59-
Ey inananlar! Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan
ululemre de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa
düşerseniz -Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız- onu
Allah'a ve Resul'e götürün. Bu (sizin için) daha hayırlı ve
yorum bakımından daha güzeldir.
Ayetin AÇIKLAMASI
"Ey
inananlar! Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan
ululemre de itaat edin." Şeriki olmayan tek Allah'a
kulluk etmeye, mümin kesimler arasında yardım etmeyi
yaygınlaştırmaya yönelik çağrı noktalandıktan, bu güzel yolu
kötü gösterenler ve çeşitli biçimde bu yola engel koyanlar
kınandıktan sonra, başka bir dille birçok fer'î hükme
kaynaklık eden bir temel maksada dönülüyor. Öyle bir temel
maksat ki, İslâm toplumunun sağlamlaşması ona dayanır. Bu
maksat, müminleri uzlaşmayı ve ittifakı benimsemeye, meydana
gelebilecek anlaşmazlıkları Allah'a ve Peygambere havale
ederek çözmeye özendirmektir.
Şüphe etmemek gerekir ki,
"Allah'a itaat edin.
Peygambere ve sizden olan ululemre de itaat edin."
cümlesinin içeriği, bütün ilâhî kanunların ve hükümlerin esası
olmanın yanı sıra, anlaşmazlık konularını Allah'a ve
Peygambere götürme emrine hazırlık ve geçiş niteliğindedir.
Çünkü bu gerçek, bu ifadenin ayrıntılandırması olan
"Eğer bir hususta
anlaşmazlığa düşerseniz... onu Allah'a ve Resul'e götürün."
cümlesinden, sonra da,
"Sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını
ileri sürenleri görmedin mi?..." ve
"Biz her peygamberi,
Allah'ın izni ile, kendisine itaat edilmesi için gönderdik."
ve "Hayır, Rabbine
andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem
kılıp..." ayetleri ile üst üste bu ilkeye vurgu
yapılmış olmasından açıkça anlaşılmaktadır.
Yine şüphe etmemek gerekir ki, yüce
Allah'ın bizden kendisine istediği itaat, Peygamberi yolu ile
bize vahyettiği bilgilere ve kanunlara itaat etmemizdir.
Peygambere gelince, onun iki fonksiyonu
vardır. Biri Allah'ın ona Kur'an dışında vahyettiği mesajlara
dayalı teşri=kanun koyma
fonksiyonudur. Bu mesajlar ana ilkelerini Kur'an'ın koyduğu ve
Kur'an ile ilgili ve bağlantılı olan ayrıntılarda Peygamberin
insanlara yaptığı açıklamalardır. Nitekim Allah şöyle
buyuruyor: "İnsanlara,
kendilerine indirileni açıklaman için... sana da bu Kur'an'ı
indirdik." (Nahl, 44)
İkinci fonksiyonu ise, doğru bildiği
görüşü açıklamasıdır. Bu da onun hüküm(=yargı)
ve hükümet hususundaki velayeti (yetkili olması) ile
bağlantılıdır. Nitekim yüce Allah bununla ilgili olarak şöyle
buyuruyor: "Allah'ın
sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin diye..."
(Nisâ, 105) Bu,
Peygamberimizin (s.a.a) yargı kanunlarının zahirine göre
insanlar arasında hükmederken ortaya koyduğu ve önem-li
konularda karar verirken dayandığı görüştür. İşte bu alandadır
ki yüce Allah, ona müşavere ile görüş edinmesini emrediyor.
Nitekim bir ayette şöyle buyuruyor:
"İş hakkında onlara danış; fakat karar verdiğin zaman artık
Allah'a dayan." (Âl-i
İmrân, 159) Görüldüğü gibi yüce Allah bu ayette
sahabeleri, istişarede Peygamberimize ortak ediyor; ama karar
verme de yetkiyi sadece Peygambere veriyor.
Bu gerçek öğrenilince anlaşılır ki,
Peygambere itaat etmeyi yasalaştıran bizzat Allah olduğu için,
her ne kadar Peygambere itaat etmek demek aslında Allah'a
itaat etmek demekse de, -nitekim yüce Allah bu ayetlerin
devamında, "Biz her
peygamberi, Allah'ın izni ile, kendisine itaat edilmesi için
gönderdik." buyurmaktadır,- Peygamberimize itaat
etmek ile Allah'a itaat etmenin farklı anlamları vardır. Buna
göre insanlar hem vahye ilişkin açıklamalarında, hem de ortaya
koyduğu görüşlerde Peygambere itaat etmekle yükümlüdürler.
"Allah'a
itaat edin. Peygambere... de itaat edin."
ifadesinde "itaat edin" emrinin tekrarlanmasını gerektiren
sebep -gerçi Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir- budur.
Yoksa bazı tefsircilerin dedikleri gibi bu tekrarın sebebi
anlamı pekiştirmek (tekit) değildir. Çünkü eğer maksat anlamı
pekiştirmek olsaydı, tekrara yer vermeden "Allah'a ve
Peygambere itaat edin." demek, tekidi daha fazla ifade eder,
anlamı daha çok güçlendirirdi. Çünkü o zaman bu ifade, Allah'a
itaat etmenin Peygamberimize itaat etmekle aynı şey olduğu ve
bu iki itaatin bir olduğu anlamına gelirdi. Bilindiği gibi
tekrar etmek her zaman tekidi ifade etmez, anlamı güçlendirici
bir sonuç vermez.
Ululemre (=emir
sahibi yetkililere) gelince, bunların -kimler oldukları bir
yana- vahiyden nasipleri yoktur. Onların fonksiyonu doğru
gördükleri görüşlerini açıklamaktan ibarettir. Peygamberin
görüşlerine ve sözlerine itaat etmek nasıl zorunlu ise, aynı
şekilde ululemrin de görüşlerine ve sözlerine itaat etmek
müminler için zorunludur. Bundan dolayı yüce Allah anlaşmazlık
doğması hâlinde baş vurulacak merciler arasında ululemri
saymayarak bu konuda sadece Allah'ı ve Peygamberi adres
göstermiş ve "Eğer bir
hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Alla-h'a ve ahiret gününe
inanıyorsanız- onu Allah'a ve Resul'e götürün."
buyurmuştur.
Çünkü bu havale emrinin (anlaşmazlığı
Allah'a ve Resul'e götürmenin) muhatapları bu ayetin başında
kendilerine "Ey
inananlar!" diye seslenilen kimselerdir. Bu nedenle
sözü edilen anlaşmazlık, şüphesiz onların kendi arasında çıkan
anlaşmazlıktır. [Yoksa ululemr ile müminlerin arasında
çıkabilecek anlaşmazlık söz konusu değildir. Çünkü] hem
ululemre itaat etmenin zorunlu olduğunu söylemek, hem de söz
konusu anlaşmazlığın müminler ile ululemr arasında olduğunu
farz etmek doğru değildir. Buna göre bu anlaşmazlık müminlerin
kendileri arasında çıkabilecek bir anlaşmazlıktır; ululemrin
belirttiği görüşle ilgili değildir. Tersine bu anlaşmazlık,
ihtilaf konusu olan meseleye ilişkin ilâhî hükmün ne olduğu
hakkındadır.
Bunun böyle olduğunu, arkadan gelen
ayetlerde Allah'ın ve Peygamberin hakemliğini bir yana
bırakarak tağutun hakemliğine başvuranların kınanmasının
verdiği ipucundan anlıyoruz.
Anlaşmazlığa düşülen hususu Allah'a ve
Resul'e götürmenin gerekliliği ise, gerçekte o konuda Kur'an
ve sünnette açıklanmış din hükümlerine baş vurmaktan ibarettir.
Kur'an ve sünnet, bunlardan hüküm çıkarma yeteneğine sahip
kimseler için iki kesin delil olduğu gibi, ululemrin "Kur'an'ın
ve sünnetin hükmü şudur." şeklindeki sözü de kesin delildir.
Çünkü okuduğumuz ayet hiçbir kayda ve şarta bağlı olmayan bir
itaat zorunluluğu getiriyor. Bunlar tümü ile sonuçta Kur'an'a
ve sünnete dayalıdırlar.
Bundan ortaya çıkıyor ki, sözü edilen
ululemrin -kim olurlarsa olsunlar- yeni bir hüküm ortaya
koymaya yahut Kur'an'la veya sünnetle sabit olan bir hükmü
neshetmeye yetkili değildirler. Aksi hâlde,
"Allah ve Resulü bir işte
hüküm verdiği zaman, artık mümin bir erkek ve kadına o işi
kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah ve
Resulü'ne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur."
(Ahzâb, 36)
ayetinin delâlet ettiği üzere anlaşmazlık konularının
çözümünde Kur'a-n'a ve sünnete baş vurmanın, anlaşmazlığı
Allah'a ve Peygambere havale etmenin anlamı kalmaz. Çünkü
Allah'ın hükmü, kanun koymak Peygamberin hükmü ise ya kanun
koymak veya bundan daha geniş kapsamlı bir tasarruftur.
Ululemre tanınan yetki ise velayet=yönetim
a-lanına giren konularda görüşlerini ortaya koymak, genel
konularda ve meselelerde Allah'ın ve Peygamberin hükmünü
ortaya çıkarmaktır.
Kısacası, ululemrin teşri=yasama
ve kanun koyma yetkileri olmadığından, yanlarında sadece Allah
ve Resul'ün hükmü yani, Kur'an ve sünnette açıklanan hükümler
olduğundan dolayı yüce Allah,
"Eğer bir hususta
anlaşmazlığa düşerseniz... onu Allah'a ve Resul'e götürün."
ayetinde onları ikinci kez söz konusu etmedi.
Dolayısıyla yüce Allah için bir itaat, Peygamber ve ululemr
için de bir itaat söz konusudur. Bu yüzden ayette,
"Allah'a itaat edin.
Peygambere ve sizden olan ulul-emre de itaat edin."
diye buyruldu [ve Peygamberle ululemrin itaati bir olarak
sayıldı].
[resulullah
(s.a.a) ile
ululemrin masum olması üzerine]
Şüphe edilmemesi gereken bir diğer husus
da şudur: "Allah'a
itaat edin. Peygambere ve sizden olan ululemre de itaat edin."
ayetinde emredilen itaat mutlak olup; hiçbir şarta bağlı
olmamış, hiçbir kayıtla da sınırlandırılmamıştır. Bu da
Peygamberimizin (s.a.a) gerçekte Allah'ın hükmüne ters düşen
hiçbir şeyi emredip yasaklamayacağı gerçeğine delildir. Aksi
hâlde yüce Allah'ın ona itaat etmeyi zorunlu kılması çelişki
olurdu. Peygamberin hükmü ile Allah'ın hükmü arasındaki uyum
ise, ancak Peygamberin (s.a.a) masumiyet (=korunmuşluk)
sıfatı sayesinde gerçekleşebilir.
Bu söz ululemr hakkında da aynen
geçerlidir. Yalnız şu var: Resu-lullah'ta (s.a.a) masumiyet (=yanılmazlık)
gücünün var olduğunu kanıtlayan bu ayetin dışında birçok aklî
ve naklî deliller vardır; fakat ululemr hakkında zahiren böyle
bir vurgulama yoktur. Bu nedenle de bazıları buna bakarak
ayette zikredilen ululemrin masum olmasının gerekmediğini ve
bu ayetin anlamının, ululemrin masum olmaması hâ-linde de
doğru olacağını sanabilirler.
