Bismillahirrahmanirrahim
Soru-136:
Türkiye'deki
Müslümanlar olarak bizim Şia'daki İslâmî irfân ve İslâm
felsefesi hakkında fazla bir bilgimiz yoktur maalesef. Bu
konuda bizi kısmen de olsa bilgilendirebilir misiniz?
Özellikle şunu öğrenmek istiyorum: Şia'daki irfân
anlayışıyla Sünni camiadaki "Tasavvuf" anlayışı arasında
müşterek ve farklı yanlar nelerdir? Mesela Şiî irfânda "Vahdet-i
Vücut" anlayışı var mıdır? Varsa, aynı bazı sofilerin iddia
ettiği gibi midir? Yoksa ondan farklı mıdır?...
Cevap-136: Muhterem
kardeşim, bu sorunuzun cevabını burada detaylı bir şekilde
verebilmek, deryayı küçük bir kaba sığdırmaya çalışmak gibi
bir şey olur. Ancak yinede genel bir malumat sahibi
olabilmeniz için, Üstad Misbah Yezdi'nin bu maksatla kaleme
almış olduğu bir makaleyi huzurunuza takdim ediyoruz. Bu
makalenin sonlarına doğru "Vahdet-i Vücut" konusu hakkında
da kısaca bahsedilmiştir. Allah'a emanet olun...
İSLÂM'DA İRFÂN VE HİKMET
Bu dünya
sahnesinde insanlar, atmosfere bırakılan ve onu, sonsuz
idealler ve mutluluklar dünyasına yükseltecek bir enerji
potansiyeline sahip toplara benzemektedir. Ne var ki
yeryüzünün maddi lezzetleri onları tabiat dünyasının
aşağılığına mahkûm etmiş ve onu sürekli felâkete ve
bedbahtlığa doğru itmektedir.
Günümüz
madde eksenli medeniyet ve kültürünün çeşitli cilvelerinde
kendini gösteren nefsâni eğilimler ve şeytâni vesveseler bu
inişe daha fazla ivme kazandırmaktadır.
Bu arada
kalp gözleri manevi hakikatlere açılmış ve kulakları ilahi
mesajlara can-u gönülden aşina olmuş çok az bir gurup,
hayvani eğilimlerden kendini uzaklaştırıp "Melekût Âlemi"nin
nurlu ufuklarına doğru kanat açmakta ve kendi tekamül
sürecinde bütün güzelliklerin, ihtişam ve kudretlerin, bütün
kemallerin kaynağına, tek kelimede Allah'a doğru
yükselmektedirler.
Öte
yandan bir top misali yeryüzüne düşerek, çakılan insanlar
dahi, maddenin dar çıkmazından usanıp, yeniden aynı süratle,
fakat bu defa inişin ters istikametinde, mutluluklar
dünyasına doğru harekete geçerler. Bu iniş ve çıkış hareketi
defalarca tekrarlanır.
Bu
aksülamelin bariz bir örneği, aşağılık kültüründen gına
duyarak manevî değerlere susayan, tertemiz bir su kaynağı
peşinde dört bir yana koşan insanlarda görebiliriz. Fakat ne
yazık ki bu insanlardan çoğu, hidâyet şerbeti yerine,
dalâlet zehrini içiren, kurtulma bahanesiyle sürükleyen,
çukurdan çıkarıp kuyuya düşüren düzenbaz kılavuzların ağına
düşmektedirler.
Maddî
kültürün merkezinden uzaklaşıp manevîyat kültürünün geniş
dünyasına yönelme hareketi, sadece ferdî eğilimlerle sınırlı
değildir. Bu gün biz, dünyanın dört bir yanında, hatta
yeryüzünün en kötü ve bozulmuş noktalarında dahi İslâm'ın ve
manevi eğilimli hareketlerin günden güne genişleyip
büyüdüğünü görmekteyiz.
İSLÂM DÜNYASINDA İRFÂN
Öteden
beri İslâm dünyasında "İrfân" ve "Tasavvuf" adı altında bir
çok eğilimler meydana gelmiş ve 4. Hicri yüzyıldan 8. Hicri
yüzyıla kadar İran ve Türkiye gibi bir çok ülkede büyük bir
ilerleme kaydetmiş, hatta zirveye ulaşmıştır. Şu anda bile
İslâm dünyasının çeşitli bölgelerinde muhtelif tasavvuf
tarikatları mevcuttur.
Bu arada
diğer dinlere mensup insanlar arasında da benzer eğilimler
bulunduğu için doğal olarak hemen şu soru kafalara
takılmaktadır: Acaba İslâm'da "İslâmî İrfân" diye bir şey
var mıdır, yoksa Müslümanlar "İrfân" denen olguyu,
başkalarından mı almışlardır?
Daha
doğrusu bugün "İslâmî İrfân" diye tanınan, İslâm'ın değil,
Müslümanların irfânı mı?
Eğer
İslâm'ın "İrfân" diye bir şey getirdiğini kabul edersek,
acaba bu gün Müslümanlar arasında bulunan "İrfân" gerçekten
İslâm'ın getirdiği irfân mı, yoksa değişime veya tahrife mi
maruz kalmıştır?
