Bismillahirrahmanirrahim
ABESE SÛRESİ KİMİN HAKKINDA
NÂZİL OLMUŞTUR?
Soru-18:
Muhterem
hocam, Peygamberlerin masum olduğu hususunda bir
tereddüdümüz yoktur. Buna akıl yoluyla ve Kur'ân ve
Sünnet'e dayanarak bir çok delil de yerinde zikredilmiştir.
Ancak Peygamberlerin masumiyetini kabul etmeyen veya mutlak
bir şekilde kabul etmeyen zevat, en çok da , Abese Suresinde
anlatılan olayı kendilerine delil olarak göstermeğe
çalışıyorlar. Şimdi soru şu: Acaba bu surede "Söz konusu
a'maya surat asan, toplantıdaki müşriklere önem verip de
sözkonusu mu'min ve fakir a'mayı ihmal eden kimse (iddia
edildiği gibi) gerçekten Resulullah (s.a.a) mi? Eğer cevap
müsbet ise bunu masumiyetle nasıl bağdaştırabiliriz?
Değilse bunu somut delillere dayanarak nasıl ispat
edebiliriz? Bu konuyu detaylı bir şekilde açıklarsanız
memnun olurum ..
Cevap-18:
Muhterem
kardeşim, sizin de değindiğiniz gibi, Yüce Resulullah'ın (s.a.a)
masumiyetiyle ilgili ileri sürülen ve güya, Allah Resulü'nün
masûm olamadığını gösteren delillerden birisi de "Abese"
suresinde anlatılan olaydan ibarettir. Bu olay, konuyla
ilgilenen hemen her kişinin ileri sürdüğü ve bununla Allah
Resulü'nün masûm olamayacağını ispatlamaya çalıştığı bir
şeydir. Bunun başlıca sebebi, belki de iki şeydir: Ehl-i
Sünnet kaynaklarında âyetlerin sebeb-i nüzuluyla ilgili
nakledilen rivâyetler ve âyetlerin bir kısmında yer alan
hitaplar.
Biz bu
olayı incelemeden önce, söz konusu rivâyetlerde yer aldığı
şekliyle olayı nakledip ardından, cevabına geçmek istiyoruz
:
Olay
Ehl-i Sünnet kaynaklarında kısaca şöyle nakledilmiştir:
"Bir gün
Allah Resulü (s.a.a) Kureyş'in servet ve makam sahibi bazı
büyükleriyle (onları hidayet etme amacıyla) sohbet ederken,
a'ma olan Abdullah İbn-i Ümm-ü Mektûm, meclise girmiş ve
ısrarla Allah Resulü'nden, Allah'ın öğrettiği şeylerden
kendisine öğretmesini istemiş; Resulullah (s.a.a) ise,
Kureyş büyükleriyle olan sohbetini yarıda kesen Abdullah'ın
bu tavrından rahatsız olarak, ona surat asmış ve sırtını ona
dönerek Kureyşlilerle olan sohbetine devam etmişti."
Hatta bu
rivâyetlerin bazısında şöyle ilave edilmiştir: "Resulullah,
İbn-i Ümm-ü Mektûm'un o sırada toplantıya gelmesine rahatsız
olmuş ve kendi içinde: "Şimdi bu Kureyşli, 'Bu adama uyanlar
bir avuç kör, sefil ve köle insanlardır diyecektir' diyerek
ona surat asmış ve sırtını dönmüştü..." bunun üzerine
Allah-u Teâlâ (c.c) şu ayetleri indirmiş ve Resulullah'ı bu
tavrından ötürü kınamıştır:
1-"Surat astı ve yüz çevirdi 2-O kör kendisine geldi diye
3-Ne biliyorsun; belki o temizlenip arınacak 4-Ya da öğüt
alacak; böylelikle bu öğüt ona yarar sağlayacak 5-Fakat
kendini müstağni gören var ya, 6-sen onunla ilgileniyor (ona
önem veriyorsun). 7-Oysa onun temizlenip arınmasından sana
ne? 8-Ama koşarak sana gelen 9-Ve (Rabbinden) korkan ise
10-Sen onu görmezden geliyorsun; ihmal ediyorsun. 11-Hayır;
hiç şüphesiz o (Kur'an) bir öğüttür. 12-O halde isteyen
ondan öğüt alır. 13-O (Kur'ân) değerli-üstün sahifelerdedir
(levhalardadır). 14-Yüceltilmiş, tertemiz kılınmış (sahifeler)
15-(Öyle sahifeler ki) elçilerin-kâtiplerin (meleklerin)
elindedir. 16-(Onlar ki) üstün, değerli ve iyilik
sembolüdürler. 17-Kahrolası insan ne kadar da nankördür!
18-(Allah) onu hangi şeyden yarattı? 19-(Değersiz) bir
nütfeden yarattı ve onu biçimlendirdi. 20-Ona yolu
kolaylaştırdı. Sonra da onu öldürdü ve kabre gömdürdü. Sonra
dilediği zaman onu diriltir. 21-Hayır (Allah'ın) ona
emrettiğini, o yerine getirmedi."
Biz bu
âyetlerin tefsirinde ileri sürülen görüşlerin en
önemlilerini delilleriyle birlikte verip, ardından tercih
ettiğimiz görüşü detaylı bir şekilde açıklamaya çalışacağız
.
1-Ehl-i
Sünnet müfessirlerinden bir çoğu, sebeb-i nüzul olarak
nakledilen rivâyetlere de dayanarak bu ayetlerde kınanan
şahsın, Allah Resulü olduğunu; sonuç olarak da Resulullah'ın
mutlak masumiyetinin doğru olamayacağı ve Resulullah'ın da
bazı hatalarının, hatta günahlarının söz konusu olduğunu
ileri sürmüşlerdir.
