah bana bunu yapınca, niçin beni Âdem'in soyuna musallat edip, bana onları sapıklığa düşürme imkânını verdi?

6- Ben Allah'tan Âdem'in soyunu yoldan çıkarmak için uzun süreli bir mühlet istediğimde, âlemin kötülükten arınmış olmasının daha iyi olacağının bilinmesine rağmen, bana niçin mühlet verdi?'

İncilleri açıklayan kişi şöyle diyor: Allah ululuk ve yücelik doruğundan İblis'e şu mesajı iletti: 'Ey İblis, sen beni hiç tanımadın. Eğer beni tanısaydın, benim yaptığım hiçbir şeye itiraz edilmeyeceğini bilirdin. Çünkü ben, kendisinden başka ilâh olmayan Allah'ım, yaptıklarından sorumlu tutulmam.' " (Ruh'ul-Meanî'den alınan alıntı burada son buldu.)

Alusî [Ruh'ul-Meanî adlı tefsirinde] daha sonra sözlerine şöyle devam ediyor: "İmam -Razî- diyor ki: 'İnsanların öncekileri ve sonrakileri hep bir araya gelerek aklın iyiyi ve kötüyü, güzeli ve çirkini ayırt edebileceğine hükmetseler bile, yine İblis'in öne sürdüğü bu kuşkulardan yakayı kurtaramazlar. Bu kuşkuların hepsi kaçınılmazdır.'"

Ardından Alusî şöyle diyor: "Size hoşuma giden bir hikâye anlatayım. Seyfüddevle b. Hamdan, bir gün cemaatinin önüne çıkarak; 'Ben öyle bir beyit yazdım ki, şair Ebu Furas'tan başka ona cevap niteliğinde ikinci bir beyit yazacak birinin çıkacağını sanmıyorum.' dedi. Ebu Furas da o mecliste idi. Seyfüddevle'ye, sözünü ettiği beyit soruldu. O da şu beyti okudu:

Vücudum emrindedir, istersen onu hasta edebilirsin / o hâlde kanımı dökmek niye?

Ebu Furas ona şu beyitle cevap verdi:

Eğer vücudun benim mülküm ise / yetki tümü ile bana aittir."

(Ruh'ul-Meanî'den alınan alıntı burada son buldu.)

Ben derim ki: Önceki incelememizin başında yaptığımız açıklamalar, bu altı şüpheyi kökünden gidermeye yeter, Fahr-ı Razî'nin iddia ettiği gibi, önceki ve sonraki bütün insanların bir araya gelmelerine ihtiyaç kalmaz. Kaldı ki ona göre, öncekiler ve sonrakilerin bir araya gelmesi de bir işe yaramaz. Fakat bize göre durum, hiç de onun sandığı gibi değildir. Bu nedenle meselenin daha iyi aydınlanması için diyoruz ki:

Önce birinci şüpheyi ele alalım: Hikmet, bir işi yapanı o işi yapmaya sevk eden iyilik ve fayda demektir. "Yaratmadaki hikmet nedir?" denince, bu soru ile, ya mutlak anlamda Allah dışındaki âlemin yaratılmasının hikmeti kastedilir veya özel olarak insanın yaratılmasının hikmetinin ne olduğu kastedilir. Eğer mutlak anlamda kâinatı yaratmanın ve yoktan var etmenin hikmeti soruluyorsa Allah'ın kendisi dışındakilerin tümü üzerinde tam bir fail olduğu, failliğini tamamlayacak başka bir tamamlayıcı faktöre, ilâhlığını perçinleyecek başka güce muhtaç olmadığı kanıtlanmış bir gerçektir. O, zatı itibariyle kendisi dışındaki her şeyin başlangıç noktası, her hayrın ve rahmetin doğrudan kaynağıdır. Başlangıç noktasının, kaynağın; kendisinden başlayan, kendisinden kaynaklanan şeyleri gerektirdiği ise, apaçık ve zarurî bir gerçektir. Apaçık ve zarurî gerçekleri soru konusu yapmak da boş bir iştir. Meselâ cömertlik melekesi, özü itibariyle etkisinin yayılmasını ve bereketlerinin ortaya çıkmasını gerektirir. Bu gereklilik, kendi dışındaki başka bir faktörün öyle istemesinin, cömertliğe etkisini ortaya çıkarmasını dayatmasının sonucu değildir. Öyle olsa, demek ki meleke değildir. Dolayısıyla cömertlik melekesinin etkisinin meydana çıkması, o meleke açısından zarurîdir. Bu melekenin etkisinin meydana çıkması, her hak edenin yeteneği ve hak edişi oranında ondan yararlanmasıdır. Hak edenlerin hak etme oranlarının farklılığına bağlı olarak farklı nimet payları elde etmeleri ise, hayrın kaynağı olan melekenin değil, hak edenlerin meselesidir.

Amaç ve failin fiili ile kastettiği yarar anlamında yaratma ve var etme eyleminin hikmetine gelince; bu konuda aklın hükmü şudur: Yararı faile dönecek bir amaç, ancak eksik nitelikli bir fail için söz konusu olabilir. Bu durumdaki bir fail, fiili ile eksikliğini gidererek tamamlık ve kemal kazanır. Ama hayrı ve kemali bütünü ile yanında bulunduran bir failin amacı, zatının kendisidir. Cömertlik melekesi örneğinde belirttiğimiz üzere, böyle bir failin kendi dışında bir amaca ihtiyacı yoktur. Bununla birlikte bu kâmil failin fiilinin sayısız birçok faydası, sonsuz birçok nimeti vardır. Ama bu faydalar ve nimetler, asıl amaç değil, ikinci derecede kalan, araz nitelikli amaçlardır. Mutlak anlamda yaratmanın hikmeti ile ilgili söyleyeceklerimiz bunlardır.

Ama eğer sorudaki, "Oysa Allah, özellikle kâfirin (inkâr edenin) yaratıldığında kesinlikle cehennemi hak edeceğini biliyordu." şeklindeki cümleden de anlaşılacağı üzere, insanı yaratmanın hikmeti soruluyorsa, az önce vurguladığımız gibi, insanı yaratmada failin amacı ve kendisine yönelik fayda anlamında bir hikmet yoktur. Çünkü yüce Allah zatı itibariyle zengindir, eksiğini tamamlayacak ve kemale ermesini sağlayacak, kendisi dışında bir şeye ihtiyacı yoktur. İnsanı yaratmada fiilin amacı ve fiile dönük fayda anlamındaki hikmet ise şudur: Önemli bir değere sahip olmayan toprak hammaddesinden özel bir birleşim yaratılıyor. Bu birleşim, kemal yolundaki ilerleme süreci sonunda şerefli, yüce ve değerli bir cevher oluyor. Bu cevher, varlığının kemali sayesinde kendi dışındaki diğer varlıklardan üstün hâle geliyor ve bu kemali ile başka hiçbir varlığın elde edemeyeceği derecede Rabbine yaklaşabiliyor. İşte insanın bir canlı türü olarak yaratılmasının amacı budur.

Yalnız şu da bilinen bir gerçektir ki, bu toprak birleşimli varlık, zıt unsurlardan oluşmuştur. Çelişki ve çatışma âlemi ortasındadır. Lehte ve aleyhte işleyen faktörlerin ve sebeplerin kuşatması altındadır. Böyle bir varlık, içinde bulunduğu şartlardan bütünü ile kurtulamaz. Bütün fertleri ile bu şartların bozucu ve karşıt etkisinden sıyrılamaz. Dolayısıyla özlenen mutluluğa ancak bazı fertleri ile kavuşabilir. Kemale doğru olan yolculuk sürecinde bütünü değil, ancak bir bölüm fertleri başarıya ulaşabilir.

