KEVSER YAYINCILIK

  Ana Sayfa / Soru ve Cevaplar                                                                                                           Soru ve Cevaplar

Bugün :  

  Sık Kullanılanlara Ekle                                                                                                                                                                                                                                                         Başlangıç Sayfası Yapın
 

Bismillahirrahmanirrahim

 

Soru-165: Size bazı sorularım olacak:

  1. İslam’da ruhban sınıfı var mı? Yok ise niçin sizler varsınız? Yani din adamı sınıfı var mı?

  2. Bir Alevi olarak sadece kimliğimiz öyle ancak tarihte imamlar zulme karşı olmuşlar mı yoksa sessiz mi kalmışlar? Tabii cevap karşı olacak neden din adamları, özellikle sınıfı zulme ve haksızlığa karşı değil?

  3. Din adamları olarak hayatınızda hiç kazma kürek salladınız mı veya bedeni olarak çalışıp para kazandınız mı? Yoksa zavallı halkın sırtından din adına mı para kazandınız?

  4. Hz.Ali okuduğum kadarıyla bedenen tarlada çalışmış Allah aşkına sizler onun takipçileri iseniz, söyleyin imamla ne denli bağınız var?

 

 

Cevap-165: Muhterem kardeşim, sizin de belirttiğiniz gibi dinde ruhbaniyet yoktur. Ancak ruhbaniyetin anlamı, sizin beyan ettiğiniz gibi din alimi olmaması değil, insanlardan ilişkiyi kesip, dünya hayatından soyutlanarak aşırı zühde dayalı bir hayat tarzı sürdürmektir. Bu hayat tarzını sürdüren aynı zamanda bir din alimi de olabilir veya dinin herhangi bir mensubu da. Allah-u Teala insanlardan böyle bir yaşam tarzını istememiştir. Ancak insanlardan bazıları ilahi dini kabul ettikten sonra onda aşırılığa giderek kendilerini dünya yaşamından soyutlamışlardır. Bu yaşam tarzı özellikle de Hz. İsa’nın takipçileri arasında ortaya çıkmıştır. Allah Teala Kur’an’da onların bunu bir bidat olarak dine soktuklarını beyan etmiştir. Allah Teala Hadid Suresi’nin 27. Ayetinde şöyle buyuruyor: “Onların (geçmiş peygamberlerin) izleri üzerinden peygamberlerimizi ardı ardına gönderdik; Meryem oğlu İsa'yı da onların ardından gönderdik ve ona İncil'i verdik; ona uyanların gönüllerine şefkat ve merhamet duyguları yerleştirdik ve ruhbaniyeti kendileri benimsedi; biz bunu onlara farz kılmamıştık, bununla Allah’ın rızasını kazanmayı istiyorlardı; onu da hakkıyla riayet etmediler; içlerinde inanmış olan kimselere ecirlerini verdik; ama çoğu yoldan çıkmışlardır.”

İslam tarihine baktığımızda, Müslümanlar arasında da bu yaşam tarzını benimseyenlerin, Allah Resulü ve Ehl-i Beyt İmamları’nın dönemleri de dahil olmak üzere yer yer var olduklarına şahit olmaktayız. Ancak Allah Resulünün ve Ehl-i Beyt İmamları’nın kendileri böyle bir yaşam biçimini tercih etmedikleri gibi, bu yaşam tarzını seçenleri de yerdiklerini görmekteyiz. Bendeniz sadece Hz. Ali’nin döneminde yaşanan bir olayı anlatmakla yetineceğim:

 Hz. Ali’nin konuşmalarından bir kısmını ihtiva eden Nehc-ül Belaga’nın 209. hutbesinde şöyle geçmektedir: “Hz. Ali Basra’ya gittikleri zaman, ashabından hasta olduğunu duyduğu Alâ bin Ziyad’il Haris’in ziyaretine gitmiş, evinin büyüklüğünü, genişliğini görünce buyurmuştu ki: “Dünyada bu kadar geniş evi ne yapacaksın? Halbuki, ahirette ona daha fazla muhtaçsın. Evet istersen, onunla ahirete de ulaşabilirsin. Bu evde misafir ağırlar, akrabalarına iyilik yaparak ilişki kurar, gerekli hakları yerlerine ulaştırabilirsin. Böyle yaparsan, onunla ahireti de elde edersin.”