2- Bir
diğer grup, âyetlerde kınanan şahsın Resulullah (s.a.a)
olduğunu kabul etmekle birlikte, diyorlar ki: "Olayın
mahiyetini ve cereyan ediş şeklini dikkate aldığımızda, öyle
zannedildiği gibi önemli bir hata, hele-hele bir günah
kesinlikle söz konusu değildir ve olsa-olsa bir terk-i evlâ
söz konusudur; bu da masumiyete herhangi bir halel getirmez
. Zira biz Peygamberlerin günahlardan ve ilahî vazifelerini
layıkıyla yerini getirmeyle ilgili konularda masum
olduklarını iddia etmekteyiz. Olayın bir terk-i evla
olduğunu gösteren amâre ve karinelere gelince, rivâyetlerin
de belirttiği gibi Allah Resulü bir çok âyetten de
anlaşıldığı gibi insanların hidayeti için son derece istekli
ve ihtiraslı davranıyor ve onların dalalette direnmelerine
adeta kahroluyordu. Öyle ki bazen Rabb-ül Âlemin âyet
indirerek Resulü'nü kontrol ediyor ve bu kadar hırs ve
üzüntünün de yersiz olduğunu, ona düşen görevin sadece ilahi
mesajların tebliği olduğunu hatırlatıyordu. Bu olayda da
aynı şey söz konusudur. Hele bu olayda Resulullah, Kureyş
büyükleriyle muhatap olduğu ve bu fırsatın belki de bir daha
ele geçmeyeceğini ve bu insanların hidayetiyle, belki
peşlerinden sürükledikleri diğer bir çoklarının da hidayet
bulacağını düşünerek, onlarla aşırı bir şekilde ilgileniyor
ve onların hidayet bulmaları için can atıyordu. İşte tam bu
sırada Abdullah b. Ümm-i Mektum meclise giriyor ve a'ma
olduğu için olup bitenlerden habersiz bir şekilde ısrarla
Resulullah'tan kendisine bir şeyler öğretmesini isteyerek,
Resulullah'ın müşriklerle olan sohbetinin bölünmesine vesile
oluyor. Önemli bir işle meşgul olduğunu düşünen Allah Resulü,
Abdullah'ın bu davranışından rahatsız olarak surat asıp
sırtını dönerek müşriklerle olan sohbetine devam ediyor.
Aslında
normal şartlarda Abdullah böyle bir muâmeleyi hak etmişti.
Zira meclis âdâbına riâyet etmemişti. Resulullah'ın surat
asması da a'ma olan birisini rahatsız edecek bir tutum da
olmadığı için bir günah sayılamaz. Kaldı ki bir insanın
samimi olduğu ve kendisine yakın bildiği birisine bu
kadarcık bir ihmal ile davranması tabiidir ve onu rahatsız
edecek bir tutum değildir .. Ancak Allah-u Teâlâ, Server-i
kâinat ve Seyyid-i Enbiyâ olan Habibi'ne bu kadarcık bir
ihmali dahî uygun bulmuyor ve Resulü'nü uyarmakla birlikte,
müşriklerin hidâyeti için bu kadar çırpınmanın da gereksiz
olduğunu vurguluyor. İşte bu latif kınama ve uyarı, günah
olmamakla birlikte, yapılmamasının Resulullah'ın şanına daha
uygun düşeceği bir fiilden dolayıdır. Biz de zaten bu
kadarını Peygamberler hakkında mümkün görüyor ve onların
masumiyetine bir halel getirmeyeceğini söylüyoruz."
3- Diğer
bazı müfessirler ise sûrenin ilk dört ayetinin başkasına,
beş ila onuncu ayetlerin ise Resulullah'la ilgili olduğu
görüşündeler. Onlar diyorlar ki: "İlk âyetlerde kayıp şahıs
kipiyle ismi belirtilmeyen birisinin a'maya surat asıp
sırtını çevirmesinden bahsediyor ve kesinlikle Resulullah'ın
ismi geçmiyor. Biz İmam Cafer Sâdık'tan nakledilen bir
rivâyete de dayanarak bu şahısın Peygamber (s.a.a.) değil,
Benî Ümeyye'den birisi olduğunu söylüyoruz; diğer âyetler
ise Resulullah ile ilgilidir."
Bu görüşe
göre olayın tasviri şöyledir: "Bir gün Allah Resulü Kureyş
zenginlerinden bazılarıyla, tebliğ amaçlı sohbet ederken,
a'ma olan Abdullah b. Ümm-i Mektum içeriye giriyor. Bu
sırada, mecliste bulunan Beni Ümeyye'den birisi, Abdullah'ı
görür görmez, onun gelmesinden rahatsızlığını bildirmek ve
onu tahkir etmek maksadıyla suratını asıp, kibirli bir
jestle elbiselerini toplayarak ona sırtını çevirdi. O sırada
hararetli bir şekilde müşriklere tebliğ ile meşgul olan
Resulullah, belki de bu meşguliyeti, sözün dağılmaması ve
meclisin düzeninin bozulmaması için, söz konusu Emevî'nin bu
çirkin ve mütekebbirâne davranışı karşısında tepki
göstermemiş ve sohbetine devam etmişti. İşte inen âyetlerin
ilk üçü, söz konusu şahsın o çirkin davranışına itiraz
etmekte, sonraki âyetler ise Resulullah'ın tepkisizliğine
değinip, günah olmamakla birlikte bunun, onun yüce mertebe
ve makamına yakışmadığı, ona yakışanın bu tür çirkin
fiillerin sahiplerine tavır koyup mu'min birisinin bu
kadarcık bir tahkir ve mağduriyetine göz yummaması olduğunu
ortaya koymaktadır.
İşte
diyorlar, gördüğünüz gibi ortada Resulullah'ın masumiyetine
halel getirecek bir durum yoktur ve sadece bir terk-i evla
söz konusudur. Peygamberlerin durumu ise sahip oldukları
makam ve mertebelerinden dolayı bizden farklıdır; onlar bir
terk-i evladan ötürü de kınanabilirler.
4- Bizim
de tercih ettiğimiz dördüncü görüş ise, bu âyetlerin
hiçbirisinin Resulullah'la ilgili olmadığı ve onlardaki
kınamanın başkalarına âit olduğudur. Bu görüşün delillerini
aşağıda açıklamağa çalışacağız:
1- Bu
âyetlerin ve onlardaki kınamanın Resulullah'a yönelik
olduğunu ileri süren rivâyetlerin hiçbirisi, senetleri zayıf
olduğu için müstakil bir delil ve hüccet sayılamaz. Zira bu
rivâyetlerin bir kısmı sahâbeden, bir kısmı ise tâbiî
olanlardan nakledilmiştir. Sahâbeden nakledilen rivâyetler
üç kişiye, yani Ümm-ül Mu'minin Âişe, Enes b. Mâlik ve İbn-i
Abbâs'a dayandırılmaktadır. Halbuki bu şahıslar söz konusu
olay yaşandığında, ya dünyaya gelmemişlerdi, (İbn-i Abbas
gibi) veya henüz çok ufak yaştaydılar ki bu olaya şâhit olup
da onu rivâyet etmeleri oldukça zor veya gayr-i mümkündür.