Bu nitelik, yani fertlerinin bazısının kemale ve saadete erip bazılarının bu başarıdan mahrum olmaları, sadece insana mahsus değildir. Bütün madde kökenli varlıklar böyledir. Çeşitli hayvan türleri, bitki türleri ve maden bileşikleri için aynı kanun geçerlidir. Milyonlarca sayıda olan bu türlerin her birinin mutlaka bir türsel amacı vardır ki, o amaç, o türün var oluşunun kemal derecesidir. Fakat o tür, bununla birlikte, ancak tür olarak o kemale erebilir. Türün fertlerinin çoğu ise, kemale ulaşmadan yok olurlar, kemal yolunda bozulurlar. Bu bozulma ve yok olma aleyhte işleyen gereklerin ve sebeplerin etkisi ile meydana gelir. Çünkü türlerin fertleri bunların kuşatması altındadır ve bunlar faktör ve sebep olmalarının gereği olarak fertler üzerindeki etkilerini mutlaka gösterirler.

Farz edelim ki, bu türlerden biri, aleyhinde işleyen faktörlerin hiçbirinden etkilenmiyor. Meselâ öyle bitki türü düşünelim ki, sıcaklıktan, soğukluktan, ışıktan, karanlıktan, nemden, kuraklıktan, zehirlerden ve birleşimi zıt yer kaynaklı maddelerden etkilenmiyor. Bu faraziyede birinci olarak o türün özel bileşimi geçersiz sayılmış, ikinci olarak da faktörlerin ve sebeplerin işlemesi yok addedilmiştir. Bu da, kâinatın düzeni bozulmuş, geçersiz kılınmıştır, demektir. Bu gerçeği iyi kavramak gerekir.

Bazı fertlerin ve bileşiklerin çabalarının boşa gitmesi ise önemli değildir. Eğer bu kısmî başarısızlık, diğer bazı fertlerin, türün kemali ve amacı olarak özlenen şerefli amaca ve gayeye ulaşmasını sağlarsa, buna razı olmak gerekir. Çünkü maddî yaratılışın imkânları bundan daha fazlasına müsait değildir. Değeri olmayan çok miktardaki hammaddeyi, az miktardaki değerli ve şerefli bir cevher elde etmek için harcamak, israfla ve keyfîlikle ilgisi olmayan gerçek bir kazançtır.

İnsan türünün varlığını gerekli kılan neden, onu var etmekle dünyada ve ahirette mutluluğun doruğuna doğru tırmanan kâmil insan peşindedir. Fakat insan, ancak maddî bir bileşim olarak var olabilmektedir. Bu maddî bileşim de, ancak kâinattaki bütün varlık türlerine yayılmış olan bu maddî düzen altında meydana gelebilir. Kâinatı kaplayan bu varlık türleri birbiri ile bağlantılıdır. Hepsi arasında etki-tepki alış verişi vardır. Birbirlerine farklı etkiler yaparlar ve kendileri dışındaki türlerin farklı tepkilerine maruz kalırlar. Böyle olunca, bazı insan fertlerinin insan için belirlenen kemale ulaşmadan yarı yolda tökezlemeleri kaçınılmazdır. Dolayısıyla insanın var oluş nedeni, birinci hedef olarak doğrudan doğruya insanlığın mutluluğu peşindedir. Bu yolda bazı fertlerin tökezlemeleri ise, araz niteliğinde ikinci dereceden bir amaçtır, asıl maksat değildir.

Buradan şu sonuca varıyoruz: Yüce Allah'ın insanı yaratmadaki hikmeti, insanın kendisi için amaç olarak belirlenen kemaline ulaşmasıdır. Allah'ın birçok insan ferdinin kâfir olup cehenneme gideceğini bilmesi, O'nun insan türünü yaratmadaki muradına halel gelmesini gerektirmez. Ayrıca yüce Allah'ın bu bilgisi, ileride kâfir olacak insanı yaratmasının, onun kâfir olup cehenneme gitmesinin tam nedeni olmasını da gerektirmez. Nasıl gerektirsin ki?! Oysa o insanın var olduktan sonra kâfir olmasının tam nedeni, çok sayıdaki dış nedenler ve faktörlerdir. Bu nedenler ve faktörlerin sonuncusu da, o insan ferdinin kendi tercihidir ki, bu neden, fiillerinin kendisine izafe edilmesini kaçınılmaz kılmaktadır. Buna göre, o ferdi var eden neden, onun kâfir oluşunun nedeninin çok sayıdaki parçalarından sadece bir parçasını oluşturur. Allah'ın takdirinin o kişinin kâfir olmasına bağlanmasına gelince; bu bağlanma, o kişinin tercihi yolu ile gerçekleşen bir bağlanmadır. Yoksa o kişinin, tercihi ve iradesi geçersiz kılınarak kâfirliği kabul etmeye zorlanması söz konusu değildir. Bir örnekle açıklayacak olursak; o kişinin kâfir oluşu, havaya atılan bir taşın yerçekiminin etkisi ile zorunlu olarak yere düşmesi gibi kendi elinde olmadan zorunlu olarak meydana gelen bir durum değildir.

İkinci şüpheye gelince; İblis'in, "Yükümlülüğün faydası nedir? Oysa bundan Allah'a ne bir fayda, ne bir zarar döner." şeklindeki sorusu demagojidir. Bu sözde eksik ve muhtaç olan bir fail hakkındaki hüküm, tam ve zatı itibariyle ihtiyaçsız bir fail hakkında da geçerli sayılıyor. Fiilin failine fayda getirmesinin gerekli olduğu yolundaki aklın hükmü, fiili ile eksikliğini gideren, ondan yarar sağlayan eksik bir fail hakkında geçerlidir, yoksa zatı itibariyle ihtiyaçsız olduğu kabul edilen bir fail hakkında geçerli değildir.

Zatı itibariyle ihtiyaçsız olan ve hiçbir yönden eksiği olmayan fail dahil, her failin fiilinde mutlaka kendine yönelik bir fayda olması veya zatı itibariyle ihtiyaçsız olan, hiçbir eksik yönü olmadığı için başka bir şeyle eksikliğini kapatması söz konusu olmayan bir varlığın herhangi bir fiil ortaya koymaktan uzak duracağı yolunda aklın bir hükmü yoktur.

Yükümlülüğün yükümlüler açısından faydasına gelince; gerçek hükümlerde geçerli olmayan ve haddizatında itibarî olan yükümlülük, yükümlüler ile kemal sıfatları arasında bir aracıdır. Onun sayesinde yükümlüler geçmişteki eksikliklerinden sıyrılıp gerçek kemallerine ulaşırlar. Buna göre yükümlülük, geçmişteki eksiklik gerçeği ile sonraki kemal gerçeği arasında geçişi sağlayan bir köprüdür.