Bu arada Alâ: “Ya Emir’el-Müminin, kardeşim Asım bin Ziyad’ı sana şikayet ediyorum” dedi. Hazret: “Neden?” diye sorunca, Alâ: “Bir abaya bürünerek dünyayı terk etmiş” dedi. Hz. Ali: “Onu bana getir” dedi. Asım gelince de ona şöyle buyurdu: “Ey kendi nefsinin düşmanı olan adam! Pis Şeytan seni şaşırtmak istiyor! Ailene, çocuklarına merhametin yok mu? Acaba Allah’ın sana temiz şeyleri helal kıldığı halde, onlardan faydalanmandan hoşlanmadığını mı sanıyorsun? Sen Allah katında bundan daha hakirsin!

Bu arada Hz. Ali’den bu kınamayı duyan Asım, Hazrete: “Ey Emir’el-Müminin senin giyimin de çok sert ve kaba, (eski) yemeğin ise çok tatsız ve alelâdedir” diye söyleyince, Hazret ona şöyle buyurdu: “Benim konumum senin konumun gibi değildir. Allah adalet imamlarına insanların en dar gelirli olanlarının denginde yaşamayı farz kılmıştır ki, yoksulun yoksulluğu ona ağır gelmesin.” (Bkz. Nehc-ül Belağa, (Abdulbaki Gölpınarlı s. 149, 150)
Emir-ül Mu’minin’in (a.s) bu beyanından, dinin önerdiği yaşam biçiminin, ne dünyadan soyutlanmak ne de bazı dünya uşaklarının yaptıkları gibi ahiret ve manevî yaşamı unutarak sırf zevke dalmak olduğu anlaşılmaktadır.

Hz. Ali, “Allah sana temiz şeyleri helal kılmıştır” sözüyle de Allah Teala’nın “Allah'ın kulları için yarattığı ziynet ve temiz rızıkları haram kılan kimdir?" "Bunlar, dünyâ hayâtında inananlarındır, kıyamet gününde de yalnız onlar içindir" de. Bilen kimseler için ayetlerimizi böylece uzun uzun açıklıyoruz.” (A’raf/32) ayeti gibi ayetlere işaret etmektedir. Şimdiye kadar yaptığımız açıklamadan ruhbaniyetin anlamının sizin dediğiniz, din alimi olmaması anlamına gelmediği açıklığa kavuşmuştur.

Din aliminin konumuna gelince, din alimi olması gerektiği bizzat Kur’an’ın ve Allah Resulü ile Ehl-i Beyt İmamları’nın açık beyanlarıyla sabittir. Bu hususta ise sadece iki ayete işaret etmekle yetineceğiz:

Allah Teala Tevbe Suresi’nin 222. Ayetinde şöyle buyuruyor: “Bütün müminlerin hareket etmeleri gerekmez, neden her taifeden bir grup hareket edip dini öğrenmiyorlar ki kavimlerine döndükleri zaman, onları uyarsınlar?” Yine Allah Teala Al-i İmran Suresi’nin 104. Ayetinde şöyle buyurmuştur: “Sizden iyiliğe çağıran, güzel şeylere emreden, iğrenç şeylerden sakındıran bir topluluk olsun...” Keza, Allah Teala bir çok ayetinde önceki dinlerin alimlerinden, peygamberlerin eğitimini almış bilgin kimselerden ve onların ilahi dinleri tebliği üzere görevlendirilişinden bahsetmekte, ilmi ve alimi bir çok ayetinde överken, görevini iyi şekilde yapmayan, özellikle de eski din alimlerini yermektedir. Bütün bunlara ilaveten bizzat Allah Resulü ve Ehl-i Beyt İmamları’nın ilim ve alimle ilgili sayısız hadislerinin yanı sıra bu amaç doğrultusunda eğitim merkezlerini açmaları ve eğitim vermeleri din alimlerinin olduğunun ve varlıklarının zorunlu oluşunun kesin delilleridir. Sonra akıl da her alanın uzmanı olması gerektiğine hükmettiği gibi dinin de uzmana ihtiyacı olduğuna hükmetmektedir. Bütün insanların din konusunda uzman olmaları beklenemez, nitekim diğer alanlarda da böyledir. Herkesin her alanda uzman olması beklenemez ve makul da değildir. Bu durumda nitekim akil insanların diğer alanlarda uzmana baş vurmalarına hükmediyorsa, din konusunda da daha detaylı bilgi sahibi olmaları için din uzmanlarına müracaat etmeleri gerektiğine hükmetmektedir. Velhasıl din aliminin varlılığının gerekliliği, hem akıl, hem de bizzat dinin kendi emri gereği zorunludur. Buna karşı çıkmanın bir anlamı yoktur.
Alimlerin geçimlerine gelince, diyorsunuz ki,
“Din adamları olarak hayatlarında hiç kazma kürek salladınız mı veya bedeni olarak çalışıp para kazandınız mı? Yoksa zavallı halkın sırtından din adına mı para kazandınız? Hz. Ali okuduğum kadarıyla bedenen tarlada çalışmış.  Allah aşkına sizler onun takipçileri iseniz söyleyin imamla ne denli bağınız var?”