Tâbiî olanların (Katâde, Mücâhid, Ebu Mâlik, Hakem, İbn-i
Zeyd ve Zehhâk gibi) rivâyetlerine gelince, onların da
sahâbeye varan senetleri kopuk olduğu ve kimden
naklettikleri bildirilmediği için delil sayılamaz.
2- Bu
rivâyetler muhteva açısından da çelişki ve tenakuzlarla
doludur. Bu çelişki, sadece bir râvinin rivâyetiyle
diğerinkinin arasında değil, hatta tek râviden nakledilen
rivâyetlerde de söz konusudur. Mesela Ümm-ül Mu'minin
Âişe'den nakledilen bir rivâyette, Resulullah'ın yanında
Kureyş büyüklerinden birisinin bulunduğunu, bir diğerinde,
Utbe ve Şeybe isimli iki Kureyşlinin olduğunu, başka bir
rivâyette ise Ebu Cehil ve Utbe b. Rabi'nin de aralarında
bulunduğu bir grup tanınmış Kureyş simalarından
bahsedilmektedir.
İbn-i
Abbâs'ın bir rivâyetinde Resulullah'ın Utbe, amcası Abbas ve
Ebu Cehil ile konuşmakta olduğu, İbn-i Abbâs'a isnad edilen
tefsir kitabında ise bu kişilerin, Abbâs, Ümeyye b. Halef ve
Safvân b. Ümeyye olduğu ileri sürülmektedir.
Katâde'nin bir rivâyetinde bunun Ümeyye b. Halef, bir
diğerinde ise Übey b. Halef olduğu kaydedilmektedir.
Yine
Mücahid'in bir rivâyetinde, Kureyş'in elebaşılarından birisi
denmekte, bir diğerinde ise Utbe b. Rabia ve Ümeyye b. Halef
diye iki kişinin ismi verilmektedir. Rivâyetlerin biri
diğeri ile karşılaştırıldığında, bu ihtilaflar daha da
yoğunlaşmaktadır. Kısacası olayın keyfiyeti, Resulullah'ın (s.a.a)
olayla ilgili söyledikleri, İbn-i Ümm-ü Mektum'un sözleri bu
rivâyetlerde incelenip birbiriyle karşılaştırıldığında, bir
sürü ihtilaf ve çelişki açıkça görülmektedir. Fakat biz
sözün fazla uzamaması için onlara girmiyor ve daha fazla
bilgi sahibi olmak isteyenlere, verdiğimiz kaynaklara
başvurup, onları bizzat birbiriyle karşılaştırmalarını
tavsiye ediyoruz.
Burada
rivâyetlerle ilgili iki nükteye de değinip geçmek istiyoruz.
Önceden de aktardığımız gibi, rivâyetlerin bazısında şöyle
diyor: "Allah Resulü, Abdullah geldiğinde şöyle demişti: 'Şimdi
bu Kureyşli, bu adama uyanların hepsi bir avuç kör, köle ve
sefil insanlardan ibarettir, diyecek' diye içinden geçirerek,
ona surat asmış ve sırtını dönmüştü."
Şimdi
evvela râvî, Resulullah'ın içini nasıl okumuş ve içinde
böyle bir şey söylediğinden nasıl haberdar olmuştu?! Saniyen
Resulullah'a iman eden kimselerin nasıl birileri olduklarını,
müşrikler bilmiyor muydu ki, Allah Resulü böyle bir telaşa
kapılsın ve sırrının ifşa olmasından rahatsız olsun. Salisen,
aşağılık kompleksinden başka bir yorumu olmayan böyle bir
düşünceyi, bu insanlar, insanlığın onuru Allah'ın Resulü ve
Habibi'ne nasıl yakıştırabiliyorlar acaba?!
Bir diğer
rivâyette ise şöyle geçmektedir: "Bu olaydan ve bu olay
üzerine inen bu âyetlerden sonra, Allah Resulü'nün bir daha
bir zengine önem verdiği ve bir fakiri ihmal ettiği
görülmedi!!"
Yıllar
boyu ilahî talim ve terbiyeden geçtikten sonra peygamberliğe
ulaşan, bu olaydan önce defalarca benzer konularda kendisine
ilahî direktifler ve âyetler
inen Peygamber'in (s.a.a) bütün bunlardan gaflet edip,
zengine karşı o şekil ve fakire karşı da o şekil davranıp,
sonra adeta uykudan uyanırcasına bir daha benzer bir
davranışta bulunmuyor. Böyle bir şey mâkul ve mantıklı
olabilir mi?!
3- Bu
münasebetle nâzil olduğu iddia edilen ayetlerde kınanan
şahsın, zengine, kâfir bile olsa ilgi gösterip önem veren,
fakire karşı mu'min bile olsa ilgisiz ve duyarsız kalıp onun
tezkiyesine önem vermeyen bir kimse olduğu anlaşılmaktadır.
Oysa hepimiz Allah Resulü'nün böyle bir ahlak ve karaktere
sahip olmadığını biliyoruz. Yine biliyoruz ki fakire surat
asıp sırt çevirme gibi hem İslâmî âhlaka ters düşen, hem de
bunu yapan kimsenin kibir ve gururunun da bir göstergesi
olabilecek bir davranış, Allah Resulü gibi birisinin
davranışı kesinlikle olamaz. Zira düşmanlarına karşı bile
böyle bir davranışı nakledilmeyen Resul-i Kibriya'nın mu'min
bir dostuna karşı böyle bir davranışta bulunması nasıl
düşünülebilir?!
"O
mu'minlere karşı çok şefkatli ve merhametlidir"
âyetini Rabbi'miz onun hakkında indirmemiş midir?!