Bu görüşü şöyle açıklayabiliriz: "Bu
ayetin belirlediği hüküm, üm-metin yararı için konmuştur. Bu
hüküm, Müslümanlar toplumunu ihtilaftan, çatışmadan ve
parçalanmadan koruyarak ayakta tutmayı amaçlar. Bunun da diğer
milletlerde ve toplumlarda görülen yönetim mekanizmalarından
farklı ve fazla bir fonksiyonu yoktur. Çünkü o toplumlarda
toplumun fertleri, hükmünde kanunlara ters düşebileceğini,
yanılabileceğini bildikleri hâlde yine de içlerinden birisini
yetkili kılarak ona itaat etme ve sözünü dinleme zorunluluğu
tanırlar. Fakat hükümlerinde kanunlara ters düştüğü
bilindiğinde kendisine itaat edilmez; ancak yanıldığında
uyarılır. Hükmünde yanılgıya düşmüş olabileceği durumlarda da
gerçekten yanılmış olsa bile hükmü yürütülür, yaptığı
yanlışlık umursanmaz. Çünkü toplumun birliğini korumada ve her
kafadan ayrı bir sesin çıkmasını önlemede yatan fayda, bu tür
yanılgıları ve hataları telafi edecek bir faydadır."
"İşte bu ayette itaat edilmesinin zorunlu
olduğu bildirilen ululem-rin durumu budur. Yüce Allah onlara
itaat etmeyi müminlere zorunlu kılmıştır. Eğer Kur'an'a ve
sünnete ters bir şey emrederlerse, mümin-lerin onlara itaat
etmesi caiz olmaz ve verdikleri hüküm yürürlüğe konmaz. Çünkü
Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur: 'Yaratıcıya isyan
konusunda yaratılmışa itaat edilmez.' Bu ilke hem Sünnî, hem
de Şiî kaynaklarından rivayet edilmiştir ve bununla ayetin
ululemre itaat etme hakkındaki mutlak içeriği kayıtlandırılır."
"Hatalara ve yanlışlara gelince, eğer
ululemr konumundaki kişinin yanlış hüküm verdiği kesin olarak
bilinirse, hakka yani Kur'an ve sünnetin hükmüne döndürülür.
Ama eğer yanlışlık kesin değil de sadece muhtemel ise,
hükmünün yanlış olmadığının bilindiği durumlarda olduğu gibi
hükmü geçerli sayılır. Böyle durumlarda yanlışı kabul edip ona
zorunlu olarak itaat etme gereği ile de karşılaşılabilir. Ama
olsun, bunun zararı yoktur. Çünkü ümmetin birliğinin korunması,
şeref ve itibarının devam ettirilmesi, böylesine muhtemel
yanlışlıkların zararını telafi eder. Dolayısıyla bunun konumu,
fıkıh usûlünde açıklanan [ve haber-i vâhid gibi delil olması
çoğu fakihlerce kabul edilen] kuralın konumu gibi olur. O
kural ise şundan ibarettir: Gerçek hükümler yerinde kalmakla
birlikte zahirî yolların delil olmaları geçerlidir. Zahirî
yolların sonuçları gerçekle ters düşünce meydana gelen zarar,
bu zahirî yolun izlenilmesinde yatan maslahat ile telafi
edilir."
"Kısacası, masum olmasalar bile ululemre
itaat etmek zorunludur, farzdır. Bu kimselerin fasık olmaları
ve hüküm vermede yanılmaları mümkündür. Eğer fasıklık
yaparlarsa onlara itaat edilmez. Eğer yanlışlık yaparlarsa ve
bu yanlışlıkları kesin olarak bilinirse, Kur'an'a ve sünnete
döndürülürler. Eğer hata yaptıkları kesin olarak bilinmez ve
sadece ihtimal verilirse, verdikleri hüküm yürütülür.
Görünüşte Allah'ın hükmüne uyduğu hâlde aslında Allah'ın
hükmüne ters düşen hükümlerinin uygulanması ise sakıncasızdır.
Bundaki maksat İslâm'ın ve Müslümanların yararını gözetmek,
toplumda sözbirliğini korumaktır."
Ancak okuyucu eğer bu ayetle ilgili
yukarıdaki açıklamamız üzerinde iyi düşünürse, bu şüphenin ve
bu vehmin kökten asılsız olduğunu kolayca anlar. Şöyle ki,
fasıklık durumunda bu ayetin mutlaklığını Peygamberimizin (s.a.a),
"Yaratıcıya isyan durumunda yaratılmışa itaat edilmez."
şeklindeki buyruğu ile ve
"Allah kötülüğü emretmez."
(A'-râf, 28) ayeti ve bu
anlama gelen diğer ayetler ile kayıtlandırmak için, bu
yaklaşımı dayanak olarak almak mümkündür.
Bunun gibi bazı durumlarda bu tür zahirî
delillerin şer'î bir kural hâline gelmeleri de mümkün, hatta
gerçekleşmiş bir uygulamadır. Pey-gamberimizin (s.a.a) tayin
ettiği müfreze komutanlarına, Mekke ve Yemen gibi beldelere
tayin ettiği genel valilere, sefere çıktığında Medine'de
yerine bıraktığı vekillere itaat etmenin farz olması ve
müçtehidin sözünün taklit edenleri için delil niteliği
taşıması gibi. Bu konuda başka örnekler de sayılabilir. Fakat
bunlar, bu ayetin kayıtlandırılmasını gerektirmez. Çünkü bir
meselenin özünde doğru olması başka bir şeydir ve bir ayetin
zahiri anlamı ile o meseleye delil sayılması daha başka bir
şeydir.
Bu ayet, sözü edilen ululemre itaat
etmeyi zorunlu kılmış ve bu itaati hiçbir kayda ve şarta
bağlamamıştır. Kur'an ayetlerinde bu ayetin içeriğini
kayıtlandıran (sınırlayan) ve
"Peygambere ve sizden olan
ululemre de itaat edin."ifadesinin anlamını, "Ululemrin
günah niteliğini taşımayan ve yanlış olduğunu tespit
etmediğiniz emirlerine itaat edin. Eğer onlar size günah
nitelikli bir emir verirlerse onlara itaat etmeniz Söz konusu
değildir. Eğer yanıldıklarını tespit ederseniz onları Kur'an'a
ve sünnete döndürün!" şekline çeviren hiçbir kayıt yoktur.
"Peygambere ve sizden olan
ululemre de itaat edin." ifadesinin anla-mı
kesinlikle bu değildir.
Üstelik yüce Allah söz konusu kayıttan
daha belirgin olduğu hâlde, bu farz itaatten daha az önemli
bir konuda sınırlama getirerek şöy-le buyurdu:
"Biz insana, ana-babasına
iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Eğer onlar seni, hakkında
bilgin olmayan bir şeyi bana or-tak koşman için zorlarlarsa,
onlara itaat etme." (Ankebut,
8) Durum böyleyken yüce Allah nasıl olur da dinin temel
taşını içeren ve insan mutluluğunun ana damarının kaynağı olan
bu ayette söz konusu kayıtları açıkça belirtmez?
Ayrıca bu ayette Peygambere ve ululemre
itaat etmek birleştirilerek ve ikisi için bir tek itaatten söz
edilerek şöyle buyrulmuştur:
"Peygambere ve ululemre de
itaat edin." Resulullah'ın (s.a.a) günah nitelikli
bir emir vermesi veya hükmünde yanılgıya düşmesi düşünülemez.
Eğer ululemr hakkında bu ihtimaller caiz görülse, o zaman
onlara itaat etmenin kayıtları ve şartları mutlaka söylenirdi.
O hâlde bu ayetin kayıtsız-şartsız, mutlak bir hüküm
getirdiğini kabul etmek kaçınılmazdır. Bunun gerektirdiği
kesin sonuç da Peygamberimiz (s.a.a) hakkında geçerli olan
masumluk sıfatının aynısının ululemr hakkında da fark
gözetilmeden geçerli sayılmasıdır.
Sonra, "ululemr" terimindeki "emr"
kelimesinden maksat, bu direktifin muhatabı olan müminlerin
dinleri veya dünyaları ile ilgili bir iş, bir gelişmedir.
Nitekim şu ayet bu anlamı teyit ediyor:
"Emr yani İş hakkında
onlara danış." (Âl-i
İmrân, 159) Takva sahiplerini öven şu ayet de aynı
niteliktedir: "Onların
emri yani işi, aralarında danışmaktır."
(Şûrâ, 38) Gerçi başka
bir açıdan yorumlayarak bu kelimenin yasağın karşıtı olan 'emir'
anlamına geldiğini düşünmek de caizdir; ama bu uzak bir
ihtimaldir.
Bu ayette ululemr terimi "minkum=sizden"
kaydı ile kayıtlanmıştır. Anlaşıldığı kadarıyla bu kelime,
zarf-ı mustakardır ve "sizlerin içinden olan ululemr" anlamına
gelmektedir. Dolayısıyla bu ayet, Peygamberle ilgili şu ayetin
bir benzeridir: "Ümmîlere
içlerinden, kendilerine... bir peygamber gönderen O'dur."
(Cum'a, 2) Yine yüce
Allah'ın Hz. İbrahim'in duası olarak aktardığı,
"Ey Rabbimiz! Onlara,
içlerinden... bir peygamber gönder."
(Bakara, 129)Ve
Âdemoğullarına hitap ettiği
"Size kendi içinizden
ayetlerimi anlatacak peygamberler gelir."
(A'râf, 35)ayetler de
aynı anlamı taşıyorlar. Böylece bu açıklamamızla, bazı
müfessirlerin ayetle ilgili görüşünün asılsızlığı ortaya
çıkıyor. Sözünü ettiğimiz tefsirciye göre ululemrin "minkum=sizden"
kelimesi ile kayıtlanmasının anlamı şudur: "Bu ululemrin her
ferdi, bizim gibi sıradan bir insandır. O, biz müminlerden
biridir. İlâhî masumiyet ayrıcalığı ile donatılmış değildir. [Dolayısıyla
biz normal insanlar gibi ululemr de günah işleyebilir,
yanılabilir ve hataya düşebilir.]"
[ululemrin kimler
olduğu üzerine]
[Bu ayetle ilgili bir diğer önemli husus
da ayetteki ululemrden maksat kimlerin olduğu husustur.] Bunda
şüphe yoktur ki, ululemr kelimesi, ism-i cem yani çoğul ifade
eden isimdir ve bu nedenle "ulul-emr" diye adlandırılan bu
kişilerin sayısının çokluğuna delâlet eder. Fakat bu çoğul
ismin ilk bakıştaki anlamı [bu insanların topluluk hâlinde
yükümlülük kabul etmeleri ve itaatin bunların topluluk hâline
farz olması değil;] bu seçkin kişilerin teker teker yalnızlık
hâlinde sorumluluk yüklenmeleri ve birbiri arkasından
kendilerine itaat etmenin farz olmasıdır. Dolayısıyla itaat
etme zorunluluğu, bu kelimenin (ululemrin) lafzı itibari ile
bunların [fert ferdine değil de] tümüne birden yöneltilmişse
de, çoğul içerikli niteliği göz önünde bulundurulmuştur. [Nitekim
bu tür kullanımlar, biz insanların sözleri arasında da yer
almaktadır. Meselâ birine:] "Farz namazlarını kıl, büyüklerine
ve kavminin önderlerine itaat et." denmesi gibi.