Bu
sorunun cevabında, bazıları İslâm'da "İrfân" diye bir şeyin
olduğunu temelden inkar etmiş ve onu bid'at olarak
nitelendirmişlerdir. Bazıları ise irfânın İslâm'ın dışında,
fakat İslâm ile muvafık olduğunu iddia etmişlerdir. Bunu
bazıları şöyle ifade etmiştir: "Tasavvuf beğenilen bir
bidattir"; tıpkı Hıristiyanlık'ta ruhbanlığın olduğu gibi.
Nitekim Kur'ân-ı Kerim şöyle buyurmaktadır: "Hıristiyanların
kendisi ilk defa ruhbaniyeti icat ettiler, biz onu onlara
yazmadık (zorunlu kılmadık). Allah rızasını kazanma
maksadıyla olursa o başka.." (Hadid, 27)
Bilâhare
bir grup da "İrfân"ı, İslâm'ın bir parçası, hatta onun beyni
ve ruhu yerinde görüyor ve onun da İslâm'ın diğer bölümleri
gibi diğer dinler ve ekollerden değil bizzat Kur'ân ve
Nebevî Sünnet'ten alındığını savunuyorlar ve diyorlar ki: "İslâmî
irfân ile diğer irfânlar arasında bir takım benzerlikler
olması, İslâmî irfânın onlardan iktibas edildiği anlamına
gelmez. Nitekim İslâm şeriatıyla diğer semavî şeriatlar
arasında bazı benzerliklerin olması İslâm'ın onlardan
iktibas edildiğine delil teşkil etmez.
Biz de
işte bu son cevabı benimsiyor ve şunu da eklemeyi zaruri
görüyoruz ki bizim "İslâmî İrfân"ın asaletini kabul etmemiz
bugün İslâm âleminde irfân ve tasavvuf diye adlandırılan her
şeyin doğru olduğu anlamına gelmez. Nitekim İslâm'a mensup
her grubun, her inanç ve amel tarzını da İslâm'a mâl
edemeyiz. Aksi halde İslâm'ı çelişkilerle dolu bir inanç ve
amel müessesi olarak görmemiz veya birbiriyle çelişen
değişik İslâm'ların varlığını kabul etmemiz gerekir. Her
hâlükârda biz asil ve köklü bir İslâmî irfânın varlığını -ki
bunun en yüksek mertebesini bizzat Resulullah (s.a.a) ve
gerçek halifeleri yaşıyorlardı- kabul etmekle birlikte
Müslüman arif ve mutasavvıflar arasında bazı yabancı
unsurların varlığını da inkâr etmiyor ve tasavvufî grupların
en azından bir kısmının, çoğu görüş ve amel tarzlarının
tartışılır nitelikte olduğunu üsteliyoruz.
"İRFÂN",
"TASAVVUF", "HİKMET" VE "FELSEFE"
KAVRAMLARININ İZAHI
İslâmî
irfânın asaletini açıklamaya geçmeden önce bazı karışıklık
ve yanlış anlamlara mahâl vermemek için irfân ve tasavvuf
kavramları hakkında kısa bir izahta bulunmayı uygun
görüyoruz.
"İrfân"
sözcüğü lügatte aynı kökten türeyen "marifet" sözcüğü gibi,
tanımak-bilmek, anlamına gelmektedir. Istılahta ise duygu ve
tecrübe yahut akıl ve nakil yoluyla değil, bâtınî şuhûd ve
buluşla elde edilen özel bir bilgi ve marifet kastedilmiş,
daha sonra o müşâhede ve mükâşefelerden bahseden ilme "irfân"
denmiştir. Bu şuhûd ve keşifler bir takım amelî riyâzet ve
nefis terbiyesini gerektirdiği için ameli üsluplara ve seyr
u sulûk âdâbına da "amelî" takısını ekleyerek "ameli irfân"
denmektedir. Nitekim mükâşefe ve şuhûdlardan bahseden ilme
de "Nazari irfân" denmektedir. "Nazari irfân"da "İşrâk
Felsefesi"nde olduğu gibi bazen aklî kanıtlara da yer
verilmektedir.
"Tasavvuf"
sözcüğüne gelince, bu sözcük en uygun ihtimale göre "savf" (yün)
maddesinden türetilmiş ve meşakkatli, lezzetperestlikten
uzak bir hayat tarzının sembolü olarak "yün elbise" giyme
anlamına gelmektedir. Bu manada tasavvuf "Ameli İrfân"la
daha uygun düşmektedir; nitekim irfân "Nazari irfân"la daha
uygun bir münasebet arz etmektedir.
Böylece
irfân dairesinde en az şu üç unsuru rahatlıkla tespit
edebiliriz:
1- Seyr u
sulûk erbabına verilen ve verenlerin iddiasına göre, insanı
Allah-u Teâlâ'ya, esma-i hüsnasına, yüce sıfatlarına ve
mazharlarına, şuhûdî ve bâtınî bir bilgiye ve bilinçli bir "huzurî
ilme" götüren özel "ameli düsturlar" (seyr u sulûk âdâbı).