Yine
Abese'den önce bi'setin başlarında ikinci veya dördüncü sûre
olarak nâzil olan Kalem suresinde
Rabb-ûl Âlemin, Habibi'ni "Hiç şüphesiz sen yüce bir
âhlak üzeresin" diye tavsif etmiyor mu? O halde, böyle
yüce bir ahlaka sahip olan birisinden, kınamayı gerektiren
ahlak dışı ve mütekebbirâne bir davranış nasıl
sergilenebilir?! Bi'setin başlarında bu yüce özelliğiyle
tanıtılan Peygamber'in, aradan uzun bir zaman geçmesine
rağmen ahlakında, daha çok ilerleme ve kamilleşme hasıl
olması gerekirken, (hâşâ) geriledi mi ki böyle bir
davranışta bulunsun?! Acaba Allah-u Teâlâ "Hulk-i azim" ile
nitelendirdiği bir kimsenin gerçek ahlakından haberdar değil
miydi? Yoksa biliyordu da bu şekilde tanıtmasında bir hikmet
ve maslahat mı söz konusuydu?!
4-
Bildiğimiz gibi "İnzâr" âyeti diye meşhur olan ve Abese'den
iki yıl önce inen Şuârâ suresinin 14-15. âyetlerinde şöyle
hitap ediyor Rabbimiz Habibi'ne: "(Önce) en yakın
akrabalarını uyar ve sana uyan mu'minlere kanatlarını ger (onlara
şefkat ve merhamet ile davran)."
İki yıl öncesinde mu'minlere
bu şekilde davranmakla öğütlenen Peygamber (s.a.a), acaba
bunlar aklında olduğu halde mi Abdullah'a öyle davrandı;
yoksa unutmuş muydu? Birinci şıkkı söylersek, o zaman
Resulullah'ın bizzat kendisine inen açık ilahî emirlere
muhalefet ettiğini kabul etmiş oluruz; yok önceden inen
âyetin emrini unutarak böyle davrandı dersek, o zaman da
başka âyetleri ve hükümleri unutmadığını nereden
garantileyebiliriz?!
5- Söz
konusu âyetlerin birisinde şu tabir kullanılmıştır: "Sana
ne onun arınıp, arınmadığından."?!
Bu hitabın da Peygamber'e yönelik olması uygun değildir.
Zira Allah Resulü'nün başlıca görevi insanları Allah'a davet
edip onların talim ve tezkiyesiyle meşgul olmak değil midir?
Cuma suresinde:
"O
(Allah) ümmiler içinde kendilerinden olan ve onlara (Allah'ın)
âyetlerini okuyan, onları arındırıp-temizleyen ve onlara
kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamberi gönderendir."
buyurmamış mıdır?
6- Allâme Tabâtabâî'nin de
değindiği gibi: "İnsanlar arasında üstünlük ölçüsünün
fakirlik-zenginlik değil, salih ve iyi amaller olduğunu
idrak edip kavrayan bizzat insanın aklıdır; İslam'dan önce
Hanif dini de aynı değerleri insanlara telkin etmiştir. Hal
böyle iken, önceden zikrettiğimiz âyetler nâzil olmasaydı
dahi, Allah Resulü'nün böyle bir davranışın kötülüğünü,
zengin bir kâfiri, fakir bir mu'mine tercihin ne kadar kötü
olduğunu, anlamış olması gerekirdi; oysa öyle olmadığını
görüyoruz; bu da bu iddianın ne kadar tutarsız olduğunu
gösteriyor.
Önceden
de değindiğimiz gibi bazıları, Allah Resulü'nün bu
davranışında herhangi bir dünyevî maksat gütmediğini, o
müşriklerle ilgilenmesi de onların hidâyetine olan şiddetli
arzusundan kaynaklanıyordu. Abdullah'a karşı davranışında da
onun fakirliği böyle bir davranışa onu itmemişti; sadece
Abdullah'ın, sözünü kesmesi ve meclis âdâbına riâyet
etmemesinden kaynaklanıyordu. Özellikle diyorlar,
Abdullah'ın a'ma olduğunu dikkate alırsak Resulullah'ın
davranışının, onu incitici bir davranış olmadığını daha iyi
kavramış oluruz. Bir de Abdullah ile Resulullah (s.a.a)
arasındaki samimiyeti unutmazsak, birbirleriyle samimi
ilişkileri olan kimseler arasında bu tür ilişkiler doğal bir
şeydir.
Fakat
bizce bunlar fazla tutarlı gerekçeler değillerdir. Zira
evvela, zengin, fakir sıfatlarına cümlede yer verilmesi,
bizce bu özelliklerin yapılan davranışta etkili olduğunu
gösteriyor. Meclise gelen şahsın "A'ma" diye
nitelendirilmesi hakkında da aynı şeyi söylemek mümkündür.
Yani surat asıp sırtını dönen kimsenin bu davranışında, onun
a'ma olduğunun etkili olduğunu gösteriyor. Aksi takdirde bir
mu'minden, onda olan bir kusur veya noksanlığı ön plana
çıkararak bahsetmenin ne anlamı olabilir? Evet bu sıfatlar
yapılan davranışta etkili olmasaydı, gelen şahsı "a'ma", "fakir"
gibi sıfatlar yerine başka özellikleriyle tanıtmak daha
uygun, hatta en uygun olmaz mıydı? Söz konusu müşrik veya
müşriklerden"zengin" nitelemesiyle bahsetmek de aynı.
Saniyen
bu iddia doğru olsaydı, o zaman Allah-u Teâlâ Resulü'nü
kınama yerine methetmeliydi; övmeliydi. Zira niyeti,
Allah'ın dinini yüceltmek, insanların hidâyeti için
çırpınmak, kısacası üzerine yüklenen görevini yerine
getirmekten başka bir şey olmayan bir kimseyi, kınamak mı
gerekir, yoksa övmek mi?
Diğer
iddiaya gelince; diyelim ki Abdullah'ın gözleri kör olduğu
için Resulullah'ın bu davranışının ona yönelik bir sakıncası
olmasın; ancak Allah'ın Resulün'den böylesine bir davranışı
etraftan seyredenlere karşı nasıl?! Onların gözleri kör
değildi ya! İnsanlara örnek olarak tanıtılan bir
Peygamber'den böyle bir davranışın onların gözleri önünde
sergilenmesi, onun örneklik konumuna gölge düşürmez mi?!