Bu konudaki şaşırtıcı sözlerden biri
Fahr-i Razî'nin şu sözüdür. Diyor ki: "Bu anlam, çoğul bir
kelimeden tekil bir kelimenin anlamının çıkarılmasını [yani
çoğul bir kelimenin müfret=tekil
anlamda kullanılmasını] gerektirir ki, bu ifadeden anlaşılana
ters düşer." (Tefsir-ul Kebir,
c.10, s.146)
Fahr-i Razî böyle demekle dilde bu
kullanımın yaygın olduğunu göz ardı ediyor. Kaldı ki, Kur'an
böyle örneklerle doludur. Şu ayetlerde olduğu gibi:
"Artık yalanlayanlara
itaat etme." (Kalem,
8) "Artık
kâfirlere itaat etme."
(Furkan, 52)
"Biz reislerimize ve
büyüklerimize itaat ettik."
(Ahzâb, 67)
"Aşırı gidenlerin emrine
uymayın." (Şuarâ,
151) "Namazlara...
devam et." (Bakara,
238)"Müminlere
karşı mütevâzı ol." (Hicr,
88) Kur'an'da bunlar gibi olumlu-olumsuz, haber ve
talep nitelikli farklılık arz eden çok sayıda örnekler vardır.
Üstelik çoğul bir kelimeden tekil anlamı
kastetmenin zahire ters düşen türü, çoğul bir kelime söyleyip
kelimenin içerdiği teklerden yalnız birini kastetmektir. Yoksa
teklerin çoğalması ile hükümlerin çoğalmasına yol açacak
şekilde çoğula hükmü yaygınlaştırmak, anlam olarak kelimenin
zahirine ters düşmez. Meselâ, "Beldenin ilim adamlarına iyi
davran." demek, "Bu ilim adamına ve şu ilim adamına iyi davran."
demektir.
Kendilerine itaat edilmesi farz olan bu
ululemrden, çok sayıda kişinden oluşan bir bütünün kastedilmiş
olması da muhtemeldir. Yani ululemr kavramını, her biri bu
kavramın kapsamına giren çok sayıda kişinin bir araya
gelmesinden oluşan durum şeklinde yorumlamak da ihtimâl
dahilindedir. Bu yoruma göre ululemr, halk arasında nüfuz
sahibi olup sözü geçen ve onlarla ilgili işlerde etkili olan
kişilerden oluşur. Ordu ve müfreze komutanları, ilim adamları,
devlet büyükleri ve kavmin ileri gelenleri gibi.
Hatta el-Menar tefsirinin sahibine göre
ululemr, halkın güvenini kazanmış ilim adamları, ordu
komutanları, ticaret, sanayi ve ziraat gibi kamu alanlarının
önderleri, bunların yanı sıra sendika başkanları, parti
liderleri, yüksek tirajlı gazetelerin yazı işleri müdürleri ve
başyazarları gibi şahsiyetlerden oluşan hal ve akd ehlidir!
Ayetteki ululemrin hal ve akd ehli olmasının anlamı işte budur.
Çünkü bunlar ümmetin ileri gelenlerinden oluşmuş bir sosyal
heyettir. (Tefsir-ul Menar, c.5,
s.181)
Fakat bu ayetin tamamının içeriği bu
ihtimal ile bağdaşır mı? Mesele buradadır. Daha önce
belirttiğimiz gibi bu ayet ululemrin masum kişilerden
oluşmasına delâlet ediyor. Az önceki yorumu savunan
tefsirciler de bunu kabul etmek zorunda kalmışlardır.
[Şimdi biz burada ululemrin anlamını
yukarıdaki şekilde (hal ve akd ehli diye) yorumlayan
müfessirlere bazı soruları sormak zorundayız.] Acaba masumluk
sıfatı ile vasıflandırdığınız insanlardan maksat, bu heyetin
üyeleri midir? Ki o takdirde teker teker her biri ve sonuçta
hepsi birden masum olur. Çünkü heyetin bütünü, fertlerden
başka bir şey değildir. Fakat apaçık bir gerçektir ki, bu
ümmetin tarihinde hiçbir gün masum fertlerden meydana gelmiş
bir hal ve akd heyeti ümmetle ilgili önemli bir meseleyi
yürürlüğe koymak için bir araya gelmiş değildir. Böyle bir şey
vuku bulmadığına göre de, yüce Allah'ın pratikte uygulaması
olmayan bir şeyi emretmiş olması muhaldir.
Yoksa gerçek bir sıfat olan bu masumluk,
nitelik ve nitelenende olduğu gibi sadece bu heyetle mi
özdeştir de bu heyetin üyeleri masum değil midir? Hatta bu
heyetin üyelerinin toplumun diğer fertleri gibi müşrik ve
günahkâr olmaları caiz midir? O zaman bu fertlerin görüşü
yanlış, günaha ve sapıklığa sürükleyici olabilir, ama o görüş
heyet tarafından benimsenince heyetin masumluğu gerekçesi ile
doğru mu olur? Fakat bu da imkânsızdır. Çünkü itibarî=sanal
bir kurumun gerçek bir sıfatı taşıdığı yani, toplu heyetin
masumluk sıfatını taşıdığı nasıl tasavvur edilebilir?
Veya şöyle mi düşünülüyor: Masumluk ne bu
heyetin üyelerinin ve ne heyetin kendisinin sıfatıdır. Yalnız
Allah bu heyeti günahı emretmekten veya yanlış bir görüş
ortaya koymaktan koruyor. Tıpkı mü-tevatir haberin yalandan
korunmuş olması gibi. Oysa yalandan korunmuş olmak, mütevatir
haberin rivayet zincirinde yer alan her habercinin ve bütünü
ile söz konusu toplu heyetin sıfatı değildir. Yalnız
alışılagelmiş sonuca göre bu haberin yalan olması imkânsız
olmaktadır.
Başka bir deyişle, yüce Allah bu tür
haberi yanlışlıktan, içine yalanın karışmasından korumaktadır.
[İşte ululemrin de konumu aynen böyledir. Yani] ululemrin
fertlerinin ve heyetinin normal insanlarda bulunmayan ek bir
sıfat taşımaları gerekmese bile bunların açıkladığı görüşte
kesinlikle hata bulunmaz. Şöyle ki, onların görüşü tıpkı
müte-vatir haber gibi yalan ve yanlış olmaktan korunmuştur.
İşte ululemrin de masumluğunun anlamı böyle olmalıdır. Çünkü
bu ayet de ululemrin görüşünün yanlış olmadığının; tersine
Kur'an'a ve sünnete uygun ve isabetli olacağının ötesinde bir
şeye delâlet etmiyordur. Bu ise Allah'ın bu ümmete yönelik bir
inayetidir. Nitekim Peygamberimizin (s.a.a),
"Benim ümmetim yanlışta
birleşmez." dediği rivayet edilmiştir.
(Sünen-i İbn-i Mâce, c2, s.1303,
h:3950)
[Fakat bu görüş de doğru değildir.] Bir
defa bu rivayet konumuza yabancıdır. Çünkü bu rivayet -eğer
doğru ise- ümmetin tümünün yanlışta birleşmeyeceğini
belirtiyor. Yoksa bu ümmetin bir parçası olan hal ve akd
ehlinin yanlışta birleşmeyeceğini ifade etmiyor. Ümmet kavramı
ile hal ve akd ehli kavramının anlamları birbirinden farklıdır;
ümmetin bir manası var, hal ve akd ehlinin de bir başka manası
var. Bu kelimelerin ilkini söyleyip de ikincisinin anlamını
kastetmenin delili, gerekçesi yoktur. Ayrıca bu hadis bu ümmet
topluluğunun yanlış yapmayacağını değil, yanlışta
birleşmeyeceğini bildiriyor ki, bu ikisi birbirinden farklı
şeylerdir.
Bu durumda yukarıdaki hadisin anlamı
şöyle olur: Herhangi bir mesele ile ilgili yanlışlık, ümmetin
bütününü kapsamaz. Tersine ümmet içinde her zaman doğru
düşünenler olur. Bu doğru düşünenler ya ümmetin tümü veya bir
bölümü ya da içlerinde bulunan bir tek masum kişi olabilir. Bu
anlam, birçok ayetin ve hadisin delâlet ettiği İslâm dininin
ve hak inancının yeryüzünden kalkmayacağı, kıyamet gününe
kadar varlığını sürdüreceği gerçeği ile uyumludur.
Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Eğer onlar bunları inkâr
ederlerse zaten biz, inkâr etmeyen bir topluluğu onların
yerine geçmeye memur etmişizdir."
(En'âm, 89)
"Bu sözü ardından
geleceklere devamlı kalacak bir miras olarak bıraktı."
(Zuhruf, 28)
"Şüphe yok ki, Kur'an'ı
biz indirdik ve şüphe yok ki, onu mutlaka biz koruyacağız."
(Hicr, 9)
"O eşsiz ve üstün bir
kitaptır. Ona önünden de, ardından da batıl gelemez."
(Fussilet, 41-42)Kur'an'da
bu anlamda daha birçok ayet vardır.
Bu durum, [yani ümmetin çoğunun veya bir
bölümünün hataya düşmesi ve yanlış yola sapması gerçeği,]
sadece Hz. Muhammed'in (s.a.a) ümmeti için geçerli değildir.
Sahih rivayetler bunun tersini kanıtlıyor. Çeşitli kanallardan
gelen bu rivayetlere göre Peygamberimiz (s.a.a) Yahudilerin
yetmiş bir, Hıristiyanların yetmiş iki ve Müslümanların yetmiş
üç fırkaya ayrıldığını, bu fırkaların birer tanesi dışında
hepsinin helâke uğrayacağını bildirmiştir. Biz, Âl-i İmrân
suresinin "Ve topluca
Allah'ın ipine sımsıkı sarılın."
(Âl-i İmrân, 103)
ayetinin hadislerle açıklaması bölümünde bu rivayete yer
vermiştik.
Kısacası, bu rivayetin -eğer isnat
zinciri doğru ise- metni hakkında söylenecek bir sözümüz
yoktur. Fakat o bizim konumuza yabancıdır. Çünkü biz bu
ümmetin içinden çıkan hal ve akd ehlinin masumluğunun anlamı
üzerinde konuşuyoruz. Tabii ki, eğer
"sizden olan ulul-emre..."
ifadesinde kastedilen ululemr bunlar ise.