2- Sâlike
(seyr u sulûk ehline) hasıl olan ruhî melekeler ve haletler
ve nihâyet sâlikin ulaştığı mükâşefe ve müşâhedeler.
3- Bu
mükâşefe ve müşâhedeleri açıklar nitelikte olan bilgiler. Bu
bilgiler "ameli irfân" sürecini kat etmeyen kimseler
tarafından dahi az çok kavranabilir. Ancak, onların hakikat
ve künhünün idraki, sadece gerçek ârifler tarafından
mümkündür.
Bu
açıklamaların ışığında gerçek ârifin kim olduğunu da
anlayabiliriz. Evet hakiki ârif birtakım özel ameli
programları ve seyr u sulûk âdâbını uygulayarak Hak Teâlâ ve
onun sıfât ve efâli hakkında şuhûdî ve huzûrî bir bilgi ve
idrâke sahip olan bir kimsedir. "Nazari irfân" ise bu buluş
şuhûd ve idrâkin izah ve tefsirinden ibarettir ki tabii
olarak bir çok eksikleri de olabilir. Aslında müsamahakâr
bir şekilde yaklaşır ve ıstılahı biraz geniş alırsak
hakikati bulma ve kurtuluşa erme maksadıyla bütün seyr u
sulûk ve onlardan kaynaklanan ruh-i haletler ve şuhûdlara "irfân"
diyebiliriz. Bu bağlamda hatta, Hindî ve Budaî irfânlara,
Sibirya ve Afrika da ki bazı kabilelere mensup irfânlara da
bir anlamda "irfân" denilebilir.
Nitekim (din)
kavramı da aynı müsamaha ile hatta "Budizm ve Totemizm"e
dahi teşmil edilebilir. Burada yeri gelmişken "hikmet ve
felsefe" kavramlarının da anlamına kısaca değinerek geçmek
istiyoruz.
Arapça
kökenli bir kelime olan "hikmet" sözcüğü sağlam ve muhkem
bilgi ve kavrayışa denir. Çoğunlukla ameli öğretiler
hakkında kullanılır. Nitekim Kur'ân'da da aynı anlamda
kullanılmıştır (İsra, 39). Fakat meşhur ıstılahta "İlahî
Felsefe"ye, yine "Amelî Felsefe"ye ve ahlak ilmine denir.
Yine ahlak ilminde özel bir ıstılaha göre, aklın
kullanımıyla ilintili olan nefsanî melekeye, aynı şekilde
zekilik ve aptallığın ortası sayılan nefsanî duruma denir.
Her
halükârda "hikmet" kavramı, mülhit ve şüpheci felsefeciler
hakkında kullanılamaz. Ancak Yunanca kökenli olan "felsefe"
sözcüğü böyle değildir ve evrenin genel kanunlarını kavramak
için yapılan her türlü fikrî ve aklî çabaya felsefe
denilebilir. Hatta hariçte gözle görünen bir varlık vücudu
gibi yakinî ve değişmez bilginin inkarına yol açsa bile.
İSLÂMÎ İRFÂNIN ASÂLETİ
Kur'ân-ı
Kerim'i, Resul-i Ekrem'in (s.a.a) ve pak Ehl-i Beyti'nin (a.s)
değerli sözlerini dikkatle mütalaa eden bir kimse "nazari
irfân" ve aynı şekilde irfânî seyr u sulûk hakkında oldukça
derin ve değerli bilgiler elde edebilir. Bu konuda zâtî,
sıfatî ve efâlî tevhidle ilgili olan Tevhid suresi, Hadid
suresinin ilk âyetleri, Haşr suresinin son âyetleri, aynı
şekilde bütün varlık âleminin Hak Teâlâ'nın huzurunda oluşu,
Hakk'ın bütün varlıklara ihâtası, bütün yaratıkların Allah-u
Teâlâ'ya tekvini tesbih ve secde edişleri hakkındaki
âyetleri örnek olarak gösterebiliriz.[1]
Yine "İslâmî
seyr u sulûk âdâbı" diyebileceğimiz birtakım âdâp ve
sünnetleri içeren âyetleri de örnek verebiliriz.
Tefekkür,
tedebbür, daimî mürâkebe, teheccüt ve gece ibadeti, oruç,
geceleri uzun secde ve tesbihler, huzû' ve huşû', Allah
korkusu, ağlamak, Kur'ân okuyup veya dinlerken secdeye
kapanmak, ibadette ihlas, iyi işleri, Hakk'ın aşk ve
sevgisiyle ve O'na yakınlaşmak ve O'nun rızasını kazanmak
için yapmak, Hakk'a tevekkül edip, rıza ve teslimiyet
gösterme konusundaki âyetlerin hepsini örnek olarak
zikredebiliriz.
[2]
Hz.
Resulullah'ın (s.a.a) ve Ehl-i Beyt imamlarının (a.s)
sözlerinde, dua ve münacatlarında bu konularla ilgili
örnekler zikredilemeyecek kadar çoktur.[3]
Bu
Kur'ânî beyyinelerin ve Resulullah (s.a.a) ve pak Ehl-i
Beyt'inin (a.s) açık beyanları karşısında bazıları ifrat,
bazıları ise tefrit yolunu tutmuşlardır.
