"Rızk" bildiğimiz bir kavramdır.
Kullanıldığı yerlere baktığımızda bu kavramın bir tür
bağış anlamını içerdiğini anlıyoruz. Kralın ordusuna
verdiği rızk gibi. Nitekim kralın ordusu için verdiği
maaşa "rezkat" denir. Bu ifade genellikle yiyecek
anlamında kullanılır. Şu ayette olduğu gibi:
"Onların yiyeceği (rızkı),
giyeceği… çocuk kendisinin olana aittir."
(Bakara, 23)
Bu ayette "giyecek" rızk olarak nitelendirilmemiştir.
Sonra kavramın anlamı biraz daha
genişlemiş ve insanla ilgili her türlü yiyecek "rızk"
olarak nitelendirilmiştir. Adeta şans ve talih türün-den;
verenin kim olduğu bilinmese de bir bağış olarak
algılanmıştır. Bir süre sonra daha da genellik kazanmış ve
insana yararı dokunan her şeyi kapsayacak şekilde
algılanmıştır. Bunların yiyecek türünden olması şart
değildir. Mal, makam, aşiret, yoldaşlar, güzellik ve bilgi
gibi. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur:
"Yoksa sen onlardan
haraç mı istiyorsun? İşte Rablerinin haracı daha
hayırlıdır. O, rızk verenlerin en hayırlısıdır."
(Mü'minun, 72)
Bir diğer ayette Şuayb peygamberin diliyle şöyle buyuruyor:
"Dedi ki: Ey kavmim
görüşünüz nedir söyler misiniz? Ya ben Rabbimden apaçık
bir belge üzerinde isem ve o da beni kendisinden güzel bir
rızk ile rızıklandırmışsa?"
(Hûd, 88) Burada
kastedilen peygamberlik ve bilgidir. Konuyla ilgili birçok
ayet örnek gösterilebilir.
"Hiç şüphesiz, rızk
veren O, metin kuvvet sahibi olan Allah'tır."
(Zariyat, 58) ayeti
belirleyici sınırlandırıcı ifade tarzıyla sırasıyla şu
hususları ifade etmektedir:
Birincisi: Rızk, özü ve
gerçeği itibariyle Allah'tan başkasına nispet edilmez.
Gerçi aşağıdaki ayetlerde olduğu gibi bazı yerlerde rızk
O'ndan başkasına da nispet edilmiştir:
"Allah rızk verenlerin
en hayırlısıdır."
(Cuma, 11)Bu ayette
rızk verenlerden söz edilmiş ve yüce Allah'ın onların en
hayırlıları olduğu vurgulanmıştır.
"bunlarla onları
rızıklandırıp giydirin."
(Nisâ, 5) Ancak bu
tür ifadelerde de dolaylı nispete işaret edilmiştir.
Nitekim mülk ve izzet de Allah'ındır. Ama O'nun bağışı ve
izniyle başkaları da bunlara sahip olurlar. Şu halde rızk
veren O'dur, başkaları değil.
İkincisi: İnsanların
varlıklarını sürdürmek için yararlandıkları ve elde
ettikleri hayırlar onların rızıklarıdır ve onları veren
yüce Allah'tır. Sayısı oldukça kabarık olan rızk
ayetlerinin yanı sıra diğer birçok ayet buna delalet
etmektedir. Yaratma, emir, hüküm, mülk, irade, tedbir ve
hayır gibi olguların sırf Allah'ın tekelinde olduğunu
belirten ayetler gibi.
Üçüncüsü: İnsanların haram
yollardan yararlandıkları şeyler, günaha sebep
oluşturdukları için yüce Allah'a nispet edilmezler. Çünkü
yüce Allah, günahın teşri açısından kendisine nispet
edilmesini reddetmiştir. Yüce Allah konuyla ilgili olarak
şöyle buyuruyor:
"De ki: Şüphesiz Allah, çirkin hayâsızlıkları emretmez.
Bilmediğiniz bir şeyi Allah'a karşı mı söylüyorsunuz?"
(A'râf, 28)
"Şüphesiz Allah, adaleti, ihsanı... emreder... Çirkin
utanmazlıklardan... sakındırır."
(Nahl, 90)
Yüce Allah, bir şeyi emredip sonra onu nehyetmekten veya
bir şeyi nehyedip sonra insanlara yönelik rızkını ona
hasretmekten münezzehtir.
Haram yollardan gerçekleşen
yararlanmanın yasal açıdan rızk sayılmaması ile varoluşsal
açıdan rızk sayılması arasında bir çelişki yoktur. Çünkü
varoluş bağlamında yükümlülük sözkonusu olmaz; dolayısıyla,
bunu bir çirkinlik de izlemez. Kur'an'da rızkın
genelliğine işaret eden ayetler, konuyu varoluşsal açıdan
ele alıyorlar. İlahi mesaj sadece basit ve sıradan
zihinlere hitap etmediği için bu tür zihinlerin
bulunmamaları adına kimi gerçek bilgilere değinmekten
kaçınmaz. Hiç kuşkusuz Kur'an, tüm kalpler için bir
şifadır. Ondan ancak hüsrana uğrayanlar zarar görürler.
Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Kur'an'dan mü'minler
için şifa ve rahmet olan şeyleri indiriyoruz. Oysa o
zalim-lere kayıplardan başkasını arttırmaz."