[Şimdi ise gelelim asıl konumuza, yani
hal ve akd ehlinin masum oluşunun niteliğine. Bu hususla
ilgili ilk olarak şunu bilmeliyiz: Acaba] Müslümanlar
arasından bu hal ve akd ehlinin kendi görüşünde masum
sayılmasını gerektiren faktör nedir? Bu bir gerçektir ki,
sosyal meseleleri çözme ve bağlama konumunda olan bu heyet
sadece İslâm ümmetine mahsus değildir. Her büyük milletin,
hatta küçük milletlerin, hatta ve hatta kabilelerle
aşiretlerin içinde toplumda itibarı olan, güçlü ve kamu
işlerinde etkili olan belirli sayıda fertler vardır. Eğer sen
milletlerin ve nesillerin tarihlerindeki ve zamanımızdaki
gelişmeleri incelersen, hal ve akd heyetlerinin toplumların
önemli meseleleri ile ilgili çeşitli görüşleri benimseyip
sonra uygulamaya koyduklarını görürsün. Bu heyetler
görüşlerinde kimi zaman isabetli olmuşlar, kimi zaman da
yanılmışlardır. Gerçi ferdî görüşlerde yanılma ihtimali
heyetlerin görüşlerindeki yanılma ihtimalinden daha büyüktür;
ama bu gerçek, heyet görüşlerinde asla yanılma olmayacağı
anlamına gelmez. İşte tarih ve günümüzde görülen olaylar, bu
tür yanılgıların pek çok sa-yıdaki örneğine şahittirler.
Eğer İslâm'da hal ve akd heyetinin sosyal
görüşleri [diğer toplumlardaki heyetlerin görüşlerinden farklı
bir konumda bulunursa ve] yanlışlıktan korunmuş olursa, bu
korunmuşluk ancak normal bir faktörün sayesinde değil,
olağandışı ve mucizevi bir faktör sayesinde olabilirdi. O
zaman bu korunmuşluk, artık sadece bu ümmete mahsus göz
kamaştırıcı bir keramet olur ve onların başını hep dik tutar,
kutsal değerlerini korur, onları, toplumlarına ve birliklerine
sızan her türlü kötülükten muhafaza eder, sonuçta Kur'an'ı
izleyen ve Kur'an gibi ilâhî bir mucize olur ve Kur'an
yaşadıkça bu da yaşar. Bu ise bunun İslâm ümmetinin pratik
hayatına olan konumunun, Kur'an'ın onların ilmî hayatına olan
konumuna benzemesi demektir.
Böyle olunca da Kur'an'ın bu faktörün
sınırlarını ve alanını belirtmesi, Allah'ın Kur'an ve
Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.a) ile insanlara minnet
bırakması gibi bununla da minnet bırakması, Peygamberimizin
görevini açıkladığı gibi bu heyetin de içtimaî görevlerini
açıklaması ve Peygamberin onu ümmetine özellikle de
kendisinden sonra hal ve akd heyetini oluşturacak ve ümmetin
yönetme görevini üstlenecek olan değerli ashabına tavsiye
etmesi gerekirdi. Ayrıca Kur-'an'ın "ululemr" diye
adlandırılan bu heyetin mahiyetinin ne olduğunu, sınırlarının
ve yetki alanlarının nerelere kadar vardığını, bütün İslâm
ümmetinin kamusal problemlerini çözecek bir tek heyetin mi
kurula-cağını, yoksa her İslâm toplumunun oluşturacağı ayrı
bir ululemr heye-ti aracılığı ile kendi insanlarının canlarını,
ırzlarını ve mallarını koru-yup yöneteceğini de anlatması
gerekirdi.
Bunların yanı sıra Müslümanların,
özellikle de sahabilerin bu meseleye önem vererek bu konuda
Peygamberimize soru sormaları, onu irdelemeleri gerekirdi.
Bilindiği gibi sahabiler o kadar önemli olmayan konularda
Peygamberimize (s.a.a) sorular sormuşlardı. Nitekim
Resu-lullah'a (s.a.a) hilâl aşamasındaki aylar, neler infak
edecekleri, savaş ganimetleri hakkında sorular sormuşlar ve
yüce Allah bunları söz konusu ederek şöyle buyurmuştur:
"Sana hilâlleri (hilâl
şeklinde yeni doğan ayları) sorarlar."
(Bakara, 189)
"Sana neyi infak
edeceklerini sorarlar."
(Bakara, 215)
"Sana savaş
ganimetleri(nin hükmünü) sorarlar."
(Enfâl, 1) Peki,
sahabiler bu konuda niye soru sormadılar? Yoksa sordular da
kirli ellerin marifeti ile bu soruların bilgisi bize gizli mi
kaldı? Bu mesele bu yolda yürüyen Müslüman ümmetin
çoğunluğunun arzusuna ters düşen bir mesele değildi ki, buna
yüz çevrilsin ve unutulmaya terk edilmiş olsun.
Ayrıca Peygamberimizin (s.a.a) ölümünü
izleyen çatışmalar ve fitneler sırasında zaman zaman bu
meselenin delil gösterilmesi gerekirdi. Öyleyse nasıl olur da
sahabelerin münazara ve tartışmalarında bu gerçeğin kendisine,
hatta izine bile rastlanılmıyor? Oysa hadis ravîleri bu
tartışmaları cümle cümle, kelime kelime kaydetmişlerdir [ve
bizlere aktarmışlardır]. Niçin bu konu hiçbir kitapta ve
hiçbir konuşmada yer almadı? Sahabelerden ve tabiinden oluşan
eski tefsirciler neden bu meseleyi gündeme almadılar da sadece
Fahr-i Razî ile ondan sonra gelen birkaç son dönem tefsircisi
bu görüşü ortaya koydu?
Hatta Fahr-i Razî'nin kendisi bile ortaya
koyduğu bu görüşün, şim-diye kadar belirtilen görüşlerin
dışında bulunduğundan dolayı kabul edilmediğine ittifak
olduğunu (yani icma-ı mürekkebe aykırı olduğunu) belirttikten
sonra, görüşündeki tutarsızlığın nedeni hakkında şöyle
demiştir: "Çünkü ululemrin anlamı hakkında sadece dört görüş
vardır: 1- Hulefa-i râşidin (İslâm'ın ilk dört halifesi). 2-
Müfreze komutanları. 3- İlim adamları. 4- Masum İmamlar.
Beşinci bir görüş ise [benim kendimin ortaya koyduğum görüş
gibi,] icmayı çiğnemek demektir."
Sonra kendi kendine cevap vererek ortaya koyduğu görüşün
gerçekte üçüncü görüşün kapsamına girdiğini öne sürüyor.
Böylece işi düzeltmişken tekrar bozuyor.
İşte bu söylediklerimizin hepsi meselenin
bu görüşteki gibi olmadığını ve masumluğun, İslâm'ın
mucizelerinden ve Müslümanlar arasından çıkan hal ve akd ehli
için olağanüstü kerametlerinden değerli bir lütuf ve üstün bir
bağış olarak algılanmadığını gerektirir.
Burada bir başka görüşün de ortaya
çıkması muhtemeldir; o da şu ki: Söz konusu masumluk
olağandışı bir faktöre dayanmaz. Tersine İslâm, genel
terbiyesini (eğiticiliğini) bu sonucu doğuran bir ince usûle
dayandırmıştır. Bu ince ilkeye göre, bu ümmetin içinden çıkan
hal ve akd ehli, ortak kararlarında yanılmazlar; görüşlerinde
yanılgıya düşmezler.
Fakat bu ihtimal de genel kanuna aykırı
olma sebebi ile geçersizdir. Söz konusu genel kanuna göre bir
heyetin idraki o heyeti oluşturan fertlerin idraklerinin
toplamıdır. Eğer teker teker fertlerin yanlış yapabilecekleri
kabul ediliyorsa, heyetin de yanlış yapabileceği kabul
ediliyor demektir. Ayrıca bu görüşün başka bir tutarsızlığı da
vardır; o ise şundan
ibarettir: Eğer hal ve akd anlamındaki ululemrin görüşü,
doğruluğunda ve masumluğunda böylesine yenilmez bir faktöre
dayansaydı, sonuçlarını göstermekten geri kalmazdı [ve
Müslüman toplulukları içinde
bu kadar yanlış düşüncelerin ortaya çıkması görülmezdi]. O
zaman İslâm âlemini kaplayan bu batıllar ve fesatlar nereden
kaynaklanıyor?
Peygamberimizin (s.a.a) vefatından sonra
Müslümanlar arasından çıkan birçok hal ve akd heyetleri nice
istişare toplantıları düzenlediler ve ortak görüşleri
doğrultusunda çeşitli uygulamalara giriştiler; fakat
Müslümanlara dalâletten, sapıklıktan başka bir şey
kazandırmadılar. Müslümanlara mutluluk getirme girişimleri de
onların sadece bedbahtlığına yol açtı. Öyle ki
Peygamberimizden (s.a.a) sonra, dine dayalı toplum düzeni çok
geçmeden zalim ve zorba bir imparatorluğa dönüştü. Bunun
içindir ki dikkatli araştırmacıların, Peygamberimizin
vefatından sonra meydana gelen fitneleri, bu fitnelerin
arkasından dökülen kanları, çiğnenen ırzları, yağma edilen
malları, yürürlükten kaldırılan hükümleri ve iptal edilen had
cezalarını incelemeleri; ardından da bu faciaların kaynağını,
köklerini ve ana damarlarını araştırmaları gerekir. Çünkü bu
incelemeler sonucu, bu faciaların sebeplerinin tek dayanağının
Müslümanlar arasından çıkmış hal ve akd heyetlerinin görüşleri
ve bu görüşlerini insanların omuzlarına yüklemeleri olduğunu
göreceklerdir.
İşte bu dinin binasının dayanağı olan
temel direğin yani, hal ve akd heyetinin görüşünün durumu
budur. Tabi eğer görüşlerinde yanılmazlık ayrıcalığı ile
donatılmış ululemr kavramından maksat bu ise.
Dolayısıyla ululemrden maksat hal ve akd
ehlidir, dediğimiz zaman şunları da demek zorunda kalırız: Bu
heyet yanılabilir. Bu heyeti oluşturanlar, sıradan insanlarla
aynı düzeydedirler; görüşleri doğru da olabilir, yanlış da
olabilir. Yalnız bu kimseler erdemli, tecrübeli,
görmüş-geçirmiş, uzman bir heyet oldukları için çok az yanlış
yaparlar. Yanılabilir ve hata edebilir olmalarına rağmen
onlara itaat edilmesi gereğinin emredilmesi, yanlışlıklara
müsamaha ile bakma, yanlışları hoş görü ile karşılama anlamı
taşır.
Bu hoşgörünün gerekçesi, onların olaylara
müdahale etmelerinin genelde sağlayacağı maslahattır. Eğer bu
heyet, dinin hükümlerinden birini o güne kadar bilinenden
farklı bir şekilde yorumlayarak veya gü-nün şartlarına yahut
ümmetin eğilimine ya da mevcut dünyanın durumuna
ayak uydurmak gerekçesi ile değiştirerek Kur'an'a ve sünnete
ters düşen, fakat belirlediği genel maslahata uyan bir hüküm
verirse, bu he-yetin
görüşüne uyulacaktır. Dinin onayladığı tutum da zaten budur.
Çün-kü İslâm'ın tek istediği, toplumun mutluluğu ve
sosyal gelişmesidir.
