islam'da toplum ve toplumsal ilişkiler
1- İnsan ve Toplum
İnsan türünün toplumsal bir tür olduğunu
ispat etmek için çok araştırma yapmaya gerek yoktur. Çünkü bu
türün her ferdi bu fıtrat üzerine doğar. [Yani toplumsal
yaşayış garizesi, her insanın fıtratında yat-maktadır.]
Tarihin ve insanın yaşadığı ve yeryüzünde egemenlik kurduğu en
eski çağların hikâyesini yansıtan elimizdeki kalıntıların
anlattıkları üzere insan her zaman toplum hâlinde
yaşayagelmiştir.
Bunu bize en güzel şekilde Kur'an haber
veriyor. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Ey insanlar! Doğrusu biz
sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık ve birbirinizle
tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık..."
(Hucurât, 13)
"Dünya hayatında onların
geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık ve bir kısmı, diğer
bir kısmı çalıştırması için bir bölümünü bir bölümü üzere
derecelerle yükselttik."
(Zuhruf, 32)
"Bazınız bazınızdan
meydana gelmedir." (Âl-i
İmrân, 195) "Ve
insanı sudan (meniden) yaratıp da ona, (ana-baba tarafından)
soy-sop, (karı-koca tarafından) akrabalık veren Odur."
(Furkan, 54) Bu
konuda daha birçok ayet vardır.
2- İnsan ve Toplumdaki Gelişimi
İnsan toplumu, onun diğer ruhî (psikolojik)
özellikleri ve bu özelliklerle bağlantılı yetenekleri gibi,
ilk ortaya çıkışında gelişme ve artma kabul etmez bir
eksiksizlikte ve olgunlukta ortaya çıkmamıştır. Tersine insan
toplumu, insan algılaması ile ilgili diğer ruhî özellikleri
gibi maddî ve manevî alanlardaki olgunlaşmalarına paralel bir
şekilde gelişip olgunlaşmaktadır. Gerçekten bu insanî
özelliğin diğer özelliklerinden ayrılarak daha ilk ortaya
çıkışında olabileceği kadar olgun ve en gelişmiş düzeyde
olması beklenemezdi. Tersine bu özellik, ilim ve irade ile
bağlantılı diğer insanî özellikler gibi tedrici bir gelişme
hâlinde olmuştur [ve zaman süreci içerisinde gelişip
kâmilleşmiştir].
İnsan türünün gelişim tarihi
incelendiğinde, ilk görülen toplum biriminin evlilik sonucu
oluşan aile toplumu olduğu ortaya çıkar. Çünkü bu toplum
biriminin doğal faktörü olan üreme ve çoğalma sistemi [yeme,
içme ve benzeri işlerin aksine] toplumlaşmayı sağlayan en
güçlü faktördür. Zira bu toplum birimi temelde ancak birden
çok ferdin varlığı hâlinde gerçekleşebilir. Oysa beslenme ve
benzeri insanî faaliyetlerde böyle bir zorunluluk yoktur.
Arkasından, bu kitapta daha önce
yaptığımız incelemelerde istihdam (=diğerlerini
hizmete alma ve üstünlük taslama) adını verdiğimiz insanî
özellik kendini gösterdi. İstihdam; insanın, ihtiyaçlarını
giderme konusunda başka insanları aracı kılması demektir.
İnsan bunu egemenlik alanını genişleterek, iradesini diğer
insanlara dayatarak gerçekleştirir. Sonraları bu insanî
özellik, reislik biçiminde kendini gösterdi. Aile reisliği,
aşiret reisliği, kabile reisliği, millet reisliği gibi. Doğal
olarak ilk zamanlar öne çıkan reisler, o toplum birimi
içindeki en güçlü ve en yiğit kişiler oldu. Sonraları en yiğit,
en zengin ve en çok çocuklu fertler toplumlarının reisleri
oldu. En sonunda hikmet ve siyaset dallarındaki en bilgili
fertlerin reis oldukları bir aşamaya ulaşıldı. Putperestliğin
ortaya çıkmasının ve günümüze kadar ayakta kalmasının temel ve
ilk sebebi işte bu durumdur. İnşallah ilerde bu konuyu geniş
bir şekilde inceleyeceğiz.
Sözünü ettiğimiz çağlarda her ne kadar
insanlık, toplum hâlinde yaşama özelliğinden -tüm kısımları
ile; hem evliliğe dayalı bir aile topluluğu, hem de diğer
topluluk hâllerinden- her ne kadar kısa bir dönem için bile
ayrı düşmedi ise, insan o zamanlar bunun ayrıntılı biçim-de
bilincinde değildi. Tersine bu dönemlerde insan istihdam,
savunma ve benzeri güdüler gibi kendisi ile ilgili diğer
özelliklere bağlı olarak yaşayıp gelişiyor, olgunlaşmasını
sürdürüyordu.
Kur'an bize haber veriyor ki, insanın
dikkatini toplum üzerine ayrıntılı biçimde çeken ve bağımsız
bir şekilde onun korunmasına ilgi gösteren ilk mesaj, nübüvvet
mesajı [yani peygamberler] olmuştur. Yüce Allah şöyle
buyuruyor: "İnsanlar
sadece bir tek ümmetti, sonradan ayrılığa düştüler."
(Yûnus,19)
"İnsanlar bir tek ümmet
idi. Sonra Allah, müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberleri
gönderdi. İnsanlar arsında anlaşmazlığa düştükleri konularda
hüküm vermeleri için onlarla beraber hak içerikli kitapları da
indirdi." (Bakara,
213)
Yüce Allah bu ayetlerde haber veriyor ki,
insan en eski çağlarda sade yapılı bir tek ümmet idi, fertleri
arasında ihtilâf yoktu. Zamanla ihtilâflar baş gösterdi,
çatışmalar ortaya çıktı. Bunun üzerine yüce Allah peygamberler
gönderdi ve insanlar arasındaki anlaşmazlığı gidermek, onları
toplumsal birliğe yöneltmek ve bu birliği, teşri ettiği
yaslarla koruma altına almak için de bu peygamberlerle
birlikte kitaplar da indirdi.
Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'in bir başka
yerinde de şöyle buyuruyor:
"O; 'Dini ayakta tutun ve
onda ayrılığa düşmeyin' diye dinden Nuh'a tavsiye ettiğini,
sana vahyettiğimizi; İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye
ettiğimizi sizin için de (din olarak) yasallaştırdı."
(Şûrâ,13) Yüce Allah bu
ayette haber veriyor ki, insanlar arasındaki ihtilâfı giderme
ve aralarında görüş birliği meydana getirme girişimi, dini
ayakta tutma ve onda ayrılığa düşmeme çağrısı şeklinde ortaya
çıkmıştır. [Yani; halkın arasından ihtilafı kaldırıp yerine
birlik ve dayanışmayı icat etmek, ancak toplumsal ilişkilerin
dinle düzenlenmesi ve dinde birliğin sağlanması ile
müyesserdir.] Çünkü din o insanlara sağlıklı toplumu garanti
ediyordu.
Görülüyor ki, bu ayette bu toplumsallaşma
ve birlik çağrısını, şeriat ve kitap sahibi peygamberlerin
ilki olan Hz. Nuh'a dayandırarak naklediyor. Sonra bu çağrı
sıra ile Hz. İbrahim'e, Hz. Musa'ya ve Hz. İsa'ya
dayandırılıyor. Hz. Nuh ile Hz. İbrahim'in şeriatlarında çok
az sayıda hüküm vardı. Bu dört şeriatın en geniş kapsamlısı
-Kur'an'ın bildirdiğine göre- Hz. Musa'nın şeriatı idi. Onu
kapsam zenginliği bakımından Hz. İsa'nın şeriatı izliyordu.
Eldeki İnciller de bunu ortaya koyuyor. Söylendiğine göre Hz.
Musa'nın şeriatında yaklaşık olarak sadece altı yüz hüküm
vardı.
[Şu neticeye varıyoruz ki:]
Toplumsallaşmaya ilişkin açık ve bağımsız çağrı nübüvvet
kaynaklı olarak din biçiminde başladı. [Şöyle ki Kur'an-ı
Kerim, peygamberlerin dine davet etmelerini toplumsal birliğe
davet etmekle özdeş saymıştır. Dolayısıyla toplumsal hayatın
tesisi için, insanlığa ilk açık davet peygamberler tarafından
sunulmuştur.] Bunu Kur'an açıkça belirttiği gibi, ilerde
değinileceği üzere tarih de onaylamaktadır.
3- İslâm'ın Topluma Yönelik İlgisi
Hiç şüphesiz İslâm dini, yapısını (temelini)
açık bir biçimde toplum temeli (toplum hayatı) üzerine kuran
ve hiçbir ananında toplum konusunu göz ardı etmeyen tek dindir.
Eğer bu konuda etraflıca bilgi edinmek ve bu gerçeği daha net
olarak görmek istiyorsan, insan düşüncesinin saymaktan âciz
kalacağı insanî faaliyetlerin genişliğine, bu faaliyetlerin
bölümlerine, cinslerine, türlerine ve çeşitlerine bak.
Arkasından bu ilâhî şeriatın söz konusu faaliyetleri nasıl
saydığına, kapsamına aldığına ve her birine yönelik hükümler
koyduğuna bak. Şaşar kalırsın. Sonra da bu faaliyetleri nasıl
toplum çerçevesine aldığına bak. O zaman bu dinin toplumsal
ruhu bütün insan faaliyetlerine mümkün olan en yüksek düzeyde
işlediğini görürsün.
Sonra da elde ettiğin bulguları Kur'an'ın
ilgi alanına giren diğer hak şeriatlarla karşılaştır, ki bu
şeriatlar Hz. Nuh'un, Hz. İbrahim'in, Hz. Musa'nın ve Hz.
İsa'nın şeriatlarıdır. Bu karşılaştırmayı yapınca İslâm ile
onlar arasındaki oran farkını ve bu dinin topluma verdiği
önemi yakından görürsün.
Kur'an'ın ilgi alanına girmeyen
putperestlik, Sabiîlik, Manîlik ve Senevîlik (Mecusilik) gibi
dinlerin şeriatlarında bu durum daha açık ve daha belirgindir.
Şimdi de uygar ve uygar olmayan
milletlerin bu konuya ilişkin durumlarına gelelim. Bu konuda
tarihin bize anlattığı sadece şudur: Bu milletler, toplumu
istihdam esasına bağlama ve fertleri monarjik bir hükümetin
egemenliği ve kralların sultası altında tutma ilkesine dayanma
biçiminde özetleyebileceğimiz insanlık tarihinin ilkel
mirasına bağlı kalmışlardır. Kavim, yurt ve bölge esasına
dayanan toplumlar, kendi toplumsal yaşayışına müstakil bir
ilgi göstererek bunu inceleme ve uygulama konusu etmeksizin
krallık ve reislik bayrağı altında yaşıyorlardı; veraset (gelenek),
bölge ve bezeri faktörler ile yönlendiriliyorlardı. Öyle ki
din (İslâm) güneşi doğup da aydınlığını yaygınlaştırmaya
başlayınca, o günün dünyayı egemenliği altında tutan büyük
milletleri, yani Roma ve Fars (İran) imparatorlukları bile,
milletlerini krallık ve sultanlık bayrağı altında toplayan
birer Kayser ve Kisrâ toplumundan başka bir nitelik
taşımıyorlardı. Toplum, gelişme ve ilerlemesinde bu krallara
ve sultanlara bağlı idi ve onların ağır temposuna uyarak
yerinde sayıyordu. [Yani toplumdaki ilerleme, gelişme;
gerileme, duraklama ve çöküş, kral olan tek bir kişinin
iradesine bağlıydı.]
Evet, o milletlerin devraldıkları mirasta
Sokrates, Aristoteles ve Eflâtun (Platon) gibi filozofların
yazılarında yer alan sosyal incelemeler vardır; yalnız bunlar
uygulama imkânına sahip olamayan sayfalar ve kağıtlar, somut
olaylarla dış dünyaya yansımayan zihnî örnekler ve kuramsal=teorik
saplantılardan ibaretti. Vârisi olduğumuz tarih, sözümüzün
doğruluğuna en âdil şahittir.
İnsan türünün kulağını tırmalayarak bu
türü toplum konusu ile ilgilenmeye çağıran, bu konuyu
ihmalkârlık ve bağımlılık hükmü dışında bağımsız bir konu
yapmayı öneren ilk ses, İslâm Peygamberinin yani Hz.
Muhammed'in -ki onun üzerine en üstün selam ve salat olsun-
çağrısıdır. Peygamber Efendimizin (s.a.a) kendisine Rabbinden
inen ayetlerle insanları topluluk hâlinde mutlu hayata ve
temiz geçinme biçimine çağırdı.
Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Bu, benim dosdoğru
yolumdur; topluca ona uyun. Sizi Onun yolundan ayıracak (başka)
yollara uymayın." (En'âm,
153) "Ve topluca
Allah'ın ipine sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın... Sizden;
hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten sakındıran bir
topluluk olsun. (Bu emir, toplumu bölünme ve
parçalanmaktan korumaya işaret ediyor.)
İşte onlar kurtuluşa
erenlerdir. Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra,
parçalanıp ayrılan ve anlaşmazlığa düşenler gibi olmayın."
(Âl-i İmrân, 103-105)"Dinlerini
parça parça edip gruplara ayrılanlar (var ya), senin onlarla
hiçbir ilişkin yoktur."
(En'âm, 159)Kur'an'da
bunlar gibi insanları toplum ve birlik ilkesine çağıran birçok
mutlak anlamlı ayet vardır.
Yine yüce Allah buyuruyor ki.
"Müminler ancak
kardeştirler. O hâlde kardeşlerinizin arasını bulup düzeltin."
(Hucurât, 10)
"Birbirinizle çekişmeyin;
sonra çözülüp yılgınlaşırsınız ve gücünüz gider."
(Enfâl, 46)
"Sizden; hayra çağıran,
iyiliği emreden ve kötülükten sakındıran bir topluluk olsun."
(Âl-i İmrân, 104)Kur'an'da
bunlar gibi ittifak ve birliğe dayalı bir İslâm toplumu
oluşturmayı emreden ve bu toplumun çıkarlarını, maddî ve
manevî ayrıcalıklarını gözeterek onu savunmaya çağıran başka
birçok ayet vardır. İlerde bu konuyu biraz daha geniş bir
şekilde inceleyeceğiz.
4- İslam Açısından Fert ve Toplum İlişkisi
Hilkat (yaratma) ve icat mekanizması,
önce bazı eserleri ve özellikleri olan birtakım temel
elementler var eder. Sonra aralarındaki ayrılıklara rağmen
onları birbirleri ile uyuşturup birleştirir. Bu sentez
sonucunda temel elementlerdeki görünen faydalara ek olarak, bu
unsurlar yeni faydalar (kabiliyetler) kazanır. Meselâ, insanın
birçok maddî ve manevî kabiliyetleri olan unsurları, vücut
bölümleri, organları ve güçleri vardır. Bunlar kimi zaman
uyumlu bir şekilde birleşirlerse, güçlenir ve büyüklük
kazanırlar. [Şöyle ki, birleşerek daha güçlü ve yeni bir
kabiliyet odağının oluşmasına sebep teşkil ederler.] Söz
konusu parçaların ağırlığı ile bu parçaların oluşturduğu
bütünün ağırlığı, vücut dengesini sağlama, bir taraftan başka
bir tarafa dönme ve benzeri kabiliyetler gibi.
[Dolayısıyla unsurların her birinin tek
başına ağırlığıyla bütünün ağılığı, elementlerden birinin
kapladığı yerle bütünün kapladığı yer veya bunların gelişme ve
kemâle erme için taşıdıkları kabiliyetler, istidatlar tamamen
birbirinden farklıdır.] Kimi zaman da uyumlu olarak bir araya
gelmezler; uyuşmazlık ve farklılık durumunda kalırlar. İşitme,
görme, tatma, irade ve hareket gibi.
Yalnız bunların hepsi sentez birliği
açısından bir tek yaratığın, yani insanın kontrolü
altındadırlar. O zaman insan vücudunu oluşturan elementlerin
her birinde ayrı ayrı bulunmayan faydalar (kabiliyetler) elde
edilir. [Yani bu unsurlar (elementler), ayrı hâldeyken sahip
olmadıkları birçok yeni kabiliyetlere sahip olurlar.]
Bu faydalar aksiyon, reaksiyon türünden
faydalar ile manevî ve maddî faydalar gibi sayıca pek çoktur.
Bu faydalardan biri vücut azalarının bu uyumu sayesinde tek
bir faydadan, şaşılacak kadar çok faydanın meydana gelmesidir.
Meselâ, insanın ana maddesi olan ve onu oluşturan meni;
gelişimi kemale erince, kendinden bir bölümünü dışarı salmaya
(üretmeye) ve onu başka bir eksiksiz insan olarak yetiştirmeye
kadir olur. Bu yeni yetişen insan, aslının ve üreme kaynağının
yaptığı maddî ve manevî eylemlerin benzerlerini yapar. [Yani
insanı oluşturan nütfe, madde olarak aynı maddeyi üretmek
suretiyle gelişir. Gittikçe gelişen bu maddeden, maddî ve
manevî yöne sahip mükemmel bir insan meydana gelir.]
Buna göre insan fertleri, çokluklarına
rağmen insandırlar. İnsan birdir [ve bir türün adıdır]. Bu
fertlerin eylemleri sayıca çok olmakla birlikte tür olarak
birdir. Bu yüzden, bu eylemler (fiiller) bir araya toplanıp
birleşebilirler. Birleşen ve aralarında uyum bulunan bu
eylemler, değişik kaplara bölüştürülen sulara benzer. Bu sular
aynı türün özelliklerini taşıyan çok miktarda sulardır.
Onların çok özellikleri var, ama türleri birdir. Bu sular bir
yerde toplanınca özellikleri güçlenir ve etkileri daha büyük
olur.
İslâm, bu türün fertlerinin eğitiminde,
yetiştirilmesinde ve gerçek mutluluğuna yöneltilmesinde onda
varolan bu gerçek anlamı göz önünde bulundurmuştur. Ki bunu
göz önünde bulundurmak kaçınılmaz bir gerekliliktir de.
Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Ve insanı sudan yaratıp
da ona, (ana-baba tarafından) soy-sop, (karı-koca tarafından)
akrabalık veren Odur."
(Furkan, 54)
"Ey insanlar! Doğrusu biz
sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık."
(Hucurât, 13)
"Bazınız bazınızdan
meydana gelmedir." (Âl-i
İmrân, 195)
Fert ile toplum arasındaki bu gerçek
ilişki, kaçınılmaz biçimde toplumda başka ve yeni bir oluşuma
yol açar. Ancak bu oluşum fertlerin varlıkları, güçleri,
özellikleri ve [toplumsal hayattaki] etkileri ile orantılıdır.
[Yani toplum diye adlandırdığımız bu oluşum, fertlerin onu
desteklediği oranda gelişir.]
Böylece toplum için de fertlerin
varlığından ve bu varlığın özelliklerinden fazla olan ek bir
oluşum meydana gelir. Bu gözlenebilen açık bir gerçektir.
Bundan dolayı Kur'an ümmetler (toplumlar) için fertlerden ayrı
bir varlık, yaşama süresi, kitap, bilinç, kavrama yeteneği,
eylem, ibadet ve itaatsizlik kabul etmiştir.
Nitekim yüce Allah aşağıdaki ayetlerde
şöyle buyuruyor: "Her
ümmet için bir ecel (belirlenmiş bir süre) vardır. Ecelleri
gelince, ne bir an gecikebilirler ve ne öne geçebilirler."
(Araf, 34)
"Her ümmet kendi kitabına
çağrılır." (Câsiye,
28) "İşte böyle,
biz her ümmete yaptıklarını süslü (çekici) gösterdik."
(En'âm,108)
"Onlardan aşırılığa
kaçmayan (mutedil) bir ümmet (toplum) var."
(Mâide, 66)
"Kitap ehlin-den bir
topluluk var ki, gece vaktinde ayakta durup Allah'ın
ayetlerini okuyarak secdeye kapanırlar."
(Âl-i İmrân, 113)
"Her ümmet kendi
peygamberini yakalamaya yeltendi. Hakkı batıl ile yok etmek
için batıla dayanarak mücadele ettiler. Ben de onları
yakalayıverdim. Benim cezalandırmam nasıl olurmuş (görsünler)!"
(Gafir, 5)
"Her ümmetin bir
peygamberi vardır. Peygamberleri geldiği zaman, aralarında
adaletle hüküm verilir."