Bunu kısaca şöyle açıklayabiliriz: Tekrarlanan gözlemlerimiz ve apaçık delillerden şu gerçeği şüphesiz bir kesinlikle biliyoruz ki, önümüzde birçok varlık türleri vardır. Maddî âlemi oluşturan bu türlerde belirli bir düzen geçerlidir. Bu maddî âlem sürekli bir hareket hâlindedir. Bu hareket, her varlık türüne durumuna göre kalıcılık ve sürekli var oluş sağlıyor. Bu varoluş, eksiklik durumundan başlayarak kemal durumunda sona eriyor. Kalıcılık diye adlandırılan bu varoluş zincirinin halkaları arasında gerçek bir varoluş bağlantısı vardır. Bu bağlantı, o varlığı bir önceki aşamadan bir sonraki aşamaya iletir. Bu bağlantılı hareketle o varlık türü, içinde bulunduğu konaktan onu izleyen konağa yönelir ve aslında, harekete başladığı ilk andan itibaren varabileceği son noktaya ulaşmak için hareket eder.

Meselâ, toprağa atılan buğday tanesi, kabuğunu çatlatıp büyümeye başladığı ilk andan itibaren dolgun başaklı bir buğday bitkisi olma amacı ile gelişir. Hayvanın bünyesindeki meni damlası, türünün bütün kemal sıfatlarına sahip eksiksiz bir ferde yöneliktir.

Bu kural her varlık için geçerlidir. İnsan türü de elbette bu genel kuralın dışında değildir. Onun da her ferdi, oluşumunun ilk aşamasından itibaren amacına doğru hareket hâlindedir, gerçek mutluluğa ereceği kâmil insan mertebesine yöneliktir. İster hayat sürecinde bu noktaya ulaşsın, ister önüne çıkan engeller yüzünden yarı yolda kalsın, bütün hareketi bu hedefe doğrudur.

İnsan, türünün özellikleri itibariyle toplumsal hayat yaşamaya mecburdur. Toplumsal hayat ise toplumun fertleri arasında geçerli olan kanunlar ve gelenekler altında gerçekleşebilir. Bu kanunlar ve gelenekler, itibarî inançlar ve hükümler olmalarının yanı sıra dinî veya din dışı yükümlülüklerdir. Bu yükümlülüklerin yerine getirilmesi, insanda birtakım inanç ve ahlâk ilkeleri ile melekeler oluşturur. Bunlar, insanın dünya ve ahiret mutluluğunun dayanakları oldukları gibi, davranışların sevap ve ceza diye adlandırılan gerekleridir.

Buna göre yükümlülük, insanı gizli ve tedricî bir hareketle hâllerine ve psikolojik melekelerine bağlı olarak kemaline ve mutluluğuna doğru götürür. İnsan, aşama aşama bu yolu aşmakla ve bu yolun gerektirdiği işleri yapmakla kendisi için hayırlı ve kalıcı olan hedefe ulaşır. Eğer bu yolculuğun gereklerini yapmaz ise, gayretleri boşa gider. Tıpkı kemaline doğru giden öbür türlerin bir ferdi gibi. Eğer sebeplerin uyumlu etkisi yardımcı olursa, o fert kemal noktasına ulaşır. Eğer sebeplerin etkisi yardımcı olmaz veya köstek olursa o fert kemal yolunda tökezler.

Buna göre, "Yükümlülüğün faydası nedir?" sorusu, tıpkı "Bitkilerin topraktan gıda almalarının faydası nedir?" veya "Kendilerine yönelik bir faydası olmadığına göre hayvanların üremelerinin faydası nedir?" soruları gibidir.

İblis'in, "Bundan (yükümlülükten) yükümlülerin kendilerine dönecek olan faydayı ise, Allah, yükümlülüğü araya koymadan sağlayabilir." sözü ise, bir başka demagojidir. Çünkü söylediğimiz gibi yükümlülük, insanda veya yükümlülüğe tâbi herhangi bir varlıkta mutluluk yolu üzerinde yer alır ve tedricî bir hareketle tamamlanıp kemale eren varlığın eksikliği ile kemali arasında bir köprüdür. Eğer yükümlülüğün yükümlülere sağladığı faydaların yükümlülük aracı devreye sokulmadan sağlanmasından, yükümlüler için yükümlülük yolu yerine başka bir yolun devreye girmesi ve bu yolun o yolun yerini alması kastediliyorsa, bu durumda her iki yolun durumu, yol olmaları bakımından bir olduğuna göre ikinci yol için de aynı soru gündeme gelir ve denir ki: "Allah, bu yoldan gelecek faydayı başka yoldan sağlamaya gücü yettiği hâlde niçin bu yolu belirledi?" Cevabı ise şudur: İnsan üzerinde yoğunlaştığını gördüğümüz nedenler ve sebepler, onun iç âlemini düzeltmede ve kalbini temizlemede olağan bir yol olan "yükümlülüklerini yerine getirmek"le eksikliğini tamamlamasını gerektirir.

Yok, eğer yükümlülük araya konmadan onun getireceği faydanın sağlamasından maksat, bu faydanın insanlara hiçbir aracı olmadan sağlanması ve bütün kemal merhalelerinin ve mutluluk aşamalarının yaratılışlarının başlangıcında onlara bağışlanması, bunun için hiçbir tedricî harekete geçmelerine, hiçbir yolculuk zahmetine katlanmalarına hacet kalmaması ise, bu faraziye, varoluşsal hareketlerin geçersiz olmasını, maddenin, enerjinin ve imkân âlemindeki bütün gelişmelerin yok olmasını gerektirir. O zaman da farz edilen varlık, daha varoluşunun başlangıcında [madde ve gereklerinden] soyutlanmış (mücerret), yaratılışının başında tam, kâmil ve mutlu bir varlık olur. Bu varlık da, topraktan yaratılan, başlangıcında eksik olduğu hâlde tedricî bir hareketle eksiklerini tamamlayan, şu bildiğimiz insan olamaz. Buna göre bu faraziye, kendi kendini geçersiz kılıyor.

Üçüncü kuşkuya gelince; İblis'in, "Kabul edelim ki, Allah beni kendisini tanımak ona kulluk etmekle yükümlü kıldı; peki beni niçin Âdem'e secde etmekle yükümlü kıldı?" şeklindeki sorusunun cevabı açıktır. Çünkü bu yükümlülüğün yerine getirilmesi ile Allah'a kulluk etme sıfatı, bu yükümlülüğe karşı gelmekle de Allah'a karşı büyüklük taslama sıfatı gerçekleşiyor. Buna göre bu yükümlülükte, her hâlükârda Allah tarafından tamamlama ve İblis tarafından tamamlanma vardır. Bu tamamlanma ya mutluluk yönünde veya bedbahtlık yönündedir. İblis ise ikinci şıkkı tercih etti.

Üstelik ona ve meleklere yöneltilen bu secde yükümlülüğü, Âdem için çizilen çizgiyi belirliyor. Çünkü Âdem ve soyunun kat etmesi için belirlenen doğru yol (sırat-ı müstakim), ancak bu şekilde ortaya çıkar. Bunun için bir yandan insanı o yola çağıran destekçi yardımcıya (meleklere), öte yandan onu bu yoldan sapmaya çağıran saptırıcı düşmana (İblis ve askerlerine) ihtiyaç vardır. Önceki incelememizde bu konuyu açıklamıştık.

Dördüncü şüpheye, yani İblis'in, "Secde etmeyerek Allah'a karşı geldiğimde niye bana lânet edip cezalandırılmama kesin hüküm verdi? Oysa bunun O'na hiçbir faydası yoktur…" şeklindeki sözüne gelince; bunun cevabı şudur: Lânet ve cezalandırmanın içerdikleri gerçeklik, aslında her türlü günahın ana kaynağı olan Allah'a karşı büyüklük taslamanın gerektirdiği sonuçlardandır. Öte yandan, daha önce de işaret ettiğimiz gibi, Allah'ın fiillerinde O'na yönelik fayda veya zarar söz konusu olmadığı için, kendisine faydası olmayacak fiilleri yapmaktan uzak durması gerektiği diye bir şey söz konusu değildir.