Nitekim bu tutum, İslâm'ın ilk
dönemindeki ve sonradan gelen hü-kümetlerin politikalarında
görülen bir ilkedir. Bu hükümetler Peygamberimiz (s.a.a)
döneminde yürürlükte olan bir hükmü uygulamadan kaldırdıkları;
onun siret ve sünnetlerinden (politikalarından) biri üzere
hüküm vermedikleri zaman, bunu, önceki hükmün ümmetin
haklarına ters düştüğü gerekçesi ile gerekçelendirdiler ve
ümmetin menfaatinin, şartlarına uygun yeni bir hükmün
uygulanmasında olduğunu ve dünya mutluluğu özlemleri ile
bağdaşan yeni bir kanunun yürürlüğe geçmesinde olduğunu
savundular. Nasıl ki son asır araştırmacı-yazarlardan bazısı,
ümmetin çıkarını korumak için halifenin İslâm'a açıkça ters
olan bir politikayı izleyebileceğini ileri sürmüştür.
Böyle olunca da artık İslâm ümmetinin
durumu diğer gelişmiş uygar toplumların durumu gibi olur. Şu
bakımdan ki, o toplumlarda seçilmiş bir heyet bulunuyor ve bu
heyet toplumun şartlarına ve zamanın gereksinimlerine uygun
gördüğü şekilde kanunları uyguluyor.
Bu ihtimal veya görüş -gördüğünüz gibi-
dinin, din kalıbına dökülmüş ve bu şekilde ortaya çıkmış bir
sosyal sistem (gelenek) olduğunu düşünenlerin görüşü ile
tıpatıp aynıdır. Bu görüşe göre din, toplumların yapılarına
egemen olan şartlara uymaya mahkumdur. Sürekli gelişme
evrelerine ayak uydurmak zorundadır. Bunların yanı sıra o
sadece Peygamberimizin zamanındaki veya ona yakın dönemlerdeki
hayat tarzına uyan üstün ve ideâl bir numunedir.
Bu
din, insan toplumu denen zincirin modası geçmiş bir halkasıdır.
Bugün o, ancak jeoloji bilginlerinin yer altı kazılarında
ortaya çıkardıkları fosilleri araştırdıklarına benzer bir
bakış açısı ile incelenebilir.
Bu görüşü savunanlarla
"Allah'a itaat edin.
Peygambere ve sizden olan ululemre de itaat edin..."
ayeti hakkında konuşacağımız hiçbir söz yoktur. Çünkü bu
görüş, dinin bütün ilkelerini; köklü bilgilerden, ahlâk
kurallarından ve fer'î hükümlerden oluşan din kaynaklı bütün
kanunları ve gelenekleri etkileyen bir temele dayanır. Eğer
Peygamberimiz (s.a.a) zamanında ve ölümü ile sonuçlanan
hastalığı esnasında sahabelerin yaptıkları bazı hareketleri,
sonra aralarında çıkan ihtilafları ve çatışmaları, İslâm'ın
bazı hükümlerine ve Peygamberimizin bir kısım uygulamalarına
yönelik halifelerin kimi tasarruflarını, arkasından Muaviye
ile ondan sonra gelen Emevî hükümdarlarının, arkasından Abbasî
hükümdarlarının, bunlardan sonra gelen hükümdarların
icraatlarını -ki hepsi birbirinin benzeridir- bu görüşe
hamletsek, son derece şaşırtıcı bir sonuçla karşılaşırız.
Bu ayet hakkında söylenen sözlerin en
şaşırtıcı olanlarından biri de bir yazarın şu sözüdür. Söz
konusu yazar şöyle diyor:
"Allah'a itaat edin.
Peygambere ve sizden olan ululemre de itaat edin."
ayeti, hep birbirinden farklı görüşler ileri sürmelerine
rağmen, tefsircilerin söz konusu ettikleri anlamların
hiçbirine delâlet etmez."
"Bunun birinci gerekçesi şudur ki: Kim
olurlarsa olsunlar ululem-re itaat edilmesinin zorunlu
kılınması, asla onların diğer insanlardan üstün ve ayrıcalıklı
olduklarını göstermez. Nitekim bizim zorunlu durumlarda
zorbalara ve zalimlere itaat etmemiz gereklidir. Bu
gerekliliğin sebebi onların şerlerinden korunmaktır. Ama o
zorbalar, biz kendilerine itaat etmek zorunda kalıyoruz diye
asla yüce Allah katında bizden üstün olamazlar."
"İkinci gerekçeye gelince, bu ayette
ifade edilen hükmün niteliği, uygulanmaları konularının
gerçekleşmesine bağlı olan diğer hükümlerden farklı değildir.
Fakirlere yardım etmenin gerekliliği ve zalime destek olmanın
yasak oluşu gibi. Bu hükümler vardır diye bizim köşe bucak
koşuşturup yardım edecek bir fakir aramamız ve yardımcı
olmayacağımız bir zalim bulmak için uğraşmamız gerekmez."
Bu yazarın gündeme getirdiği gerekçelerin
her ikisinin saçmalığı açıktır. Üstelik bu yazar ayetteki
ululemrden hükümdarların ve padişahların kastedildiğini farz
ediyor ki, önceki açıklamalarımız sayesinde bu ihtimalin
asılsızlığı belli oldu.
İlk gerekçe bunun için yanlıştır ki, bu
yazar Kur'an'ın zalimlere, haddi aşanlara ve kâfirlere itaat
etmeye ilişkin yasaklamalarla dolu olduğunu göz ardı ediyor.
Halbuki durum böyle olduktan sonra artık Allah'ın onlara itaat
etmeyi emretmesi, sonra da daha ileri giderek onlara itaat
etmeyi kendisine ve Peygamberine itaat etmekle eşleştirmesi
imkânsızdır. Öte taraftan eğer bu itaatin, takıyye ve
kötülüklerden korunma amaçlı bir itaat olduğu farz edilse, o
zaman Allah onu izin vermek gibi göz yumma nitelikli
ifadelerle geçiştirirdi. Tıpkı,
"Ancak onlardan (kâfirlerden)
korunma gayesi ile sakınmanız başka."
(Âl-i İmrân, 28) ayetinde
buyurduğu gibi. Yoksa bunca feci sakıncayla karşılaşmayı göze
alarak onlara itaat etmeyi açık bir dille emretmezdi.
İkinci gerekçeye gelince, bu gerekçe
ayetin anlamı ile ilgili ilk gerekçeye dayanır. Ama eğer
ululemre itaatin zorunlu oluşu, bu heyetin dinde itibarlı bir
konumu olan kişilerden oluşmasından ileri geldiği farz
edilirse, o zaman -daha önce ayrıntılı şekilde anlatıldığı
üzere- bu kimselerin masum olması gerekir ve dinî
maslahatların ana temelini içeren ve İslâm toplumunun
varlığını sürdürmesine dayanak olan bir hükmün ifade edildiği
bu tür ayette yüce Allah'ın somut olarak var olmayan veya
somut varlıkları tesadüfe bağlı olan kimselere itaat
edilmesini farz kılması imkânsızdır. Böyle bir şey düşünülemez.
Okuyucularımız iyi biliyorlar ki, ululemre olan ihtiyaç tıpkı
Peygambere olan ihtiyaç gibidir. Bu ihtiyaç, ümmetin
yönetilmeye olan ihtiyacıdır. Biz, muhkem ve müteşabih ayetler
konusunu işlerken bu meseleye değinmiştik.
[c.3, Âl-i İmrân suresi, ayet:7]
Şimdi bu ayet hakkındaki sözlerimizin
başına dönelim. Yukardan beri yaptığımız açıklamalardan ortaya
çıktı ki, "sizden olan
ululemre" ifadesini hal ve akd ehlinden oluşmuş bir
heyete hamletmenin anlamı yoktur. Çünkü ne şekilde yorumlarsak
yorumlayalım, sonuçta bu heyet bir sosyal kuruluştur.
Ululemrden maksat, ancak ümmetin içinden olan belirli bireyler
ve kişilerdir. Bu kimseler sözlerinde masumdurlar ve itaat
edilmeleri zorunludur. Onların kimler olduklarının
bilinebilmesi için de Allah tarafından Allah'ın kendi sözü ile
veya Peygamberinin dili ile net bir şekilde belirtmelerine
ihtiyaç vardır. Dolayısıyla ululemr kavramı, Ehl-i Beyt
İmamları kanalı ile nakledilen ve ululemrden maksat
kendilerinin olduğunu açıklayan rivayetlere uyarlanır.
Ululemrden maksat, hülefa-i râşidin (râşid
halifeler) yahut müfreze komutanları ya da sözlerine ve
görüşlerine uyulan alimler olduğunu savunan görüşlere gelince,
bu görüşlere iki cevap verilebilir: Birincisi, bu ayet
ululemrin masumluk sıfatı taşıdığına delâlet ediyor. Oysa
sayılan zümrelerin hiçbirinin masum olmadığı tartışmasızdır.
Sadece Müslümanların bir bölümü dört halifenin içinden Hz.
Ali'nin (a.s) masum olduğuna inanmaktadır. İkincisi, bu üç
görüşün her üçü de hiçbir delile dayanmıyor.
[ululemrin, ehl-i
beyt imamları olması yolundaki tefsire yapılan itirazlar]
Şimdi de; "Ululemrden maksat, masum olan
Ehl-i Beyt İmamlarıdır." tefsirine yöneltilen itirazlara
gelelim:
Birinci itiraz: Ehl-i Beyt'in
ululemr demek olduğu, Allah ve Peygamber tarafından açıkça
belirtilmeye muhtaçtır. Tabi ki böyle bir açıklama yapılmış
olsaydı, Resulullah'ın (s.a.a) vefatından sonra bu konuda
görüş ayrılığına düşecek iki kişi bile bulunmazdı.
Bu itiraza verilecek cevap şudur:
Ehl-i Beyt'in ululemr olduğu Kur'an'da ve sünnette
belirtilmiştir. Velayet ayeti (Mâide,
55), Tathir ayeti (Ahzâb,
33) ve diğer bazı ayetler bunun Kur'an kaynaklı
delilleridir. İlerde bu konuyu geniş bir şekilde inceleyeceğiz.
Peygamberimizden nakledilen "Sefine (gemi)" ve "Sakaleyn"
hadisleri de bu meselenin hadis kaynaklı delilleridir.
Sefine hadisi şudur:
"Benim Ehl-i Beytim'in
konumu, Nuh'un gemisinin konumundadır; ona binen kurtulur,
binmeyen ise boğulur."
Sakaleyn hadisi ise şöyledir:
"Ben sizin aranızda iki
değerli şey bırakıyorum. Biri Allah'ın kitabı ve öbürü benim
soyum olan Ehli Beytim'dir. Bunlara sarıldığınız sürece benden
sonra asla yoldan çıkmazsınız."
Bunlarla ilgili açıklama, bu kitabın
üçüncü cildinde muhkem ve müteşabih ayetler konusu işlenirken
(Âl-i İmrân, 7)açıklanmıştı.
Ayrıca Şiî ve Sünnî kaynaklardan rivayet edilen ululemr konulu
hadisler de bu meselenin delillerindendir. Bu ayetler grubunun
hadisler ışığında açıklaması bölümünde bu rivayetlerin
bazılarına yer verilecektir.
İkinci itiraz: Ululemre itaat etme
emri, onların kimler olduğunun bilinmesi, tanınması şartına
bağlıdır. Çünkü kim oldukları bilinmeden onlara itaat etme
emri, mükellefin güç yetiremeyeceği bir yükümlülük olur. Eğer
bu emir onları tanıma şartına bağlı ise bu durum ayetle
bağdaşmaz. Çünkü ayet mutlak, yani kayıtsız-şartsızdır.