(Yûnus, 47)
İşte biz bu ayetler ışığında Kur'an'ın
fertlerin hikâyeleri ile ilgilendiği kadar, hatta ondan daha
fazla milletlerin tarihleri ile ilgilendiğini görüyoruz.
Kur'an bu ilgiyi tarihçilerin sadece ünlü kralların ve
liderlerin durumlarını kayda geçirmekle uğraştıkları
dönemlerde göstermiştir. Tarihçiler ancak Kur'an indikten
sonra milletlerin ve toplumların tarihleri ile meşgul olmaya
başladılar. Bu ilgiyi de bir dereceye kadar Mes'udî ve İbn-i
Haldun gibi tek tek tarihçilerde görüyoruz. Nihayet nakle
dayalı tarih anlayışında son zamanlarda şahısların yerine
milletleri koyan bir değişiklik meydana geldi. Söylendiğine
göre bu çığırın açıcısı, milâdı 1857 yılında ölen Fransız
kökenli Auguste Camte (Ogust Kont) olmuştur.
Bu söylediklerimizin kaçınılmaz kıldığı
sonuç şudur: Daha önce işaret edildiği üzere toplumsal güçler
ve özellikler güçlüdürler ve çatışma, zıtlaşma durumunda ferdî
güçleri ve özellikleri yenilgiye uğratırlar.
Üstelik gözlem ve tecrübe hem aksiyoner,
hem de reaksiyoner güçler ve özelliklerde bunun böyle olduğuna
şahittirler. Meselâ, kavgalarda, toplumsal ayaklanmalarda ve
sosyal saldırılarda görüldüğü gibi herhangi bir konuda
toplumun gayreti ve iradesi harekete geçince, o toplumun
şahıslarından ya da alt guruplarından kaynaklanan hiçbir
karşıt ya da zıt irade ona karşı duramaz. Bu yüzden parçanın
(alt gurubun) bütününe uyması ve onun hareketlerine ayak
uydurması kaçınılmazdır. Öyle ki, böyle durumlarda toplum [ve
toplumsal gelenekler], fertlerinin ve alt guruplarının
bilincini giderir [onların idrak ve anlama güçlerini
etkilemekle birlikte bu erdemlerini tamamen yitirmelerine
sebep olur].
Nitekim genel korku ve dehşet durumları
da böyledir. Ordunun yenilgisi, güvensizlik, deprem, kıtlık,
veba gibi. Hatta bunlardan daha alt düzeyde olan geleneksel
töreler, milli modalar ve bunlara benzer toplumsal irade
hareketleri, fertleri kendilerine uymak zorunda bırakır,
onların idrak ve düşünme yeteneğini ortadan kaldırır.
İşte İslâm'ın, hiçbir başka dinde ve
hiçbir uygar milletin gelenek sisteminde eşine
rastlayamayacağımız bir ciddiyetle toplumun konumuna önem
vermesinin gerekçesi budur. -Ki belki sen bu önemin çapını
kabul etmezsin.- [Topluma öylesine önem vermenin nedeni de
açıktır.] Çünkü toplumun temeli olan, onu oluşturan ferdin
ahlâkını ve içgüdülerini terbiye edebiliriz. Fakat toplum
içerisinde karşıt ve zıt ah-lâk anlayışı ve eğilimlerin
varlığı hâlinde bu ferdî terbiye gayretinin başarı şansı
yoktur. Ancak çok az bir başarı kazanabilir ki,
karşılaştırmaya ve değerlendirmeye tâbi tutulduğunda hiçbir
değeri olmadığı, yok denilecek kadar az olduğu görülür.
Bundan dolayı İslâmiyet hac, namaz, cihat,
infak ve özetle dinî takva kuralları gibi en önemli
hükümlerini ve yasalarını toplumsal hayatı esas alarak ortaya
koymuştur. İslâm dini, [toplumsal hayatın kıvamını korumak ve
toplumu ulaşması gereken erdemlere yöneltmek için] dinin genel
ilkelerini ve sınırlarını korumakla görevli olan İslâmî
hükümet güçlerinin (İslâm devletinin), ayrıca bütün ümmetin
omuzlarına yüklenmiş bir farz olan iyiliğe çağırma, marufu
emredip kötülükten sakındırma görevinin yanında, gerçek
mutluluğu, Allah'a yakın olmayı ve Onun katında derece
kazanmayı İslâm toplumunun (ortak) hedefi yaparak koymuş
olduğu bu kuralların koruyucusu olmuştur. Ki her toplumun
ortak bir hedefe sahip olması da vazgeçilmez bir gerekliliktir.
Söz konusu ortak ve toplumsal hedef [toplumun
bütün fertlerinde bulunan] bir iç denetleyicidir. Öyle ki,
insanın görünen yanları bir yana içinde sır olarak sakladığı
hususlar bile, iyiliğe çağıran guruplardan ve marufu emredip
kötülükten sakındıran topluluklardan gizli tutulsa da ondan
gizli tutulamaz. İşte bizim daha önce vurguladığımız İslâm'ın
topluma yönelik önemini diğer gelenek ve akımların (ekollerin)
bu konuya verdikleri önemden daha üstün ve ileri olduğu
biçimindeki gerçek budur.
5- İslâm'ın Toplumsal Sistemi Uygulanabilir ve Kalıcı mı?
Şayet şöyle bir söz diyebilirsin: Eğer
söylendiği gibi İslâm'ın sağlıklı toplum oluşturmaya yönelik
görüşü, gerçekten kalkınmış uygar milletlerin oluşturduğu
toplumlarınkinden daha ileri yapıda ve daha titiz temelli ise,
niye çok kısa bir dönem dışında uygulamaya konamamış, o kısa
dönemin arkasından varlığını koruyamayarak Kayser ve Kisrâ
toplumlarına dönüşmüş, kendisinden öncekilerden daha kötü
uygulamalar yapan bir imparatorluk hâline gelmiştir. Oysa
varlığını sürdüren Batı uygarlığının oluşturduğu toplumda bu
dönüşümler söz konusu değildir.
Bu durum batılıların medeniyetlerinin
daha ileri ve toplumsal sistemlerinin daha kusursuz ve daha
sağlam temelli olduğunun delilidir. Batılılar, sosyal
sistemlerini ve yürürlükteki yasalarını millet iradesi,
insanların doğal eğilimlerinin önerisi esasına dayandırmışlar.
Sonra da bu konuda çoğunluğun iradesini ve önerisini geçerli
saymışlardır. Çünkü normalde bütünün iradesi bir noktada
birleşmez. Çoğunluğun üstünlüğü, tabiatta geçerli ve
gözlemlenen bir ilkedir. Biz maddî nedenlerin ve doğal
sebeplerin sürekli olarak değil, ancak çoğu zaman etkili
olabildiklerini görüyoruz. Birbirleri ile çatışan değişik
faktörlerde de durum böyledir. Onların da bütünü veya azınlığı
değil, çoğunluğu etkili olabiliyor. Buna göre toplum
iskeletinin, amacı, geçerli sistemleri ve yasaları bakımından
çoğunluğun iradesine dayandırılması en uygun tercihtir.
Dinin varsayımına gelince, günümüzün
dünyasında bu, varsayım aşamasının ötesine geçmemiş bir
özlemden ve ulaşılmaz bir düşünce idealinden başka bir şey
değildir.
Buna karşı, çağdaş uygarlık hangi ülkeye
girdiyse, topluma güç ve mutluluk, bireylere güzel ahlâk
kazandırdı ve onları toplumun beğenmediği, hoş karşılamadığı
olgulardan ibaret olan yalan, hıyanet, zulüm, sertlik vb.
rezaletlerden arındırdı.
Anlattığımız bu görüş, Şarklı
araştırmacılarımızın bir kesiminin, özellikle sosyal ve
psikolojik araştırmalar alanında fikir yürüten seçkin
öğrencilerimizin gönüllerinde yatan görüşlerin özetidir. Fakat
onlar bu araştırmaya yanlış bir yerden girdikleri için doğru
bakış açısını seçememişlerdir. Bu dediğimizi açıklamak için
diyoruz ki:
Onların, "İslâm'ın sosyal sistemi, mevcut
şartların oluşturduğu ortamda günümüz dünyasında uygulanamaz.
Ama çağdaş uygarlığın kuralları ve gelenekleri böyle bir
imkânsızlıkla karşı karşıya değildir. Bunun anlamı şudur:
Günümüz dünyasının şartları İslâm'ın ortaya koyduğu hükümlerle
uyumlu değildir." sözleri doğrudur ve bunu kabul ediyoruz.
Fakat bu insanı bir sonuca ulaştırmaz. Çünkü insanlık âleminde
yürürlükte olan bütün sistemler bir zamanlar yokken sonradan
ortaya çıktı.
Üstelik, bu ortaya çıkışları sırasında
geçerli olan şartlar ve uygulamalar bu sistemlere karşıt,
onları dışlayıcı nitelikte idi. Buna rağmen bu yeni sistemler
ortaya çıkmıştır; eski, kökleşmiş ve süreklilik kazanmış
gelenekler ile çatışmışlardır. Kimi zaman ilk ortaya
çıkışlarında bastırılmışlar, bozguna uğratılmışlardır. Fakat
ikinci ve üçüncü kez ortaya çıkmışlar. Sonunda üstün gelerek
yerleşmiş ve egemenliklerini elde etmişlerdir. Kimi zaman da
kaybolmuşlar, kökleri kazılmıştır. Çünkü şartlar ve faktörler
gelişmelerine yardımcı olmamıştır. Tarih, bütün dinî ve
dünyevî sistemler konusunda bu kuralın şahididir.
Bu kural demokrasi ve sosyalizm sistemleri hakkında da hükmünü
yürütmüştür. Yüce Allah şu ayette buna benzer bir duruma
işaret ediyor: "Sizden
önce ilâhî yasaların değişmezliğini kanıtlayan birçok olaylar
geldi geçti. O hâlde yeryüzünü gezin de Allah'ın ayetlerini
yalan sayanların akıbetini görün."
(Âl-i İmrân, 137) Bu ayet,
yüce Allah'ın ayetlerini inkâr etme tutumuna eşlik eden
geleneğin güzel ve övülecek bir akıbetle noktalanamayacağına
işaret ediyor.
Buna göre herhangi bir sistemin
insanlığın mevcut şartlarına uymayışı, onun geçersizliğini ve
bozukluğunu ortaya koymaz. Tersine bu uyumsuzluk aksiyon,
reaksiyon ve çeşitli faktörlerin çatışması sonucunda yeni
olayların oluşumunu gerçekleştirmek ve tamamlamak amacıyla
âlemde cereyan eden doğal sistemlerden biridir.
İslâm, doğal ve sosyal bakış bakımından
diğer sistemler gibidir. Bu bütünden kopuk ve ayrı değildir.
Onun gelişme, geride kalma, faktörlere ve şartlara karşı üstün
gelme bakımlarından durumu diğer sistemlerin durumu gibidir.
Dört yüz milyondan fazla
insanın vicdanında yer tutmuş ve kalplerine yerleşmiş bir
sistem olarak İslâm'ın günümüz dünyasındaki durumu, Hz.
Nuh'un, Hz. İbrahim'in ve Hz. Muhammed'in (hepsine selam
olsun) dinin çağrısını seslendirdikleri dönemdekinden daha
zayıf değildir. Bu peygamberlerden her birinin çağrısı bir
kişi ile başladı. O günün dünyası fesattan başka bir şey
tanımıyordu. Sonra o çağrı yayıldı, kökleşti, hayat buldu,
egemenlik dönemleri birbirine eklendi ve günümüze kadar
varlığını kesintisiz bir biçimde sürdürdü.
Peygamberimizin (s.a.a) bu çağrıyı
duyurmaya giriştiği günlerde bir tek erkek ile bir tek
kadından başka yanında hiçbir destekleyicisi yoktu. Sonra
bunlara birer birer sürekli katılanlar oldu. O günler tam
anlamı ile sıkıntılı günler idi. Sonunda Allah'ın yardımı
imdatlarına yetişti. Bu ilâhî yardım sayesinde kişiliklerinde
salâhın ve takvanın egemen olduğu fertlerden oluşmuş sağlıklı
bir toplum oluşturdular. Müslümanlar bir süre bu toplumsal
salâh hâlinde yaşadıktan sonra Peygamberimizin (s.a.a)
arkasından bilinen fitneler ortaya çıktı.
Bu kısa süreli örnek, ömrünün azlığına ve
alanının darlığına rağmen yarım yüz yıldan az bir zaman
zarfında sürekli biçimde etki alanını genişleterek yer yüzünün
doğusuna ve batısına yayıldı ve tarihin seyrini, köklü biçimde
değiştirdi. Bu köklü değişikliğin önemli sonuçları günümüze
kadar görüldüğü gibi ilerde de hep görülmeye devam edecektir.
Sosyolojik ve psikolojik araştırmalar,
nazarî tarihe ilişkin yorumlarında dünyada görülen çağdaş
gelişmenin ana faktörünün ve yakın kaynağının İslâm sisteminin
doğuşu ve ortaya çıkışı olduğunu itiraf etmekten kaçınamazlar.
İslâm'ın insanlık camiası üzerindeki etkisini göz ardı eden
bütün Avrupalı araştırmacıların bu tutumunun sebebi, sadece
dinî taassup ve siyasî sebeplerdir. Olaylara insafla bakan bir
uzman araştırıcı, çağdaş uygarlık hareketine nasıl bir
Hıristiyanlı hareketi adını ve bu hareketin liderinin ve
bayraktarının nasıl Hz. İsa olduğunu ileri sürebilir? O Hz.
İsa ki, sadece ruh ile ilgilendiğini, bedenlerle
uğraşmadığını, devlet ve siyasetle işi olmadığını açıkça
söylüyor.
Ama İslâm'a gelince, o insanları topluluk
içinde yaşamaya, dayanışmaya çağırıyor; insan toplumunun ve bu
toplumu oluşturan fertlerin bütün yönlerini tasarruf alanı
içine alıyor. Acaba batılı araştırmacıların bu görmezden
gelmeleri, bu ihmalkârlıkları, sırf İslâm'ın nurunu söndürmek
(oysa yüce Allah mutlaka nurunu tamama erdirecek), onun
kalplerde yanan ateşini zulüm ve düşmanlık tutumu ile
söndürerek onu parçalanmış, birbirinden kopuk nesillerden
başka hiçbir eseri olmayan kuru bir kimlik yaftasına çevirmek
için değil midir?
Kısacası İslâm, insanları mutluluğa ve
temiz hayata yöneltmeye elverişli olduğunu ispat etmiştir.
Durumu bu olan bir sistem, insanlık hayatına uyarlanması
mümkün olmayan bir faraziye diye adlandırılamaz. Günün birinde
dünyanın yönetim dizginlerini ele geçirmekten ümidini kestiği
de ileri sürülemez. Amacı gerçek insan mutluluğu olmasına
rağmen onun hakkında böyle bir hüküm verilemez.
"İnsanlar bir tek ümmet
idi..." (Bakara, 213)
ayetinin açıklaması sırasında şunları söylemiştik: Evrensel
varlıkların durumlarına ilişkin derinlemesine araştırmalar
bizi şu sonuca ulaştırıyor: İnsan türü gayesine ulaşacak,
ulaşabileceği son noktaya varacaktır. Bu son nokta dünyada
İslâm'ın gerçek veçhesi ile kâmil anlamda ortaya çıkması ve
insan toplumunun yönetim dizginlerini tam olarak ele
geçirmesidir.
Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de bu görüşün
uygulamaya yansıyacağını İslâm'a vaadetmiştir. O şöyle
buyuruyor: "Allah öyle
bir topluluk ortaya çıkaracak ki, Allah onları sevdiği gibi
onlar da O'nu severler; bunlar müminlere karşı alçak gönüllü,
kâfirlere karşı onurludurlar. Allah yolunda cihad ederler ve
Allah yolunda hiçbir kınayanın kınamasından çekinmezler..."
(Mâide, 54)
Başka bir ayette de şöyle buyuruyor:
"Allah, aranızdaki iman
edip salih ameller işleyenlere, kendilerini tıpkı daha önceki
müminler gibi yeryüzünde egemen kılacağını, kendileri için
seçtiği dinlerini yerleşik kılıp sağlamlaştıracağını ve onları
korkularından sonra güvenliğe dönüştüreceğini vaadetti. Çünkü
onlar bana kulluk ederler, hiçbir şeyi bana ortak
koşmazlar..." (Nûr,
55)
Başka bir ayette de şöyle buyuruyor:
"...ancak salih kullarım
yeryüzünün vârisleri olabilirler..."
(Enbiyâ, 55)Bu anlamı
taşıyan başka ayetler de vardır.
Ortada bu araştırmacıların
araştırmalarında göz ardı ettikleri başka bir nokta var ki, o
da şudur: İslâm toplumunun yegane prensibi, nazariyatta ve
pratik davranışlarda hakka uymaktır. Çağdaş uygarlığı
benimsemiş toplumun prensibi ise, çoğunluğun görüşüne ve
isteğine uy-maktır. Bu iki prensip, oluşmuş toplumlarda amaç
farklılığı gerektirir. Buna göre, İslâmî toplumun amacı akla
dayalı gerçek mutluluktur. Bunun anlamı şudur:
İnsan, güçlerinin gereksinimleri
konusunda dengeli bir tutum benimseyerek cismin arzularına,
onu Allah'ı ibadet yolu ile bilmekten ve tanımaktan
alıkoymayacak miktarda cevap verecektir. Cismin arzularına
verdiği cevap, kendisini Allah'a ulaştırmaya hazırlayıcı bir
geçiş olacaktır. İnsan mutluluğu, bütün güçlerinin mutluluğunu
sağlayan bu amaca varmakla mümkündür. Büyük huzur da bundadır.
(Gerçi biz bunu bu gün tam olarak kavrayamıyoruz. Çünkü
tutarlı bir İslâmî terbiyeye sahip değiliz.)
Bundan dolayı İslâm, kanunlarını hakka
bağlılık fıtratı üzerine yaratılmış olan aklın gereklerini
gözetme esası uyarınca ortaya koymuştur. Aklıselimi bozacak
şeyleri ısrarla yasaklamıştır. Davranışların, ahlâkın ve temel
inançların, bunların hepsinin uygulama garantisini toplumun
sırtına yüklemiştir. Bu yükümlülüğü hükümetin ve İslâmî
yönetimin gözeteceği siyasî, cezaî ve başka icraatlara ek
olarak getirmiştir.
Bu durum, insanların genel arzusuna
hiçbir şekilde uymaz. Hem zenginler, hem de yoksullar
tabakasında görülen arzulara ve ihtiraslara bu acayip dalış,
onların bu sisteme boğun eğmesini engeller. Bu sistem
insanların haz alma, oyalanma, saldırganlık ve canavarlık
konusunda özgürlüklerini kısıtlar. Bu sistem ancak ısrarlı bir
uğraşmadan sonra insanların genel arzusuyla uyum sağlayabilir.
Bu uğraşı çağrıyı yayma ve terbiyeyi yaygınlaştırma
konularında verilmelidir. Aynı zamanda bu uğraşı, elde
edilmeleri için insanın kesin gayretine, yeterli uzmanlığına
ve sürekli dikkatine muhtaç olduğu yüksek düzeyli işler için
gösterilen gayret ölçüsünde olmalıdır.
Mevcut uygar toplumun amacı ise, maddî
yarar sağlamaktır. Açıktır ki, bundan içgüdülerin eğilimli
olduğu duygusal hayat ortaya çıkar. Bu hayat aklın hak gördüğü
ile ister uyuşsun, ister uyuşmasın. Daha doğrusu bu hayat
gayesinde, sadece amacına ters düşmediği durumlarda akla
uyulur.
Bundan dolayı kanunların konması ve
yürütülmesi, toplum çoğunluğunun ve bu çoğunluğun içgüdüsel
eğilimlerinin isteklerine uyuyor ve sadece eylemlere ilişkin
kanun maddelerinin işlemesi garanti oluyor. Ahlâk ve temel
inançların ise, hiçbir işletilme güvencesi olmuyor. İnsanlar
isterlerse bunları benimseyip onlara uyuyor, isterlerse onlara
uymuyor. Yalnız eğer kanun ile uygulamada üst üste
çakışırlarsa, o zaman yaptırım gücü kazanırlar.