Birinci
grup dar ve zahiri bir bakış açısıyla bu âyet ve hadisleri,
oldukça basit ve önemsiz manalara taşımış, hatta Hak
Teâlâ'ya değişken haletler, cismanî iniş ve çıkışlar
öngörmüş ve bu âyet ve hadisleri son derece derin ve yüce
muhtevasından soyutlamışlardır. İşte bu zihniyete sahip
olanlar İslâmî kaynaklarda, irfân diye bir şeyin varlığını
kökten inkar yoluna girmişlerdir.
Bir grup
da çeşitli içtimai faktörlerin etkisiyle, başkalarından
birtakım yabancı ve ithal unsurları alarak kabullenmiş ve
neticede hiçbir dini kaynağa dayanmayan ve Kur'ân ve
sünnetten esinlenmeyen, hatta bazen tevil edilemeyecek kadar
açık naslara ters düşen birtakım yanlış düşüncelere
saplanmışlardır.
Aynı
şekilde amelde de, bir taraftan kendi yanlarından birtakım
âdâp ve adetler türetmiş veya gayri İslâmî fırkalardan ödünç
almışlardır; diğer taraftan da vuslata ermiş âriften her
türlü şer'î teklifin kalkığına söyleyebilecek kadar ileri
gitmişlerdir.
Bütün
ârif ve mutasavvıflara karşın olağanüstü bir hüsn-ü zanna
sahip olan kimseler bu görüş ve sözlerin hepsini bir türlü
tevcih ve tevil etmeye çalışmışlardır. Ancak, bunların en
azından bazıları kabul edilebilecek hiçbir tevil ve tevcihe
elverişli değildir.
Hiçbir
zaman ilmî ve irfânî şahsiyetlerin büyüklüğünün etkisi
altında kalıp, onların bütün söz ve yazılarını, gözü kulağı
kapalı bir şekilde kabul edip, onların eserlerini, araştırma
ve eleştirme hakkını kendi elimizden almamalıyız. Elbette
şunu da bilmeliyiz ki araştırma ve eleştirme hakkına sahip
olmak, ham, ölçüsüz, bağnaz ve insafsızca yapılan bütün
eleştirileri doğrulamak, müspet ve değerli yönleri
görmezlikten gelmek demek değildir.
Her
halükârda hak ve hakikat peşinde olup daima adalet ve insaf
çizgisini takip etmeye, aşırı ve delilsiz iyimserlik veya
kötümserlikten kaçınmaya çalışmalı ve hakkı tanımak ve hak
yolunda sebat göstermek için Allah-u Teâlâ'dan yardım
dilemeliyiz.
Açıktır
ki irfân, tasavvuf, hikmet ve felsefeyle ilgili konuların
hepsini ve onların arasındaki ilişkileri ve onların her
birinin İslâm ile olan bağlantılarını bir makaleye
sığdırabilmek mümkün değildir. Bu yüzden kısa bir şekilde en
önemli noktalara değinmeyi yeğleyip konuların geniş bir
şekilde incelenmesini daha uygun ve geniş bir fırsata
bırakıyoruz.
İRFÂN VE AKIL
İrfân
taraftarları ve muhalifleri arasında ihtilaf nedeni olan
temel konulardan birisi, irfân ve akıl arası münasebetten
ibarettir. İddiaya göre irfânî veriler, batınî keşf ve şuhûd
yoluyla elde edilmektedir.
Acaba
akıl, bu veriler üzerinde herhangi bir değerlendirme ve
yargıda bulunma hakkına sahip midir? Mesela bu mükâşefe ve
şuhûdların bazısını reddedebilir mi, yoksa edemez mi?
Bu
sorunun cevabını oldukça önemli kılan nokta şudur ki,
âriflerden birçoğu, aklî bir yaklaşımla açıklanamayacak
birçok görüşler ortaya koyarak, onları bâtın yoluyla
keşfettiklerini ve aklın bunları kavrayamayacağını, sonuç
itibariyle onları ret ve inkar hakkına sahip olmadığını
iddia etmektedirler.
Bu
meyanda en çok tartışılan konuların başında "Vahdet-i Vücut"
meselesi gelmektedir. Bu konu, çeşitli şekillerde dile
getirilmiş ve hakkında çeşitli görüşler öne sürülmüştür.
Bazıları Allah-u Muteâl'den başka hiçbir şeyin varolmadığını
ve hiçbir zaman da varolmayacağını ve Allah'tan gayri,
varlık adını taşıyan her şeyin bir hayal ürünü olduğunu
iddia etmişlerdir! Bazıları ise Allah'ın zâtının dışında
veya Allah'ın ilminin dışında bir şey bulunmadığını ve
böylece vahdette kesret görüşünü benimsemişlerdir.