Resulullah ile Abdullah arasındaki samimiyete gelince,
evvela bu samimiyetin Mekke'de değil, Medine'de
gerçekleştiğini söylemek daha gerçekçi olabilir; saniyen iki
kişi arasındaki samimiyet, artık onun haklarını çiğnemeği ve
her türlü, mesela tahkire varan davranışları da meşru ve
mubâh kılar mı?! Hele Allah Resulü gibi birisinden böyle bir
şey mazur görülebilir mi?!
7- Bizce Ehl-i Sünnet kaynaklarında bu âyetlerle ilgili
nakledilen sebeb-i nüzul, normal, tabîî ve mâkul ölçülerle
de bağdaşmamaktadır. Zira bu rivâyetlerde, Abdullah'ın a'ma
ve mecliste olup bitenlerden habersiz olduğu için içeriye
gürültülü bir şekilde girdiği ve yüksek sesle konuştuğu ve
dikkatleri dağıttığı söyleniyor. Diyelim ki öyle olsun;
fakat bu problemin kolay bir çözüm yolu varken, Allah
Resulü'nün öyle bir davranış içerisine girmiş olmasını bir
türlü hazmedemiyoruz! Hepimiz biliyoruz ki Abdullah mu'min
ve temiz kalpli bir Müslüman'dı; fakat durumdan habersizdi.
Ona iki kelimeyle durumun ne olduğu hatırlatılıp, biraz
beklemesi istenseydi, değil karşı gelmek, bundan memnun bile
kalırdı.
Hayır,
Resulullah'ın rahatsızlığını buna değil, mesela "Şimdi şu
Kureyşli adam, Muhammed'e uyanlar, bir avuç kör, köle ve
sefil insanlardır diyecekler" gibi saçma rivâyetlere
dayandırırsanız, o da sizin bileceğiniz iştir.
8- Bu
âyetlerde kınanan şahsın Resulullah olmadığının önemli
kanıtlarından birisi de (Merhum Allâme Tabâtabâî'nin de
değindiği gibi), bu sûrenin 17. âyetinden sonra başlayan
ağır ifadelerdir. Evet şöyle buyuruyor söz konusu âyetlerde:
"Kahrolası
insan, ne kadar da nankördür! * (Allah) onu hangi şeyden
yarattı? * (Değersiz) bir nütfeden yarattı ve onu
biçimlendirdi. * Ona yolu kolaylaştırdı; sonra da onu
öldürdü ve kabre gömdürdü; sonra dilediği zaman onu diriltir.
* Hayır, (Allah'ın) ona emrettiğini, o yerine getirmedi."
Sûredeki âyetlerin zâhiri ve
siyâkı, onların birbirleriyle ilintili olduklarını ve bir
zincir halkaları gibi birbirlerini takip ettiklerini
gösteriyor. Bunun aksini söyleyebilmek için harici bir delil
ve karine olması gerekir; oysa burada böyle bir şey söz
konusu değildir. Kısacası âyetlerdeki siyâk, bu âyetlerin
bazısında yer alan "Kahrolası insan, ne kadar da nankördür"
kabilinden ifadelerin de a'ma ve fakir mu'mine surat asıp
sırt çeviren ve onu ihmal edip, zengin müşrike yönelip ona
önem veren kimseye ait olduğunu gösteriyor. Aksi takdirde
âyetler arasında mana kopukluğu meydana gelecektir. A'maya
surat asanın Peygamber (s.a.a) olduğunu söylersek, o zaman "Kahrolası
insan .." tabirinin de Hazret'e ait olduğunu söylememiz
gerekir; bunu ise hiçbir kimse söylememiştir; söyleyemez de.
İşte bu problemin hallinden
âciz kalan bir çok müfessir, herhangi bir delil göstermeden
bu surenin iki parça halinde nazil olduğunu, bir kısmının on
yedinci âyete kadar, bir kısmının ise daha sonra indiğini
söylemişlerdir. Böylece âyetler arasını ayırarak bu önemli
problemin altından kalkmağa çalışmışlardır, ama nafile;
dikkat eden herkes bu surenin bir bütün olduğunu ve o
şekilde de nazil olduğunu görür.
Bu âyetlerde insanın
nankörlüğünden, onun değersiz bir nütfeden yaratılması, ölüm
ve fenâya mahkum olması ve Allah'ın emirlerini yerine
getirmemesinden bahsetmesi de söz konusu şahsın, o çirkin,
mütekebbirâne ve nankörce davranışıyla tam anlamıyla örtüşen
ve onun bu adi davranışına İlahi bir tavırdan ibarettir
Bütün bu delillere dayanarak
biz, söz konusu âyetlerdeki kınamanın Allah Resulü'ne
yönelik olamayacağını, dolayısıyla âyetlerde kınanan şahsın
başka birisi olduğunu iddia ediyoruz. İmâm Cafer-i Sâdık'tan
(a.s) nakledilen bir hadis de bizim bu görüşümüzü te'yid
etmektedir. O hadiste şöyle geçmektedir:
"Abese suresindeki kınama
ayetleri, Benî Ümeyye'den olan bir kişinin hakkında nazil
olmuştur; söz konusu şahıs Resulullah'ın yanında bulunduğu
sırada Abdullah b. Ümm-i Mektum meclise gelmiş, onu gören
Emevî şahıs ondan iğrenerek, yüzünü ekşitmiş ve el-eteğini
toplayarak yüzünü ondan çevirmişti. Bunun üzerine Allah-u
Teâla, söz konusu âyetleri indirerek bu olayı (başkalarına
ibret olsun diye ) kınamıştır."
Bu rivâyet maalesef nâkıs bir
şekilde nakledilmiştir. Eğer geniş ve detaylı bir şekilde
nakledilseydi, hem olayın tam olarak aydınlanmasını, hem de
âyetlerin daha net bir şekilde tefsir edilmesini sağlardı
belki de. Elbette rivâyetin haberi ahad olduğunun da
farkındayız; bu yüzden de onu müstakil bir delil olarak
değil, bir te'yid olarak vermekteyiz.