Bunun kaçınılmaz sonucu, durumu böyle
olan bir toplumun arzusuna uygun düşen şehevi rezillikleri
alışkanlık hâline getirmesi ve neticede dinin çirkin gördüğü
şeylerin bir çoğunu güzel sayması, kanunî özgürlüğü koz alarak
ahlâkî erdemlerle ve yüce inanç ilkeleri ile alabildiğine
oynamaktır.
Böyle bir durumun kaçınılmaz sonucu da
düşünce türünün akıl yolundan çıkarak duygu ve içgüdü
mecrasına girmesidir. Böylece akıl yolundayken kötü ve iğrenç
olan kimi davranışlar içgüdülerin ve duyguların mecrasına
girilince takva olurlar; delikanlılık, mertlik ve iyi ahlâk
adını alırlar. Avrupa'da delikanlılar arasında, erkekler ile
evli ve bakire kadınlar arasında, kadınlar ile köpekler
arasında, erkekler ile evlâtları ve yakınları arasındaki çoğu
ilişkiler ile törenlerde, dans partilerinde ve diğer yerlerde
yapılan ve din terbiyesi almış bir kimsenin ağza alamayacağı
ahlâksızlıklar gibi.
Böyle kimselere din yolunun âdetleri
garip, acayip ve gülünç gelirken dinin bakış açısı ile garip,
acayip ve gülünç olan şeyler onlara normal gelebilir. Bütün
bunlar farklı yola koyulan düşünce ve idrak türünün
farklılığından kaynaklanır. Senin de anladığın gibi bu
duygusal sistemde akıl ve düşünceden ancak, maddeden
yararlanma ve haz duyma yolunu aştığı kadar yaralanılır. Bu,
hiçbir şeyin karşı duramayacağı, hiçbir şeyin
engelleyemeyeceği tek gayedir. Bu gayeyi ancak onun türünden
olan bir başka gaye engelleyebilir. Bu yüzden sen yürürlükteki
kanun maddeleri arasında intihar, düello ve benzeri
uygulamalara rastlarsın. Yani toplumun arzuları ve güdüleri
ile çatışmadıkça, insan nefsi istediğini, arzu ettiğini
yapabilir!
Bu farklılığı iyi düşündüğün takdirde,
batıdaki toplum sisteminin neden insanlık camiasının zevkine
dinî toplum sisteminden daha uygun geldiğini açıkça anlarsın.
Yalnız hatırlatmak gerekir ki, insanın içgüdülerine uygun
sistem sadece batı uygarlığının sistemi değildir ki, sırf bu
yüzden tercih edilsin. Eski çağlardan zamanımıza kadar
müntesipleri arasında uygulanan bütün geleneksel sistemler
ilkel olan göçebelik sisteminden uygar olanına kadar hepsi,
ilk kez hak dinin çağrısına muhatap olan insanlar tarafından
dine tercih edilmekte ortak özelliğe sahip olmuşlardır. Çünkü
o insanlar madde putperestliğine boyun eğmişlerdir.
Eğer iyi irdelersen görürsün ki, mevcut
batı uygarlığı eski putperestlik sistemlerinin karmasından
başka bir şey değildir. Yalnız bu çağdaş putperestlik
ferdilikten toplumsallığa ve basitlik aşamasından sanatsal
inceliğe dönüşmüştür.
Az önce İslâm sisteminin içgüdülere
uymaya değil, hakka uymaya dayandığını söylemiştik. Bu ilke,
Kur'an'ın açıkladığı mesajların en be-lirginlerinden biridir.
Yüce Allah şöyle buyuruyor.
"Peygamberini hidayet ve
hak din ile gönderen O'dur."
(Tevbe, 33)
"Allah hak ile hüküm
verir." (Mü'min, 20)
Yüce Allah müminleri
"Onlar hakkı birbirlerine tavsiye ederler."
(Asr, 3)diye tanıtıyor.
Başka bir ayette şöyle buyuruyor:
"Biz size hak ile geldik.
Fakat çoğunuz haktan hoşlanmıyorsunuz."
(Zuhruf, 78) Yüce Allah,
bu ayette hakkın çoğunluğun içgüdüleri ve arzuları ile
uyuşmadığını açıkça ifade ediyor.
Başka bir ayette yüce Allah, çoğunluğun
arzularına uymanın gereğini reddederek ve öyle davranmanın
fesada sebep olacağını vurgulayarak şöyle buyuruyor:
"Hayır; o (Peygamber)
kendilerine hakkı getirmiştir. Onların çoğu ise, haktan
hoşlanmamaktadırlar. Eğer hak onların havâ ve heveslerine
uymuş olsaydı, gökler, yeryüzü ve bu ikisinde bulunan
varlıklar fesada uğrardı. Tersine biz onlara zikir (öğüt veya
şeref)lerini getirdik. Onlar ise, kendi şereflerinden yüz
çeviriyorlar."
(Mü'minun, 70-71) Olayların akışı ve günden güne
fesadın birikmesi, yüce Allah'ın bu ayetteki açıklamasını
doğruluyor.
Yüce Allah başka bir ayette de şöyle
buyuruyor: "Artık
haktan sonra sapıklıktan başka ne var? Nasıl gerçeklerden
saptırılıyorsunuz?"
(Yûnus, 32) Bu ve buna yakın anlamdaki ayetler pek
çoktur. Eğer bu konuda daha çok bilgi edinmek istiyorsanız,
Yûnus suresine başvurunuz. Çünkü yüce Allah o surede "hak"
kelimesini yirmi küsur kez zikrediyor.
"Çoğunluğa uymak, tabiatta da geçerli bir
kanundur" sözüne gelince, hiç kuşkusuz tabiat etki bakımından
çoğunluğa uyar. Ancak bu, hakka uymak zorunluluğu ile
çelişecek ve onu geçersiz kılacak nitelikte değildir. Çünkü
bunun bizzat kendisi hakkın bir somut örneğidir. O hâlde
kendisini geçersiz kılması nasıl düşünülebilir?
Bunun açıklanması için bu bir kaç
noktanın aydınlatılması gerekir:
Birincisi; insanın ilmî ve amelî
inançlarının kökleri olan dış gelişmeler, oluşumlarında ve
değişme bölümlerinde sebep-sonuç düzenine bağlıdır. Bu,
sürekli ve değişmez bir düzendir. İstisna kabul etmez. İlim ve
nazariye alanlarında uzmanlaşmış bilginler bu konuda görüş
birliğinde oldukları gibi daha önce belirtildiği üzere Kur'an
da buna şahitlik ediyor.
Dış dünyadaki gelişmelerin sürekliliğinde ve değişmezliğinde
sapma olmaz. Hatta çoğunlukla meydana gelmeleri kural sonucu
olan olaylarda, çoğunlukla vuku bulma hâli sürekli ve
değişmezdir. Meselâ bütün durumlarına kıyasla çoğunlukla ısı
meydana getiren ateşin, bu çoğunlukla ısı meydana getirme
durumu, onun sürekli bir etkisidir. Diğer olaylarda da durum
budur. İşte bu haktır.
İkincisi; insan, fıtratı gereği şu
ya da bu şekilde dış dünya kaynaklı ve objektif olarak bulduğu
şeye uyar. Böylece o fıtratı uyarınca hakka uyar. Hatta kesin
bilginin varlığını inkâr eden bir kimseye, içinde tereddüt
uyandırmayan bir bilgi sunulduğu takdirde bu bilgiyi karşı
koymadan kabul eder.
Üçüncüsü; öğrendiğin gibi hak,
insanın inançlarında kabul ettiği ya da davranışlarında uyduğu
dış dünya kaynaklı bir husustur. İnsanın görüşü ve idraki ise,
sadece hakka ulaşmaya yarayan bir araçtır. Ayna ile aynaya
yansıyan cisim arasındaki ilişki gibi.
Bu üç noktayı kavrayınca açıkça anlarsın
ki, tabiatta sürekli veya -süreklilik ve değişmezlik
ilkelerine dayalı olan- çoğunlukla meydana gelme hâli demek
olan hakikat, sürekli olarak veya çoğunlukla meydana gelen dış
kaynaklı olayın niteliğidir, yoksa bu olaya ilişkin bilginin
ve idrakin sıfatı değildir.
Başka bir ifade ile hakikat bilginin
değil bilinen şeyin sıfatıdır. Dış dünyadaki sürekli olarak ve
çoğunlukla meydana gelme hâli de bir yönü ile hak kapsamına
girer. Çoğunluğun görüşlerine, inançlarına ve kanaatlerine
gelince, bunlar azınlıktakiler karşısında her zaman hak
olmazlar. Dış dünyaya uydukları zaman hak olurlar, uymadıkları
zaman ise hak olmazlar. O zaman insanın onlara boyun eğmesi
yerinde olmaz. Zaten eğer insan dış dünyada olanın farkında
olursa, bununla bağdaşmayan çoğunluk görüşüne uymaz.
Meselâ sen eğer bir şeyin doğru
olduğundan emin olursan da bütün insanlar sana o konuda ters
düşerse, doğal olarak insanların görüşlerine boyun eğmezsin.
Eğer böyle bir konuda insanlara uyar gibi görünürsen korktuğun
için, utandığın için veya başka bir sebepten dolayı onlara
uyar görünürsün. Yoksa insanların o görüşü, uyulması gereken
hak bir görüş olduğu için ona uyar görünmezsin. Çoğunluğun
görüşünün uyulması gerekli bir hak olmasının gerekli
olmadığına ilişkin en güzel açıklama yüce Allah'ın
"Hayır; o (Peygamber)
kendilerine hakkı getirmiştir. Fakat onların çoğu, haktan
hoşlanmamaktadır."
(Mü'minun, 70) buyruğudur. Eğer çoğunluğun bütün
görüşleri hak olsaydı, ayette sözü edilen çoğunluğun hakkı
hoşnutsuzlukla karşılamaları, ona karşı çıkmaları mümkün
olmazdı.
Bu açıklama, çoğunluğa uymayı doğal
sisteme dayandırmanın yanlışlığını ortaya koyuyor. Çünkü bu
sistem bilginin ve düşüncenin kendisinde değil, bilginin
ilişkili olduğu dış dünyada geçerlidir. İnsanın bu sistemden
iradesinde ve davranışlarında uyduğu husus, çoğunluğun
inandığı şey değil, dış dünyadaki meydana gelmeye ilişkin
çoğunluktur. Yani insan davranışlarını ve eylemlerini "genelde
iyi olan" ilkesine dayandırır.
Kur'an yasal hükümlerinde ve bu
hükümlerle ilgili maslahatlarda bu ilkeyi gözetir. Nitekim
yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Allah sizi zora koşmak
istemiyor. Sadece sizi temizlemek, size yönelik nimetini
tamama erdirmek istiyor ki, şükredesiniz."
(Mâide, 6)
"Oruç size farz kılındı.
Tıpkı sizden öncekilere farz kılındığı gibi. Umulur ki
sakınırsınız."
(Bakara, 183)Bunlar dışında da ortaya konan hükümlerin
çoğunlukla uygulana gelmişlik gerekçesine dayandığını içeren
başka ayetler vardır.
"Mevcut uygarlık gelişmiş ülkelere
toplumsal mutluluk sağladı. Fertleri toplumun onaylamadığı
çirkinliklerden temizleyip arındırdı." iddiasına gelince, bu
söz doğru olmayan ve yanılgılarla karışık bir sözdür.
Öyle sanıyorum ki, böyle diyenlerin
toplumsal mutluluktan kastettikleri şey toplumun insan sayısı,
güç ve maddî kaynaklardan yararlanma alanındaki gelişme
bakımından üstün oluşudur. Oysa birçok kere yaptığımız
tekrarlardan öğrenmiş olmalısın ki, İslâm böyle bir
gelişmişliği mutluluk saymaz.
Açık delillere dayalı incelemeler de,
İslâmiyet'in bu yaklaşımını teyit eder. İnsana özgü mutluluk,
ruh ve bedenin birlikte mutluluğundan meydana gelir. Bu
mutluluk, insanı maddî nimetlerle nimetlendirir ve onu ahlâkî
erdemlerle ve gerçek ilâhî marifetle donatır. İnsanın hem
dünya hayatındaki, hem ahiret hayatındaki mutluluğunu ancak
böyle bir formül garantiye bağlayabilir. Ruh mutluluğunu göz
ardı ederek sadece maddî hazlara dalmaya gelince bu, İslâm'ın
gözü ile sadece bedbahtlıktır.
Bizdeki düşünürlerin gelişmiş milletlerin
fertlerinde gördükleri doğruluk, dürüstlük, güvenirlik,
mertlik gibi iyiliklere duydukları hayranlığa gelince, bu
konuda onlara gerçekten uzak bir yanılgı içindedirler. Çünkü
bizim doğulu araştırmacıların düşünürlerinin büyük çoğunluğu
toplumsal düşünmeyi gerçekleştiremiyor. Onlar ferdî
düşünüyorlar. Şöyle ki, eğer içimizden biri kendini ısrarla
her şeyden bağımsız bir varlık olarak görürse, gerçek bunun
tersi olduğu hâlde şahsının bağımsızlığını ortadan kaldıracak
nesnel ilişkilerden kendini soyutlanmış farz ederse, sonra da
hayatında sadece kendine çıkar sağlamayı ve kendine
gelebilecek zararı başından savmayı düşünürse ve yalnız
kendisi ile meşgul olursa, başkasını kendisi ile karşılaştırır
ve onun hakkında da kendisi için geçerli gördüğü türden bir
bağımsızlığın varlığına hükmeder.
Adamın verdiği bu hüküm -eğer doğru
olursa- sadece bu tür bir düşünce tarzını benimsemiş kimseler
hakkında doğru olabilir. Buna karşılık toplumsal düşünce
tarzını benimseyen kimseler de vardır. Bu düşünce tarzını
benimseyen kimse sırf kendini göz önüne almaz. Kendini
toplumun bağımlı ve ayrılmaz parçası görür. Kendi çıkarlarını
toplumsal çıkarların bir parçası kabul eder. Toplumun
iyiliğini kendi iyiliği ve toplumun kötülüğünü kendi kötülüğü
sayar. Toplumun her hâlini ve niteliğini kendi hâli ve
niteliği bilir. Böyle bir insanın düşünce tarzı deminki
örnekten farklıdır. Onun başkaları ile ilişkisi sadece
toplumunun dışındakiler ile söz konusudur. Kendi toplumunun
parçaları ile uğraşmak onun önem ve değer verdiği bir iş
değildir.
Vereceğimiz örnekle bu söylediklerimizi
açıklığa kavuşturmak istiyoruz: İnsan çeşitli organlardan ve
güçlerden oluşmuş bir bütündür. Bunların hepsinin oluşturduğu
bütün ona gerçek bir birlik kazandırır ki, biz bu bütüne insan
adını veriyoruz. Bu bütün, parçaların tümünün bizzat ve fiili
olarak insan bağımsızlığı altında yok olmalarını sağlar.
Meselâ göz, kulak, el ve ayak insan için görür, işitir, tutar
ve yürür. Bunların hepsi eylemlerinden insanın o eylemden
aldığı haz çerçevesinde haz alırlar. Bu organların ve güçlerin
her birinin gayesi, bu organların sahibi olan insanın ilişki
kurmak istediği dış dünya ile ilişki kurmaktır. Bu ilişki
ister iyilik, ister kötülük olsun. Meselâ göz veya kulak ya da
el veya ayak sadece bu organların sahibi olan insanın iyilik
veya kötülük yapmak istediği insana iyilik ya da kötülük
yapmak isterler. Bu organların ve güçlerin tek insanlık
sancağı altında olmalarıyla birlikte birbirlerine kötülük
ettikleri ya da birbirlerine zarar verdikleri ender olarak
görülür.
Bu örnek, toplumsal tek bir seyir izleyen
insanın parçalarının durumudur. İnsanların oluşturduğu
toplumun fertleri toplumsal düşünceye sahip oldukları takdirde
o fertlerin durumu da bu örnekteki gibidir. O fertlerin salih
olmaları, muttaki olmaları, bozguncu olmaları, suçlu olmaları,
iyi ya da kötü olmaları toplumlarının bu sıfatlarla ilgili
durumlarına bağlıdır. Eğer toplumlarının tek kişilik sahibi
olduğu farz edilirse, bu böyledir.
Mezhep ya da ırk taassubunun toplumsal
düşünce tarzını benimsemeye sürüklediği milletler ve kavimler
hakkında, Kur'an'ın verdiği hüküm bu ilke doğrultusundadır.
Yahudiler, Araplar ve geçmişte yaşamış başka bazı milletler
gibi. Kur'an'ın bu milletlerin yeni nesillerini, eski
atalarının suçları sebebi ile hesaba çektiğini, yaşayan
kuşakları bu gerekçe ile azarladığını, eskilerin ve ölülerin
davranışları yüzünden şimdikileri kınadığını görürsün. Bütün
bunların sebebi şudur: Toplumsal düşünceyi benimsemiş fertler
hakkında bu hüküm haklıdır. Kur'an'da bu nitelikte çok sayıda
ayet vardır. Onları aktarmayı gerekli görmüyoruz.
Evet; insaflı tutum şunu gerektirir: Eğer
böyle bir toplumda iyi fertler varsa bunların hakkını
çiğnememek gerekir. Böyle iyi kimseler kötü toplumun fertleri
arasında yaşıyorlar ve onlarla sosyal ilişkilerde
bulunuyorlarsa da, kalpleri bozuk düşünceler ile kirlenmemiş
ve bu tür toplumların içine işleyen yaygın hastalıklara
kapılmamış ve şahısları o toplumun iskeletinde ve bünyesinde
fazlalık gibi duruyor. Zaten Kur'an da herkesi azarlayan
ayetlerinde bu ilkeyi gözeterek salihleri ve iyileri genelden
hariç tutuyor.
Bu anlattıklarımızdan ortaya çıkıyor ki,
gelişmiş ve uygar toplumların fertleri hakkında diğer
milletlerin fertleri ile karşılaştırarak vereceğimiz iyi veya
kötü hükümleri, o fertlerin aralarındaki ilişkilere,
karşılıklı tutumlarına ve iç yaşantılarına dayandırmak doğru
değildir. Tersine bu fertlere ilişkin hükümleri, diğer zayıf
milletlere yönelik tutumlarında ve dünyadaki öbür toplumsal
kişilikler ile olan canlı ilişkilerinde ortaya çıkan toplumsal
şahsiyetlerine göre vermek gerekir.
Bir toplumun iyi veya kötü, mutlu veya
bedbaht olduğu konusunda hüküm verirken gözetilmesi ve ölçü
kabul edilmesi gereken ilke işte budur. Araştırmacılarımız bu
yolu izlemelidirler. Sonra isterlerse, o toplumlara hayran
olsunlar, isterlerse de onların yaptıklarına hayret etsinler.
Hayatım hakkı için söylüyorum ki, eğer
derin düşünceli bir araştırmacı Avrupalıların sanayi
devriminden günümüze kadar uzanan toplumsal hayatlarının
tarihini incelerse, onların kendileri dışındaki zayıf
milletlere ve kuşaklara karşı uyguladıkları politikaları
derinliğine irdelerse, hiç tereddüt etmeden şunları görür: Bu
batılı toplumlar insanlık için merhamet ve iyi niyetle dolu
gibi görünürler. İnsanlığa hizmet yolunda, onlara özgürlük
vermek için, hakkı çiğnenen mazlumların elinden tutmak,
kölelik ve tutsaklık sistemini kaldırmak için canlarını ve
mallarını feda ettiklerini söylerler.
Fakat dikkatli araştırıcı görür ki, onlar
yeryüzünün zavallı, zayıf milletlerini kendilerine köle
etmekten başka bir gayeleri yoktur. Bulabildikleri her yolu
kullanarak ellerinden geldiği her yere el atarak bu gayelerini
gerçekleştirmeye çalışırlar. Bir gün silâh zoru ile, bir gün
sömürgeleştirme yolu ile, bir gün müstemleke edinerek, bir gün
yönetimi kontrol altına alarak, bir gün ortak çıkarları koruma
adına, bir gün bağımsızlığı koruma adına, bir gün barışı
koruma ve ona yönelik tehditlere karşı koyma adına, bir gün
yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalan yoksul zümrelerin
haklarını savunma adına, kısacası her gün bir adla hep o
gayelerini gerçekleştirmeye çalışırlar.
Sağlıklı insan fıtratı, durumu böyle olan
toplumlara iyi demeye, onlara mutluluk sıfatını yakıştırmaya
razı olamaz. Dinin hükmüne, vahyin ve nübüvvetin yargısına
göre mutluluk kavramının taşıdığı anlam göz ardı edilse bile
söz konusu toplumlara iyi gözle bakılmaz.