Daha çok
yaygın olan bir diğer görüş ise şudur ki, sâlik seyrinin
sonunda "fenâ" makamına erişerek kendi vücudundan, isimden
başka bir şey kalmıyor. Bilâhare bunlardan da itidalli görüş
şudur ki, sâlik öyle bir noktaya ulaşıyor ki artık Allah'tan
gayri hiçbir şeyi görmüyor; her şey onda kayboluyor. Daha
dakik bir deyişle, her şeyin Allah-u Teâlâ'da kaybolduğunu
görüyor; tıpkı zayıf bir ışığın güneş ışığında kaybolup
gittiği gibi. Bu tür bahislerde muhalifler genellikle aklî
delillerden yararlanıyorlar. Bu görüş sahipleri yine
nihâyetinde bu tür konuların akıl sınırını aştığını iddia
ederek, iddialarına aklî bir açıklama getirme yükünden
kendilerini kurtarmaya çalışıyorlar.
Bütün bu
tartışmaların ardından hemen şu soruyla karşı karşıya
kalıyoruz: Acaba aklın idrak edemediği için reddedemeyeceği
gerçekler de düşünülebilir mi?
Burada
kısaca şunu söyleyebiliriz ki akıl daima kavramlarla
alâkadar olur. Bu yüzden hariçte mevcut olan hiçbir varlık
ferdinin aynî vücudunun hakikatini ve künhünü tanımak aklın
işi değildir; kaldı ki Allah'ın yüce varlığını idrak etsin!
Ne var ki aklın verdiği olumlu veya olumsuz hükümlerin, eğer
kendisi bedihî (tereddüt edilemeyecek kadar aşikâr) olur
veya bedihî olan bir şeyle sonuçlanırsa, eleştirilemez ve
bozulamaz. Başka bir değişle gerçekçi aklın işi, künhü
tanımak değildir; ama yüzeysel tanımlamalarda, yukarıda
bahsettiğimiz şart mevcut olursa aklın verdiği hükümde asla
tereddüt edilemez.
Vahdet-i
vücut meselesine gelince söylenmesi gereken şudur ki;
Allah-u Muteâl'den başka her şeyin varlığını inkar edip,
mutlak bir şekilde kesreti nefyetmek, sadece aklın verdiği
hükümleri itibarsız kılmakla kalmayıp, aynı zamanda nefse
ait olan huzurî bilgilerin ve yine nefse ait olan fiil ve
infiallerin de itibarını inkar etmek demektir.
Böyle
olunca da bizzat keşf ve şuhûd olgusu da tereddüt altına
girmiş olur. Zira, keşf ve şuhûdun tutarlılığının en büyük
mesnedi "huzurî ilme" dayanmasıdır. Bu yüzden böyle bir
vahdet-i vücüd anlayışı kesinlikle kabul edilemez.
Ancak
Mollâ Sadrâ'nın "Hikmet-i Mütealiye"sinde vahdet-i vücuda
getirilen yorum kabul edilebilecek niteliktedir.
O yorumun
hasılı kısaca şudur ki: Mahlukatın vücudu, Hakk'ın vücuduna
nazaran taallukî ve râbitî (bağımlı) vücutlardır ve dikkatle
bakıldığında taalluk ve bağımlılığın özüdürler ve
kendilerinden hiçbir bağımsızlığa sahip değillerdir.
Ârifin
mükâşefe yoluyla bulduğu şey ise, diğer varlıklardan hakikî
vücut denilen bu müstakil vücudu nefyetmektir.
Yukarıdaki soruyu bir de şöyle sorabiliriz: Acaba aklın
hükmünü vicdan ve keşfe tercih edebilir miyiz? Başka bir
değişle; husulî bir ilim (kesbî bir bilgi) olan akıl
hükmüyle, huzurî ilim (bilgi) inkar edilebilir mi?
Cevabımız
şudur ki, halis bir huzurî ilim, aslında gerçeğin ta
kendisini bulmak demektir. Bu yüzden de inkar edilemez. Ne
var ki huzurî ilim çoğu zaman zihnî bir yorumu da
beraberinde getirir ki bunları birbirinden ayırt edebilmek
son derece dikkat ister.
Bu zihnî
yorumlar, husulî ilimler kabilinden olduğu için hata da
olabilir. Aklî burhanlarla reddedilen şey huzurî ilimler ve
şuhûdlar üzerinde zihnin yaptığı bu yanlış yorumlardır;
direkt olarak huzurî ve şuhûdî bilginin taalluk ettiği
şeyler değildir.
Vahdet-i
vücut konusunda da şuhûd edilen şey, istiklâlî ve bağımsız
vücudun Hak Teâlâ'ya mahsus olduğudur. Tabirde müsamaha ile
bu vücuda hakikî vücut denildiği için diğer varlıklardan
hakikî vücut nefyedilmektedir.
Burada
hatırlatılması gereken bir nokta da şudur ki; büyük İslâm
âriflerinin de açıkça söylediği gibi, bazı mükâşefeler
şeytanî ve tutarsızdır ve şâhid ve delillerle teşhis
edilebilir. Bilâhare onları yakinî deliller ve Kur'ân ve
sünnet ile karşılaştırırsak, hak veya bâtıl olduklarını
anlamak pek de zor olmayacaktır.
Ancak
takdir edilir ki bu mükâşefe ve müşahede türleri ve çeşitli
huzurî ilimler ve onların zihne yansıması ve zihnin onlar
üzerinde yaptığı yorumların bazısının yanlışlık nedenleri ve
doğruyu yanlıştan ayırt etmenin yollarını incelemek, bu kısa
makalenin kapasitesini aşan bir şeydir.