Buraya kadar aktardığımız
delillere ve son rivâyete dayanarak; âyetlerdeki bazı
tabirlerden de ilhamla olayın nasıl vuku bulduğunu, tahmini
olarak şu şekilde tasvir edebiliriz .Yine de en iyisini
Allah bilir:
Münafık veya zaif-ül iman bir
Emevî, bir taraftan dine ve insanların hidayetine önem
verdiğini gösterip Resulullah'a ve Müslümanlara şirin
gözükmek için söz konusu müşrik veya müşriklerle meclise
gelmiş, öte yandan müşriklerin ve Kureyşli'lerin yanındaki
yerini korumak, onlarla ilgilenir gözükmek ve onları mu'min
fakirlere tercih ettiği mesajını vermek için söz konusu
çirkin davranışı sergilemiş ve tabiri câizse bir taşla iki
kuş vurmaya çalışmıştır. Fakat Allah-u Teâlâ, mu'minin
azameti ve izzetini, müşrik ve münafığın zillet ve
değersizliğini ortaya koymak, başkalarına ibret dersi vermek
için söz konusu âyetleri indirmiştir.
Burada bir nüktenin
hatırlatılması da faydalı olabilir belki. O da şudur ki:
Biraz önce İmâm Cafer-i Sâdık'tan naklettiğimiz hadisin
doğru olduğunu düşünürsek, o zaman olayın vukuu hakkında bir
senaryonun uydurulmuş olması ihtimali güçlük kazanmış olur.
Zira o hadiste, ayetlerde kınanan şahsın Emevî birisi olduğu
vurgulanmaktadır. Öbür taraftan tarih boyunca Emevî'lerin,
özellikle zâlimâne saltanatları boyunca kendi menfaatleri
doğrultusunda uydurmadıkları hadis ve rivâyet kalmamış ve
maalesef bunlardan bir çoğu en muteber bilinen kaynaklara
kadar sızmıştır. Bizce burada da aynı şeyin en azından bir
ihtimal olarak göz ardı edilmemesinde fayda var.
Buna işlediğimiz konuyla
ilgili bir örnek de zikredebiliriz. Bildiğiniz gibi takip
ettiğimiz konuyla ilgili rivâyetler arasında şöyle bir
rivâyet de gözümüze çarpmaktadır: "Bu olaydan sonra Allah
Resulü Abdullah İbn-i Ümm-i Mektum'u her gördüğünde şöyle
derdi: "Merhabalar olsun, merhabalar olsun o kimseye ki
Allah onun hakkında beni kınadı..."
Bakın
İmâm Cafer-i Sâdık (a.s) bu rivâyeti nasıl nakletmektedir:
"Allah Resulü onu her gördüğünde şöyle derdi: "Hayır
Allah'a andolsun ki Rabbim senin hakkında beni asla kınamaz."
Bunu o kadar tekrar eder ve Abdullah'a o kadar lütufta
bulunurdu ki artık Abdullah Resulullah'a engel olmaya
çalışırdı.
Görüldüğü
gibi bu hadis de tahrife uğramış ve nefy (olumsuzluk) edatı
cümleden kaldırılarak tam tersi bir mana ve sonuç
çıkarılmaya çalışılmıştır.
O zaman, "Allah Resulü bu
cümleyi neden söylerdi" derseniz, bunun iki nedeni olabilir:
Evvela bu cümleyle Abdullah'a o çirkin davranışta bulunan ve
ilahî kınamayı hak eden kimseye tariz söz konusu olabilir.
Sanki bu cümleyle Allah Resulü şöyle demek istiyor: "Allah'a
and olsun ki ben hiçbir zaman filan adamın yaptığı gibi
yapmam .."
Saniyen, âyette bulunan ve
zahirde Resulullah'a hitap edilen cümlelerden, birileri
gerçekten Resulullah'ın kastedildiğini sanmasın veya kasıtlı
olarak öyle lanse etmeğe çalışmasın diye Allah Resulü bu
üsluba baş vurmuş olabilir.
Burada belki de başından beri
sabırsızlıkla beklediğiniz bir sorunun cevabına geçmek
istiyoruz; o da âyetlerdeki hitaplar konusudur.
Deniliyor
ki, eğer gerçekten bu âyetlerde kınanan ve eleştirilen kimse
Allah Resulü değilse, o zaman neden âyetlerde Resulullah
muhatap alınmış ve daha çok Resulullah'ı ilgilendiren
tabirler kullanılmıştır. Buna iki türlü cevap verilebilir:
a)- Gerçi
âyetlerde hitap Peygamber'e yöneltilmiştir, ancak asıl
muhatap Peygamber (s.a.a) değildir. Yani Peygamber kanalıyla
başkasına mesaj verilmek isteniyor. Bu hemen her dilde
bulunan: "Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla" misali
bir dolaylı mesaj verme üslubudur. Bunun örneklerine
Kur'ân-ı Kerim'de sık-sık rastlamaktayız. Mesela İsrâ
suresinin 23. ve 24. âyetinde Resulullah'a hitaben şöyle
buyurmaktadır:
"Rabbin,
O'ndan başkasına kulluk etmemenizi ve anne babaya iyilikle
davranmayı emretti. Şayet onlardan biri veya ikisi senin
yanında yaşlılığa ulaşırsa onlara "Öf" bile deme ve onları
azarlama; onlara güzel söz söyle.
a
Onlara acıyarak alçak gönüllük kanadını ger ve de ki: "Rabbim,
onlar beni küçükken nasıl terbiye ettilerse, sen de onları
esirge."
Açıktır ki bu âyette ki
hitapta asıl muhatap Resulullah değil, Müslümanlardır; zira
Allah Resulü küçük yaşta anne babasını kaybetmişti.
b)- Bu
âyetlerde bulunan hitaplar hatta zahirde dahi Resulullah'a
değil, söz konusu davranışta bulunan şahısın bizzat
kendisine yöneliktir. Çünkü birinci hitapta diyor ki: "Nereden
biliyorsun belki o (Abdullah) arınıp temizlenecek?" Burada
kimin eliyle temizleneceği üzerinde durulmuyor ki hemen "Bu,
Emevî'nin işi değildir, o halde hitabın Peygamber'e
yönelik olması gerekir" denilsin. Ayeti şöyle tefsir edersek
ne sakıncası vardır: "Sen ne biliyorsun; belki o,
Peygamber'in eliyle) arınacaktır?" Muhtemelen o Emevî adam,
Abdullah'a karşı tutum ve davranışıyla onun tezkiye ve
hidayete layık birisi olmadığını, veya tezkiyesinin İslam
için bir fayda ve önem arz etmediğini, aksine Kureyşli
zenginin önemli olduğunu ve güya hidayetinin İslam için önem
taşıdığını vurgulamak istemesi üzerine söz konusu âyetle ona
cevap verilmek istenmiştir.