İblis'in bu sorusu, kendi isteği ile zehir içip ölen biri ile ilgili olarak şöyle demeye benzer: "Allah, o zehri o adam için niye ilâç yapmadı? Oysa onu o zehirle öldürmede Allah'ın bir menfaati yokken adam için zararların en büyüğü vardır. Allah, o zehri zehirlenen kişinin susuzluğunu giderecek ve vücudunu geliştirecek temiz bir rızk yapsaydı, olmaz mıydı?" Bütün bunlar, nedenlerin ve sebeplerin hilkat âlemindeki fonksiyonunu bilmemekten kaynaklanır. Oysa kâinatta meydana gelen her olay, bir dizi özel sebebe ve faktöre bağlıdır. Bu gelişmelerin hepsini kapsayan genel kanunda sapma ve değişiklik olmaz.

Bu genel kanun uyarınca günahla kirlenen nefis cezaya çarptırılır. Bu cezadan kurtulabilmek için o nefsin şefaatle, tövbe ile veya affedilmeyi sağlayabilecek bir iyilikle temizlenmesi gerekir. Bu sebeplerden hiçbiri yokken cezayı ortadan kaldırmak, söz konusu genel sebep-sonuç kanununu çiğnemek demektir ki, bu genel kanunu çiğnemek, her şeyin yıkılması sonucunu doğurur.

İblis'in ortaya attığı beşinci şüpheye, yani, "Allah bana bunu yapınca, niçin beni Âdem'in soyuna musallat edip, bana onları sapıklığa düşürme imkânı verdi?" şeklindeki sorusuna gelince; şimdiye kadar yaptığımız açıklamalarda bunun cevabı vardır. Kısaca söylersek; hidayet, uygulamalarla ilgili hak, ibadet ve benzeri sonuçlar, ancak sapıklığın, batılın ve günahın varlığı hâlinde gerçekleşebilirler. Hakka çağrı, ancak ortada batıla çağrının var olması hâlinde var olabilir. Doğru yol, ancak doğru olmayan, yolcusunu doğru yolun ulaştırdığı amaçtan başka bir amaca ulaştıran yolların mevcut olması durumunda doğru yol olur.

Yeryüzünde insan denen varlık mevcut oldukça ve birbirini izleyen fertleri ile insan türü varlığını sürdürdükçe, insanı batıla çağıran ve cehennem azabına sürüklemeye çalışan bir varlığın bulunması da zarurîdir. Bu açıdan İblis'in varlığı, insan soyuna hizmet niteliğindedir. Allah'ın ona tanıdığı sapıklığa düşürme imkânı ve onu insanlara musallat etmesi ise, sadece kötülüğe çağırabilmekle sınırlıdır. Nitekim Kur'ân-ı Kerim bu hususu tasrih etmekte[2] ve bunu kıyamet günü insanlara hitap edecek olan İblis'in kendi sözlerinden aktarmaktadır.[3]

İblis'in altıncı şüphe olarak öne sürdüğü, "Ben Allah'tan Âdem'in soyunu ortaya çıkarmak için uzun süreli bir mühlet istediğimde, bu mühleti bana niçin verdi?" şeklindeki sorusunun cevabı da az önceki açıklamamızda verilmiştir. İblis'in bu sorunun devamında yer alan "Âlemin kötülükten arınmış olmasının daha iyi olacağının bilinmesine rağmen" şeklideki sözüne gelince; daha önce söylediğimiz gibi, âlemin kötülükten arınmış ve kargaşadan uzak olması demek, onun soyut ve gayri maddî olması demektir. Maddeden oluşmuş bir âlemde fiilî durumun potansiyelsiz, iyiliğin kötülüksüz, faydanın zararsız, istikrarın değişikliksiz, ibadetin günahsız ve mükâfatın cezasız olarak var olması anlamsızdır.

İncilleri açıklayan kişinin yüce Allah'ın İblis'e cevabı olarak naklettiği, İncilleri açıklayan kişinin yüce Allah'ın İblis'e cevabı olarak naklettiği, "Ey İblis, sen beni hiç tanımadın. Eğer beni tanısaydın, benim yaptığım hiçbir şeye itiraz edilmeyeceğini bilirdin. Çünkü ben, kendisinden başka ilâh olmayan Allah'ım, yaptıklarımdan sorumlu tutulmam." şeklindeki sözler, Kur'ân'ın ayetlerine uygun bir cevaptır. Nitekim yüce Allah, "Allah, yaptıklarından sorumlu tutulmaz; onlar ise sorguya çekileceklerdir." (Enbiyâ, 23) buyuruyor.

Yüce Allah'ın nakledilen sözleri, İblis'in şüphelerine verilmiş genel bir cevaptır, onun sorularına tek tek verilmiş ayrıntılı bir cevap değildir. Cevabın özü şudur: Bütün bu şüpheler, Allah'a yöneltilmiş birer soru ve itirazdır. Oysa Allah'a itiraz yöneltilmez. Çünkü O, kendisinden başka ilâh olmayan Allah'tır, yaptıklarından sorumlu tutulmaz.

Anlaşılan, bu sözdeki "sorumlu tutulmam" ifadesinin dayanağı, "Çünkü ben" diye başlayan ifadedir. Bu sözün anlamı şudur: Yüce Allah zatı ile sabit olan ve zatından dolayı ihtiyaçsız olan benliği ile her şeyin başlangıcı ve varış noktasıdır. Her şey O'ndan başlar ve her şey O'nda son bulur. Yaptığı iş kendinden başka bir failî sebeple bağlantılı değildir. O'nun hakkında fiili yapmaya sürükleyici amaç nitelikli bir sebebin varlığına hükmedilmez. O, bütün faillerin üzerindeki fail ve bütün amaçların ötesindeki amaçtır. Her fail, onda olan güçle fiilini meydana getirir ve güç, bütünü ile Allah'a aittir. Her amaç, onda olan kemal, onda olan hayır için aranır, gaye edinilir ve hayır, bütünü ile O'nun elindedir.

Bundan şu sonuç çıkar: Yüce Allah'a fiilinin sebebi sorulmaz. Çünkü bir fiilin sebebi, ya fail veya amaç olur. Oysa Allah, bütün faillerin faili ve bütün amaçların amacıdır. Yüce Allah'tan başkalarına gelince; onların elindeki iş yapma gücü, Allah tarafından kendilerine bağışlanmıştır. Onların elde ettikleri iyilikler ve faydalar da O'nun ihsanıdır. Allah bu ihsanı, sebepleri devreye sokarak, faktörleri ve şartları düzenleyerek gerçekleştirir. Bu yüzden Allah'tan başkaları yaptıklarından sorumludurlar. Onlara yaptıklarını niçin yaptıkları sorulur. En çok sorulan husus da, yaptıklarının amacı, işlerinin iyilik ve yararlılık yönü olur. Özellikle de güzellik, çirkinlik, övgü, yergi konusu olan toplumsal davranışlar, toplum çerçevesinde soru konusu olurlar. Çünkü bu davranışların toplumun çıkarlarına dayalı olması gerekir. Bu söylediklerimiz, açık kanıt ve vahiy ile desteklenen, eksiksiz bir açıklamadır.