İnsan tabiatı bütün fertlerini, birtakım
imkânlarla eşit biçimde donattıktan sonra bu fertlerinde,
bazılarına diğerleri üzerinde onların kanlarını, mallarını ve
namuslarını mubah sayacak şekilde egemenlik kurmalarına nasıl
izin verebilir? Bu fertlerin diğerlerinin hayatları ve
varlıkları ile oyun oynamalarına, eski çağ insanlarının bile
karşılaşmadığı ve katlanmadığı şekilde idrakleri ve iradeleri
üzerinde tasarrufta bulunmalarına nasıl zemin hazırlar?
Bütün bu anlattıklarımızda, bu saldırgan
milletlerin tarihleri ile mevcut nesillerin onların ellerinden
gördükleri eziyetlerin belgeli ispatlarına dayanıyoruz. Eğer
bu toplumların durumu mutluluk ve iyilik ise, bu iyiliğin ve
mutluluğun anlamı tahakküm ve sınırsız serbestlik olmalıdır.
6- İslâm Toplumunun Oluşumu ve Yaşaması Neye Dayanır?
Hiç şüphesiz niteliği ne olursa olsun her
toplum dağınık fertleri arasında ortak olan bir gayenin
varlığı ile gerçekleşir, ortaya çıkar. Bu gaye, toplumun her
tarafına yayılarak ona bir tür birlik kazandıran tek ruhtur.
Bu ortak gaye, ortak amaç, dinî olmayan temeller üzerinde
kurulmuş toplum türlerinde, sadece insanın dünya hayatı
gayesidir. Fakat bu hayat ortaklaşa bir hayat olmalı,
bireyselliğe dayalı olmamalıdır. Ortaklaşa hayat, maddî
hayatın ayrıcalıklarından toplu hâlde yararlanmak demektir.
Toplumsal yararlanma ile bireysel
yararlanma arasında özellik bakımından şu fark vardır: İnsan
eğer tek başına yaşayabilse, her tür yaralanmada tamamen
serbest olur. Karşısına ne karşı çıkan ve ne denetleyici
bulunur. Sadece bazı organik sistemlerinin diğer bazılarına
karşı koyduğu sınırlamalarla karşı karşıya kalır. Meselâ böyle
bir kişi içinde yaşadığı havanın tümünü soluyamaz. Çünkü
istese bile bu hava akciğerlerine sığmaz. Yine bu kişi
sınırsız miktarda besin maddesi yiyemez. Çünkü sindirim
sistemi buna dayanamaz. Adamın bazı organları ve güçleri
diğerleri ile karşılaştırıldığında durumu budur. Kendisi gibi
bir başka insana göre durumuna gelince, eğer yararlandığı
maddî imkânlar üzerinde bir ortağı olmadığını farz edersek,
çalışma alanının daralmasını, herhangi bir eyleminin ya da
davranışının daralmasını gerektiren bir sebep olmaz.
Bu durum toplum içinde, toplum alanında
yaşayan insan için böyle değildir. Çünkü toplum içinde yaşayan
insan eğer iradesinde ve hareketlerinde tamamen serbest olsa,
bu durum yaşam kargaşasına ve insan türünün helâk olması ile
sonuçlanacak karşılıklı bir iticiliğe ve çatışmaya yol açar.
Bu konuda nübüvvet ile ilgili incelememizde geniş açıklama
yapmıştık.
İşte
toplumda kanun hükümetinin iş başında olmasını gerektiren
yegâne sebep budur. Fakat barbar toplumlar bu kanun hükümetini
orta-ya çıkarma gereğinin düşüncesine ve görüşüne varamazlar.
O tür toplumların fertleri arasında çatışma ve vuruşma
gelenekleri geçerli olur. Bunlar sonucunda bu tür toplumların
bütün fertleri, toplumlarını bir dereceye kadar koruyacak bazı
tedbirlere uymak zorunda kalırlar. Fakat bu tedbirler sağlam
bir temele dayanmadıkları için çiğnenmeye ve ortadan kalkmaya
maruzdurlar. Sık sık değişirler ve yürürlükten kalkarlar.
Fakat uygar toplumlar uygarlık ve kültür
dereceleri oranında sağlam temellere dayanırlar. Bu tür
toplumlar bu sağlam yapıları sayesinde toplumdaki iradeler ve
davranışlar arasındaki çelişkileri ve çatışmaları ortadan
kaldırırlar. Bunun için iradeleri ve davranışları
sınırlamalara ve kayıtlara bağlayarak aralarında denge
kurarlar. Sonra da kanunun sözünü yürürlüğe koyma teminatı ile
donatılan gücü ve iktidarı bir merkezde yoğunlaştırırlar.
Buradan şu üç sonuç çıkıyor.
Birincisi: Gerçek kanun,
insanların iradelerini ve davranışlarını dengelemeye yarayan
bir tedbirdir. Bu dengeyi ise, getirdiği sınırlamalarla
insanlar arasındaki engellemeleri ve çatışmaları ortadan
kaldırarak sağlar.
İkincisi: Kanunun egemen olduğu
toplumların fertleri kanun ötesinde özgürdürler. İnsanın
bilinçle ve irade ile donanmış olması, dengeleme sağlandıktan
sonra böyle olmasını gerektirir. Bundan dolayı zamanımızın
kanunları ilâhî bilgilere ve ahlâka dokunmaz. Bu iki önemli
kurum, kanunun onlara yönelik tasavvuru uyarınca tasavvur
ediliyorlar. Bunun sonucu olarak bu iki kurum, bağlılık hükmü
çerçevesinde kanunla uyuma ve uzlaşmaya giriyorlar. Bu
bağımlılığın gereği olarak er veya geç görünüşte kalan
törenlere dönüşerek manevî saflıklarını kaybediyorlar.
Gözlemlediğimiz siyasetin din ile
oynamasının sebebi de budur. Bir gün siyaset dine son veriyor,
onun başını eziyor, başka bir gün ona yönelerek itibarının
yükselmesi konusuna aşırı önem veriyor. Başka bir gün
ilişkisini keserek onu kendi hâlinde bırakıyor.
Üçüncüsü: Bu yol kesinlikle
eksiklikten ve aksaklıktan kurtulamaz. Çünkü gerçi kanunun
icra güvencesi bir ya da bir kaç fertte odaklaşan iktidara
yüklenmiştir; ama sonuç itibarı ile onun icra edilme garantisi
yoktur. Şu anlamda icra garantisi yok ki, eğer iktidar ve
egemenlik kaynağı haktan sapar da türün türe karşı
egemenliğini şahsının türe karşı egemenliğine dönüştürürse ve
kanun sistemi alt-üst olursa, ortada böyle bir zorbayı zorla
frenleyecek ve kendisini tekrar adalet yoluna koyacak bir güç
yoktur.
Bu söylediklerimizin zamanımızda
gördüğümüz birçok örnekleri vardır. Zamanımız kültür ve
uygarlık zamanı olduğu hâlde bu olumsuz örnekler görülüyor.
Tarihte yaşanan bu tür örnekler ise sayısızdır. Bu aksaklığa
bir başka aksaklığı da eklemek gerekir ki, o da zaman zaman
kanunun icra gücünden gizli olarak çiğnenmesi veya kanunun
çiğnenmesi olayının icranın güç alanı dışına çıkmasıdır.
(Sözümüzün başına dönelim.)
Sözün kısası, uygar toplumları tek bir
gaye birleştirir. Bu gaye dünya hayatının ayrıcalıklarından
yararlanmaktır. Onlara göre mutluluk budur. Fakat İslâm'a
gelince, onun görüşüne göre insanlığın hayatı, maddî dünya
hayatından daha geniş çerçevelidir. Onun hayat çerçevesine
asıl hayat olan ahiret hayatı da dahildir. Yine İslâm'ın
görüşüne göre bu hayatta sadece ilâhî marifet işe yarar ki bu,
bütünü ile tevhit ilkesine havale edilmiştir. Yine İslâm'a
göre bu ilâhî marifet sadece iyi ahlâkla ve insan benliğinin
her türlü rezillikten arındırılması ile korunabilir.
Yine İslâm'a göre bu iyi ahlâkın tam ve
kâmil anlamda gerçekleşmesi, Allah'a kulluk etmeye, O'nun
rübubiyetinin gereklerine boyun eğilmesine ve insanlar arası
ilişkilerin toplumsal adalet ilkesine dayandırılmasına
bağlıdır. İslâm bu görüşte olduğu için insan toplumunun oluşum
temeli olan ve tevhit dininin bütünleşmesini sağlayan gayeyi
ele aldı, sonra da tevhit esasına dayalı olan kanunu ortaya
koydu. Bunları yaparken sadece fertlerin iradeleri ve
hareketleri arasında denge kurmakla yetinmedi. Bu dengeleme
çabasını ibadetlerle tamama erdirdi ve bunlara hak bilgilerle
erdemli ahlâkı ekledi.
Sonra bunların yürütme güvencesini,
birinci derecede İslâm hükümetinin omuzlarına, ikinci derecede
de toplumun omuzlarına yükledi. Toplum bu yükümlülüğünü, ilim
ve davranış bakımından sağlıklı eğitim vererek ve iyiliği
emredip kötülükten sakındırarak yerine getirecektir.
Bu dinin göze çarpan en önemli
özelliklerinden biri, bütün unsurları arasında tam bir birliğe
varan bir ilişkinin bulunmasıdır. Şu anlamda ki, tevhit ruhu
bu dinin benimsemeye çağırdığı iyi ahlâka yayılmış ve ahlâkın
ruhu, toplumdaki fertlerin yapmakla yükümlü oldukları
hareketlere dağılmıştır. İslâm dininin bütün unsurları tahlil
yo-lu ile tevhit ilkesine varıp dayanır. Tevhit ilkesi de
sentez yolu ile ahlâk ve amel (hareket) olur. Eğer tevhit
aşağı inerse, ahlâk ve amel olur; ahlâk ve amel de yukarı
çıktığında tevhit olur.
"Güzel söz O'na yükselir
ve iyi amel de onu yükseltir."
(Fâtır, 10)
Şöyle diyebilirsin: Uygar
ülkelerde kanunların karşılaşacakları aksaklıklar, meselâ
yürütme gücünün bu kanunları işletmemesinden veya bu gücün
farkında olmayacağı kanun çiğneme olaylarından doğan
aksaklıklar aynen İslâm için de geçerlidir. Bunun en açık
delili, hepimizin gördüğü din zayıflığı ve onun İslâm toplumu
üzerindeki egemenliğinin kaybolmasıdır. Bu da bir gün için
bile olsa kanunlarını insanlara dayatabilecek bir kimsenin
yokluğunu gösterir.
Cevap olarak şöyle derim: İster
ilâhî olsunlar, ister beşerî olsunlar, gerçekten bütün
kanunlar sadece insanların kafalarında varolan zihnî
tasarılardan ve kalplerde saklanan bilgilerden başka bir şey
değildirler. Kanunlar, ancak onlara yönelik iradeler sayesinde
uygulama alanına yansıyabilir ve somut görünürlük
kazanabilirler. Açıktır ki, eğer iradeler kanunlara karşı
gelirse, dış dünyada onlar uygulanma ortamı bulamazlar.
Kanunların uygulama ortamı bulabilmeleri için o ortamın
hazırlanmasına yönelik iradelere görev düşer. Kanunlar ancak
böylece ayak-üstü durabilirler.
Uygar ülkelerin kanunları, hareketleri
iradelere, yani çoğunluğun iradesine bağlamaktan öteye bir
şeye önem vermiyor. Arkasından bu iradeleri koruyacak şeye de
önem vermiyor. Bu durumda eğer fertlerin iradeleri canlı,
şuurlu ve etkili ise bu irade kanunu yürütür. Ama durum her
zaman böyle olmayabilir. Fertlerin vicdanlarında beliren bir
çökme veya toplumun yapısında meydana gelen bir yaşlanma
yüzünden bu irade canlılığını yitirip ölü hâle gelebilir. Ya
da eğlenceye, aşırı azgınlığa ve yararlanma çılgınlığına
daldığı için şuurunu ve idrakini kaybedebilir. Yahut toplum
iradesi canlı ve bilinçli olur, ama çoğunluğun iradesini zorla
ayaklar altına alan, üstün ve baskın bir zorba güç ortaya
çıktığı için etkinliğini kaybedebilir.
Gizli cinayetler gibi yürütme gücünün
haberdar olamayacağı olaylar ile etki alanın dışındaki olaylar
gibi yaptırım gücünün çerçevesine alamayacağı durumlar da
böyledir. Bütün bu durumlarda millet, kanunun uygulanması,
toplumun yozlaşmadan ve dağılmadan korunması yolundaki
özlemine kavuşamaz. İşte birinci ve ikinci dünya savaşlarından
sonra Avrupa toplumlarında görülen dağılmaların, bölünmelerin
başlıcaları, bu söylediklerimizin en güzel örnekleridir.
Bu kanunların çiğnenmesinin ve toplumun
bozulup dağılmasının tek sebebi toplumun, iradelerin güçlerini
ve egemenliklerini koruyan sebebe önem vermemiş olmalarıdır.
Bu sebep yüce ahlâktır. Çünkü irade, kalıcılığını ve hayatının
devamını uygun ahlâktan alır. Psikoloji ilmi bu gerçeği ortaya
koyuyor. Toplumda geçerli olan gelenekler sistemi eğer
istikrarlı olmazsa, eğer o toplumda uygulanan kanun yüksek
ahlâk temeline dayanmazsa, söz konusu toplum kökü yerden
kesilmiş dik duramayan bir ağaca benzer.
Bu konuda komünizmin ortaya çıkışını göz
önüne al. Komünizm, demokrasinin doğurduğu bir yavrudur. Onu
toplumdaki sosyal sınıflardan birinin aşırı israfı ile
diğerlerinin mahrumiyeti üretmiştir. O toplumlarda zulüm ve
insafsızlık noktası ile öfke, kin birikimi ve intikam duygusu
noktası arasında büyük bir mesafe meydana gelmişti. Birbiri
arkasından meydana gelen iki dünya savaşları da öyle. Şimdi
insanlık üçüncüsünün tehdidi altındadır. Bu savaşlar
yeryüzünün kargaşaya boğmuş, ekini ve nesli mahvetmiştir. Bu
savaşların tek güdüsü, büyüklük kompleksi, ahlâksızlık ve
ihtirastır. Bu hususu iyice kavramak gerekir.
Fakat İslâm yürürlükteki sistemini ve
uygulanacak kanunlarını ahlâk temeli üzerine kurdu ve
insanların bu alandaki eğitimine büyük bir önem verdi. Çünkü
hareketlerde uygulanan kanunlar ahlâkın güvencesinde ve
uhdesindedir. O gizli işlerinde, açık işlerinde, yalnızlığında
ve açıkta olduğu durumlarında hep insanla beraberdir. Görevini
yapar. Titiz bir gözetici polisin veya düzeni korumaya çalışan
herhangi bir gücün yapabileceğinden daha güzel bir şekilde
işini görür.
Evet. O ülkelerdeki genel eğitim
insanları iyi ahlâk üzerine yetiştirmeye önem veriyor, onları
ahlâklı olmaya teşvik ediyor, özendiriyor, bu yolda bütün
gayretini seferber ediyor; ama bu onlara hiçbir fayda
sağlamıyor. Bunun iki önemli sebebi var:
Birincisi şudur: Ahlâkî
rezilliklerin yegâne kaynağı, bir yanda maddî yararlanmadaki
israf ve aşırılık ile öbür yanda görülen mahrumiyettir.
Kanunlar bu alanda insanları tamamen serbest bırakıyorlar.
Bazılarına her şey verilirken diğerleri mahrum bırakılıyorlar.
Bu durumda insanları ahlâkî erdemlere çağırmak ve bunu teşvik
etmek iki zıt kutba yöneltilmiş bir çağrı veya iki zıt kutbu
bir araya getirmeyi istemek değil de nedir?
Üstelik o ülkelerin insanları daha önce
belirttiğimiz gibi toplumsal tarzda düşünüyorlar. Onların
toplumları sürekli biçimde ve gitgide artan şiddetle zayıf
toplumlar üzerinde baskı kurup onların haklarını çiğniyorlar,
onların ellerindeki kaynakları kendi çıkarlarına katıyorlar,
onların kendilerini köleleştiriyorlar, üzerlerindeki
tahakkümün çapını ellerinden geldiğince genişletiyorlar. Bu
bozukluğa rağmen iyiliğe ve takvaya yönelik çağrı çelişkili
bir çağrıdır ve her zaman sonuçsuz kal-maya mahkumdur.
İkinci sebep de şudur: Erdemli
ahlâk devamlı ve istikrarlı olabilmek için korunmasını,
yerleşik kılınmasını üstlenecek bir güvenceye muhtaçtır. Bu
güvence tevhit ilkesinden başkası olamaz. Yani şöyle bir
inanca sahip olmaktır: Bu âlemin bir tek ilâhı vardır. O'nun
güzel isimleri vardır. O, yaratıkları kemale ermeleri ve mutlu
olmaları gayesi ile yarattı. O iyiliği ve düzenliliği sever,
kötülüğü ve fesadı sevmez. O bütün insanları yargılamak ve
herkese hak ettiği karşılığı eksiksiz olarak vermek üzere bir
araya getirecektir. İyilik yapana iyi, kötülük yapana kötü
karşılık verecektir.
Besbelli ki, eğer ahiret gününe
inanılmazsa, arzulara uymayı engelleyecek ve nefsin doğal
hazları peşinden sürüklenmeyi engelleyecek köklü bir sebep
bulunmaz. Çünkü insan tabiatı kendi nefsinin arzularının
yerine gelmesini sağlar. Başkasının yararı, meselâ diğer bir
ferdin tabii istekleri umurunda değildir. Ancak başkasının
yararı şu ya da bu şekilde kendi arzusuna dönük olur ve onunla
çakışırsa, başkasının arzusunun gerçekleşmesini isteyebilir.
Bu noktayı iyi düşün.
Eğer bir insanın başka birinin
haklarından birini çiğnemekte çıkarı varsa ve onu bundan
alıkoyacak bir engel, bu yüzden kendisini cezalandıracak bir
yetkili, onu kınayacak ve azarlayacak bir kınayıcı yoksa, onu
suç işlemekten ve zulüm yapmaktan alıkoyacak ne engel
olabilir? Bu suç ve zulüm istediği kadar büyük olsun. Bu arada
bazı araştırmacıların yanlış değerlendirmeleri sonucunda
engelleyici olduğu sanılan bazı motifler var. Vatana bağlılık,
insan sevgisi, iyi övgü ve benzeri gibi. Bunlar birtakım kalp
kaynaklı heyecanlar ve iç duygulardır. Eğitim ve öğretimden
başka koruyucu bir sebebe sahip değildirler. Hiçbir
gerektirici sebebe dayanmazlar.
Buna göre onlar tesadüfi nitelikler ve
sıradan hususlardır. Onların ortadan kalkmalarına bir engel
yoktur. İnsan başkası için, o başkası kendi ölümünden sonra
rahat yaşasın diye niye kendini feda etsin. Ölmeyi yok olmak
olarak gören bir insan bunu niye yapsın? Güzel övgü
başkalarının dilinde olan bir şeydir. Kendini feda edene
şahsen yok olduktan sonra vereceği bir tat yoktur.
Sözün kısası basiretli düşünür şüphe
etmez ki, karşılığında kendisine hiçbir şey getirmeyen,
şahsına hiçbir çıkar sağlamayan bir mahrumiyete insan
girişmez. Bu durumlarda insana bazı vaatler sunulur, ona bazı
özlemler aşılanır. Arkada iyi bir ad bırakmak, sürekli güzel
övgü, dünya durdukça kalacak bir iftihar gibi. Bunlara kanmak
bir aldanma ve kandırılmadır. İnsanın duyguları ve heyecanları
coşar da öldükten ve şahsen yok olduktan sonra durumunun
ölmeden önceki durumu gibi olacağını, böylece hakkındaki
övgüleri duyacağını ve onlardan haz alacağını zanneder. Bu
aldatıcı bir kuruntudan başka bir şey değildir. Sarhoş bir
adam gibi. Sarhoş adam, duygularının coşması ile büyülenir ve
kendinden, ırzından, malından, değerli bildiği her şeyden ayık
ve akıllı zamanlarında girişemeyeceği fedakârlıklarda,
harcamalarda bulunur. O aklı başında olmayan bir sarhoş olduğu
için bu yaptıklarını cömertlik sayar, fakat aslında yaptığı
aptallık ve deliliktir.