Bu itiraza şu cevabı veririz: Bu
sakınca itirazı yapan kimsenin kendisi için de geçerlidir.
Çünkü itaatin ululemrin kim olduğu şartına bağlı olması
mutlaktır. [Dolayısıyla hal ve akd ehline itaat etmek de
onların tanınmasına bağlıdır.] Bizim ile bu itirazı yapan
kimse arasında bu noktadaki fark şudur: Onun dediğine göre hal
ve akd ehlinin kimlerden oluştuğu Allah'ın ve Peygamberin
açıklamasına gerek olmaksızın bizim tarafımızdan bilinmektedir;
fakat bize göre masum imam Allah ve Peygamber tarafından
tanıtılması gerekir. Buna göre ayete aykırı olmaları
bakımından bu iki şartın birbirinden farkı yoktur. [Çünkü
kimler olurlarsa olsunlar ululemre itaat etmek, ancak onları
tanımak suretiyle mümkündür.]
Şu da var ki, ululemrin kim olduğunu
bilmek her ne kadar şart sayılıyorsa da bu şart diğer normal
şartlar gibi değildir. Çünkü bu şart (tanımak) yükümlülüğün
kişiye ulaşmasına, fiilen omuzlarına binmesine dönüktür. Çünkü,
kendisini, konusunu ve taalluk ettiği şeyi bilmeden yükümlülük
fiilen yoktur. Yoksa bu şart, yükümlülüğün kendisine ve
konusuna yönelik değildir. Eğer ululemrin kim olduğunu bilmek,
hacda malî ve bedenî yeterliliğin ve abdestte suyun
bulunmasının şart olması gibi normal bir şart kabilinden
olursa, mutlak yükümlülük diye bir yükümlülük türü hiç olmazdı.
Çünkü bir insanı bilip bilmediğine bakmaksızın bir görevle
yükümlü tutmak anlamsız olur.
Üçüncü itiraz: Bizler, içinde
yaşadığımız şu zaman diliminde masum imama ulaşma, ondan din
ve ilim öğrenme imkânından mahrumuz. Buna göre Allah'ın bu
ümmete itaat edilmesini
farz kıldığı merci, masum imam olamaz. Çünkü ümmetin
ona ulaşması imkânsızdır.
Bu itiraza verilecek cevap şudur:
Bunun böyle olmasının sebebi Allah ve Peygamber değil, ümmetin
kötü hareketleri ve kendine hıyanet etmiş olmasıdır.
Dolayısıyla yükümlülük kaldırılmış değildir. Bu durum, önce
peygamberini öldüren ve sonra ona itaat etme imkânına sahip
olmadığını söyleyen bir ümmetin mazeretine benzer. Üstelik bu
sakınca, itirazı yapan kişinin kendisi için de geçerlidir.
Çünkü biz Müslümanlar bugün bir tek ümmet teşkil etme
imkânına sahip değiliz ki, bu ümmetin içinden çıkan hal ve akd
ehli kabul ettiği bir görüşü yürürlüğe koyabilsin.
Dördüncü itiraz: Yüce Allah,
"Eğer bir hususta
anlaşmazlığa düşerseniz... onu Allah'a ve Resul'e götürün."buyuruyor.
Eğer ulul-emrden maksat masum imam olsaydı, "Eğer bir hususta
anlaşmazlığa düşerseniz... onu imama götürün." buyurması
gerekirdi.
Bu itirazın cevabı şudur: Bunun
cevabı daha önceki açıklamalar-da verilmişti. Bu götürmekten (havale
etmekten) maksat, daha önce anlatılan yaklaşımla anlaşmazlığa
düşülen hususu imama götürmektir, havale etmektir.
Beşinci itiraz: Masum imamın
varlığına inanan kimseler, ona uy-manın faydasının ümmeti
ihtilaf karanlığından, çatışmanın ve bölünmenin zararından
korumak olduğunu söylemektedirler. Oysa bu ayetin zahirinden,
ululemrin varlığına ve ümmetin ona itaat etmesine rağmen
anlaşmazlığın mevcut olacağı anlaşılıyor. Meselâ, ululemrin
kendisinin bazı olaylar ve gelişmelerin hükmü hakkında
ihtilafa düşmesi gibi. Halbuki masum imamın var olması ile
birlikte ihtilafın ve anlaşmazlığın meydana gelmesi bu inançta
olan kimselere göre caiz değildir. Çünkü onlara göre masum
imam, Peygamber (s.a.a) gibidir. O hâlde onların bu inancına
göre ayetteki ayrıntılandırmanın [yani,
"Eğer bir hususta
anlaşmazlığa düşerseniz..." ifadesinin] hiçbir
faydası yoktur.
Bu itiraza şu cevabı veririz: Bu
itirazın cevabı da geçmişteki açıklamalardan anlaşılmaktadır.
Çünkü bu ayette sözü edilen anlaşmazlıktan maksat, müminlerin
Kur'an'ın ve sünnetin hükümleri hakkındaki anlaşmazlığıdır;
yoksa velâyet hükümlerinde yani, imamın bir yönetici olarak
olaylar ve gelişmelerle ilgili verdiği hükümler hakkındaki bir
anlaşmazlık değildir. Daha önce belirtildiği gibi hüküm koyma
yetkisi sadece Allah'a ve Resulü'ne aittir. Eğer anlaşmazlığa
düşen taraflar Kur'an'ı ve sünneti anlayabiliyorlarsa,
tartışma konusuna ilişkin hükmü bu iki kaynaktan çıkarırlar
veya çözümü, yorumunda masumluk ayrıcalığı ile donatılmış olan
imamdan sorarlar. Yok eğer bunlar Kur-'an'ı ve sünneti
anlayamıyorlarsa, tartışma konusu meselenin çözümünü imamdan
sormakla yükümlüdürler. Tıpkı Resulullah'ın (s.a.a) çağdaşları
gibi. Onlar anlayabildikleri meselelerde ya kendileri bilgi
elde ederler veya hükmü Peygamberden sorarlardı. Fakat anlayıp
hüküm çıkaramadıkları meseleleri mutlaka Peygambere sorarlardı.
Bu ayetin delâlet ettiği üzere, ululemre
itaat etmenin hükmü tıpkı Peygambere itaat etmenin hükmü
gibidir. Anlaşmazlıkla ilgili hüküm de bu ayette anlatılan
hükümdür. [Yani, anlaşmazlığa düşülen hususun Allah'a ve
Resul'e götürülmesi gerekir.] Peygamberimizin (s.a.a) hayatta
olması ile vefat etmiş olmasının bu bakımdan farkı yoktur.
Peygamberimizin hayatta olması durumundaki hükmü, bir sonraki
ayetler açıklarken, onun yokluğu hâlindeki hükmü de okuduğumuz
ayetin mutlak oluşu açıklıyor.
Ayette sözü edilen çözümü Allah'a ve
Peygambere götürme işlemi ise, müminler arasında baş gösteren
anlaşmazlıklara mahsustur. Nitekim ayetteki
"Eğer anlaşmazlığa
düşerseniz..." ifadesinden bunu anlıyoruz. Dikkat
edilirse, "Eğer ululemr arasında anlaşmazlık çıkarsa" veya "Eğer
onlar anlaşmazlığa düşerlerse" denmemiştir. Peygamberin
sağlığında ihtilaflı konuyu Allah'a ve Resul'e götürmek demek
ya meseleyi Peygambere sormak veya hüküm çıkarma yeterliliğine
sahip olanların Kur'an'dan ya da sünnetten hüküm
çıkarmalarıdır. Peygamberimizin yokluğunda yapılacak olan iş
ise, daha önce dediğimiz gibi ya meseleyi imama sormak veya
Kur'an'dan ve sünnetten hüküm çıkarmaktır. Buna göre,
"Eğer bir hususta
anlaşmazlığa düşerseniz..." direktifi, bu itirazı
ortaya atanın ileri sürdüğü gibi hiçbir faydası olmayan,
fazladan bir ifade değildir.
Bütün bu açıklamalardan ortaya çıkan
sonuç şudur: Bu ayette sözü edilen ululemrden maksat, bu
ümmetten olan öyle kimselerdir ki, her birinin masumluk ve
itaat zorunluluğu bakımından hükmü, tıpkı Peygamberimiz (s.a.a)
için bu konulardaki hüküm gibidir. Burada lügat anlamı ile
genel bir kavram olan ululemr teriminden tek kişinin
kastedilmiş olması da bir çelişki değildir. Çünkü bir
kelimenin kavramlarından birini kastetmekle bu kavramla
örtüşen bir örneği murad etmek birbirinden farklı şeylerdir.
Meselâ, bu ayette geçen "resul=elçi,
peygamber" terimi de genel ve küllî bir kavramdır. Kelimeden
bu ayette murad edilen anlam da budur. Fakat kastedilen örnek
Peygamberimiz Hz. Muhammed'dir (s.a.a).
"Eğer
bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz... onu Allah'a ve Resul'e
götürün..." Bu ifade ayetlerin akışından elde
edilen sınırlamanın bir uzantısı, bir sonucu ve
ayrıntılandırmasıdır. Çünkü,
"Allah'a itaat edin..."
direktifi Allah'a ve Peygambere itaati gerekli ilan
etti. Bu itaat, düşünülebilecek bütün anlaşmazlıkları
gidermeyi garanti eden ve var olabilecek bütün ihtiyaçları
karşılayan dinî konular üzerinde odaklandığından dolayı Allah
ve Peygamber dışında başka bir mercie baş vurmaya gerek
bırakmamaktadır. Buna göre yukarıdaki direktifin anlamı
şöyledir: "Allah'a itaat edin, tağuta itaat etmeyin." İşte
sözünü ettiğimiz sınırlamanın anlamı budur.
Bu ayette hitabın müminlere yöneltilmesi,
sözü geçen anlaşmazlıktan maksadın müminler arasındaki
anlaşmazlık olduğunu, yoksa müminler ile ululemr arasında
doğabilecek veya ululemr olan kimselerin kendi arasında baş
gösterebilecek bir anlaşmazlığın kastedilmediğini ortaya
koyuyor. Çünkü müminler ile ululemr arasında anlaşmazlık
çıkması, müminlerin ululemre itaat etmelerinin farz olması
ilkesi ile bağdaşmaz. Ululemrin kendi içinde anlaşmazlığa
düşeceği faraziyesi de bu ilke ile bağdaşmaz. Çünkü zorunlu
itaat ile taraflarından biri batılda olan bir anlaşmazlığı bir
arada düşünmek mümkün değildir. Üstelik eğer ululemrin kendi
içindeki bir anlaşmazlığının kastedildiğini düşünürsek, bu
durum "Eğer bir hususta
anlaşmazlığa düşerseniz... onu Allah'a ve Resul'e götürün."
ifadesinde hitabın müminlere yönelmiş olması ile uyuşmaz.