Kelâm âlimlerine gelince; onlar arasında Allah'ın fiillerine amaç isnat edilip edilmeyeceği konusunda ve bununla ilgili meselelerde görüş ayrılıkları olduğu için, buna bağlı olarak, "Allah yaptıklarından sorumlu tutulmaz." gerçeğini de farklı şekillerde yorumlamışlardır. Eş'arîler, keyfî iradeyi caiz gördükleri için ve kötülükler ile çirkin işleri Allah'a isnat etmeyi sakıncasız kabul ettiklerinden dolayı Allah'ın dilediğini yapabileceğini, fiillerinin amaç içermesinin gerekmediğini, bu fiillerde beğenilen bir fayda aranamayacağını, aklın başkalarının fiilleri için hükmettiği gibi, Allah'ın fiillerinin de mutlaka beğenilen bir fayda anlamında bir amaç içermesi gerektiğine hükmedemeyeceğini ileri sürmüşlerdir.

Mutezile mezhebinin âlimleri ise, amaç içermeyen fiilin varlığını imkânsız görüyorlar. Çünkü böyle bir fiil, boşluğu ve keyfîliliği gerektirir ki, bunu Allah'a isnat etmek imkânsızdır. Onlar, Allah'ın fiillerinden sorumlu tutulmayışını Allah'ın hikmet sahibi oluşu ile açıklıyorlar. Çünkü hikmet sahibi olan merci, her hak sahibine hakkını verir ve çirkin, boş, keyfî bir iş yapmaz. Yaptıklarından sorumlu olan kişi, çirkin, boş ve keyfî iş yapması mümkün olan kişidir. Buna göre Allah, yaptıklarından sorumlu tutulmaz; ama insanlar davranışlarından sorumlu tutulurlar.

Bu, uzun bir inceleme konusudur. Her iki mezhebin araştırmacıları ile onlarla aynı görüşü paylaşan diğerleri, bunu yüzyıllar boyunca sürekli tartışmışlardır. Burada bu konunun ayrıntılarına girmek istemiyoruz. Yalnız bu konuda gerçeğin üzerindeki perdeyi kaldıracak başka bir gerçeğe işaret etmek istiyoruz.

Şüphe yok ki bizim, hayatımızda bize dayanak oluşturan bilgilerimiz ve hükümlerimiz vardır. Yine şüphe yok ki bunlar, ikiye ayrılırlar:

1- Davranışlarımızla doğal olarak ilgisi olmayan bilgiler ve hükümler. Bunlar, sırf objektif gerçeği ortaya koyan, dış dünya ile örtüşen tasdikî (yüklem içeren) bilgilerdir. Bizim insan olarak var olup olmamamız, ferdî veya sosyal hayatımızla ilgili işlerimizi yapıp yapmamamız, bu bilgiler bakımından önemli değildir. "Dört rakamı, çift bir sayıdır. Bir, ikinin yarısıdır. Kâinat vardır. Yeryüzü, güneş ve ay vardır." şeklindeki bilgilerimiz gibi. Bu bilgiler, ya hiçbir şüphe götürmeyen bedihî (apaçık) hükümlerdir, ya da bedihî bilgilere dayanan ve onlar aracılığı ile ispatlanan nazarî (düşünmeye, kanıtlamaya ihtiyaç duyan) yargılardır.

2- Uygulamaya yönelik bilgiler ve itibarî hükümler. Bu bilgiler ve hükümleri, hayatımızı onlara göre şekillendirmek üzere bizler ortaya koyarız ve insan toplumu düzeyinde onlara dayanırız. İrademiz de onlara dayanır, tercihimize dayalı işlerimizi onlarla açıklarız. Gerçi biz bu bilgileri ve hükümleri itibarî olarak dış dünya ile örtüştürürüz, ama bunlar birinci kısımda yer alan bilgiler ve hükümler gibi özleri itibariyle dış dünya ile örtüşmezler. Bizim bunları dış dünya ile örtüştürmemiz, hakikat ve gerçeklik ölçüleri ile değil, uzlaşma ve itibar etme yolu iledir. Toplumumuzda geçerli olan kanunlar, gelenekler ve velâyet, başkanlık, egemenlik ve maliklik gibi nitelemeler, bu itibarî hükümlerin örnekleridir. Meselâ "Zeyd başkandır." derken, Zeyd için öngördüğümüz başkanlık sıfatı itibarî bir sıfattır. Dış dünyada bunun karşılığında Zeyd'in insan olmasından başka bir şey yoktur. Bu başkanlık sıfatı, "Zeyd uzun boyludur." veya "Zeyd siyah derilidir." derken, Zeyd için öngördüğümüz uzun boyluluk ve siyah derililik sıfatları gibi bir sıfat değildir. Çünkü başkanlığın anlamını öngören biziz. Birkaç kişi bir araya gelerek hayattaki amaçlarımızı gerçekleştirmek için bir toplum oluşturduk ve bu toplumu idare etme işini Zeyd'e teslim ettik. Herkesi lâyık olduğu yere koysun ve sonra dilediği alanda kullansın diye. Böyle olunca Zeyd'in toplumda olan konumunu başın bedendeki konumu gibi görerek ona toplumun başı, başkanı verdik. Böylece ona sunduğumuz makamın korunmasını ve bu makamın etkilerinden, avantajlarından hep birlikte yararlanmayı istedik.

Bu örnekteki Zeyd'in baş ve başkan olduğuna dönük inanç, sadece bizim zihnimizdedir, zihnimizi aşıp dış dünyaya geçmez. Fakat biz, toplumun menfaati için ona dışa dönük bir anlam atfediyoruz. İşte insan toplumlarında egemen olan, insan hayatında geçerli ve insan davranışları ile bağlantılı olan bütün kavramlardaki ve değerlerdeki durum böyledir. Bunların hepsi toplumsal hayatın faydası için insan tarafından konmuş ve geçerlilik kalıbına dökülmüş hükümlerdir, insan zihninin sınırlarını aşmazlar.

İşte bilgilerin iki kısmı bunlardır. Bu iki kısım arasındaki fark şudur: Birinci kısım, dışarıdan alınmıştır ve gerçek anlamda onunla örtüşmektedir. Bu bilginin dışarıyla örtüşmesi, onun doğru olmasının anlamıdır. Aynı zamanda dışarıdaki gerçeğin de bu bilgiyle örtüşmesi, onun hak olduğunun anlamıdır. Yani zihinde olanın aynısı dışarıda ve dışarıda olanın aynısı zihinde vardır. Bilgilerin ikinci kısmının yeri ise zihindir. Dışarısı ile arasında bir örtüşme yoktur. Fakat biz hayatımızın maslahatı için böyle bir örtüşmeyi var sayıyoruz ve gerçekte öyle olmadığı hâlde, bu bilginin dışarısı ile örtüştüğünü farz ediyoruz.

Zeyd'in toplumsal amaçla başkan olması, şiirsel hayal amacı ile yapılan benzetme ve istiare yolu ile aslan olması gibidir. Yani bizim toplumumuzda Zeyd'i dışarıda baş olarak nitelememiz, şairin onu dışarıda var olan aslan olarak nitelemesi gibidir. Tasavvur (yüklem içeriksiz) veya tasdik (yüklem içerikli) şıkları ile bütün itibarî kavramların durumu budur.