Bu tökezlenmeler öyle tökezlenmelerdir
ki, insanın bunlardan kaçıp kurtulabilmesi için az önce
anlattığımız tevhit kalesinden başka sığınabileceği bir yer
yoktur. Bundan dolayı İslâm yürüyen yolunun bir parçası
yaptığı iyi ahlâkı, tevhit esası üzerine kurdu. Bu tevhidin
unsurlarından biri ahirete inanmaktır. Onun ayrılmaz sonucu
ise insanın nerede olursa olsun ve ne zaman olursa olsun
iyiliği benimsemesi ve kötülükten kaçınmasıdır. İster
bilinsin, ister bilinmesin; ister biri tarafından övülsün,
ister övülmesin; ister yapacağı harekete onu sürükleyen olsun,
ister onu yapmaktan alıkoyan olsun ya da ne sürükleyen ne de
alıkoyan bulunsun.
Çünkü onun yanında her şeyi bilen, olup
bitenleri kayda geçiren, yaptıkları sebebi ile herkesin
başında duran yüce Allah vardır. Önünde ise öyle bir gün var
ki, o gün herkes yaptığı her iyiliği ve işlediği her kötülüğü
karşısında bulur. Yine o gün herkes yaptıklarının karşılığını
mutlaka alır.
7- Akıl Mantığı ve Duygu Mantığı
Duygu mantığı, insanı dünya menfaatine
çağırır, ona doğru kışkırtır. Eğer bir davranışa menfaat eşlik
eder de insan bunu hissederse, duygu onu ateşler; onu uyarıp
hareket geçirmekte şiddetli coşkunluk gösterir. Ama insan eğer
bir davranışta menfaat hissetmez ise, duygu o konuda donuk ve
soğuk kalır. Akıl mantığı ise insanı hakka uymaya sevk eder ve
bunun insana en iyi şekilde faydalı olacağı görüşünde olur. Bu
davranışın beraberinde menfaat olduğunu hissetsin veya
etmesin, fark etmez. Çünkü Allah katındaki ödül daha hayırlı
ve daha süreklidir. Şimdi duygu mantığı ile akıl mantığını
karşılaştırmamıza yarayan iki örnek verelim. Ünlü muallaka
şairi Antere'nin şu beyti duygu mantığına örnektir.
"Nefsim ne zaman coşar ve taşarsa ona
derim ki / Yerinde dur. Ya övülür ya rahatlarsın."
Şair şunu demek istiyor: Nefsim, savaşın
sarsıcı ve korkunç sahnelerinde ne zaman sarsılırsa, ona şöyle
diyerek kendisini sakinleştirmeye çalışırım: Sakin ol! Eğer
öldürülürsen insanlar direndiğin ve savaştan kaçmadığın için
seni överler. Eğer düşmanını öldürürsen rahatlar, amacına
erersin. O hâlde her iki durumda da sebat etmen, direnmen
hayırlıdır.
Yüce Allah'ın şu buyruğu ise akıl
mantığının örneğidir:
"Onlara de ki: Başımıza gelenler sadece Allah'ın alnımıza
yazdıklarıdır. Bizim mevlâmız O'dur. Müminler sadece Allah'a
dayansınlar. De ki: Bizim için beklediğiniz sonuç iki iyiden,
yani zaferden veya şehit olmaktan biri değil mi? Biz ise
Allah'ın sizi ya doğrudan doğruya kendi tarafından ya da bizim
elimizle azaba uğratmasını bekliyoruz. Bekleyin bakalım, biz
de sizinle birlikte bekliyoruz."
(Tevbe, 51-52)
Bu ayette şöyle denmek isteniyor: Bizim
velilik ve zafer kazanma işimiz yüce Allah'a aittir. Başımıza
gelen iyilik ve kötülük için sadece O'nun bize vaadettiği
kendisine teslim olmanın ve dinini benimsemenin ödülünü
istiyoruz. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Çünkü Allah yolunda
çekecekleri her susuzluk, katlanacakları her yorgunluk,
karşılaşacakları her açlık, kâfirleri öfkelendirecek her bir
karış toprağa ayak basmaları, düşmanın zararına kazanacakları
her tür başarı karşılığında mutlaka hesaplarına iyi amel
yazılır. Hiç şüphesiz Allah iyi işler yapanların ödülünü zayi
etmez. Yaptıkları küçük-büyük bütün maddî harcamalar ve
aştıkları her vadi mutlaka hesaplarına yazılır ki, Allah
işledikleri iyilikleri en güzel karşılıklarla ödüllendirsin."
(Tevbe, 120-121)
Durum böyle olunca eğer bizi öldürürseniz
ya da sizden başımıza bir kötülük gelirse, Rabbimiz katında
büyük ödül ve güzel akıbet bizim olur. Yok, eğer biz sizi
öldürürsek veya size bir darbe vurursak, büyük ödül, güzel
akıbet ve dünyada düşmanımızı tepelemiş olma başarısı bizim
olur. Buna göre biz her iki durumda da mutlu ve imrenilecek
bir konumdayız. Bizim ile olan savaşlarınızda bize zarar
veremezsiniz. Bizim hakkımızda iki güzel sonuçtan başka bir
beklentiniz olamaz. Biz her iki durumda da güzelliğe ve
mutluluğa nail olacağız. Siz ise inancınıza göre sadece iki
durumdan birinde mutlu olur, amacınıza erebilirsiniz. Bu iki
durumdan biri savaşın bizim aleyhimize sonuçlanmasıdır. Bizim,
sizin kötülüğünüze olacak bir beklentimiz vardır. Oysa sizin
bizimle ilgili beklentiniz sadece bizi sevindirecek, mutlu
edecek sonuçlardır.
Burada iki mantıkla karşı karşıyayız.
Biri duygu temeline dayalı olarak sebat etmek, görevden
kaçmamaktır. Buna göre sebat eden için iki faydadan biri
vardır. Ya insanların övgüsü veya düşmanın şerrinden
kurtulmak. Bu durum canını tehlikeye atan savaşçı insana
yönelik bir fayda olduğu zaman söz konusudur. Ama ona yönelik
bir fayda olmayabilir.
Meselâ insanlar cihadın değerini takdir
edemedikleri ve hizmet ile hıyaneti eşit saydıkları için bu
savaşçıyı övmeyebilirler. Ya da adamın yaptığı hizmet
insanların gözüne batmayan bir hizmet olur veya ne hıyanet ve
ne hizmet insanların dikkatine sunulacak türden olmaz. Yahut
duygular düşmanın yok edilmesinden huzur duymayabilir. Bu
durumda böyle bir başarı sadece hakka yarar sağlar. Sonuçta bu
mantığın eline dilsizlikten ve dermansızlıktan başka bir şey
geçmez.
Bu sayılan amiller her zulmün, hıyanetin
ve cinayetin genel sebepleridir. Kanunları savsaklayan hain
şöyle düşünür: Yaptığı hizmet halk nazarında hakkettiği
şekilde değerlendirilmiyor. Hizmet eden ile ihanet eden onlara
göre aynıdır. Hatta hain daha üstün konumda ve daha iyi hayat
sürebilmektedir. Ona göre her kanunu çiğneyen ve her cani
kanunun pençesinden kurtulacaktır. Güvenlik güçleri
böylelerini yakalayamayacak, onlardan saklanacak ve insanlar
onu gerçek kimliği ile tanıyamayacaklardır.
Hakkı destekleme ve düşmana karşı çıkma
görevini ihmal eden, böyle durumlarda işi ağırdan alan ve
düşmanla uzlaşan herkes şu mazereti ileri sürer: Hakkı tutmak
onu insanlar arasında küçük düşürür. Şimdiki dünya ona güler.
Kendisini orta çağ veya masal çağlarının kalıntısı sayarlar.
Eğer ona onurluluktan ve iç temizliğinden söz edersen sana şu
cevabı verir: Sonu geçim sıkıntısı ve hayatta perişanlık olan
onurluluğu ne yapayım? Bu mantık işte böyle işler.
Öbür mantığa gelince, o İslâm mantığıdır.
Bu mantık hakka bağlılık, ödülü ve karşılığı Allah'tan bekleme
esasına dayanır. Dünyevî gayeleri ve maksatları ikinci
derecede ve arka planda görür. Bilinen bir gerçektir ki,
hiçbir durum bu inancın, bu gaye anlayışının dışında olmaz.
Bütün durumlar bu genel ilkenin ve uyumun çerçevesi dışına
düşmez. Yapmak veya yapmamak biçimindeki her davranış, Allah
rızası için, O'na teslim olmak için ve O'nun isteği olan hakka
uymak için yapılır. O her şeyi kaydeden, her şeyi bilendir.
Onun için ne uyuklama ve ne uyku söz konusudur. O'na karşı
koruyucu yoktur. Yeryüzünde ve gökte hiçbir şey O'ndan saklı
kalmaz. "Allah sizin
yaptıklarınızdan haberdardır."
O hâlde herkesin yaptığı her işte, her
girişiminde gözetleyen, yaptıklarını izleyen bir denetleyicisi
vardır. İnsanlar onu görsünler veya görmesinler, övsünler ya
da övmesinler, yaptığını takdir etsinler veya etmesinler fark
etmez.
İslâm terbiyesinin olumlu etkisi o kadar
ileri düzeye vardı ki, insanlar Peygamberimize (s.a.a) gelerek
suçlarını, cürümlerini onun önünde itiraf edip tövbe ediyorlar
ve haklarında kararlaştırılan cezaların acısını (ölüm ve onun
altındaki ağır cezalar) tadıyorlardı. Bunu Allah'ın rızasını
elde etmek ve vicdanlarını günah pisliklerinden ve
kötülüklerin kirlerinden arındırmak için yapıyorlardı. Eğer
ilmî araştırmalar yapan kimse, bu eşine az rastlanır olaylar
üzerinde derinliğine düşünürse, dinî mesajın insan vicdanları
üzerindeki şaşırtıcı etkisinin ve onları kendilerine en tatlı
ve en aziz varlık olan hayatlarından ve onu izleyen
değerlerinden gönüllü olarak vazgeçmeye nasıl alıştırdığının
farkına varırlar. Eğer araştırmamızın konusu Kur'an olmasaydı,
bu konudaki tarihî olaylardan birkaç seçkin örneğe yer
verirdik.
8- Ödülü Allah'tan Beklemenin ve Diğerlerine Önem Vermemenin
Anlamı
İnsanın toplumsal hayatında ahiret
ödülünü genel amaç kabul etmenin, insanın tabii yapısının elde
edilmesine çağırdığı hayatî gayelerin gündemden düşmesini
gerektireceği sanılabilir. Bunun da toplumsal düzeni bozduğu,
insanı hayattan kopararak mahrumiyetlere mahkûm ettiği ileri
sürülebilir. Başka önemli maksatlar güdülerken bir tek maksada
nasıl bağlı kalınabileceği ve bunun çelişkiden başka bir şey
olup olmadığı sorulabilir.
Fakat bu düşünce ilâhî hikmetten ve
Kur'an bilgisinin açıklığa kavuşturduğu sırlardan haberdar
olmamaktan kaynaklanır. Bu kitabın daha önceki incelemelerinde
tekrar tekrar vurgulandığı üzere İslâm, kanunlarını tekvin
temeline dayandırır. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Ey Muhammed, Allah'ı bir
bilerek yüzünü doğruca dine çevir. Allah'ın yaratma kanununa
uygun olan dine dön ki, O insanları ona uygun olarak yarattı.
Allah'ın yaratması değiştirilmez. İşte doğru din budur."
(Rum, 30)
Bu ayetten çıkan sonuç şudur: Dış
âlemdeki tekvinî sebepler zinciri, uzantılarında insan türünün
varolması için el ele verdiler, onu kendisi için hazırlanan
hayatî gayeye doğru sevk etmek için elbirliği yaptılar. Buna
göre insanın hayatını, mücadele ve tercih çerçevesinde, bu
sebeplerin istekleri ve yönlendirmeleri ile uyumlu olma
ilkesine dayandırması gerekir. Böyle yaparsa hayatı ile bu
sebepler arasında çelişki olmaz. Böyle bir çelişki helâke ve
bedbahtlığa götürür.
Eğer yukarıdaki görüşü ileri sürenler bu
gerçeği kavradılarsa, bu İslâm dinin ta kendisidir. Ayrıca bu
sebeplerin üzerinde olan yegâne sebep var ki O, bu sebeplerin
yoktan var edicisi, önemli-önemsiz bütün gelişmelerinin
önceden tasarlayıcısıdır. Bu yüce Allah'tır ki, kelimenin
bütün anlamı ile bütün sebeplerin üzerindeki tam sebeptir. Bu
yüzden insanın O'na teslim olması ve emrine boyun eğmesi
gerekli olmuştur. İşte tevhit ilkesinin İslâm'ın yegâne temeli
olduğunun anlamı budur.
Bundan açıkça anlaşılıyor ki, kelime-i
tevhidi korumak, Allah'a teslim olmak ve hayatta Allah'ın
rızası peşinden koşmak, sebepler ile atbaşı yürümek, şirke ve
gaflete düşmeksizin hayatta sebeplerden her birine kendi
hakkını vermektir. Müslümanın hem dünyevî hem de uhrevî
gayeleri vardır. Onun, bir bölümü maddî ve öbür bölümü manevî
olan maksatları vardır. Fakat o bu amaçlarına gerekli olandan
fazla önem vermez. Bundan dolayı İslâm'ın aynen şöyle
yaptığını görürüz: O insanlara yüce Allah'ı bir bilmeye, her
şeyden kopup sırf O'na bağlanmaya, O'na ihlâsla kulluk etmeye,
O'nun dışındaki her sebebi ve her gayeyi bir yana atmaya
çağırır. Bunun yanı sıra insanlara hayatın gereklerine uymayı
ve tabii gelişmelerle atbaşı yürümeyi emreder.
Bundan ortaya çıkıyor ki, İslâm
toplumunun fertleri hem dünyada, hem de ahirette gerçek
anlamda mutludurlar ve amellerde Allah'ın rızasını elde
etmekten ibaret olan gayeleri, ortaya çıktığı ve öncelik
kazandığı durumlarda diğer gayeler ile çatışmaz.
Yine buradan başka bir sanının
asılsızlığı ortaya çıkar. Bir gurup sosyolog tarafından ortaya
atılan bu yanlış görüşe göre dinin özü ve temel amacı sosyal
adaleti gerçekleştirmektir. İbadetler ise bu temel amacın
ayrıntılarıdır. Buna göre sosyal adaleti gerçekleştiren kimse,
hiçbir inanca ve kulluğa sarılmamış olsa bile din yolundadır,
dine bağlı sayılır.
Kur'an'ı ve sünneti iyi inceleyen ve
özellikle Peygamberimizin hayatını iyi araştıran kimsenin, bu
görüşün asılsızlığını anlamak için, başka bir yardıma ve delil
arama külfetine katlanmaya ihtiyacı yoktur. Üstelik tevhidi ve
ahlâkî erdemleri dinî sistemin bütününden düşürmeyi içeren bu
görüşte, kelime-i tevhitten ibaret olan dinî gayeyi, maddî
fayda sağlamaktan ibaret olan uygar toplumların gayesine
dönüştürmek vardır. Oysa daha önce vurguladığımız gibi, bunlar
iki farklı gayelerdir ve ne temellerinde, ne ayrıntılarında ve
ne sonuçlarında biri birlerine dönüşemezler.
9- İslâm'da Özgürlüğün Anlamı
Özgürlük kelimesinin
bugünkü anlamı ile dillerde dolaşmasının ömrü bir
kaç yüz yılı
geçmez. Herhâlde bu kavramın ortaya çıkmasının sebebi bir kaç
yüz yıl önce ortaya çıkan Batı uygarlığı devrimidir. Fakat bu
kelimenin anlamı eski yüzyıllardan beri zihinlerde dolaşmış ve
kalplerde özlem olarak yaşatılmıştır.
Bu anlama kaynaklık eden doğal tekvinî
temel, insanın varlığında yer tutmuş olan iradedir. Bu irade
insanı davranışa, harekete götürüyor. Bu psikolojik bir
hâldir. Bunun yok edilmesi insanlık niteliğinin yok edilmesine
yol açan duygu ve bilincin yok edilmesi demektir.
Fakat insan toplumsal bir varlıktır.
Tabiatı onu toplum içinde yaşamaya, kovasını diğer kovalar
arasına daldırmaya, iradesini diğer iradelere katmaya,
davranışlarını diğer davranışlarla harmanlamaya sevk eder.
Bunun sonucu olarak iradeler ve davranışlar arasında denge
kuracak kanunlara, onların getirdiği sınırlamalara uymak
zorundadır. Buna göre kendisine irade ve davranış serbestliği
veren tabiatın yine kendisi onun iradesini sınırlar,
başlangıçtaki ve temeldeki serbestliğe ve özgürlüğe kayıt
getirir.
Bilindiği gibi mevcut uygarlığın
kanunları, hükümlerini maddî yararlanma esasına
dayandırmışlardır. Bundan şu sonuç doğdu: Halk temel dinî
bilgiler konusunda, bu bilgileri ve gereklerini benimseyip
benimsememe konusunda özgür sayıldı. Ahlâk konusunda da aynı
anlayış egemendir. Kanunların ötesinde kalan bütün istekleri
ve tercihleri ile ilgili iradelerinde ve davranışlarında bu
özgürlük geçerlidir. Batılıların özgürlükten kastettikleri
budur.
İslâm ise, daha önce belirtildiği üzere,
kanunlarını birinci derecede tevhit ilkesine, ikinci derecede
de ahlâkî erdemlere dayandırdı. Sonra da önemli-önemsiz bütün
ferdî ve sosyal hareketlere el attı. İnsanı ilgilendiren veya
insanın ilgilendiği her şeyde İslâm'ın mutlaka ya adımı ya da
ayak izi vardır. Buna göre az önce değinilen anlamda bir
özgürlüğün İslâm'da yeri ve uygulama alanı yoktur.
Evet, İslâm'da özgürlük var. Bu özgürlük
yüce Allah'tan başkasına kul olma bağımlılığından kurtuluş
özgürlüğüdür. Bu ilke, gerçi bir tek cümleden ibarettir; fakat
İslâm sistemini ve onun pratik uygulamasını derinliğine
inceleyen bir araştırmacıya göre bu cümlenin anlamı geniştir.
O pratik uygulama ki, İslâm insanları ona çağırmakta, onu
toplumun fertlerinin ve zümrelerin hayatlarına yansıtmaktadır.
İslâm'ın bu özelliğini inceleyen araştırıcı sonra bunu uygar
toplumlarda gördüğü baskılarla, diktatörlüklerle ve
tahakkümlerle karşılaştırmalıdır. Bu bas-kılar ve zorbalıklar
o toplumların hem kendi fertleri ve zümreleri arasında, hem de
güçlü ve zayıf milletler arasında hüküm sürmektedir.
İslâmî hükümler açısından yüce Allah'ın
mubah saydığı temiz rı-zıklar ve hayatın ayrıcalıkları
alanında gelişmeye ve kalkınmaya engel yoktur. Yalnız bu
yararlanma ölçülü olmalı, ifrata ve tefrite kaçmamalıdır. Yüce
Allah şöyle buyuruyor.
"De ki: Allah'ın, kullarının yararına sunduğu güzellikleri ve
temiz yiyecekleri kim haram ilân etti.?"
(A'râf, 32)
"Allah yeryüzündeki her şeyi sizin için yarattı."
(Bakara, 29)
"Allah, göklerde ve yerde
ne varsa hepsini, kendi katından (bir lütfu olmak üzere) size
boyun eğdirmiştir."
(Câsiye, 13)
"Dinde zorlama yoktur."
(Bakara, 256) ayeti ile
buna benzer ayetleri zorlamalı bir yoruma tâbi tutarak bunları
İslâm'da inanç özgülüğünün varlığına delil göstermek isteyen
araştırmacıların ve tefsircilerin tutumları şaşırtıcıdır.
Bu ayetin tefsiri ile ilgili incelemeyi
Bakara suresinde yapmıştık. Orada söylediklerimize burada
şunları eklemek istiyoruz: Daha önce vurguladığımız gibi bütün
İslâmî kurallar tevhit ilkesine dayanır. Durum böyleyken
İslâm, inanç özgürlüğünü nasıl meşru kabul edebilir? Bu açık
bir çelişki olmaz mı? İslâm'da inanç özgürlüğünün olduğunu
söylemek, uygar toplumlarda kanun hâkimiyeti özgürlüğünün
olduğunu söylemekle aynı şeydir.