Olayın bu
şekilde cereyan ettiğini düşünürsek o zaman diğer hitapların
tefsiri de kolaylaşmış olur. Mesela önceden de dediğimiz
gibi "Sana ne onun arınıp arınmadığından?" cümlesinin
Resulullah'a yönelik olması, Allah Resulü'nün konumu ve
görevi itibariyle münasip gözükmemektedir. Ancak bu hitabın
söz konusu Emevî'ye yönelik olması, konumu ve niyeti
itibariyle ona uygun bir cümledir.
Yine "O
zenginlik taslayan kimse var ya, sen ona önem veriyor,
onunla ilgileniyorsun; ama Allah'tan korktuğu halde koşarak
sana gelen (fakir mu'min)i sen ihmal ediyor, ona değer
vermiyorsun" cümlesi Emevî şahısın karakteri ve niyetine
uygun bir cümledir; ama kesinlikle Allah Resulü'nün
şahsiyetine, yüce ahlakına, o güne kadar Müşriklere ve
mu'minlere, zenginlere ve fakirlere karşı sergilediği tutum
ve davranışlarla örtüşmemektedir. (Bunun delillerine ve
örneklerine önceden değindik.)
"Sana
koşup gelen..." cümlesinden de bu şahısın bizzat kendisine
değil, onun da bulunduğu toplantıya, yani Resulullah'ın
tebliğ ve hidayet meclisine geldiği kast edilmiş olabilir.
Evet
bizim bu âyetlerin tefsiriyle ilgili söyleyeceklerimiz
bunlardan ibarettir. Şimdi belki de bazı kardeşlerimiz,
bizim bu çırpınışlarımızı gereksiz çabalar olarak
değerlendirebilirler. Ama biz olaya kesinlikle öyle bakmıyor
ve bu çabaları bir zaruret olarak görüyoruz. Zira bu olayı,
âyetlerin zâhiri görünüşüne ve önceden de değindiğimiz
rivâyetlere dayanarak tefsir etmenin, bir taraftan Allah
Resulü'nün masumluğunu ve örneklik konumunu ortaya koyan
açık ve net âyetlerle çeliştiğini, diğer taraftan deliller
bölümünde ortaya koyduğumuz çeşitli ve önemli mahzurlarla
karşılaşacağımızı düşünüyoruz. O deliller ve âyetler ma'kul
ve mantıklı bir şekilde cevaplanmadığı müddetçe, bu âyetleri
onlarla çelişmeyecek şekilde bir türlü tefsir etmeğe
mecburuz. Bunu beceremediğimiz takdirde de, Resulullah'a
itham etme çabasına girme yerine, kendi acziyetimizi itiraf
edip en azından âyetleri müteşâbih kabul ederek onlar
hakkında susmayı yeğlemeliğiz. Yoksa âyetlerin Resulullah'la
ilgili olduğunu kabul edip, sonra da bunu bazı tutarsız ve
uzak ihtimallerle, masumiyetle çelişmeyen bir tutum olarak
değerlendirmek bizce sorunu çözmeye yetmeyecektir.
Burada
bir hususu da hatırlatıp bu konudaki bahsimize son vermek
istiyoruz. Önceden de değindiğimiz gibi biz, zikrettiğimiz
sekiz-dokuz delille dördüncü görüşü tercih etmekteyiz. Ancak
bu görüşü geçtikten sonra üçüncü görüşü diğer görüşlere
nazaran daha tutarlı ve ma'kul bulmaktayız. Zira en azından
o görüş, ilk âyetlerde bahsedilen surat asma ve sırt çevirme
gibi çirkin bir davranışı Allah Resulün'den
uzaklaştırmaktadır. Zaten âyette de üçüncü şahıs kipiyle adı
belli olmayan birisinden bahsedilmektedir. Yani bu âyetlerde
"Sen" diye bir hitap da söz konusu değildir ki bazıları
Allah Rersulü'ne yönelik tefsir etme ihtiyacı duymuş olsun.
Diğer âyetlerdeki hitaplar ve o hitaplardaki uyarıya gelince,
bu uyarı Allah Resulü'nün, o Emevî'ye tepkisiz kalmasına
yönelik olarak tefsir edilmiştir. Bunun da masumiyetle
çelişmeyen bir terk-i evladan ibaret olduğu ileri
sürülmüştür. Dediğimiz gibi bu görüş bizi tam tatmin
etmemekle birlikte, en azından diğer görüşlerden daha iyidir
ve bahsettiğimiz mahzurların çoğu bu görüşe dayanarak da
halledilebilir.
BENZER BİR İTHAM DAHA
Burada
yeri gelmişken Ehl-i Sünnet'in siyer ve tefsir kitaplarında
nakledilen ve Abese suresine benzerlik arz eden bir diğer
uydurma olaya da kısaca temas edip cevaplamak istiyoruz. Söz
konusu kaynaklarda şöyle rivâyet edilmiştir:
"Bir gün Akra' b. Hâbis ve
Üyeyne b. Hısn (veya Husayn), Resulullah'ın yanına gelip,
Allah Resulü'nün Ammâr, Süheyb, Bilâl, Habbâb ve diğer bazı
müstaz'af mu'minler ile birlikte oturduğunu görünce, onlara
karşı tahkir edici davranışlarda bulundular; sonra da
Resulullah ile yalnız kaldıklarında ona şöyle dediler: "Arap
elçileri senin yanına gelip gidiyorlar. Biz onların, bizi şu
kölelerle oturduğumuzu görmelerinden utanıyoruz; biz sana
geldiğimiz zaman, onları bizim yanımızdan uzaklaştır. Biz
ayrıldıktan sonra istersen onlarla oturursun." Allah Resulü
de tamam dedi. Sonra bununla da yetinmeyip, "Bunu yazılı
olarak taahhüt etmeni istiyoruz" dediler. Allah Resulü de
itiraz etmeyip kağıt kalem istedi; Ali'yi de yazmak için
çağırdı. İşte tam bu sırada şu âyet nazil oldu:
"Sabah,
akşam, O'nun rızasını dileyerek Rablerine dûa edenleri
kendinden uzaklaştırma ..."