İRFÂN VE ŞERİAT
Bu
makalenin sonunda ele alınması gereken bir konu da amelî
irfânın şer'î hükümlerle ilişkisi veya şeriat ile tarikat
arasındaki münasebettir. Bazılarının zannına göre, "amelî
irfân" hakikatlerin keşfinde müstakil bir yoldur ve şer'î
hükümlere bağlı kalma zorunluluğu olmadan yararlanılabilir.
İslâm da ya bunu teyit etmiş (beğenilen bidat) ya da en
azından buna engel olmamıştır. Aşırı giden bazıları ise,
herhangi bir dine bağlılığın yeterli olacağını
söylemişlerdir.
Ancak
İslâmî açılan, irfânî seyr u sulûk yolu, şer'î yoldan
müstakil bir olgu değil, onun daha dakik ve daha latif bir
bölümüdür.
Eğer
şeriatın zâhirî hükümlere ait olduğunu söylersek, o zaman
tarikatı da şeriatın bir uzantısı olarak görmeli veya onun
bâtınında ona yer vermeliyiz ki bu bâtın ancak zâhirî olan
şeriatın hükümlerine riâyet etmekle gerçekleşebilir.
Örneğin
şeriat, namazın zahiri hükümlerini belirler, tarikat ise
namazı nasıl huzur-i kalp ile kılabileceğimizi ve
ibadetlerin kemal şartlarını açıklamayı üstlenir. Şeriatta
İlahî azaptan kurtulma ve cennet nimetlerine kavuşmak için
ibadetleri yerine getirmek yeterlidir. İrfânda ise niyetin
Allah'tan gayrı her şeyden temizlenmesinde ısrar edilir ki
bu tür bir ibadet Ehl-i Beyt'in (a.s) rivâyetlerinde "hür
insanların ibadeti" diye tanımlanır.
Yine
şeriata baktığımızda, şirkten maksat, açık şirk diye
nitelendirilen putların vb. şeylerin ibadetidir. Fakat
tarikatta, şirkin, gizli ve daha gizli diye daha dakik
türlerinin tanıtımı söz konusudur.
Allah'tan
gayrisine umut bağlamak, ondan gayrisinden korkmak, ondan
başka birisinden yardım dilemek, ondan başkasına sevgi ve
aşk beslemek, bütün bunlar asaleten ve müstakil bir şekilde
gerçekleşir ve İlahî emirlere itaat amacı taşımazsa bir nevi
şirk sayılır. Bu yüzden bid'at sayılan ve insanların kendisi
tarafından üretilen âyinler, âdâp ve âdetler,
istenilen-beğenilen şeyler olmamasının yanı sıra, insanın
hakikî irfâna ulaşmasına da engel olabilir.
Bu
âyinlerin durumu böyle olunca, açık ve kesin bir şekilde
nehyedilen ve haram kılınan vesilelerden yararlanmanın
durumunu kendin anla.
Bazı
işlerin, bazı geçici irfânî haletlere yol açabilmesi
mümkündür; fakat iyi bir âkıbeti yoktur ve kesin felakete
sürükleyecek şeytanî bir tuzak da olabileceği için bu tür
şeylere itibar edilmemelidir.
Velhâsıl
hak olan, Hak Teâlâ'ın buyurduğu şeydir: "Hak'tan sonra
dalaletten başka ne olabilir?" (Yunus, 32)
Allah'ın
selamı hakka uyanların üzerine olsun.
DİPNOTLAR:
[1]
-Örnek olarak şu âyetleri zikredebiliriz:
"Göklerde ve yerde olan (her)
şey O'na tesbih etti ve O'dur izzet ve hikmet sahibi. *
Göklerde ve yerde olan (her) şeyin mülkiyeti O'na aittir;
diriltir ve öldürür ve O her şeye kâdirdir. * O'dur evvel,
Odur âhir ; O'dur zâhir, O'dur bâtın ve Odur her şeyden
haberdar olan." (Hadid, 1-3)
"Olduğunuz her yerde O sizinle
birliktedir ve Allah yaptığınız her şeyi görendir." (Hadid,
4)
"O, Allah'tır; O ki O'ndan
başka ilah yoktur. Gaybı ve açıkta olanı bilendir; O'dur
Rahmân ve Rahim. * O Allah ki O'ndan başka ilah yoktur.
Meliktir; 'Küddüs'tür; Selam'dır; Mu'min'dir; Müheymin'dir (koruyup
gözetendir); Aziz'dir; Cebbâr'dır; Mütekebbir'dir. Allah, (müşriklerin)
şirk koşmaktada olduklarından çok yücedir. * O Allah ki,
yaratandır (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir; 'şekil
ve suret" verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve
yerde olanların tümü, O'nu tesbih etmektedir. O, izzet ve
hikmet sahibidir. (Haşr, 22-24)
"Görmedin mi ki, göklerde ve
yerde olanlar ve dizi dizi uçmakta olan kuşlar, gerçekten
Allah'ı tesbih etmektedir. Her biri, kendi duasını ve
tesbihini hiç şüphesiz bilmiştir. Allah, onların işlemekte
olduklarını bilendir." (Nur, 41)
"Yedi gök, yer ve bunların
içindekiler O'nu tesbih etmektedir. O'nu övgü ile tesbih
etmeyen hiçbir şey yoktur; ancak siz onların tesbihini
kavramıyorsunuz. Şüphe yoktur ki O, halim olandır,
bağışlayandır." (İsrâ, 44)
"Göklerde ve yerde olan her
şey, -isteyerek de olsa istemeyerek de- Allah'a secde eder.