Başka bir ifade ile inanç, insan zihninde
şekillenen tasdikî bir idrakin meydana gelmesidir. O insanın
tercihine dayalı bir eylem değildir ki onunla ilgili olarak
yasaklama, serbest bırakma, köleleştirme ve özgür bırakma söz
konusu olsun. Yasaklamayı ve serbest bırakmayı kabul eden
husus, inancın gerektirdiği davranışları yerine getirmektir.
İnancın gerekleri insanları o inanca çağırmak, onların ona
inanmasını sağlamak, o inançla ilgili kitap yazıp yayınlamak,
savunulan inanca karşıt olan insanların benimsediği başka bir
inancı ve eylemleri çürütmek gibi şeylerdir. İşte yasaklamayı
ve serbestliği kabul eden hususlar bunlardır.
Bilindiği gibi bu hususlar, toplumda
geçerli olan kanunun bir maddesine veya bu kanunun dayandığı
bir temel ilkesine ters düşerse, o eylemin kanun tarafından
yasaklanması kaçınılmaz olur. İslâm yasa koyma faaliyetinde
tevhit dininden (Allah'ın birliği, nübüvvet ve ahiret günü
inancı) başka bir temele dayanmaz. Bu temel Müslümanlar,
Yahudiler, Hıristiyanlar ve Mecusilerin (yani bütün kitap
ehlinin) üzerinde birleştikleri şeydir. Buna göre özgürlük,
ancak yukarda örnekleri sayılan inançla ilgili eylemler için
söz konusudur. Bunlar dışındaki özgürlük, dinin temelini
yıkmaktan başka bir şey değildir. Evet, ortada başka bir
özgürlük daha var. O da ilmî inceleme çerçevesi içinde inancı
açıklamaktadır. Bu konuyu on dördüncü bölümde inceleyeceğiz.
10- İslâm Toplumunda Değişme ve Tekâmülün Yolu
Şöyle bir söz söylenebilir: İslâm
sisteminin, mutlu hayatın bütün gereklerini topluca içeren bir
sistem olduğunu, İslâm toplumunun mutlu ve imrenilecek bir
toplum olduğunu kabul edelim. Fakat bu sistem geniş
kapsamlılığı ve inanç özgürlüğüne yer vermemesi sebebi ile
toplumun duraklamasını ve değişip gelişmeden mahrum kalmasını
gerektirir. Bu da söylendiğine göre kâmil toplum için bir
kusur, bir eksikliktir. Çünkü gelişme süreci, bir şeyde zıt
güçlerin bulunmasını ve bu güçlerin karşılıklı ilişkide
bulunmasına muhtaçtır. Bu karşılıklı ilişki sonucunda, kırma
ve kırılma yolu ile yeni bir şey doğacak ve bu yeni doğan şey,
karşılıklı etkileşim sonunda ortadan kalkacak doğurucu
faktörlerin eksikliklerinden arınmış olacaktır. İslâm'ın
zıtları ve eksiklikleri, özellikle karşıt inançları kökünden
kaldırdığı farz edilirse, bu durum, onun oluşturduğu toplumun
gelişme sürecinden mahrum kalmasını gerektirir.
Ben derim ki: Bu, eytişimsel
maddeciliğin (diyalektik materyalizm teorisinin) ileri sürdüğü
bir problemdir. Bu görüşte büyük bir yanılgı vardır. Çünkü
insanla ilgili bilgiler ve inançlar iki kısımdır.
Bir kısmı değişmeye ve gelişmeye açıktır.
Ki bunlar teknoloji ile ilgili bilimlerdir. Bu bilgiler
hayatın maddî temellerini yükseltme ve insana isyan eden
tabiata boyun eğdirme yolunda kullanılırlar. Matematik, fizik
ve diğer pozitif bilimler gibi. Bu ilimler, teknolojiler ve bu
kategoriye giren bilgiler, eksiklikten kemale doğru değiştikçe
bu durum, bu gelişmeye bağlı olarak sosyal hayatın değişmesini
gerektirir.
İlimlerin ve inançların başka bir kısmı
var ki, başka bir anlamda tekâmül etmeyi kabul etmekle
birlikte değişmeye kapalıdır. Bunlar hayatın başlangıcı,
ahiret, mutluluk, bedbahtlık gibi konular hakkında kesin,
değişmez, başkalaşmaz sabit hükümler için genel ilâhiyat
bilgileridir. Ama bu bilgiler incelik ve derinlik kazanma
anlamında gelişmeyi ve tekâmülü kabul ederler. Bu bilgiler
toplumları ve hayat tarzlarını sadece genel şekilde
etkilerler. Bu bilgilerin değişmemesi, aynı durumu hep
koruması, toplumların gelişme sürecinin durağan olmasını
gerektirmez. Gözlemlerimiz bunun böyle olduğunu ispat eder.
Bizim birçok genel ve aynı durumu koruyan görüşlerimiz vardır.
Fakat bu görüşlerimizin varlığı yüzünden toplumumuz gelişme
çizgisinde duraklamaya uğramıyor. Bu görüşlerimizin bazı
örnekleri şunlardır:
İnsan hayatını devam ettirebilmek için çalışmaya yönelmelidir.
Çalışmada insana yönelik bir fayda olması gerekir. İnsanlar
toplu hâlde yaşamalıdır. Kâinat bir vehim değil, gerçek bir
varlıktır. İnsan kâinatın bir parçasıdır. İnsan yeryüzü
âleminin bir parçasıdır. İnsan vücudunda organlar, sistemler
ve güçler vardır. Bunlar ve bunlara benzer değişmez görüş ve
bilgilerimiz vardır. Fakat bunların değişmez ve durağan
olmaları, toplumların yerlerinde saymalarını, duraklamalarını
gerektirmiyor.
Şu söz de bu kategoriye girer: Kâinatın
bir tek ilâhı vardır. O, nübüvvet aracılığı ile insanlar için
bütün mutluluk yollarını kapsamına alan bir şeriat ortaya
koydu. O, bütün insanları bir gün bir araya toplayıp onlara
amellerinin karşılığını verecektir. İşte İslâm'ın toplumunu
üzerine kurduğu ve korunmasına büyük özen gösterdiği yegane
söz budur. Bilinen bir şeydir ki, bu sözün sabit olup
olmadığına ilişkin tartışmak veya onun hakkında başka bir
görüş ortaya atmak, birçok kez açıklandığı üzere toplumu
sadece çöküntüye götürür. İşte tabiat ötesine ilişkin bütün
değişmez gerçeklerin durumu budur. Bunları inkâr etmek,
toplumu sadece çöküşe ve yozlaşmaya mahkum eder.
Kısacası, insan toplumu gelişme sürecinde
günden güne tabii imkânlardan yararlanma yolunda değişmeye ve
tekâmüle muhtaçtır. Bu ancak sürekli teknolojik araştırmalarla
ve devamlı bilime uygun çalışmalarla gerçekleşebilir. İslâm bu
doğrultudaki hiçbir gayreti engellemez.
Monarşi, demokrasi ve komünizm gibi
toplumların yönetim biçimlerinin ve toplumsal geleneklerin
değişmesine gelince; bu, toplumun eksiklikten olgunluğa doğru
ilerlemesinden değil; sadece bu sistemlerin insanın toplumsal
kemalini gerçekleştirmede yetersiz ve eksik olmaları
bakımından kaçınılmaz olmuştur. Çünkü bu sistemler arasında
varolabilecek olan fark, eksik ile kâmil arasındaki fark
değil, yanlış ile doğru arasındaki farktır.
Şöyle düşünelim: Toplumsal sistem insanın
fıtratının arzusu olan sosyal adalet uyarınca istikrar bulmuş;
insanlar faydalı ilimle ve salih amelle beslenen bir eğitimin
koruyucu şemsiyesi altına alınmış; bunun arkasından sevinç ve
coşku içinde ilim ve amel merdiveninin basamaklarında
mutluluğa doğru yükselmeye başlamışlar; sürekli gelişiyorlar;
mutluluklarını pekiştirip alanını durmadan geliştiriyorlar;
böyle insanların toplumsal sistemlerini değiştirmeye,
olduğundan başka bir biçime dönüştürmeye ne ihtiyaçları
olabilir? İnsanın her alanda sırf değişmiş olmak için
değişmesi, bu değişimin hiç gereksiz olmayan alanlarda bile
inatla gerçekleştirilmesi, akıl ve basiret sahibi bir insanın
vereceği bir hüküm olamaz.
Eğer desen ki: İnançlar ve genel
ahlâk gibi değişmeye ihtiyacı olmadığını söylediğin bütün
kurumların değişmeye uğramaları kaçınılmazdır. Çünkü bunların
hepsi sosyal şartların değişmesi, çevrelerin farklılığı ve
zamanın geçmesi sebebi ile değişir. Yeni insanın, eski insanın
düşüncelerinden farklı düşüncelere sahip olduğunu inkâr etmek
caiz değildir.
Bunun yanı sıra insanın düşünce tarzı,
yaşadığı yörelerin değişmesine bağlı olarak da değişir. Meselâ
ekvator bölgelerinde, kutuplarda ve mutedil iklimlerin egemen
olduğu yerlerde yaşayan insanlar farklı düşünce tarzlarına
sahip olurlar. Yine insanın hayat şartlarının farklılığı da
düşünce tarzında farklılığa yol açar. Meselâ hizmetçi ile
efendinin, köylü ile şehirlinin, varlıklı ile yoksulun, fakir
ile zenginin düşünce tarzı bir değildir. Demek ki, zaman aşımı
ve etkenlerin değişmesi sonucu, hangi alanda olurlarsa
olsunlar bütün fikir ve görüşler değişme ve farklılık
gösterirler.
Ben derim ki: Bu problem, insanla
ilgili ilimlerin ve görüşlerin göreceli teorisine dayanır. Bu
nazariyenin kaçınılmaz sonucuna göre hak, batıl, hayır, şer
göreceli ve nispî kavramlardır. Hayatın başlangıcına ve sonuna
ilişkin genel ve nazari bilgiler, bunların yanı sıra toplu-mun
insan için yararlı olduğuna, adaletin iyi olduğuna (olaylara
uygulanması bakımından değil de genel bir hüküm olarak)
ilişkin hükümler gibi uygulamaya dönük genel görüşler
zamanların, şartların ve durumların değişmesi ile değişen
nispî hükümlerdir. Daha
önce bu nazariyeyi ele aldığımızda genelliği açısından
dayanaksız ve asılsız olduğunu açıklamıştık. Orada
anlattıklarımızın özeti şuydu: Bu nazariye genel nazarî
hükümler ile bir kısım pratiğe dönük genel görüşleri kapsamaz.
Bu nazariyenin genel geçerli sayılmasının
dayanaksız olduğunu ispatlamak için şu kadarını söylemek
yeterlidir. Eğer bu nazariye doğru olsa (yani bu nazariye,
mutlak ve değişmez tümel bir önerme olsa) nispî olmayan mutlak
bir önermenin var olduğu sabit olur ki, o da bu nazariyenin
kendisidir. Eğer bu nazariye genel ve mutlak olmayıp cüz'î bir
önerme olursa, zorunlu olarak mutlak bir tümel önermenin
varlığı sabit olmuş olur. Demek ki, her iki durumda da bu
nazariyenin genel geçerliliği asılsızdır. Başka bir ifade ile
eğer "Her görüşün ve inancın günün birinde değişmesi gerekir"
hükmü doğru ise, bu görüşün kendisinin günün birinde değişmesi
gerekir. Yani bazı inançların hiçbir zaman değişmez olması
gerekir. Bu noktanın iyi anlaşılması gerekir.
11- İslâm Kanunları Bugünkü Hayatı Mutlu Edebilir mi?
Kimi zaman şöyle deniyor: İslâm,
Kur'an'ın indiği çağda varolan insanla ilgili bütün meseleleri
ele aldığı için, onun o çağın toplumunu gerçek mutluluğa ve o
günkü insanları bütün özlemlerine kavuşturmaya yeterli
olduğunu kabul edelim. Fakat zamanın geçmesi ile insan
hayatının yolları değişti. Bugünkü uygarlığın kültürel ve
sanayi hayatı, on dört yüzyıl öncesinin doğal ve ilkel
araçları ile sınırlı basit hayatına benzemez.
İnsan uzun ve yorucu çalışmaları
sonucunda öyle bir uygar tekâmül ve gelişme düzeyine ulaştı
ki, eğer bu gelişmişlik düzeyi bir kaç yüzyıl öncesinin
seviyesi ile karşılaştırılırsa bu, iki benzemez türün birbiri
ile karşılaştırılması gibi olur. O çağdaki hayatı düzenlemek
için konan kanunlar, bugün karmaşık ve ileri düzeydeki hayatın
ihtiyaçlarını nasıl karşılayabilir? Bu hayat düzeylerinden
biri nasıl öbürünün yüklerini taşıyabilir?
Cevabım şudur: Söz konusu iki çağ
arasında meydana gelen hayat biçimi farklılığı, hayatın genel
hususları ile ilgili değildir. Bu farklılık örnekler ve
uygular açısından geçerlidir. Başka bir ifade ile insan,
besleneceği gıdaya, giyilecek elbiseye, barınacağı ve içinde
oturacağı bir eve, kendisini ve yüklerini taşıyacak, bir
yerden başka bir yere ulaştıracak araçlara, fertleri arasında
yaşayacağı bir topluma, soy artışını sağlayacak ilişkilere;
ticari, sinai, iş-işçi ve benzeri münasebetlere muhtaçtır.
Bunlar değişmez genel ihtiyaçlardır. İnsan bu fıtratın, bu
bünyenin sahibi oldukça ve bu insanî hayatı varoldukça,
ihtiyaçlar aynı kalacaktır. İlk insan ile bu günkü insan bu
ihtiyaçlar açısından eşit düzeydedir.
Söz konusu iki çağ arasındaki farklılık,
insanın maddî ihtiyaçlarını gidermek için yararlandığı araç
örnekleri, farkına vardığı ihtiyaç örnekleri ve bu ihtiyaçları
giderme araçları bakımındandır.
Meselâ ilk insan bulabildiği meyvelerle,
bitkilerle ve av etleri ile basit ve sade biçimde
besleniyordu. Bugün ise keşifleri ve orijinal buluşları
sayesinde bu ilkel maddelerden binlerce çeşit yiyecek ve
içecek hazırlıyor. Bu yiyecek ve içecek çeşitleri tabiatına
faydalı olan birçok özelliklere, göz zevkini okşayan değişik
renklere, tat alma duygusunun hoşlandığı çeşitli tatlara,
dokunmada yararlık sağlayan çeşitli biçimlere, sayılması zor
başka birçok niteliklere ve hâllere sahiptirler. Birinci
guruptaki yiyecekler ile ikinci guruptaki yiyecekler arasında
müthiş fark vardır. Ama bu müthiş farklılık, onların hepsinin
insanın açlığını gidermek ve istek ateşini söndürmek için
yararlandığı gıdalar olmalarına yönelik bir farklılık
değildir.
İnsanın söz konusu dönemlerin ilkinde
taşıdıkları genel inançlar nasıl bu dönemin bir yüzyıldan öbür
yüzyıla değişmesi ile değişmeyip ilk dönemdeki öbürüne
uyarlandı ise, İslâm'da fıtratın çağrısı ve mutluluğun isteği
uyarınca ortaya konan genel kanunlar da ortadan kalkmaz. Bir
aracın yerine başka bir aracın geçmesi, bu genel kanunların
değişmesi için gerekçe olamaz.
Fıtratın özü ile uyum korundukça, bu
konuda bir değişme ve sapma olmadıkça, genel İslâmî kanunlar
için değişme söz konusu olamaz. Fakat eğer kanunlar ile
fıtratın özü arasında bağdaşmazlık olursa, İslâm sistemi bu
kanunlara uymaz. Bunların eski çağda veya yeni çağda olmaları
bu bakımdan fark etmez.
Bir de zaman zaman meydana gelen ve doğal
olarak hızla değişen güncel olaylara ilişkin cüz'î hükümler
vardır. Maliye, savunmaya ilişkin güvenlik, ulaşım ve
haberleşmeyi kolaylaştırma yolları, belediye hizmetlerine
ilişkin düzenlemeler ve bunlara benzer hükümler gibi. Bunlar
devlet yetkilisinin ve hükümeti elinde bulunduran kimsenin
inisiyatifine bırakılmıştır.
Devlet yetkilisi yetki alanı içinde bir
aile reisi konumundadır. Devlet yetkilisi, bir aile reisinin
evinde tasarrufta bulunabildiği gibi, bu konularda karar verip
kararını yürütmekle yetkilidir. Buna göre devlet yetkilisi
(veliyy-i emr) toplumun içindeki ve dışındaki savaşa, barışa,
maliyeye ve maliye dışı alanlara ilişkin toplumsal meselelerde
toplumun yararını gözeterek ve Müslümanlarla istişare ettikten
sonra karar verebilir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Yapacağın iş hakkında onların görüşlerini al. Ama karar
verince artık Allah'a dayan."
(Âl-i İmrân, 159)
Bütün bunlar kamu işleri hakkındadır.
Bunlar sürekli biçimde biri ortaya
çıkarken öbürü kaybolan, çıkarların ve sebeplerin değişmesi
ile değişen cüz'î (ayrıntılara ilişkin) hükümler ve
kararlardır. Bunlar Kur'an'ın ve sünnetin kapsadığı ve
yürürlükten kalkmalarına imkân olmayan ilâhî hükümlerden
başkadır. Bu konuyu yeri gelince ayrıntılı biçimde
anlatacağız.
12- İslâm Toplumunun Önderi ve Tutumu
İslâm toplumunun önderliği (velayet-i
emri) Peygamberimizin uhdesine bırakılmıştır. Kur'an-ı Kerim
açık bir dille ona itaat etmenin, direktiflerine uymanın farz
olduğunu bildirmiştir.
Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Allah'a itaat edin,
Peygambere itaat edin."
(Teğâbun, 12)
"Biz sana bu hak içerikli
kitabı indirdik ki, insanlar arasında Allah'ın gösterdiği gibi
hüküm veresin."
(Nisâ, 105)
"Peygamber, müminler için kendilerinden daha önde gelir."
(Ahzâb, 6)"De
ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki; Allah sizi
sevsin." (Âl-i İmrân,
31)Kur'an'da bunlar gibi çok sayıda ayet var. Bu
ayetler Peygamberimizin İslâm toplumuna yönelik velayetinin ya
bazı ya da bütün yönlerini içerir.
Bu konuda araştırmacının gayesini tatmin
edecek yöntem, Resul-i Ekrem'in (s.a.a) hayatını inceleyip
doyurucu miktarda nazarî bilgi almak, arkasından ahlâk,
ibadet, muamelât, siyaset, diğer, ilişkiler ve uygulamalar
alanlarında inen ayetlerin tümüne başvurmaktır. İlâhî vahyin
zevkinden süzerek elde edilen bu delil, bir iki cümlelik
sözlerde bulunmayacak derecede yeterli dile ve tatmin edici
açıklamaya sahiptir.
Burada araştırmacının özen göstereceği
bir başka ince nokta vardır ki, o da şudur: İbadetleri
yapmayı, cihat emrini yerine getirmeyi, hadleri ve kısasları
uygulamayı ve diğer İslâm hükümlerini içeren ayetlerin çoğunda
hitap bütün müminlere yöneltilmektedir, sadece Peygamberimize
hitap edilmemektedir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Namazı ayakta tutun."
(Nisâ, 77)
"Allah yolunda infak
edin." (Bakara, 195)
"Oruç tutmak üzerinize
farz kılındı."
(Bakara, 183)
"Sizden; hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten
sakındıran bir topluluk olsun."
(Âl-i İmrân, 104)
"Allah yolunda cihad
edin." (Mâide, 35)
"Allah için gerektiği
gibi cihad edin."
(Hac,78) "Zina
eden erkek ve kadının her birine yüz kırbaç vurun."
(Nûr, 2)
"Hırsızlık eden erkeğin ve
kadının ellerini kesin."
(Mâide, 38)
"Kısasta sizin için hayat
vardır." (Bakara,
179) "Şahitliği,
Allah için yapın."
(Talâk, 2) "Ve
topluca Allah'ın ipine sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın."