Bunun
üzerine Allah Resulü (s.a.a) elindeki sahifeyi atarak söz
konusu müstaz'af mu'minleri yanına çağırıp onlarla birlikte
oturdu; ondan sonra sürekli şöyle yapardı, bir müddet
onlarla oturur, kalkmak istediğinde de kalkıp onları kendi
hallerine bırakırdı. Bu sefer de şu âyet-i Kerime indi:
"Sen
de sabah, akşam O'nun rızasını isteyerek Rablerine dûa
edenlerle birlikte sabret. Dünya hayatının süsünü isteyerek
gözlerini onlardan kaydırma..."
Bu
âyetten sonra artık, onlarla oturur ve onlar kalkmadığı
müddetçe kalkmazdı. Bazı rivâyetlerde, söz konusu
Müslümanların Ebûzer ve Selmân olduğu da kaydedilmiştir.
Abese
suresi hakkında söylediklerimiz burası içinde geçerli
olduğundan bu masal hakkındaki rivâyetler üzerinde durmaya
fazla gerek görmüyoruz. Sadece birkaç nükteye değinip geçmek
istiyoruz :
a)-Söz
konusu rivâyetlerden, bu olayın Medine'de cereyan ettiği
anlaşılmaktadır. Oysa müstafiz rivâyetlere göre En'âm suresi
toplu halde Mekke'de nâzil olmuştur.
Bazıları,
"En'âm suresinin Mekke'de nâzil olması, onun bazı
âyetlerinin Medine'de nâzil olmasına engel teşkil etmez"
demişlerse de bu doğru değildir. Zira bu surenin âyetleri
toplu bir şekilde, hicretten önce, Ensâr'dan bir gurubun
Mekke'ye gelip Müslüman oluşlarından sonra, Esmâ bint-i
Yezid-il Ensâriye, Resulullah'ın devesinin yularını tuttuğu
bir sırada nâzil olmuştur.
Bu da bu âyetin anlatılan hikayeyle herhangi bir ilgisinin
olmadığını gösteriyor.
Bazı
rivâyetlerde söz konusu mustaz'af mu'minlerin arasında
Selmân ve Ebuzer'in de ismi geçmektedir. Bu da yine
anlatılan olayla, söz konusu âyetlerin bir alakasının
olmadığını gösteren bir diğer karinedir. Zira bir yandan
âyetlerin Mekke'de nazil olduğunu, diğer yandan Selmân'ın
Medine'de Müslüman olduğunu, Ebuzer'in ise Müslüman olduktan
kısa bir müddet sonra Resulullah'tan ayrılıp Esfân denilen
bölgede ikamet ettiğini dikkate alırsak, söz konusu
iddiamızın doğruluğu görülecektir.
c)-Abese
suresindeki âyetleri, ister Resulullah'a yönelik tefsir
edelim, isterse başka birisine, her halükârda bu âyetlerden
önce nâzil olan Abese âyetlerindeki uyarı, benzer bir
davranışın bir daha tekrarlanmaması için yeterli değil miydi
ki Allah'ın Resulü tekrar böyle bir davranış sergilesin
kendinden?! Hani Abese hakkındaki rivâyetler, o olaydan
sonra Resulullah'ın bir daha bir zengine önem verdiği ve bir
fakiri ihmal ettiği görülmedi diyordu?! Bunun kendisi de,
hem o rivâyetlerin, hem de bu rivâyetlerin birer düzmece
olduğunu yeteri kadar göstermiyor mu?!
d)-Bizce
bazı rivâyetlerden de anlaşıldığı üzere Medine'de değil
Mekke'de cereyan eden olay, yani âyetin sebeb-i nüzulu
şöyledir: Zengin ve eşraf tabakasından bazıları Resulullah'a
gelerek ısrarla ondan mustaz'af Müslümanları kendisinden
uzaklaştırmasını ve ancak o zaman ona iman edip yanında yer
alabileceklerini söylemiş, hatta Hz. Ebu Tâlib'i aracı
kılmışlardı. Bazı rivâyetlerde Ömer b. Hattâb'ın,
Resulullah'a bu öneriyi kabul etmesi yönünde telkinde
bulunduğu da kaydedilmiştir. Ancak önceden bahsettiğimiz
uydurma rivâyetlerdeki iddianın aksine Allah Resulü'nün
böyle bir öneriyi kabul ettiği yönünde âyet-i kerimede
hiçbir açıklama veya karine mevcut değildir. Âyetlerde "Onları
kendinden uzaklaştırma" kabilinden tabirlerin kullanılması,
Resulullah'ın öyle bir işe yeltenmesi veya niyetlenmesi
anlamına gelmez. Tam aksine bu tabirler Allah Resulü'nün
ilahî koruma altında olduğunu ve beşeri özelliklerinden
kaynaklanabilecek hatalarının İlahî yardım ve tasarruflarla
önlendiğinin kanıtıdır. Kısacası biz de Resulullah'ın bir
beşer olarak hata yapabilme ihtimalinin bulunduğunu kabul
ediyoruz; ancak bazıları gibi, hata yaptıktan sonra tashih
edildiğini değil, hatasının ilahî tasarruf veya yardımlarla
yapılmadan önlendiğini iddia ediyoruz. İşte bu gibi
âyetlerdeki uyarıları, Allah-u Teâlâ'nın bu yönde Resulü'ne
yaptığı yardım ve lütuflarının örnekleri olarak
değerlendiriyoruz, onun hataları olarak değil.
Evet
müşrikler Resulullah'a benzer önerilerle defalarca
geldilerse de Allah'ın Resulü, Rabbi'nin de yardımıyla
hiçbir zaman onların dediklerini kabul etmemiş ve onların
şeytani heveslerini kursaklarında bırakarak Rabbul Âlemin'in
gösterdiği istikamette zerre kadar şaşmadan hareket etmiştir.
"Ya
Rabbi, bizleri, bize verdiğin, verip de minnet ettiğin en
büyük nimetin olan "Resul Nimeti"e şâkir ve kadirşinas
kullarından eyle. Bu dünyada onun nurlu yolundan bizi ayırma.
Âhirette şefâat ve refâkatından mahrum eyleme bizleri. Âmîn.