Ayetin orijinalinde geçen ve "husus"
olarak anlamlandırdığımız "şey" kelimesine gelince, bu kelime
gerçi Allah'tan, Peygamberden ve ululemrden gelen her emri,
her hükmü kapsar, niteliği ne olursa olsun; fakat bu kelimenin
arkasından gelen "onu
Allah'a ve Resul'e götürün." ifadesi şuna delâlet
eder: Burada sözü edilen anlaşmazlık, ulul-emrin yegane
yetkilisi olduğu konularla yani seferberlik, savaş ve barış
gibi tamamen onların yönetim alanları hakkındaki emirleri ile
ilgili bir anlaşmazlık değildir. Çünkü bu konularda ululemre
itaat etmek zorunlu olduğuna göre anlaşmazlığı Allah'a ve
Peygambere havale etmeyi emretmek anlamsız olur.
Buna göre bu ayet, Allah'tan ve
Peygamberden başka hiç kimsenin yürürlüğe koymaya veya
neshetmeye yetkili olmadığı dinî konulardaki anlaşmazlıkların
çözümünün Allah'a ve Peygambere havale edilmelerinin
gerekliliğine delâlet eder. Ayet Allah'ın ve Peygamberin
koyduğu dinî hükümler hakkında hiç kimsenin tasarrufta
bulunmaya yetkili olmadığını açıkçaya yakın bir dille ifade
ediyor. Bu konuda ululemr ile onların dışındakiler arasında
fark yoktur.
Ayetteki
"Allah'a... inanıyorsanız"
ifadesi, sözü edilen hükme dönük bir pekiştirme ve bu hükme
ters düşmenin iman aşamasındaki bir bozukluktan
kaynaklandığına yönelik bir işarettir. Buna göre bu hüküm ile
iman arasında sıkı bir ilişki vardır ve bu hükmü çiğnemek,
Al-lah'a ve Peygambere iman etmiş görünmeyi ve kalpte küfrü
saklı tutmayı ortaya çıkarır ki, gelecek ayetlerin delâlet
ettikleri gibi, bu tutum münafıklıktır.
"Bu
daha hayırlı ve yorum bakımından daha güzeldir."
Yani görüş ayrılığı belirdiğinde meseleyi Allah'a ve Resul'e
götürmek ya da Allah'a, Peygambere ve ululemre itaat etmek
sizin için daha hayırlı ve... Ayette geçen "te'vil=yorum"
kelimesi, hükme kaynaklık eden ve arkasından uygulamayı
düzenleyen gerçek maslahat demektir. Bu kitabın üçüncü
cildinde "yorumunu
yapmak için... Oysa onun te'vilini Allah'tan başkası bilmez..."
(Âl-i İmrân, 7) ayeti ile
ilgili incelememizde bu kelimenin anlamına değinmiştik.
ayetin hadisler ışığında açıklaması
Tefsir-ul Burhan'da İbn-i Babeveyh'in
kendi rivayet zinciri ile Cabir b. Abdullah Ensari'den şöyle
naklettiği yer alır: "Ey
inananlar! Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan
ululemre de itaat edin." ayeti inince Resulullah'a
(s.a.a) dedim ki: "Ey Allah'ın resulü, Allah'ı ve onun
peygamberini anladık. Peki, seninle birlikte itaat edilmeleri
gerektiği belirtilen ululemr kimdir?" Peygamber (s.a.a) bana
şu cevabı verdi: "Ey Cabir, bunlar benim halifelerim ve
müminlerin benden sonraki imamlarıdır. Bunların birincisi Ali
b. Ebu Talip'tir. Sonra Hasan, sonra Hüseyin, sonra Ali b.
Hüseyin, sonra Tevrat'ta Bâkır (ilmi yaran, ilimde derinleşmiş
kişi) diye tanınan Muhammed b. Ali gelir. Ey Cabir, sen onun
günlerine ereceksin. Onunla karşılaştığında kendisine benden
selam söyle. Sonra (lakabı) Sadık (olan) Cafer b. Muhammed,
sonra Musa b. Cafer, sonra Ali b. Musa, sonra Muham-med b.
Ali, sonra Ali b. Muhammed, sonra Hasan b. Ali gelir. Son
olarak da benim adımı ve künyemi taşıyan Muhammed gelir. O
Allah'ın yer yüzündeki hücceti ve kulları arasındaki
yadigarıdır ve Hasan b. Ali'nin oğludur. Yüce Allah bu imamın
eli ile kendi adını yer yüzünün doğusuna ve batısına yayar. O
dostlarından ve taraftarlarından öyle bir gaybete çekilir ki,
bu gaybet dönemi sırasında onun imamlığı ile ilgili sözlerine,
sadece Allah tarafından kalpleri imanla sınavdan geçirilmiş
kimseler bağlı kalırlar."
Cabir sözlerine şöyle devam ediyor: "Resulullah'a
(s.a.a), "Ey Allah'ın resulü! O imamın, yokluğu sırasında
taraftarlarına faydası olur mu?" dediğimde dedi ki: "Beni
peygamber olarak gönderene andolsun ki evet. Taraftarları onun
nuru ile aydınlanırlar ve yokluğunda onun velayetinden tıpkı
bulutlar arasındaki güneşten yararlanıldığı gibi yararlanırlar.
Ey Cabir! Bu, Allah'ın gizli sırlarından ve saklı
bilgilerinden biridir. Onu saklı tut ve ehli olanlardan
başkasına açıklama." (c.1,
s.381, h:1)
Ben derim ki: Nü'manî de kendi
rivayet zinciri ile Süleym b. Kays el-Hilâlî'den, o da Hz.
Ali'den (a.s) az önceki rivayetle aynı anlama gelen bir
rivayeti nakletmiştir. Yine bu rivayeti Ali b. İbrahim kendi
rivayet zinciri ile Süleym'e dayandırarak Hz. Ali'den (a.s)
nakletmiştir. Bu konuda Şia ve Ehl-i Sünnet kanallarından
gelen başka rivayetler de vardır. Bu rivayetlerde imamları
isimleri ile sayıyorlar. Bilgi edinmek isteyenler Yenabi-ul
Meveddet kitabına, Bahrani'nin Gaye-t-ül Meram adlı eserine ve
başka kaynaklara baş vurabilirler.
Tefsir-ul Ayyâşî'de Cabir-i Cu'fi'den
şöyle rivayet edilir: "İmam Bâkır'a (a.s),
'Allah'a itaat edin.
Peygambere ve sizden olan ululemre de itaat edin.'
ayetini [yani ululemrin kimler olduğunu] sordum. Bana, 'Ululemr,
vasîlerdir.' diye cevap verdi."
(c.1, s.249, h:168)
Ben derim ki: Yine Tefsir-ul
Ayyâşî'de, Ömer b. Said aracılığı ile Ebu'l Hasan'dan (a.s) bu
rivayetin benzeri naklediliyor. Fakat bu rivayette, "Ali b.
Ebu Talip ve ondan sonraki vasîlerdir." ifadesi yer almıştır.
(c.1, s.253, h:176)
İbn-i Şehraşup'tan şöyle nakledilir:
Hasan b. Salih, İmam Sadık'tan (a.s) bu ayetin anlamını sordu.
O da, "Bunlar, Resulullah'ın (s.a.a) Ehl-i Beyti'nden olan
imamlardır." cevabını verdi. (Menakıb-ı
İbn-i Şehraşup, c.4, s.249)
Ben derim ki: Bu rivayetin bir
benzerini Şeyh Saduk, Ebu Basir aracılığı ile İmam Bâkır'dan (a.s)
nakletmiştir. Bu rivayete göre İmam Bâkır (a.s), "Bunlar,
kıyamet gününe kadar Hz. Ali ile Hz. Fatıma'nın soyundan
gelecek olan imamlardır." buyurmuştur."
(Kemal-ud Din, c.1, s.222, h:8)
el-Kâfi'de müellif kendi rivayet zinciri
ile Ebu Mesruk'un şöyle dediğini nakleder: "İmam Sadık'a (a.s)
dedim ki: Biz, kelam bilginleri ile konuşurken onlara,
'Allah'a itaat edin.
Peygambere ve sizden olan ululemre de itaat edin.'ayetini
delil gösteriyoruz. Bize, 'Bu ayet müminlerin bütünü hakkında
inmiştir.' diyorlar. Onlara,
'De ki: Sizden tebliğime
karşılık bir ücret istemiyorum; istediğim, ancak yakınlarıma
sevgidir.' (Şûrâ, 23)ayetini
delil gösterince de, bize 'Bu ayet, bütün Müslümanların
yakınları hakkında inmiştir.' diyorlar. Bunları ve bunlara
benzer aklımda olan bütün tartışmaları kendisine anlatınca
bana şöyle dedi: 'İş bu noktaya gelince onları mubaheleye (dualaşmaya,
lânetleşmeye) çağır.'
"Kendisine, 'Onu nasıl yapacağım?' diye
sorunca bana şunları söy-ledi: 'Üç gün boyunca nefsini ıslah
et ve onu temizle.' Sonra buyurdu ki: 'Oruç tut ve guslet (boy
abdesti al). Tartıştığın kişi ile birlikte dağa çık. Sağ
elinin parmaklarını parmaklarına geçir. Sonra ona müsamaha
göstererek işe kendinden başla ve şöyle de: Ey yedi kat göğün
ve yedi kat yerin Rabbi olan, görülmeyeni ve görüneni bilen,
rahman ve rahim olan Allah'ım! Eğer Ebu Mesruk bir gerçeği
inkâr edip bir batılı savundu ise ona gökten bir afet ve bir
acı azap indir.' Sonra duayı karşındakine çevirerek de ki: 'Ama
eğer o bir hakkı inkâr edip bir batılı savundu ise üzerine
gökten bir afet, bir acı azap indir.' Daha sonra İmam bana
şöyle buyurdu: 'Çok geçmeden karşıdakinin o belaya uğradığını
göreceksin.' Ebu Mesruk devamla diyor ki: "Vallahi, ben
şimdi-ye kadar bu teklifime olumlu cevap veren birini
bulamadım." (Usûl-i Kâfi, c.2,
s.513, h:1)
Tefsir-ul Ayyâşî'de Abdullah b. Aclan'dan
İmam Bâkır'ın (a.s), "Allah'a
itaat edin. Peygambere ve sizden olan ululemre de itaat edin."
ayeti hakkında şöyle buyurduğunu nakleder: "Bu ayet Hz. Ali (a.s)
ve diğer İmamlar hakkında inmiştir. Allah onları
peygamberlerin yerine getirdi (onların halifeleri kıldı).
Fakat onlar hiçbir şeyi helâl veya haram kılmaya yetkili
değildirler." (c.1, s.252,
h:173)
Ben derim ki: Bu rivayetin sonunda
yer alan istisna, bu ayet hakkında yaptığımız açıklamada
vurguladığımız Allah'tan ve Peygamberden başka hiç kimsenin
hüküm koymaya yetkili olmadığı yolundaki gerçeğe delâlet
ediyor.
el-Kâfi'de yazar kendi rivayet zinciri
ile Bureyd b. Muaviye'den şöyle nakleder: "İmam Ebu Cafer
Muhammed Bâkır (a.s) şöyle okudu:
"Allah'a itaat edin.