(Âl-i İmrân, 103)
"Dinin gereklerini yerine getirin ve onun hakkında ayrılığa
düşmeyin." (Şûrâ, 13)
"Muhammed sadece bir
peygamberdir. Ondan önce daha nice peygamberler gelip
geçmiştir. Şimdi eğer o ölür ya da öldürülürse, topuklarınız
üzerinde geri mi döneceksiniz? Kim iki topuğu üzerinde geri
dönerse, Allah'a hiçbir zarar vermeyecektir. Şükredenleri ise
Allah ödüllendirecektir."
(Âl-i İmrân, 144) Bu
konuda bunların dışında daha birçok ayet vardır.
Bu ayetlerin hepsinden çıkan sonuç şudur:
Bu din Allah'ın insanlara yüklediği toplumsal bir boyadır. O,
kulların kâfir olmalarına razı değildir. Dinin gereklerinin
yerine getirilmesi, insanların tümünün gerçekleştireceği bir
görevdir. O hâlde toplumun işleri, toplumu oluşturan
insanların omuzlarındadır.
Bu konuda bazı fertlerin diğerlerine göre
ayrıcalığı ve özelliği yoktur. Peygamber ile başkaları bu
konuda eşittir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Ben, erkek olsun, kadın
olsun, içinizden çalışan hiçbir kimsenin yaptığını boşa
çıkarmam." (Âl-i
İmrân, 195) Bu ayetin kayıtsız-şartsız ifadesi
gösteriyor ki, İslâm toplumunun unsurlarının toplumlarının
kendisi üzerindeki etkisi hem teşriî, hem de tekvinî açıdan
O'nun tarafından göz önünde tutuluyor ve O bu etkiyi boşa
çıkarmıyor. Yüce Allah başka bir ayette de şöyle buyuruyor:
"Allah, yeryüzünü dilediği
kullarına miras bırakır. İyi son, (günahlardan) sakınanlar
içindir." (A'râf,
128)
Evet; Peygamberin (s.a.a) omuzlarında
dine çağrı, yol gösterme ve eğitme görevleri vardır. Yüce
Allah şöyle buyuruyor:
"Peygamber onlara Allah'ın ayetlerini okur, onları
kötülüklerden arındırır, onlara Kitabı ve hikmeti öğretir."
(Cum'a, 2) Resulullah
(s.a.a), ümmetin işlerini yürütmek, dünyada ve ahirette
önderliklerini üstlenmek ve hayatta oldukça onlara liderlik
yapmak için Allah tarafından belirlenmiştir.
Fakat burada araştırmacılar tarafından
göz ardı edilmemesi gereken nokta şudur: Bu yol, Allah'ın
malını taht sahibi sultanın haracı sayan, Allah'ın kullarını
onun köleleri kabul eden, köleleri saydığı Allah'ın kullarına
dilediği gibi davranan, onlar üzerinde istediği gibi hükmeden
saltanat egemenliği yolundan başka bir yoldur. Yine bu yol,
maddî yararlanma esasına dayanan demokratik veya
antidemokratik bir toplumsal yöntem de değildir. Bunlar ile
İslâm arasında benzeşmeye, aralarında özdeşlik kurulmasına
engel, açık ayrılıklar vardır.
Bu farklılıkların en önemlilerinden biri
şudur: Söz konusu toplumlar maddî çıkar esası üzerine
kuruldukları için istihdam ve sömürme ruhu iliklerine
işlemiştir. Bu da insan tahakkümü sistemini doğurur. Bu
sistemde her şey insanın iradesine ve keyfî davranışlarına
bağlanmıştır. Hatta insanın kendisi bile başka bir insanın
iradesi altındadır. Egemen insanın diğer insana el atması,
istediği gibi onu eli altına alması ve ondan beklediği her
şeyi elde etmesi mubah sayılır.
Bu, geçmiş yüz yıllardaki keyfî monarşi
yönetimidir. Ki bugün uygar toplum kılığında ortaya çıktı. Bu
durumu güçlü milletlerin zayıf milletlere yaptıkları
zulümlerde ve haksızlıklarda görüp durduğumuz gibi, onların
tarih tarafından kaydedilen kötülükleri ile ilgili
hatıralarımızla da sabittir.
Geçmiş yüzyılların bir firavunu, bir
Kayseri veya bir Kisrâsı (bir imparatoru) baskılarla,
entrikalarla zayıflar üzerinde meramını, istediği ve arzu
ettiği gibi yürütürdü. Sonra da eğer canı mazeret beyan etmek
isterse bütün bu yaptıklarının saltanatın gereği olduğu, ülke
yarına olduğu, devletin temelini güçlendirmek için yapıldığı
mazeretine sığınırdı. Yaptıklarının onun dehasının ve üstün
kişi oluşunun hakkı olduğuna inanırdı. Kılıcını bu sözde
hakkının delili olarak gösterirdi.
Bu günde eğer güçlü milletler ile zayıf
milletler arasındaki siyasî ilişkileri derinliğine incelersen,
tarihin ve tarihî olayların geri geldiğini ve gözlerimiz
önünde tekrarlandığını görürsün. Yalnız geçmişteki tek adama
dayalı biçim, şimdilik toplumsal biçim ile yer değiştirdi. Ama
ruh aynı ruh, keyfî arzu aynı keyfî arzudur. Oysa İslâm'a
gelince, onun yolu bu keyfî arzulardan uzaktır. Onun delili,
Peygamberimizin fetihlerindeki ve anlaşmalarındaki
uygulamalarıdır.
İslâm dışı toplumların yöntemleri ile
İslâm yöntemi arasındaki başlıca farklardan bir başkası da
şudur: İnsanlık tarihi boyunca görüldüğü ve belgelendiği üzere
toplumların kesimleri arasında, sonu fertler arası kargaşaya
varan ayrıcalıklar mutlaka vardır. Toplum kesimleri arasındaki
servet, mevki, makam ayrıcalıkları sonuçta toplumlarda kargaşa
belirmesini kaçınılmaz kılar. Fakat İslâm toplumunun kesimleri
arasında benzeşme vardır. Birbirleri arasında öncelik,
üstünlük, övünme ve seçkinlik yoktur. İnsanın mayasının isteği
ve vazgeçilmez arzusu olan farklılık, sadece takvadadır ve
bunun belirleyicisi insanlar değil, Allah'tır. Nitekim yüce
Allah şöyle buyuruyor:
"Ey insanlar, biz sizi bir erkek ile bir kadından yarattık.
Sizi milletlere ve halklara ayırdık ki, tanışasınız. Allah
katında en üstün olanınız, kötülüklerden en çok
sakınanınızdır."
(Hucurât, 13)
"İyiliklerde birbiriniz ile yarışın."
(Bakara, 148)
Buna göre İslâm'da yöneten ile yönetilen,
amir ile memur, reis ile reisin emri altındakiler, özgür insan
ile köle, erkek ile kadın, zengin ile fakir, büyük ile küçük
eşit konumdadır. Dinî
kanunların haklarında yürütülmesi ve sosyal olaylarda
aralarında sınıf farklılıklarının olmaması açısından bu
saydıklarımızın hepsi birdir. Peygamberimizin uygulamaları
bunun delilidir. Selâm ve övgü bu uygulamayı yapanın üzerine
olsun.
Bu önemli farklardan biri de şudur:
İslâm'da yürütme gücü, toplumda ayrıcalıklı ve seçkin bir
zümrenin tekelinde değildir. Tersine bu güç toplumun bütün
fertlerine yaygındır. Buna göre herkes hayra çağırmakla,
iyiliği emredip kötülükten sakındırmakla yükümlüdür. İslâm
toplumunun yöntemi ile diğer toplumların yöntemleri arasında
daha birçok farklılıklar vardır ki, bunlar dikkatli
araştırıcıların gözünden kaçmaz.
Bunların hepsi Peygamberimizin hayatında
böyle idi. Peygamberimizden sonra toplum yönetiminde iki görüş
belirdi. Müslümanların çoğunluğu toplumda bir halifenin
Müslümanlar tarafından seçilmesi yöntemini benimserken, Şiî
Müslümanlar halifenin Allah ve Peygamber tarafından nasla
belirlendiğini, bu halifelerin kelâm kitaplarında ayrıntılı
biçimde anlatıldığı üzere on iki İmam olduğu görüşünü
savunmuşlardır.
Fakat bu görüş ayrılıkları bir yana,
Peygamberimizden (s.a.a) ve zamanımızda olduğu gibi Hz.
Mehdi'nin gaybetinden sonra İslâm hükümetinin işi Müslümanlara
bırakıldığı tartışmasızdır. Kur'an'dan bu konuda çıkan sonuca
göre toplumun önderini Peygamberimizin uygulamaları uyarınca
belirleme yetkisi Müslümanların elindedir. Bu da krallık veya
imparatorluk değil, imamlık sistemidir. Belirlenen önderin
Müslümanlara yönelik uygulamaları şöyle olmalıdır:
Hükümleri değiştirmeksizin korumak. Temel
hükümler dışında, daha önce belirtildiği gibi, güncel ve yerel
olaylarda istişare ilkesini benimsemek. Bu konudaki delil,
"Sizin için Peygamberde
uyulacak güzel bir örnek vardır."
(Ahzâb, 21) ayetinin yanı
sıra, daha önce değindiğimiz Peygamberimizin önderliğini
vurgulayan ayetlerin bütünüdür.
13- İslâm Devletinin Sınırı İtibarî ve Coğrafi Sınırlarla
Değil, İnançla Belirlenir
İslâm, ırk esasına dayalı bölünmenin
toplumun oluşumunda etkili olması düşüncesini ortadan
kaldırdı. Bu bölünmenin temel faktörleri bedevilik, kabile ve
oymak biçimindeki hayat veya yaşanan bölgenin, yurdun
farklılığıdır. Bu iki faktör yani bedevilik ile yaşanan
yerlerin farklılığı, sıcak iklim, soğuk iklim, çorak arazı,
verimli toprak gibi doğal sebeplerin ikinci derecede etkili
olmaları yanında insan türünün halklara, kabilelere
ayrılmasının, dillerinin ve renklerinin değişik olmasının iki
temel faktörüdür. Bu konu yerinde açıklanmıştır.
Sonra bu iki faktör her kavmin yeryüzünün
bir parçasını sahiplenmesine yol açtı. Bu sahiplenme
kavimlerin hayata ilişkin çalışmalarına, güçlerine ve
şiddetlerine göre gerçekleşti. Kavimler bu yeryüzü parçasını
kendilerine tahsis ederek onu yurt diye adlandırdılar.
Kavimler bu toprak parçası üzerinde yaşamaya alıştılar ve onu
bütün güçleri ile başkalarına karşı savunuyorlar.
Gerçi kavimleri bu duruma iten faktör,
fıtratın giderilmesini istediği birtakım doğal ihtiyaçlardır.
Yalnız bu bölünmede, insan türünün tek toplum hâlinde yaşama
isteği biçimindeki fıtrî arzu ile çelişen bir özellik vardır.
Tabiat dağınık güçlerin bir araya gelmesini, uyuşmalarını,
birikerek ve birleşerek güçlenmelerini ister. Bu
kaçınılmazdır. Tabiat, bunu arzuladığı faydalı gayeye tam ve
elverişli biçimde ermek için ister. Bu kural, maddenin temel
hâlinde görülür. Madde element hâlinden... bitkiye, daha sonra
bitkiden canlıya ve sonra canlıdan insana geçiyor.
Oysa yurtlar bazındaki bölünmeler,
milletleri, diğer yurtlarda yaşayan toplumlardan ayrılma esası
üzerinde birleşmeye sevk eder. O zaman herhangi bir yurt
üzerinde yaşayan toplum, diğer yurtlarda yaşayan birimlerden
ruh ve bedende ayrılmış bir toplumsal birime dönüşür. Böylece
insanlık birleşmeden ve bir araya gelme idealinden
uzaklaşarak, parçalanmanın ve dağınıklığın aslında kaçındığı
sıkıntılarına katlanmak zorunda kalır.
Ortaya yeni çıkan bir toplum birimi,
ortada olan diğer toplum birimlerine karşı insanın diğer doğal
nesnelere davrandığı gibi davranır. Yani o insan birimlerini
istihdam eder, sömürür. Dünyanın başlangıcından bugüne dek
asırlar boyu edinilen tecrübeler bunun şahididir. Daha önceki
incelemeler sırasında aktardığımız ayetler, bu konuyu
Kur'an'dan yeteri derecede yararlanmamızı sağlayacak
düzeydedir.
İşte İslâm'ın bu ayrılıkları, dağılmaları
ve farklılaşmaları ortadan kaldırmasının sebebi budur. İslâm
aynı gerekçe ile toplumu tâbiiyet, ırk ve yurt temeli üzerine
değil, inanç temeli üzerine kurmuştur. Hatta yararlanmayı
beraberinde getiren evlilikte ve miras almada göz önünde
bulundurulan akrabalıkta bile inanç bağı esas kabul
edilmiştir. Bu iki alandaki temel gerekçe, hane ve yurt
birliği değil, tevhit inancı ortaklığıdır.
Bunun en güzel örneklerinden birini bu
dinin yasal sistemini incelerken görürüz. Bu din hiçbir
durumda yasalarda bu ilkesini göz ardı etmiş değildir. İslâm
toplumu, yerine getirmekle ve ayrılığa düşmemekle yükümlü
olduğu gibi, baskı altında ve mağlup durumda olduğu dönemlerde
de elinden geldiği kadar bu dini ihya etmekle ve onun sözünü
yüceltmekle yükümlüdür. Bu ölçüye göre tek bir Müslüman bile
bu ilkeyi benimseyip elinden geldiği kadar gereklerini yerine
getirmekle yükümlüdür. Elinden gelen şey, sadece inançlara
kalpten bağlanmaktan ve üzerine farz olan amellere işaret
etmekten ibaret olsa, bu görevi yerine getirmekle mükelleftir.
Bundan da anlaşılıyor ki, İslâm toplumu
öyle bir model oluşturmuş ki, bu modelin egemenlik,
bağımlılık, galibiyet, mağlubiyet, gelişmişlik, geri
kalmışlık, meydana çıkma, gizli kalma, güçlülük ve zayıflık
gibi durumların ve farazi konumların hepsinde yaşaması
mümkündür. Kur'an'ın özellikle takıyye konusundaki ayetleri
bunun delilidir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Kalbi iman ile dolu
olduğu hâlde inkârcılığa zorlanan kimse müstesna olmak üzere
kim iman ettikten sonra Allah'ı inkâr ederse... Onların
üzerine Allah'tan bir gazap vardır..."
(Nahl, 106)
"Ancak onlardan
(kâfirlerden) korunma gayesiyle sakınmanız başka..."
(Âl-i İmrân, 28)
"Gücünüzün yettiği kadar
Allah'tan korkun."(Teğâbun,
16) "Ey iman
edenler, Allah'tan nasıl korkup-sakınmak gerekiyorsa öylece
korkup sakının ve ancak Müslümanlar olarak ölün."
(Âl-i İmrân, 102)
14- İslâm'ın Her Yönüyle Toplumsal Oluşu
Daha önce belirttiğimiz gibi
"...topluca sebat
gösterin; sürekli (ilişki içinde ve) hazırlıklı olun ve
Allah'tan korkun ki, kurtuluşa eresiniz."
(Âl-i İmrân, 200)
ayeti ve Kur'an'daki daha birçok ayet bunun delilidir.
İslâm'da sistemler ve hükümler gibi ancak
toplum hâlinde gerçekleştirilmesi mümkün olan bütün alanlarda
toplumsallık gözetilmiş ve esas alınmıştır. Bu gözetilmede bu
alanların her birine uygun düşen toplum türü, o alan için
mümkün olan ve amaca erdiren emirler ve teşvikler
kullanılmıştır. Araştırmacının bu konuya ilişkin
araştırmalarında şu iki yönü birlikte göz önünde bulundurması
gerekir:
Birinci yön; hükümlerde gördüğümüz
farklılıklardır. Meselâ şeriat koyucu, cihat konusunda
savunmada başarı sağlayacak düzeyde olan bir kanunî
düzenlemeyi ve direkt olarak toplumsal vazifelendirmeyi
benimsemiştir. Bu bir tür hükümdür. Yine şeriat koyucu, gücü
yetenler ve mazereti olmayanlar için oruç tutmayı ve hacca
gitmeyi farz kıldı. Bunun gerekli sonucu insanların oruçta ve
hacda birlik meydana getirmeleridir.
Bu birlik, Ramazan ve Kurban bayramları
ile bu bayramlarda kılınması yasalaştırılan bayram namazları
ile tamamlandı. Bunların yanı sıra bulûğ çağına eren
mükellefin her birine günlük namazlar farz kılındı, ama bu
namazların cemaatle kılınmaları farz kılınmadı. Fakat bu
boşluk, aralarında dört fersahlık bir mesafe bulunan haftada
bir kılınacak Cuma namazlarında cemaat oluşturmanın şart
koşulması ile dolduruldu. Bu da başka bir hükümdür.
İkinci yön de şudur: Şeriat
koyucu, az önce anlattığımız gibi, bazı konularda toplu hâlde
olmayı doğrudan doğruya farz kıldı. Fakat doğrudan doğruya
cemaat olmayı farz kılmadığı bazı konularda cemaatleşmeyi
ısrarla tavsiye etti. Meselâ farz namazları cemaatle kılmak
gibi. Farz namazları cemaatle kılmak, aslında müstehap bir
sünnettir. Fakat müstehap olan bu uygulama üzerinde sünnet
gerçekleşmiş ve cemaatla kılınması bir sünnet hâline
gelmiştir. İnsanların da bütün sünnetleri uygulamaları
gerekir.
Peygamberimiz (s.a.a) cemaatle namaz
kılmaya katılmayan bir gurup hakkında şöyle buyurdu:
"Mescitte namaz kılmayı
terk eden bir gurup hakkında nerede ise şöyle bir emri
vereceğiz. Evlerinin önüne odun yığılsın, bu odunlar
tutuşturulsun da evleri ateşe verilsin."
Peygamberimizin bütün sünnetlerinde izlenecek yol budur.
Müslümanların hangi vesile ile mümkün olursa ve ne pahasına
olursa olsun, onun sünnetlerine özen göstermeleri gerekir.
Bunlar Kur'an ve sünnete dayalı içtihat
yolu ile incelenecek konulardır. Bunları açıklamak İslâm
fıkhının yetkisindedir.
İslâm'ın insanları benimsemeye çağırdığı
ibadete, muamelâta ve siyasete ilişkin davranışlar, iyi ahlâk
ve temel bilgiler alanlarında topluma açık olmayı gözettiği
gerçeği aydınlığa kavuştuktan sonra burada incelemeyi başka
bir yöne çevirmek gerekir ki, İslâm temel bilgilerinin tümünde
bile toplumsal bir dindir.
İslâm'ın insanları fıtrat dinine
çağırırken bu çağrısını, bu dinin şüphe edilmez bir açık
gerçek olduğu tezine dayandırdığını görürüz. Bunu belirten
Kur'an ayetleri çoktur ve burada aktarılmalarına gerek yoktur.
Bu yaklaşım, değişik idraklere yönelik ilk uzlaşma ve yakınlık
kurma adımıdır. Çünkü idrakler, farklılıklarına, ahlâk ve
içgüdü kayıtlarına bağımlı olmalarına rağmen "hakka uymak
gerekir" ilkesini benimsemekte ihtilâflı değildirler.
Sonra görüyoruz ki, İslâm herhangi bir
konuda aydınlatıcı bilgi edememiş, delilleri açık bir şekilde
algılayamamış kişileri, bu deliller kulaklarına gelmiş olsa
bile, mazur sayıyor. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Böylece helâk olan bile
bile helâk olsun. Hayatta kalan da bile bile hayatta kalsın."
(Enfâl, 42)
"Yalnız ve çaresiz kalan,
hiçbir çıkar bulamayan, ezilmiş erkekler, kadınlar ve çocuklar
bu hükmün dışındadırlar. Böylelerini Allah'ın affetmesi
umulur. Hiç şüphesiz Allah affedici ve mağfiret edecidir."
(Nisâ, 98-99) Ayetin
mutlaklığına ve
"çaresiz kalan, hiçbir çıkar yol bulamayan"
ifadesinin konumuna dikkat et. Bu yaklaşım, kendini düşünmeye
yetkili, incelemeye ve irdelemeye yetenekli gören her düşünen
kimseye, din bilgileri ile ilgili konularda düşünme, onları
anlamakta derinleşme ve haklarında görüş sahibi olma konusunda
tam bir özgürlük tanımaktadır. Üstelik Kur'an ayetleri
düşünmeye, kafayı çalıştırmaya, hatırlatmaya ve öğüt almaya
yönelik teşviklerle, özendirmelerle doludur.