Sabah akşam gölgeleri de." (Ra'd, 15)
"Allah'ın her hangi bir şeyden
yarattığına bakmıyorlar? Onun gölgeleri küçülerek, sağdan ve
soldan Allah'a secde eder vaziyette döner. * Göklerde ve
yerde olan ne varsa, canlılar ve melekler Allah'a secde
ederler ve Onlar büyüklük taslamazlar." (Nahl, 48-49)
"Biz âyetlerimizi hem âfakta
hem de kendi nefislerinde onlara göstereceğiz; öyle ki
şüphesiz onun hak olduğu kendilerine açıkça belli olsun. Her
şeyin üzerinde senin Rabbinin şahid olması yetmez mi? *
Dikkatli olun; gerçekten onlar Rablerine kavuşmaktan yana
derin bir kuşku içindedirler. Dikkatli olun; gerçekten O,
her şeyi sarıp -kuşatandır." (Fussilet, 53-54)
"...Allah yapmakta olduklarını
kuşatandı. * ...Allah her şeyi kuşatandır." (Nisa,108-126)
"...Her nereye dönerseniz
Allah'ın yüzü orasıdır. Şüphe yok ki Allah, kuşatandır,
bilendir." (Bakara, 115)
[2] -Mesela şu âyetler gibi:
"...İman kimseler Allah'a
karşı en şiddetli sevgiye sahiptirler..." (Bakara, 165)
"...Allah, çok geçmeden,
kendisinin onları sevdiği, onların da kendisini
sevdiği...bir topluluk getirir..." (Mâide, 54)
"İman edip salih amelde
bulunanlar ise, işte onlardır yaratılmışların en hayırlıları.
* ...Allah onlardan razı olmuştur; onlar da Allah'tan razı
kalmışlardır. İşte bu, Rabbinden içi titreyerek korkan kimse
içindir." (beyyine, 7-8)
"Ey mutmain nefs * Dön Rabbine
(O'ndan) razı olmuş, (O da senden) razı olmuş halde. * Gir
kullarımın arasına. * Gir cennetime." (fecr, 27-30)
"Hayır, kim iyilik yapıcı
olarak, yüzünü Allah'a teslim ederse, artık onun Rabbi
katında ecri vardır. Onlar için korku yoktur ve onlar mahzun
da olmayacaklardır." (Bakara, 112)
"...Rableri onlara tertemiz
olan ve temizleyen bir şarap içirir." (İnsan, 21)
"Gecenin bir bölümünde O'na
secde et ve geceleyin de uzun uzadıya O'nu tesbih et." (İnsan,
26)
"Ve onlar Rablerinin yüzünü
isteyerek sabrederler; namazı dosdoğru kılarlar..." (Ra'd,
22)
"O'nun katında hiç kimsenin
karşılığı verilecek bir nimeti (borcu) yoktur; * Yüce
Rabbinin vechini istemek başka. * Ve çok geçmeden o razı
olacaktır." (Leyl, 19-20-21)
"İnsanlardan öylesi vardır ki
Allah'ın rızasını kazanmak için nefsini (canını) satar. Ve
Allah kullara çok şefkatli olandır." (bakara, 207)
"...Öyleyse sen de dini
yalnızca O'na halis kılarak Allah'a ibadet et. * Bil ki
halis olan din yalnız Allah'a aittir..." (Zumer, 2-3)
"Onlar ayakta iken, otururken,
yan yatarken Allah'ı zikrederler ve göklerin ve yerin
yaratılışı konusunda düşünürler (ve derler ki:) "Rabbimiz,
sen bunu boşuna yaratmadın. Münezzehsin sen; bizi ateşin
azabından koru." (Âl-i İmrân, 191)
"İman edip sâlih amellerde
bulunanlar ve Rablerine kalpleri tatmin bulmuş olarak
bağlananlar, İşte bunlar da cennetin ashabı (halkı)dırlar.
Onda ebedi olarak kalıcıdırlar." (Hud, 23)
"Gecenin bir kısmında kalk,
sana aid nafile olarak o (Kur'ân'la) ibadet et (Kur'ân oku,
namaz kıl). Umulur ki Rabbin seni övülmüş bir makama
ulaştırır." (İsrâ, 79)
"...O (Kur'ân), daha önce
kendilerine ilim verilenlere okunduğu zaman, çenelerinin
üstüne kapanarak secde ederler." (İsra, 107)
[3]
-Bunlardan da sadece bazı örnekler vermekle yetiniyoruz:
Hz. Emir-ül Mu'minin Ali (a.s)
bir hutbesinde "...Öyle kişiler vardır ki onları ne bir
ticaret, ne de alışveriş Allahın zikrinden alıkoyamaz..."