Aziz kardeşim, Hz. Ali’nin ve diğer Ehl-i Beyt İmamları’nın yaşamlarında kendi emeklerine dayandıkları doğrudur. Allah Resulü de böyleydi. O da Hz. Hatice ile evlenmeden önce ticaret ve benzeri çalışmalarıyla kendi emeğiyle geçimini sağlamıştır. Hz. Hatice ile evlendikten sonra da çalışmalarını sürdürmüştür. Elbette Hz. Hatice’nin kendi gönül rızasıyla Allah Resulünün ihtiyarında bıraktığı servetinden de istifade etmiştir. Ancak unutmamamız gerekir ki, normal din alimlerini Allah Resulü ve Ehl-i Beyt İmamları’yla kıyaslamamız doğru değildir. Zira, Allah Resulü ve Ehl-i Beyt İmamları’nın ilimleri, herhangi bir emek ve çaba sarf edilmeden bizzat Allah katından verilen ilim türündendir. Yani onlar sahip oldukları ilimlerini herhangi bir ilim merkezi veya okulunda veyahut da herhangi bir alim nezdinde eğitim alarak elde etmemişlerdir. Onlar ilimlerini, Allah Teala’nın onları seçmesi sonucu, bizim bilmediğimiz vahiy veya ilham olarak nitelediğimiz yollarla elde etmişlerdir. Onların ilimlerine bu açıdan ilm-i ledunni de denir. Dolayısıyla onların ilim öğrenmek için vakit sarf etmek ve emek vermek gibi bir sorunları yoktur. Onlar ihtiyaç duydukları ilimleri anında Allah katından alırlar. Bu yüzden de onlar yaşamları boyunca hem kendi yaşamlarını temin etmek hem de seçilmiş oldukları görevlerini ifa etmek için yeterli vakit bulabiliyorlardı. Bunun sonucu olarak da yaşamları boyunca vakitlerini ikiye bölüyor, bir bölümünde kendilerinin ve ailelerinin yaşamını temin etmek için çaba harcıyor, bir bölümünde de seçilmiş oldukları halkı hidayet etme görevlerini yerine getiriyorlardı. Ama normal bir din alimi böyle değildir. O yaşamı boyunca gerekli ilmi elde etmek için mutlaka vakit ayırmalıdır. İlk başta bir ilim merkezinde eğitim görmeli, sonra da eğitim aldığı bu ilmi halka aktarmak için de mutlaka devamlı ilim kaynaklarına müracaat edip her zaman ilmini tazelemeli ve geliştirmelidir. Aksi taktirde elde ettiği ilminin doğrultusunda görevini ifa edemez. Bu durumda olan bir insan, eğer aynı zamanda kendisinin ve ailesinin yaşamanı temin etmek için çalışmaya kalkışırsa, ne ilim elde etme imkanını bulabilir, ne de ilminin gereği olan vazifesini ifa etme. Nitekim toplumda ilim öğrenmeye ve eğitim almaya ihtiyaç duyulan diğer alanlarda da durum aynıdır. Örneğin toplumda doktora ihtiyaç vardır. Bir insanın doktor olması için mutlaka ilim alması gerekir. İlim alması için de vaktini buna ayırmalıdır. Bu insandan aynı zamanda başka yollarla yaşamını temin etmesi beklenemez. Çünkü aksi taktirde doktor olması imkansız hale gelir. Doktor olduktan sonra da bu mesleğini sürdürebilmesi için bu işinin bir değeri olması gerekir. Bu değeri ödeyecek olanlar da ondan bu hizmeti alanlardan gayrisi olamaz.

Dinin de alimsiz olamayacağına ve bu alanda verilen hizmetin de toplumsal bir hizmet olduğuna göre mutlaka din, hem bu alanda ihtiyaç duyulan elamanların yetiştirildiği ilim ve eğitim merkezlerinin kurulup yaşatılması, hem de bu alanda yetişen elemanların verdikleri hizmetleri karşılığında yaşamlarının teminini sağlama imkanlarını bulması gerekir. Nitekim diğer toplumsal hizmet alanlarında da durum aynıdır.