Zihinsel ve dış kaynaklı faktörlerin tasavvur, tasdik, sonuca
varma ve hüküm verme bakımından kavrama yetenekleri üzerinde
etkili olduk-ları bilinen bir gerçektir. Daha önce
belirtildiği gibi, bu da İslâm toplumunun dayanağını oluşturan
esaslara ulaşmada farklılıklara yol açar.
Yalnız psikolojinin, ahlâk biliminin ve
sosyolojinin verilerine göre, iki insan arasındaki anlayış ve
kavrayış farkı şu faktörlerden birine dayanır:
a) Ya kişi nefsanî ahlâk ve
erdemli ve düşük melekelerden oluşan iç nitelikler bakımından
farklıdır. Bu durum, zihni etkileyen farklı yetenekler
açısından insanla ilgili bilgiler ve marifetler konusunda
büyük etkiye sahiptir. İnsaflı insanın idraki ile zihninde
oluşturduğu hüküm, inatçı ve katı bir insanın idraki ve hükmü
gibi değildir. Ilımlı ve bilgi karşısında ağır başlı bir
insanın sonuca varması, aceleci, bağnaz, havalı, her kafadan
çıkan sese kanan fevri ve nereye varmak istediğini, ne elde
etmek istediğini bilmeyen kaypak bir insanın sonuca varması
gibi olmaz.
Dinî terbiye bu farklılığı gidermeye
yeterlidir. Çünkü bu terbiye dinin temellerini oluşturan
bilgilerle ve kültürle uyumlu olacak şekilde ve bu temel
bilgilerle bağdaşacak ahlâkî erdemleri meydana getirecek
nitelikte ortaya konmuştur. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Dediler ki, ey kavmimiz!
Biz Musa'dan sonra onun elindekini doğrulayıcı olarak inen,
hakka ve doğru yola ileten bir kitap dinledik."
(Ahkaf, 30)
"Allah, rızası peşinde
koşanları bu kitap sayesinde selâmet yollarına iletir. Onları,
kendi izni ile, karanlıklardan aydınlığa çıkarır, doğru yola
iletir." (Mâide, 16)
"Uğrumuzda cihad
edenleri kesinlikle bize ulaştıracak yollara iletiriz. Allah
iyi işler yapanlar ile beraberdir."
(Ankebut, 69)
Bu ayetlerin yukarda söylediklerimize tatbik ettiği
açıktır.
b) İnsanlar arasındaki anlayış
farkları, farklı davranışlardan da kaynaklanabilir. Çünkü
günahlar, çeşitli insanî hevesler ve bu kategoriye giren
çeşitli kışkırtılmalar ve vesveseler insana, özellikle de
sıradan saf insana bozuk düşünceler telkin eder, onun zihnini
şüphe sızmalarına ve batıl görüşlerin istilâsına hazır hâle
getirir. O zaman anlayışlar farklılaşır ve hakka uymaktan
sapar.
İslâm bunun için de yeterli çare getirdi:
Bir defa topluma sürekli olarak dine çağrı yapmayı emretti.
İkinci önlem olarak bütün toplumu iyiliği emredip kötülükten
sakındırmakla yükümlü tuttu. Üçüncü tedbir olarak da
zihinlerinde hastalık ve şüphe olanlardan uzak durmayı
emretti. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Sizden; hayra çağıran,
iyiliği emreden ve kötülükten sakındıran bir topluluk olsun."
(Âl-i İmrân, 104) İyiliğe
çağırmak, telkin ve hatırlatma yolu ile doğru inancı
pekiştirir, onun kalplere yerleşmesini sağlar.
İyiliği emredip kötülükten sakındırmak da
hak inançların kalplere yerleşmesine engel olan şeylerin
ortaya çıkmasını önler. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Ayetlerimiz hakkında
münasebetsizliğe dalanları gördüğünde, (bu adamlar) başka bir
söze geçinceye kadar onlardan yüz çevir. Eğer şeytan sana bunu
unutturursa, hatırladıktan sonra sakın o zalimlerle birlikte
oturma. Günahlardan sakınanlara onların hesabından hiçbir
sorumluluk yoktur. Fakat belki korunurlar diye bir
hatırlatmadır. Dinlerini alay-eğlence konusu yapan ve dünya
hayatına adanan kimseleri bırak da Kur'an aracılığı ile şunu
hatırlat ki, eğri davranışlarının, günahlarının esiri olan
kimse Allah dışında ne bir yardım edici ve ne bir aracı
bulabilir." (En'âm,
68-70)
Görülüyor ki yüce Allah, ilâhî bilgiler
konusunda işaret yolu ile veya denilenin bir gereği olarak
şüphe uyandırıcı, karşı çıkıcı veya alaycı konuşmalara
dalanların sohbetlerine katılmayı yasaklıyor. Yüce Allah bu
tür konuşmaların sebebinin, temel bilgileri konusunda
ciddiyetten yoksun olmak; temel bilgilerini oyun, eğlence ve
alay konusu yapmaktan kaçınmayan bir sorumsuzluğa esir olmak
olduğunu hatırlatıyor. Yine hatırlatıyor ki, bu tutumun
kaynağı dünya hayatına kapılmaktır ve bu hastalığın ilâcı
sağlıklı eğitim ve yüce Allah'ın konumunu hatırlatmaktır.
c) İnsanlar arasındaki anlayış
farklılığı, dış faktörlerden de kaynaklanabilir. Oturulan
yerin uzaklığı, dinî bilgilerin insana ulaşamaması veya az ya
da tahrife uğramış olarak ulaşması. Yahut bu farklılık insanın
dinî bilgileri doğru biçimde kavramasına engel olacak anlayış
yetersizliğinden kaynaklanabilir. Mizaç özelliğinden ileri
gelen kafasızlık ve aptallık gibi.
Bunun tedavisi, tebliği yaygınlaştırmak
ve çağrıda, eğitimde yumuşak bir tavır takınmaktır. Bu iki
tedbir, İslâm'ın tebliğ metodunun özelliklerindendir. Yüce
Allah şöyle buyuruyor:
"De ki: Benim yolum budur. Ben ve bana uyanlar insanları
basiretle Allah'a çağırırız."
(Yûsuf, 108) Bilinen bir
gerçektir ki, tebliği basiretle yapan kimse, onun kalpleri ne
oranda etkileyeceğini, dinleyenlerin ve telkine hedef
olanların değişik olması ile hangi değişik etkileme
biçimlerinin ortaya çıkacağını bilir. Bu yüzden basiretli
tebliğ görevlisi herkese ancak zihni kapasitesinin kaldıracağı
kadar tebliğ yapar.
Hem Sünnî hem de Şiî kanallardan rivayet
edildiğine göre Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyuruyor: "Biz
peygamberler topluluğu, insanlarla akıllarına göre konuşuruz."
Yüce Allah da şöyle buyuruyor:
"Her kabileden bir grup
dini iyice öğrenmeleri ve kavimlerine döndükleri zaman korkup
sakınmaları umuduyla onları uyarmaları için sefere çıkmaları
gerekmez miydi?"
(Tevbe, 122)
İşte bunlar, inançlarda anlayış
farklılığının meydana gelmesini önleyecek veya meydana gelmiş
olan böyle bir farklılığı giderecek tedbirlerdir.
İslâm, toplumu kargaşaya ve çözülmeye
götürecek ayrılığın sızmalarından korumak için bunların
ötesinde bir toplumsal prensip öneriyor. Yüce Allah şöyle
buyuruyor: "Bilin ki,
doğru olan benim yolum budur; ona uyun. Değişik yollara
kapılmayın; onlar sizi parça parça edip Allah yolundan
ayırırlar. Ola ki, kötülüklerden sakınırsınız diye Allah size
bunları tavsiye etti."
(En'âm, 153) Ayette
anlatılan şudur: Müslümanların hep birlikte doğru yola
uymaları ve diğer yollara sapmaktan kaçınmaları, onları
ayrılıklara düşmekten koruyan, birlik ve bütünlüklerini
kaybetmemelerini sağlayan bir tedbirdir.
Bir başka ayette yüce Allah şöyle
buyuruyor: "Ey iman
edenler, Allah'tan nasıl korkup-sakınmak gerekiyorsa, öylece
korkup sakının ve ancak Müslümanlar olarak ölün. Ve topluca
Allah'ın ipine sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın..."
(Âl-i İmrân, 102-103)
Daha önce belirtildiği gibi, "Allah'ın ipi"nden maksat, ya
İslâm dininin bilgilerinin gerçeklerini açıklayan Kur'an veya
bundan az önceki ayetten anlaşılacağı üzere Kur'an ve
Peygamberimizdir. Bir önceki ayette yüce Allah şöyle
buyuruyor: "Ey iman
edenler, eğer kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir
gruba boyun eğecek olursanız, sizi imanınızdan sonra tekrar
küfre döndürürler. Allah'ın ayetleri size okunuyorken ve
O-'nun Peygamberi aranızdayken nasıl oluyor da inkâr
ediyorsunuz? Kim Allah'a sımsıkı tutunursa, artık elbette o,
dosdoğru yola iletilmiştir."
(Âl-i İmrân, 100)
Bu ayetler şunları gösteriyor:
Müslümanların din bilgileri etrafında birleşmeleri, fikrî
dayanışma oluşturmaları, öğretmek ve öğrenmekte
yardımlaşmaları, her düşünce ve içlerine düşen her şüphe
olayında kendilerine okunan ayetlere sığınmaları, ayrılığın
kökünü kazımak için bu ayetler üzerinde derinliğine
düşünmeleri gerekir. Yüce Allah buyuruyor ki:
"Kur'an'ı düşünmüyorlar
mı? Eğer Allah'tan başkası tarafından olsaydı, içinde
birbirini tutmaz çok şey bulurlardı."
(Nisâ, 82)
"Biz bu örnekleri
insanlara veriyoruz. Onların anlamlarını sadece bilgili
kimseler kavrayabilir."
(Ankebut, 43)
"Eğer bilmiyorsanız, zikir
ehline sorun." (Nahl,
43) Bu ayetlerde Kur'an'ı derinliğine incelemenin ya da
böyle bir incelemeyi yapanlara başvurmanın görüş ayrılıklarını
ortadan kaldıracağı ifade ediliyor.
Yine Kur'an-ı Kerim, dinin yükünü taşıyan
Peygamberimize başvurmanın Müslümanlar arasındaki düşünce
ayrılıklarını ortadan kaldırdığını ve onlara uymaları gerekli
olan hakkı açıkladığını vurguluyor. Yüce Allah şöyle
buyuruyor: "Sana da
zikri indirdik ki kendilerine indirileni insanlara açıklayasın
tâ ki, düşünüp öğüt alsınlar."
(Nahl, 44)
Şu ayet de buna yakın anlamdadır:
"Oysa eğer o haberi
Peygambere ve kendilerinden emir sahiplerine (ululemre)
götürselerdi, aralarından işin iç yüzünü araştırıp çıkaranlar
onun ne olduğunu bilirlerdi."
(Nisâ, 83)
"Ey inananlar! Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan
ululemre de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa
düşerseniz -Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız- onu
Allah'a ve Resul'e götürün. Bu, (sizin için) daha hayırlı ve
yorum bakımından daha güzeldir."
(Nisâ, 59) İşte İslâm'da
toplumsal düşüncenin biçimi böyledir.
Bundan anlaşılıyor ki bu din, kendine
özgü ilâhî bilgilerini koruma esasına dayandığı gibi,
insanlara eksiksiz bir düşünce özgürlüğü de sağlıyor. Bundan
çıkarılacak sonuç şudur: Müslümanların dinlerinin gerçekleri
üzerinde hep birlikte ve birbirleri ile bağlantılı olarak
düşünmeleri, dinlerinin bilgileri üzerinde düşünce ve içtihat
biçiminde zihnî emek vermeleri gerekir. Eğer bu gerçeklerin ve
bilgilerin herhangi biri hakkında şüpheye düşerlerse veya bu
bilgilere ve gerçeklere zıt bir görüşe varırlarsa, bunda bir
sakınca yoktur. Yalnız söz konusu şüphenin veya zıt görüş
sahibinin görüşünü, toplumsal bir düşünüşle Kur'an'a arz
ederek irdelenmesini sağlaması gerekir. Eğer bu irdeleme
problemini çözemiyorsa, onu Peygambere veya onun yerini
tutanlara arz eder. Böylece şüphesi aydınlanır ve görüşü
asılsızsa bu asılsızlığın farkına varır. Yüce Allah şöyle
buyuruyor: "Onlar ki,
sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar. İşte onlar
Allah'ın kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir ve akıl
sahipleri onlardır."
(Zümer, 18)
Açıkladığımız bu inanç ve düşünce
özgürlüğü, az önce sözünü ettiğimiz kişisel görüşü belirtilen
mercilere sunmadan ortaya atmak ve halk arasında yaymak demek
değildir. Böyle yapmak, sağlam olan toplumun temelini sarsacak
ihtilâflara yol açar.
Bu yol, toplumun kendine özgü hayatını
(orijinal kimliğini) korumak suretiyle düşünce düzeyini
geliştirmesinin önündeki kapıları açacak düzenlemelerin mümkün
olan en güzel yoludur. İnançların vicdanlara dayatılması,
kalplere mühür vurulması, zorla ve baskı ile insandaki düşünme
yeteneğinin öldürülmesi ve bunun için kamçı ya da kılıç
kullanılması ya da kâfir ilân etme, sürgün etme, toplumdan
dışlama ve hiç kimse ile görüştürmeme yoluna başvurulması, Hak
Tealâ-'nın ve hak dinin buna razı olması ya da bu yöntemi
destekleyen tedbirleri meşru görmesi düşünülmez. Bu yöntem bir
Hıristiyanlık ayıbıdır. Kilise tarihi bu türden sabıkalarla ve
baskılarla doludur. -Özellikle milâdî on beşinci ile on
altıncı yüzyıllar arasında bu türden uygulamaları çok
yoğundur.- Kilisenin bu tür zulümleri, zorbaların ve
tağut-ların zulümlerinden bile daha çirkin ve daha beterdir.
Fakat biz Müslümanlar, maalesef, bu
nimeti ve bu nimetin kazançları olacak olan topluma yaygın
düşünce ile inanç özgürlüğünü kaybettik. Tıpkı Allah'a karşı
görevlerimizi yapmamanın sonucu olarak yüce Allah'ın
bağışladığı diğer birçok nimetten kendimizi yoksun edişimiz
gibi. (Çünkü yüce Allah tutumunu bozmayan hiçbir toplumun
sahip olduğu nimeti elinden almaz.) Bu nankörlüğün sonucu
olarak toplumumuzda Hıristiyan kilisesinin tutumu egemen oldu.
Bunu da kalplerin ayrılması, parçalanma görüntüleri ve mezhep
bölünmeleri izledi. Allah bizi affetsin. Bizi rızasını
kazandıracak davranışları yapmaya muvaffak etsin ve doğru
yoluna iletsin.
15- Hak Dinin Dünyaya Egemenliği ve Sonucun Takvaya Ait Oluşu
İnsan türü, kendisine armağan edilen
fıtrî yapısı sebebi ile gerçek mutluluğu ister. Bu da ancak
toplumsal hayat bazında nefsine dünyevî ve uhrevî hayattan pay
sağlayarak organik ve ruhî hayatının tahtına oturmasıyla
gerçekleşir. Daha önce belirtildiği üzere bu, İslâm'ın ve
tevhit dininin ta kendisidir.
İnsanlığın amacı doğrultusundaki
ilerlemesi ve kemalinin doruğuna yükselmesi sürecinde görülen
sapmalara gelince, bunlar fıtratın hükmünün geçersiz oluşundan
değil, uygulamadaki hatalardan kaynaklanmıştır. Yaratılışın
güttüğü gaye ise, er veya geç kesinlikle gerçekleşecektir.
Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Ey Muhammed, Allah'ı bir
bilici olarak yüzünü doğruca dine çevir, Allah'ın yaratma
kanununa uygun olarak dine dön ki, O insanları ona göre
yarattı. İşte doğru din budur. Fakat insanların çoğu bunu
bilmez (Allah demek istiyor ki, gerçi çoğu
insanların fıtratları bu gerçeği özet hâlinde biliyor, ama
insanlar onu ayrıntılı ve net olarak bilmiyorlar)...
Böyle yaparlar ki,
kendilerine verdiğimiz nimete nankörlük etsinler. Haydi biraz
maddî yarar sağlayıp eğlenin bakalım. Yakında sonunuzun ne
olduğunu öğreneceksiniz... İnsanların elleri ile işledikleri
kötülükler yüzünden karada ve denizde fesat çıktı. Allah belki
dönerler diye onlara yaptıklarının bir bölümünün cezasını
tattırıyor." (Rum,
30-41)
Bir
başka ayetlerde de şöyle buyuruyor: "Allah öyle bir
topluluk ortaya çıkaracak ki, Allah onları sevdiği gibi onlar
da O'nu severler. Onlar müminlere karşı alçak gönüllü,
kâfirlere karşı onurlu davranırlar. Allah yolunda cihad
ederler. Hiç kimsenin yergisinden ve kınamasından
çekinmezler." (Mâide,
54) "Andolsun
biz zikirden (Tevrat'tan) sonra Zebur'da da 'yeryüzüne mutlaka
salih kullarım vâris olacaktır' diye yazdık."
(Enbiyâ, 105)"Sonuç,
takvanındır." (Tâhâ,
132)
Gerek bunlar gerekse benzeri anlama gelen
ayetler, bize İslâm'ın tam bir üstünlük kuracağını ve dünyaya
tümü ile egemen olacağını haber veriyor.
Şöyle diyenlerin sözlerine kulak asma:
Efendim İslâm tarihte belirli bir üstünlük kurdu. Onun günleri
tarih zincirinin bir halkası idi. Tarihin sonraki halkaları
üzerinde belirli oranda etkili oldu. Şimdiki uygarlık farkında
olarak veya olmayarak ona dayandı. Fakat bir daha tam bir
üstünlük kurması, yani bütün maddeleri, şekilleri ve amaçları
ile bir din hükümeti oluşturması, insan tabiatının kabul
edemeyeceği ve asla kabul etmeyeceği bir ihtimaldir. Bu
nitelikte bir tecrübesi hiç olmamıştır ki, dış dünyada meydana
geleceğine ve insan türü üzerinde tam bir hâkimiyet kuracağına
güvenilsin.
Onlar öyle diyor; ama sen biliyorsun ki,
bizim üzerinde konuştuğumuz anlamı ile İslâm, insan türünün
gayesi ve kemal noktasıdır. İnsan farkına olarak ya da
olmayarak içgüdüsü ile o gayeye yönelmiştir. Birçok varlık
türlerinden elde edilen kesin tecrübeler, onların varoluşları
ile uyumlu gayelere yönelmiş olduklarını, kendilerini bu
gayelere yaratılış düzeninin sevk ettiğini kanıtlıyorlar.
İnsan bu yaratıklar bütününden ayrı ve kopuk değildir.
Üstelik, günümüz dünyasının insan
toplumlarında geçerli olan hiçbir sistem, hiçbir yol, meydana
çıkışında, varlığını sürdürmesinde ve egemenliğinde kesin bir
geçmiş tecrübeye dayanmamıştır. İşte Hz. Nuh'un, Hz.
İbrahim'in, Hz. Musa'nın ve Hz. İsa'nın şeriatları. Bunlar
zamanlarında ortaya çıkmış ve insanlar arasında geçerli
olmuşlardır. Brahma'nın, Buda'nın, Mani'nin ve diğer
önderlerin getirdikleri sistemler de öyledir.
Demokrasi, Komünizm ve başkaları gibi
maddî uygarlık sistemleri de böyledir. Bunların hepsi hiçbir
geçmiş tecrübeye dayanmaksızın çeşitli insan toplumlarına
çeşitli uygulama biçimleri ile geçerli ve egemen olmuşlardır.
Yalnız sosyal sistemlerin ortaya çıkabilmeleri ve toplumda
kökleşebilmeleri için, amaçlarına ulaşma yolunda yorgunluğa ve
bıkkınlığa yenik düşmeyecek düzeyde güçlü taraftarlar, kesin
kararlar ve yüce gayretler gereklidir. Zamanın insan iradesini
frenleyebileceğini, gayretlerin boşa gideceğini sakın sanma.
Bu bakımdan Rahmanî gayeler ve idealler ile şeytanî olanlar
arasında fark yoktur.
|