Bu itibarî kavramlar, her ne kadar zihnin işi olup dışardan alınmasalar da, dolayısıyla dışarı ile örtüşmeseler de başka bir cihetten dışa dayanırlar. Bu cihet şudur: İnsan , tasavvur ve tasdik şıkları ile bu kavramları itibar etmeye sevk eden faktör, onun noksanlığı ve var oluş kemaline, insan türünün nihaî amacına ulaşma ihtiyacıdır. İnsanın varlığını sürdürmesi ve hayatında peşinden koşup amaç edindiği maddî ve manevî gerçek hedefler, onu bu kavramları geliştirmeye ve arkasından davranışlarını onların üzerine bina etmeye zorlamaktadır. Çünkü ancak bu şekilde istediği mutluluğu kendisi için temin edebilir.

Bundan dolayı bu hükümler, toplumsal amaçların değişmesine bağlı olarak değişiklik gösterirler. Öyle davranışlar ve değer yargıları var ki, bunlar kutuplarda yaşayan toplumlarda beğenildikleri hâlde, ekvatorda yaşayan toplumlarda kınanırlar. Batı toplumları ile doğu toplumları arasında, şehirliler ile köylüler arasında da bu tür farklılıklar vardır. Kimi toplumlarda belirli bir davranış çoğunluk tarafından takdir edilirken, azınlık tarafından hor görülür. Aynı toplumda zengin kesim ile fakir kesim arasında, efendiler ile köleler arasında, erkekler ile kadınlar arasında bakış açısı farklılıkları göze çarpar.

Ancak birtakım itibarî değerler ve hükümler de vardır ki, bunlar toplumdan topluma değişiklik göstermezler. Bunlar, bütün toplumlar tarafından kabul gören gerçek ve genel amaçlara dayalı değer hükümleridir. Toplum hâlinde yaşamanın gerekli olduğu, adaletin güzel ve zulmün çirkin oluşu gibi. Bu açıklamalarımızdan çıkan sonuç şudur: İkinci kısmın kapsamındaki bilgilerimiz, her ne kadar birinci kısımdaki bilgiler gibi doğrudan dışarı ile örtüşmüyorlarsa da, ancak bunlar da bir şekilde dış âleme dayanmaktadırlar.

Bu açıklamaların ışığı altında ortaya çıkıyor ki, bizim bütün bilgilerimiz ve hükümlerimiz, Allah'ın fiiline dayanır. Çünkü kendisi ile temas hâlinde olmamız sonucu, kendisinden bilgilerimizi aldığımız, kendisinden bilgilerimizi soyutladığımız veya üzerine bilgilerimizi bina ettiğimiz dış dünya, yaratılan ve yoktan var edilen dünyadır ki, bu dünya, Allah'ın fiilidir. Buna göre bizim, "Bir rakamı, zarurî olarak ikinin yarısıdır." şeklindeki sözümüzün anlamı şudur: "Yüce Allah, her zaman bir ile ikiyi öyle yapıyor ki, aralarında zarurî olarak bu oran geçerli oluyor." Diğer hakikî bilgilerde de bu durum geçerlidir. Aynı şekilde, "Zeyd, saygı gösterilmesi gereken bir başkandır." şeklindeki sözümüz de şu anlama gelir: "Yüce Allah, insanı bu kanaati ve görüşü edinecek ve sonra da ona göre davranacak bir nitelikte yaratmıştır." Diğer itibarî bilgilerde de bu durum geçerlidir. Bütün bunların, O'nun şanına yakışacak, kutsal makamına lâyık olacak tarzda bir açıklaması vardır.

Bu gerçeği bildiğimizde şunu kavrarız: Elimizdeki bütün aklî hükümler yüce Allah'ın fiilinden alınmıştır, ona dayanmaktadır. Bu aklî hükümler, ister zaruret ve imkâna hükmeden teorik aklın hükümleri olsun, isterse faydalara ve zararlara dayalı olarak güzellik ve çirkinliğe hükmeden pratik aklın hükümleri olsun, durum aynıdır.

Bu nedenle, aklı yüce Allah üzerinde hâkim kılar, O'nun namütenahi zatının mutlaklığına kayıt getirsek, aklın sınırlı ve kayıtlı olan objelerden elde edilmiş hükümleri ile O'nu sınırlandırırsak, ya da O'nun için kanun koyar, bazılarının düşündüğü gibi O'nun için falânca işi gerekli, filânca işi yasak ilân eder, şu işi yapmasının güzel, şu işi yapmasının çirkin olduğuna hükmedersek, büyük bir suç işlemiş oluruz. Çünkü teorik (nazarî) aklı yüce Allah üzerinde hâkim kılmak, O'nun sınırlılığına hükmetmek anlamını taşır. Sınırlılık ise yaratılmışlığın işaretidir. Çünkü sınır, sınırlanandan başkadır ve bir şey kendini sınırlamaz. Bu, zarurî ve açıktır. Pratik aklı Allah üzerinde hâkim kılmak ise, O'nu itibarî kanunların ve geleneklerin egemenliği altına girmeye zorlayan bir noksanlıkla nitelemek demektir. Oysa bu itibarî kanunlar ve gelenekler, az önce dediğimiz gibi aslında insan zihninin ürünü olan görüşlerdir. Bu gerçekleri iyi kavramak gerekir.

Öte yandan aklı, Allah'ın tekvin ve teşri aşamalarındaki fiillerini tanımlayıp belirleme konusunda kullanmamak, yani teorik ve pratik aklın hükümlerini geçersiz saymak da büyük bir suçtur.

Şöyle ki: Teorik (nazarî) akıl aşamasında, örneğin yüce Allah'ın fiillerini gözlemleyerek bu gözlemlerden genel nazarî kanunları çıkarır, bu genel kanunlarla O'nun varlığını ispat etmeye koyulur, varlığını ispat ettikten sonra da geri dönüp aklın zarurî hükümlerini geçersiz sayarsak ve bunu, "Akıl, O'nun yüce varlığının alanını kuşatacak, zatının künhünü ve sıfatlarının derecelerini kavrayacak yeterlikte değildir. O, zatı ile değil, fiil aşamasındaki irade ile faildir. Yapmak ile yapmamak O'nun için birdir. Fiilinde O'nun bir amacı, bir hedefi yoktur. İyiliğin ve kötülüğün her ikisi de O'na dayanır." şeklinde gerekçelendirirsek, büyük bir yanılgıya düşmüş, büyük bir suç işlemiş oluruz. Çünkü eğer Allah'ın fiillerinin ve yaratılışla ilgili yasalarının özelliklerini belirleme hususunda aklın hükümlerini geçersiz sayarsak, bu hükümleri O'nun varlığını ortaya koyma konusunda da devre dışı bırakıp geçersiz saymış oluruz. Karşımıza çıkacak bundan daha büyük bir problem de şu olur: Biz böylece dış âlemden alınmış veya soyutlanmış olan bu hükümlerin ve kanunların, alındıkları veya soyutlandıkları kaynak ile örtüşürlüklerini inkâr etmiş oluruz ki, bu, bilginin iptali ve insan fıtratından çıkma sonucunu doğuran safsatanın, demagojinin ta kendisidir. Çünkü eğer yüce Allah'ın herhangi bir fiili veya sıfatı, bu aklî hükümlere ters düşecek olsa, bu demektir ki aklın hükmü, Allah'ın fiili olan dış dünya ile -ki bu hüküm o dış dünyadan soyutlanmıştır- örtüşmektedir. Zarurî ve bedihî bulduğumuz bu hükümlerden herhangi birinin doğruluğundan şüphe etmek caiz olunca da, aklın bütün hükümlerinin doğruluğundan şüphe etmek caiz olur ki, bu, bilginin varlığını inkâr etmekten, safsatadan başka bir şey değildir.