Peygambere ve sizden olan ululemre de itaat edin.Eğer
herhangi bir konuda anlaşmazlığa düşmekten korkarsanız, o
meseleyi Allah'a, Peygambere ve sizden olan ululemre havale
edin." Arkasından da şöyle buyurdu: Nasıl olur da Allah hem
ululemre itaat etmeyi emreder, hem de onların anlaşmazlığa
düşmelerine izin verir. Bu sözler, kendilerine
'Allah'a itaat edin.
Peygambere... de itaat edin.' emri verilenler için
söylenmiştir." (Ravzet-ul Kâfi,
c.8, s.160, h:212)
Ben derim ki: Bu rivayetin delâlet
ettiği tek şey, İmamın okuduğu ibarenin ayetin tefsiri ve
ondan kastedilen anlamın açıklaması olduğudur. Nitekim biz
önceki açıklamalarımızda, ayetin buna delâlet ettiğini beyan
etmiştik. Yoksa maksat ayet okumak [yani ayetin bu şekilde
indiğini söylemek] değildir. Bunun böyle olduğu, ravinin "Ebu
Cafer şöyle okudu" ifadesinden de sezilebilir.
Bunun delili bu konudaki rivayetlerin
ibare farklılıklarıdır. Nitekim Tefsir-ul Kummî'de nakledilen
rivayet bunun şahididir. Kummî, kendi rivayet zinciri ile
Hariz'e dayandırdığı bir rivayette İmam Sadı-k'ın (a.s) şöyle
buyurduğunu nakleder: "Eğer bir hususta anlaşmazlığa
düşerseniz onu Allah'a, Peygambere ve sizden olan ululemre
havale edin." (c.1, s.141)
Ayrıca, Tefsir-ul Ayyâşî'de nakledilen
rivayet de bunun şahididir. Bu tefsirde, Bureyd b. Muaviye'den
aktarılan rivayetin bir bölümünde (ki yukarda el-Kâfi'den
aktarılan rivayettir) İmam Bâkır'ın (a.s) şöyle dediği
nakledilir: "Sonra yüce Allah,
'Ey inananlar!'
diyerek kıyamete kadarki bütün müminlere hitapta bulundu
ve 'Allah'a itaat edin.
Peygambere ve sizden olan ululemre de itaat edin.'
demekle (ululemr-den) sadece bizi (Ehl-i Beyt'i) kastetti. 'Eğer
herhangi bir konuda anlaşmazlığa düşmekten korkarsanız Allah'a,
Peygambere ve sizden olan ululemre başvurun.' Ayet işte böyle
indi. Nasıl olur da bir yandan müminlere ululemre itaat etmeyi
emrederken öte yandan ululemrin anlaşmazlığa düşmelerine izin
verir?! Bu sözler, kendilerine
'Allah'a itaat edin.
Peygambere ve sizden olan ululemre de itaat edin.'
emri verilenler için söylenmiştir."
(c.1, s.246, h:153)
Tefsir-ul Ayyâşî'de Ebu Basir kanalıyla
nakledilen bir rivayette İmam Bâkır şöyle buyurur: "Bu ayet (yani
'Allah'a itaat edin...'
ayeti) Hz. Ali (a.s) hakkında inmiştir." Ebu Basir diyor ki:
Kendisine dedim ki: İnsanlar (Sünnîler) bize şöyle diyorlar: 'Öyle
olsaydı, Allah'ın Kur'an'da Hz. Ali ile Ehli Beyti'ni ismen
zikretmesine ne engel vardı?' İmam Bâkır (a.s) dedi ki: Böyle
diyenlere şöyle deyin: Allah, Peygamberine namaz kılma emri
indirdi. Fakat namazın üç veya dört rekat olacağını belirtmedi.
Bunu Peygamberimiz (s.a.a) Müslümanlara tefsir etti. Yine
Allah hac emrini indirdi. Fakat Kabe'nin yedi kere tavaf
edilmesini söylemedi. Bunu da onlara Resulullah (s.a.a) tefsir
etti. Yine Allah, 'Allah'a
itaat edin. Peygambere ve sizden olan ululemre de itaat edin.'
ayetini indirdi. Ayet Hz. Ali, Hasan ve Hüseyin (Allah'ın
selamı onlara olsun) hakkında indi. Peygamberimiz (s.a.a) de
Hz. Ali (a.s) hakkında şöyle buyurdu: "Ben kimin mevlâsı isem
Ali de onun mevlâsıdır."
"Yine Resulullah buyurdu ki: Size
Kur'an'ı ve Ehl-i Beyti'mi vasiyet ediyorum. Ben Allah'tan
bunların birbirinden ayrılmadan Havzun başında bana
getirilmesini istedim. Allah da bu isteğimi kabul etti."
"Yine Peygamberimiz (s.a.a): Siz onlara
bir şey öğretmeye kalkışmayın. Çünkü onlar sizden daha
bilgilidirler. Onlar sizi asla hidayet kapısından dışarı
çıkarmaz ve sapıklık kapısından içeri sokmazlar." buyuruyor.
Eğer Peygamberimiz (s.a.a) sussaydı ve Ehl-i Beyti'nin kimler
(ululemr) olduğunu açıklamasaydı, Abbas Oğulları, Akil
Oğulları veya başkaları Ehl-i Beyt'ten olduklarını iddia
ederlerdi. Fakat yüce Allah Kur'an'da,
'Ey Ehl-i Beyt, Allah
ancak sizden her çeşit pisliği gidermek ve sizi tertemiz
yapmak istiyor.' (Ahzâb,
33) buyuruyor. Bu ayette de ancak Hz. Ali, Hasan,
Hüseyin ve Fatıma kastedilmiştir. Peygamberimiz (s.a.a) Ümmü
Seleme'nin evinde Hz. Ali'nin, Fatıma'nın, Hasan ve Hüseyin'in
ellerinden tutarak onları abasının altına aldı ve 'Ey Allah'ım!
Her peygamberin bir değerlisi ve ailesi vardır. İşte bunlar
benim değerlilerim ve ailemdir.' dedi. Bunun üzerine Ümmü
Seleme, 'Ben senin ailenden değil miyim?' deyince,
Peygamberimiz, 'Hiç şüphesiz senin sonun hayırdır, fakat benim
değerlilerim ve ailem bunlardır.' dedi..."
(c.1, s.249, h:169)
Ben derim ki: el-Kâfi'de de
müellif kendi rivayet zinciriyle Ebu Basir'e dayandırdığı bir
rivayette İmam Bâkır'dan (a.s) buna benzer bir rivayeti çok az
ifade farkı ile nakletmektedir.
(Usûl-i Kâfi, c.1, s.286, h:1)
Tefsir-ul Burhan'da İbn-i Şehraşup'tan, o
da Mucahid'in tefsir kitabından şöyle nakletmiştir: "Bu ayet,
Emir-ül Müminin Hz. Ali hakkında, Peygamberimizin kendisini
Medine'de halife bırakması sırasında idi. O sırada Hz. Ali, 'Ey
Allah'ın resulü, beni kadınlara ve çocuklara mı halife
bırakıyorsun?' deyince, Peygamberimiz ona şu cevabı verdi: Ey
müminlerin emiri! Harun Musa için ne idi ise, sen de benim
için öyle olmak istemez misin? Hani Musa, Harun'a demişti ki:
'Kavmim içinde benim
yerime geç, onları ıslah et.'
(A'râf, 142) Kur'an'da da
yüce Allah (senin hakkında),
've sizden olan ululemre
de itaat edin.' diye emretmiştir."
Mücahid devamla şöyle der: Yüce Allah,
Hz. Ali'yi (a.s) Hz. Muhammet'ten (s.a.a) sonra ve
Peygamberimiz onu Medine'de yerine bıraktığı zaman ümmetin
velisi olarak görevlendirdi, kulların ona itaat etmelerini ve
ona karşı gelmekten kaçınmalarını emretti."
(Tefsir-ul Burhan, c.1, s.386,
h:31. Menakıb-ı İbn-i Şehraşup, c.3, s.15)
Yine aynı eserde Mücahit'ten, o da
İbanet-ül Felekî'den şöyle nakletmiştir: "Bu ayet, Ebu
Bureyde'nin Hz. Ali'den (a.s) şikayetçi olduğu sırada indi..."
(Tefsir-ul Burhan, c.1, s.386,
h:31)
Abakat-ul Envar adlı eserde Şeyh Süleyman
b. İbrahim Belhi'nin Yenabi-ul Meveddet adlı eserinden, o da
el-Menakıp'tan, o da Süleym b. Kays el-Hilâli'den Hz. Ali'nin
(a.s) şöyle dediğini nakleder: "Bir kulun sapıklığa en yakın
durumu yüce Allah'ın hüccetini (imamını) ve kulları üzerindeki
şahidini bilmemesidir ki, Allah kullarına bu hüccete itaat
etmeyi emretmiş ve onun velayetini (veliliğini) farz kılmıştır."
Hadisin ravisi Süleym diyor ki: "Ey
Emir-ül Müminin, onların kim olduklarını bana anlat." dedim.
Bana şu cevabı verdi: "Onlar Allah'ın
'Allah'a itaat edin.
Peygambere ve sizden olan ululemre de itaat edin.'ayetinde
kendisi ve Peygamberi ile bir arada zikrettiği kimselerdir."
Kendisine, "Sana kurban olayım, bana bu konuyu açıkla."
deyince Hz. Ali (a.s) şunları söyledi: "Bunlar Resulullah'ın (s.a.a)
çeşitli yerlerde ve vefat ettiği günkü son hutbesinde
haklarında şöyle dediği kimselerdir: "Ben size iki şey
bırakıyorum. Eğer onlara sarılırsanız asla yoldan çıkmazsınız.
Bunlar Kur'an ile benim soyum; Ehl-i Beytim'dir. Her şeyden
haberdar ve latif olan Allah bana kesinlikle bildirdi ki,
bunların ikisi Havzun başında bana gelinceye kadar
birbirlerinden ayrılmayacaklardır.' -İki elinin şahadet
parmaklarını birleştirerek- Tıpkı bu ikisi gibi; -arkasından
şahadet parmağı ile orta parmağını yan yana getirerek- 'bu
ikisi gibi değil. Bunların ikisine sımsıkı sarılın, onların
önüne geçmeyin ki sapıtırsınız."
Ben derim ki: Ehl-i Beyt
İmamlarından (hepsine selam olsun) gelen bu anlamdaki
rivayetler pek çoktur. Biz bu rivayetlerin her çeşidinden bir
örnek nakletmekle yetindik. Bu konuda geniş bilgi edinmek
isteyenler hadis kitaplarına baş vurabilirler.
Ululemrin kim olduğu hakkında eski
tefsircilerden rivayet edilen görüşlere gelince, bu hususta üç
görüş vardır: 1) Râşid halifeler. 2) Ordu komutanları. 3)
Alimler. Dahhak'ın, onların Peygamberimizin (s.a.a) sahabeleri
olduğu şeklindeki görüşü ise, saydığımız görüşlerin üçüncüsü
ile birleşir. Çünkü onun bize nakledilen ifadesi, "Onlar,
Peygamberimizin ashabı, aynı zamanda davetçiler ve ravilerdir."
şeklindedir, ki görüldüğü gibi bu söz ilme dayalı bir
gerekçelendirmeyi ifade eder ve bu itibarla ululemri alimler
diye tefsir etmeye yöneliktir.
|