(Nur, 37) ayetini okuduktan sonra şöyle buyurmuşlardır: "
Allah Subhanehu ve Teala zikri, kalplerin cilası
kılmıştır...Öyle zikir ehli kimseler vardır ki o zikri
dünyaya karşılık olarak seçmişlerdir; onları ne bir ticaret
ne de bir alış veriş bundan alıkoyabilmiştir... Dünyada
oldukları halde, sanki dünyayı ahirete taşımışlar ve ötedeki
şeyleri görmüşlerdir. Orada kaldıkları sürece sanki berzah
ehlinin gaybî hallerine muttali olmuşlar, kıyamet bütün
yönleriyle üzerlerinde gerçekleşmiş de dünya ehlinin gözünün
önüne gerilen perde aralanmıştır. Ve onlar, insanların
göremediklerini görüp, işitemediklerini işitmişlerdir..." (Nehc-ül
Belâğa, Hutbe: 222)
Yine Hz. Ali (a.s) Şa'baniye
Münâcâtı'nın bir bölümünde şöyle yalvarıyor Rabbine: "...Ey
Rabbim, her şeyden kopup sana yönelmeyi bana lütfeyle. Kalp
gözlerimizi sana bakma nuruyla aydınlat; öyle ki kalp
gözlerimiz nur hicaplarını (perdelerini) yırtsın ve azamet
madenine ulaşsın; ruhlarımız da kudsünün izzetine bağlansın..."
(Mefatihül Cinan kitabı, Şabaniye Münâcâtı)
İmam Hüseyin (a.s) Arefe günü
duasının bir bölümünde şöyle münâcât ediyor mabuduyla: "...İlâhî,
eserlerin değişmesi ve durumların intikalinden anladım ki
hiçbir şeyde sana cahil kalmamam için her şeyde kendini bana
göstermek istemişsin... İlâhî, vücudunda sana muhtaç olan
bir şey, nasıl senin (varlığına) delil olarak gösterilebilir?
Acaba senden başkası senden daha aşikar mıdır ki senin
açıklanmana vesile olsun?! Sen ne zaman gâip oldun ki sana
götürecek bir delile ihtiyacın olsun?! Ve ne zaman
uzaklaştın ki eserler (seni arayanları) sana ulaştırsın? Kör
olsun seni kendine gözetleyici olarak görmeyen göz! Ve
ticaretinde hüsrana uğrasın muhabbetinden nasiplendirmediğin
kul!... İlâhî, beni dergahının mukarreblerinin sahip olduğu
hakikatlerle süsle ve (cemaline) müştâk olanların yolunda
yürüt beni!... Seni kaybeden neyi bulmuştur ve seni bulan
neyi kaybetmiştir?!...Sensin her şeyde bana kendini gösteren;
böylece ben senin her şeyde zâhir olduğunu gördüm..."
Mefâtih-ül Cinân, Arefe duası)
İmam Zeyn-ül Âbidin (a.s) "Âriflerin
Münâcâtı" isimli duasında şöyle münacat ediyor: "...İlâhî,
bizi sinelerinin bağlarında sana olan şevk ve muhabbet
ağaçları derin kök salan ve bütün kalpleri muhabbet ateşinle
yanan kimselerden eyle. Onlar düşünce yuvalarına sığınmış,
kurb ve mükâşefe bahçelerinde yayılmışlardır...Ve
sevgililerine bakarak gözleri aydınlanmıştır..." (Mefâtih-ül
Cinân, Ariflerin Münâcâtı)
"Müridlerin Münâcâtı" isimli
münâcâtında şöyle yalvarıyor Hak Teâlâ'ya: "...İlâhî, bizi
sana ulaştıracak yollardan yürüt ve dergahına bizi
vardıracak en yakın yollardan götür... Sensin benim muradım,
başkası değil; sadece senin için geceleri uyumadan
sabahlarım. Seninle buluşmaktır gözümün aydınlığı ve sana
kavuşmaktır nefsimin arzusu; şevk ve iştiyakım sanadır;
muhabbetine hayran ve tutkunum..." (Mefatih-ül Cinân,
Müridlerin Münâcâtı)
"Sevenlerin Münacatı" isimli
duasında ise şöyle arz ediyor: "...İlâhî, kim senin
muhabbetinin tadını alır da başkasına yönelir? Kim kurbuna
alışır da senden ayrılmak ister?..." (Mefâtih-ül Cinân,
Sevenlerin Münâcâtı)
İmam Cafer-i Sâdık (a.s)
ibadet edenlerin aksamı hakkında şöyle buyuruyor: "İbâdet
edenler üç kısımdır: "Bir grup Allah Azze ve Celle'ye
korkudan ötürü ibadet eder; bu kölelerin ibâdetidir. Bir
grup Allah Tebâreke ve Teâlâ'ya sevaba kavuşmak için ibâdet
eder; bu da ücretlilerin ibâdetidir. Bir grup ise Allah Azze
ve Celle'ye O'nu sevdikleri için ibâdet ederler; işte bu hür
insanların ibâdetidir ve en faziletli ibâdet de budur." (El-Kâfî,
C.2, S.84)