Pratik (amelî) akıl aşamasında ise, hatırlamak gerekir ki, bu uygulamaya yönelik hükümler ve itibarî değerler, inanca dayalı savlar ve zihin ürünü görüşlerdir. İnsan, bunları kemal yolundaki amaçlarına ulaşmak ve hayat mutluluğuna ermek için ortaya koymuştur. İnsan davranışlarından hayat mutluluğuna uygun olanlarını güzel olarak nitelemiş, arkasından onları emretmiş, uyulamaya çağırmış, böyle olmayanları ise çirkin diye niteleyerek onları yasaklamış, onlardan sakındırmıştır. Çünkü bir davranışın güzel veya çirkin oluşu, hayatın amacına uygun olup olmamasına bağlıdır. İnsanı bu emirleri ve yasakları çıkarmaya, bu hükümleri yasalaştırmaya ve davranışları güzel ve çirkin diye değerlendirmeye zorlayan faktör, bu yasaları çıkarmayı gerekli kılan faydalar ve menfaatlerdir. Dolayısıyla uygulamasında güzellik bulunmayan ve gerektirici bir faydası bulunmayan bir teşriî hükmün varsayımı, iki tarafı birbiri ile çelişen bir varsayımdır.

Yüce Allah'ın ortaya koyduğu hükümler ve yasalar da, biz insanların aramızda ortaya koyduğumuz hükümlerle aynı türdendir. Yani yüce Allah'ın farzları, haramları, emirleri, yasakları, vaatleri ve tehditleri, bizim aramızda yürürlüğe koyduğumuz farzlar, haramlar, emirler, nehiyler, vaatler ve tehditlerle tür olarak aynı niteliği taşırlar. Bunda şüphe yok. Bunlar, itibarî kavramlar ve savlardır. Yalnız yüce Allah'ın ortaya koyduğu savlarda, zihnin hatasından kaynaklanma gibi bir durum söz konusu değildir. O, bundan münezzehtir. Yüce Allah katından ortaya konan bu savlar, toplum çerçevesinde anlam bulan savlardır. Nitekim O'nun tarafından ileri sürülen ümit ve temenni de, muhataplar açısından anlam kazanmaktadır. Bununla birlikte, yüce Allah'ın ortaya koyduğu hükümler, tıpkı bizim yürürlüğe koyduğumuz hükümler gibi, toplum hayatı yaşayan insanla bağlantılıdır. İnsan, bu hükümlerle eksiklikten kemale doğru gider. Bunları uygulamakla mutlu hayata doğru adım atar. O hâlde, yüce Allah'ın teşriî fiillerinde kesinlikle teşriî bir fayda ve amaç vardır. O'nun emrettikleri, içerdikleri faydalardan kaynaklanan bir güzellikle güzel; içerdikleri zararlardan kaynaklanan bir çirkinlikle çirkindir.

Dolayısıyla, "Allah'ın teşriî fiilleri, amaçlarla gerekçelendirilmez." demek, "O'nun belirlediği yolun amacı yoktur." demek gibidir. Oysa bir yolun ancak amacı ile yol olacağı ve ortanın ancak yan tarafların varlığı ile orta olabileceği zarurî bir gerçektir. Aynı şekilde, "Güzel, Allah'ın emrettiği ve çirkin de Allah'ın yasakladığı şeydir. Buna göre Allah, meselâ akla dayalı bir zorunluluk ile çirkin olan zulmü emretse, o güzel olur. Buna karşılık, akla dayalı bir zorunluluk ile güzel olan adaleti yasaklasa, o çirkin olur." demek, "Eğer Allah, insanı helâke, yok olmaya sevk etse, bu insanın mutlu hayatı olur. Buna karşılık, eğer insanı gerçek ve ebedî mutluluktan alıkoysa, bu mutluluk bedbahtlık olur." demek gibidir.

Aklın her iki aşaması ile ilgili kaçınılmaz gerçek ise şudur: Teorik (nazarî) akıl, yüce Allah ile bağlantılı gerçek bilgiler hakkındaki belirlemelerinde ve hükümlerinde isabetlidir. Çünkü biz insan olarak kendimizde bulduğumuz ilim, kudret, hayat gibi kemal sıfatlarını, varlıkların O'na dayandıklarını ve rahmet, af, rızk, nimet verme ve hidayet gibi yüce fiilî sıfatları, kanıtın müsaade ettiği şekilde, Allah hakkında sabit görüyoruz.

Yalnız kendimizde bulduğumuz kemal sıfatlarının sınırlı olduğunu da görüyoruz. Oysa yüce Allah hiçbir sınırın kuşatamayacağı kadar yücedir. Kullandığımız kavramların da yetersiz ve sınırlı olduğunu biliyoruz. Çünkü her kavram kendi dışındaki kavramlardan soyutlanmış, öbürlerinden kopmuştur. Bu sınırlılık, Allah'ın zatının mutlaklığı ile bağdaşmaz. Bu yüzden akıl, bu eksikliği bir dereceye kadar gidermek amacı ile selbî sıfatların tenzih ediciliğine başvurmuş, yüce Allah'ın herhangi bir sıfatla nitelendirilmeyecek kadar büyük, herhangi bir kayıtlama ve sınırlama ile kuşatılmayacak derecede yüce olduğunu kanıtlamıştır. Böylece bu benzetme ve tenzihin toplamından gerçeğe yaklaşmıştır. "Allah, üçün üçüncüsüdür, diyenler kesinlikle kâfir olmuşlardır." (Mâide, 73) ayetinin tefsirinin arkasından İmam Ali'nin (a.s)  hutbelerinden konu ile ilgili seçmelere yer vermiştik. Bu seçmeler, bu konuyu en yeterli biçimde açıklamakta, en parlak delillerle kanıtlamaktır. İsteyenler, o seçmelere başvurabilirler. Bunlar, nazarî (teorik) akıl hakkındaki gerçeklerdir.

Pratik (amelî) akla gelince; yukarıda belirttiğimiz gibi bu aklın hükümleri yüce Allah'ın teşriî fiillerinde geçerlidir. Yalnız yüce Allah, yasalaştırdığı veya geçerli kıldığı hükümleri kendisi onlara muhtaç olduğu için değil, meselâ insana lütufta bulunmak için yasalaştırıp geçerli kılıyor. O, büyük lütuf sahibi olduğu için bu yasaları koyarak böylece insanın ihtiyacını karşılıyor. Demek ki, yukarıda değindiğimiz gibi, Allah'ın koyduğu yasalarda amacı vardır. Fakat bu amaç, o yasalara ihtiyacı olan insanla ilgilidir, yoksa kendisi ile ilgili değildir. Yine, O'nun koyduğu yasaların gerektirici faydaları vardır. Fakat bundan yarar sağlayan kendisi değil, insandır.