İslam dininin bu alandaki öğretilerine baktığımızda, buna çözüm getirdiğini ve bu alan için bir fon ayırdığını görüyoruz. Bu alan için ayırdığı fona ise humus denir. İslam dini, Enfal Suresi’nin 41. Ayetinde Müslümanların elde ettiği karların beşte birinin bir bölümünün bu alanda sarf edilmesini beyan etmiştir. Şöyle ki, Müslümanların yükümlü tutulduğu bu mali farizanın bir bölümünün Allah Resulüne ait olduğunu beyan etmiş, Allah Resulü de bu fonu bu alanda harcamıştır. Ehl-i Beyt İmamları da aynı şekilde bu fonu aynı doğrultuda harcamışlardır. Bu gün de Ehl-i Beyt İmamları’nı temsil eden büyük din mercileri aynı şekilde davranmaktalar.

Buna göre Ehl-i Beyt mektebinde hem dini ilim ve eğitim merkezlerinin kurulup yaşatılması hem de bu alanda verilecek eğitimin sağlanması bu fona dayalıdır. Bu fonu ise, bu mektebe inananlar kendi gönül rızalarıyla ilgili dini mercilere vermekteler. Elbette bu fondan istifade etmenin zorunlu bir şartı vardır. O da bu fonun harcanacağı yerin zorunlu bir ihtiyaç olması ve keza bu fondan istifade edecek şahsın ayrıca başka imkanı olmamasıdır. Bu yüzden de Ehl-i Beyt mektebinde yetişen nice alimler vardır ki, yaşamları boyunca bu fondan bir lira bile harcamazlar.

Velhasıl, toplumsal bir hizmet veren bir doktora, sen yaşamını kazma kürek sallayarak kazanmalısın demek mantıksız ve yersiz ise, toplumsal bir hizmet veren bir din alimine de bunu söylemek mantıksız ve yersizdir. Keza nasıl ki, bir doktordan hizmet alan bir kimsenin, ben senin hizmetinin karşılığında sana bir şey vermem demesi mantıksız ve yersiz ise, bir din aliminden hizmet alan kimsenin de aynı şeyi ona söylemesi yersiz ve mantıksızdır. Ne var ki bizler, din aliminin topluma verdiği hizmetin değer ve kıymetini iyi idrak etmediğimizden bazen böyle yanlış düşünceye kapılıyoruz.

Ehl-i Beyt İmamları’nın yaşamları boyunca zulme ve zalime karşı çıktıkları ve din alimlerinin ise bu açıdan kusurlu davrandıkları sözlerinize gelince, elbette aziz kardeşim, Allah Resulü ve Ehl-i Beyt İmamları her değerde olduğu gibi bu açıdan da en zirvede bulunmaktalar. Hiçbir kimse onların sahip oldukları değerlerde onlarla kıyaslanamaz. Ancak bendeniz, sizin Ehl-i Beyt mektebi alimleri hakkındaki bu değerlendirmenizin onları iyi tanımayışınızdan kaynaklandığı kanısındayım. Siz, Ehl-i Beyt mektebinden uzak kalan sözde din alimi olan bazı alimlerin davranışlarını görmüş, Ehl-i Beyt mektebi alimlerinin de onlar gibi olduğunu sanmışsınız. Oysa gerçek böyle değildir. Ehl-i Beyt mektebi alimleri, Ehl-i Beyt’ten aldıkları öğreti gereği hep zulme ve zalime karşı koymuş ve yaşamları hep bu mücadeleyle geçmiş ve geçmektedir. Tarih boyunca onların hiçbir zalim iktidarın yanında yer almayışları ve hiçbir zalimden en ufak bir destek görmemeleri bunun en bariz kanıtıdır.

 

 

 

 

Go to top of page  Ana Sayfa | Kitap Listesi | Kıble Dergisi | Makaleler | Kadin ve Aile | Cocuklar Îçin | Soru Ve Cevap | Yazarlarımız | Îletişim için |

  Kur`an | Hadisler | Dualar | Şiirler | Ses ve Video | Programlar | Linkler  |  

Copyright© 2000 Kevser Yayinlari Internet Hizmetleri. Tüm Haklari Saklidir Ayrintili bilgi almak için veya bize her konuda yazmak için, paragonxx@yahoo.de 'e mesaj yollayiniz. WWW.KEVSERNET.COM