Durum böyle olunca akıl, O'nun koyduğu hükümleri incelemeye ve bu hükümlerdeki güzelliği, çirkinliği, faydayı ve zararı irdelemeye yetkilidir. Fakat bu incelemeyi, insanlar hakkında yaptığı gibi, Allah hakkında hüküm vermek, O'na emretmek, yasak koymak, farz kılmak ve haram etmek için yapmaz. Çünkü insanın tersine yüce Allah'ın elde edeceği herhangi bir kemale ihtiyacı yok ki, kendisine bu amaca ulaştırıcı bir hüküm yönelebilsin. Aklı bu incelemeyi yapmaya yetkili kılan gerekçe şudur: Yüce Allah, yasalarını ve ilkelerini ortaya koyarken güçlü bir yönetici gibi davranıyor. Bunun gereği olarak biz O'na kulluk ediyoruz ve O da hayatımızı, ölümümüzü, rızkımızı, işlerimizin düzenlenmesini, davranışlarımızın düsturlarını, yaptığımız işlerin hesabını, iyiliklerimizin ve kötülüklerimizin karşılıklarını vermeyi üstleniyor. Bize yönelttiği her hükmü mutlaka delille açıklıyor. Gerekçesi olmadan mazeretimizi kabul etmiyor. Kanıtı olmadan bize ceza vermiyor. Şu ayetlerde buyrulduğu gibi: "İnsanların peygamberlerden sonra Allah'a karşı bir hüccetleri olmasın." (Nisâ, 165), "Helâk olan açık bir delille helâk olsun, dirilen de açık bir delille dirilsin." (Enfâl, 42) Bunların yanı sıra, kıyamet günü Allah'ın insanlara ve cinlere delil göstereceğini bildiren çok sayıda ayet vardır. Bunun gerekli sonucu, Allah'ın koyduğu yasalar uyarınca pratik aklın, Allah'tan başkalarının fiilleri konusunda olduğu gibi Allah'ın fiilleri konusunda da işlerliğini yürütebilmesidir.

Şu ayetlerde bu gerçek vurgulanıyor: "Allah insanlara hiç zulmetmez." (Yûnus, 44), "Allah, vaadinden dönmez." (Âl-i İmrân, 9), "Biz gökleri, yeryüzünü ve bu ikisi arasındaki varlıkları oyun olsun diye yaratmadık." (Duhân, 38) Bu anlamdaki ayetlerin sayısı çoktur. Yüce Allah, bu ayetlerde kendini sosyal kötülüklerden uzak ilân etmektedir.

Teorik ve pratik aklın hükümlerinin yüce Allah hakkında geçerli olduğu konusunda çok sayıda ayet vardır. Teorik aklın hükümleri ile ilgili olarak şu ayetler örnek verilebilir: "Gerçek, Rabbinden gelendir. Öyleyse kuşkuya kapılanlardan olma." (Al-i İmrân, 60) Dikkat edilirse bu ayette, "Gerçek Rabbin ile beraberdir." denmiyor. Çünkü doğru önermeler ve gerçek hükümler, Allah'ın fiilinden elde ediliyor. Yoksa Allah fiilini, bizim fillerimizde olduğu gibi, hakka tâbi olup onunla desteklenmiyor. Diğer bir örnek, "Allah hüküm verir. O'nun hükmünü geri çevirecek kimse yoktur." (Ra'd, 41) ayetidir. Yani mutlak hüküm O'na aittir. Aklî veya aklî olmayan hiçbir engel, O'nun hükmünü önleyemez. Çünkü engeller ve önleyici faktörler, O'nun fiili ile ortaya çıkarlar. Buna göre bunlar, O'ndan geridedirler, O'nun üzerinde hâkimiyetleri ve etkinlikleri yoktur. Şu ayetlerde buyrulduğu gibi: "O birdir, kahhardır (her şeye boyun eğdirendir)." (Ra'd, 17), "Allah, işine egemendir." (Yûsuf, 21), "Allah, işini sona ulaştırandır." (Talak, 3) Yani Allah, her şeye boyun eğdiren, her şey üzerinde mutlak galip ve işini mutlaka sonuçlandırandır. Hiçbir şey O'na boyun eğdiremez, hiçbir şey O'na üstün gelemez. O'nunla emri arasına hiçbir şey girip O'na engel olamaz. Diğer bir örnek, "İyi bilin ki, yaratma ve emir O'nun elindedir." (A'râf, 54) ayetidir. Bunlar gibi daha birçok mutlak anlamlı, kayıt ve şart içermeyen ayet vardır.

Evet; yüce Allah'ın fiillerinde teorik (nazarî) aklın hükmü geçerlidir. Bu geçerlilik, O'nun fiillerinin özelliklerini belirlemek ve bilinmeyen yönlerini ortaya çıkarmak içindir. Yoksa Allah'ın, aklın hükmüne tâbi olması söz konusu değildir. Çünkü aklın hükmünün kendisi tâbi ve bağımlıdır, dış dünyanın realitesi demek olan O'nun fiilinde geçerli olan yasadan elde edilmiştir. İnsanları düşünmeye, akıl yürütmeye, irdelemeye çağıran ayetler, bu gerçeğin delilleridir. Eğer aklın hükmünün vardığı sonuçlar delil olmasaydı, bu çağrı anlamsız olurdu.

Pratik (amelî) aklın hükmünün Allah'ın fiillerinde geçerli olduğu hakkında da ayetler vardır. Bunlardan biri, "Allah ve Peygamber'e, sizi, size hayat bağışlayacak şeylere çağırdığı zaman olumlu karşılık verin." (Enfâl, 24) ayetidir. Bu ayet Allah'ın hükümleri ile amel etmenin mutlu hayata erme konusunda faydalı olduğunu gösterir. Başka bir örnek, "Allah, çirkin şeyleri emretmez." (A'râf, 28) ayetidir. Bu ayetten anlaşılan şudur: "Allah özü itibariyle çirkin olan bir şeyi emretmez." Yoksa, "Allah öyle bir şeyi emretse, o şey artık çirkin olmaz." değil. Bir diğer örnek, "Allah'a ortak koşma. Çünkü (Allah'a) ortak koşmak, büyük bir zulümdür." (Lokmân, 13) ayetidir. Bu anlamda daha çok sayıda ayet vardır. Bu ayetler, Allah tarafından yürürlüğe konan hükümleri, içerdikleri faydalarla gerekçelendiriyor. Namaz, oruç, Allah yolunda yapılan mali fedakarlıklar ve cihat gibi. Bu ayetlerin hepsini nakletmeye ihtiyaç yoktur.

 


 

[1]- el-Menar adlı tefsirin sahibi, tefsirinin sekizinci cildinde "Öyküyle İlgili Sorunlar" başlıklı bölümde.

[2]- "Sana uyan sapıklar dışında, kullarım üzerinde senin hiçbir nüfuzun yoktur." (Hicr, 42), "Şeytan, onları cehennem azabına çağırır." (Lokmân, 21)

[3]- "Benim sizin üzerinizde hiçbir nüfuzum yoktu. Sadece sizi (yoluma) çağırdım." (İbrâhîm, 22)

 

 

 

Go to top of page  Ana Sayfa | Kitap Listesi | Kıble Dergisi | Makaleler | Kadin ve Aile | Cocuklar Îçin | Soru Ve Cevap | Yazarlarımız | Îletişim için |

  Kur`an | Hadisler | Dualar | Şiirler | Ses ve Video | Programlar | Linkler  |  

Copyright© 2000 Kevser Yayinlari Internet Hizmetleri. Tüm Haklari Saklidir Ayrintili bilgi almak için veya bize her konuda yazmak için, paragonxx@yahoo.de 'e mesaj yollayiniz. WWW.KEVSERNET.COM