(İsrâ, 82)
Ayrıca bazı ayetlerde Nemrut, Firavun
gibilerinin sahip oldukları mülk ve Karun gibi insanların
ellerindeki mal ve çekici süsler, yüce Allah'ın vergisi
olarak değerlendirilir. Bunun nedeni tüm bunların yüce
Allah'ın izniyle gerçekleşmiş olmasıdır. Allah bunu onlara
bir sınama aracı olarak vermiştir. Onların aleyhindeki
kanıtı tamamlamak, onları desteksiz ve dayanaksız bırakmak
ve onları yavaş yavaş korkunç akıbetlerine doğru
sürüklemek ve benzeri şeyleri istemiştir. Bütün bunlar
teşriî nispet edişlerdir. Bu şeyin çirkinliklere sebep
olmasına karşın yasal açıdan yüce Allah'a nispet
edilmesinin sakıncası olmadığına göre, çirkinliğe ve
güzelliğe yer olmayan varoluşsal bağlamda nispet
edilmesinin hiçbir sakıncası yoktur.
Öte yandan yüce Allah kendisi
tarafından yaratılmış bulunan her şeyin, katında bulunan
rahmetinin hazinelerinden indirildiğini belirtmiştir.
"Hiçbir şey yoktur ki,
hazineleri bizim katımızda olmasın; ancak onu belirlenmiş
bir miktar olarak indiririz."
(Hicr, 21) Bir diğer
ayette, katında olan şeylerin "hayr" olduğunu belirtmiştir:
"Allah katında olan
ise hayırdır." (Kasas,
60)Bu iki ayeti ve aynı hususa temas eden diğer
ayetleri bir arada düşündüğümüz zaman şu anlamı elde
ederiz: İnsanın bu evrende elde ettiği ve hayat boyunca
giyindiği her şey, Allah'tandır ve yararlandığı,
nimetlendiği bir hayırdır. Aşağıdaki ayetlerden de bu
anlamı algılayabiliriz:
"Ki O, yarattığı her
şeyi güzel yapandır."
(Secde, 7)
"İşte bu, sizin Rabbiniz Allah'tır; her şeyin
yaratıcısıdır; O'ndan başka ilah yoktur."
(Mü'min, 62)
İlahi bağışlardan bazılarının şer
nitelikli ve zarar verici özellikte olmasına gelince;
bunların şer ve zarar verici olmaları görecelidir.
Özellikle isabet ettikleri kişiyle ilgilidirler. Ama
başkaları ve evrensel sistem içindeki sebepleri ve
nedenleri açısından hayır nitelikli ve yararlıdırlar.
Nitekim şu ayette bu noktaya dikkat çekiliyor:
"Kötülükten sana ne
gelirse, o da kendindendir."
(Nisâ, 79) Önceki
bölümlerde konuyla ilgili açıklamalara yer verdik.
Kısacası, yüce Allah'ın kullarına
bahşettiği şeylerin tümü hayırdandır ve bütünüyle hayırdır.
Kullar onlardan yararlanırlar. Dolayısıyla anlam örtüşmesi
itibarıyla rızk kabul edilirler. Çünkü rızık; rızk
bahşedilen kimsenin yararlandığı bağıştan başka bir şey
değildir. Şu ayetten bu anlama yönelik bir işaret
algılamak mümkündür:
"Senin Rabbi-nin rızkı
hayırlıdır." (Tâhâ,
131)
Bu açıklamalardan anlıyoruz ki:
Kur'an'da yapılan açıklamalara göre rızk, hayır ve yaratma
olguları somut örnek bağlamında eşittirler. Dolayısıyla
her rızk hayırdır ve yaratılmıştır. Her yaratılmış da
rızktır ve hayırdır. Aradaki tek fark şudur: Rızık,
kendisiyle rızıklanmayı gerektirecek bir öngörüye
muhtaçtır. Örneğin gıda maddeleri beslenme gücü için
rızktır. Çünkü bu güç gıdaya muhtaçtır. Beslenme içgüdüsü
insan bireyi için rızktır. Çünkü birey bu güce muhtaçtır.
Yine birey anne-babası için bir rızktır. Çünkü ondan
yararlanırlar. Aynı şekilde insanın varlık dediğimiz ilahi
nimetten yoksun oluşunu tasavvur ettiğimiz zaman varlığın
da insan için hayır olduğunu görürüz. Yüce Allah bir
ayette şöyle buyuruyor:
"O, her şeye
yaratılışını verendir."
(Tâhâ, 50)
Hayır kendisini talep eden birinin
var olmasına muhtaçtır. Bu kimse, karşısına çıkan şeyler
arasında istediğini seçmek durumundadır. Şu halde gıda
maddeleri, beslenme içgüdüsü için hayırdır. Elbette bu
içgüdü onlara muhtaç olduğu, onları talep ettiği ve
karşısına çıktıklarında onları seçip, başkalarına tercih
ettiği takdirde söz konusudur. Yine beslenme içgüdüsü
insan için hayırdır. İnsanın varlığa muhtaç ve onu talep
eden olduğunu düşündüğümüzde varlığın da onun için hayır
olduğunu anlarız.
Yaratma ve var etme olguları ise,
anlamlarının gerçeklik kazanması için gerçek ya da
varsayılan bir şeye ihtiyaç duymazlar. Örneğin gıda,
kendisi olarak yaratılmış ve mevcuttur. Yine beslenme iç
güdüsü ve insanın kendisi de yaratılmıştır.
Her rızk Allah'ın olduğuna ve her
hayır salt O'na ait olduğuna göre yüce Allah'ın bahşettiği
her bağış, kullarının üzerine indirdiği her hayır ve
verdiği her rızk, karşılıksız olarak meydana gelmiştir.
Bunların karşılığında herhangi bir şey alınmış değildir.
Çünkü bizim varsaydığımız her şey gerçek anlamda Allah'a
aittir. Bir başkasının Allah üzerinde hak iddia etmesi söz
konusu değildir. Çünkü hiçbir kimsenin Allah üzerinde
herhangi bir hakkı yoktur.Onun rızık konusunda olduğu gibi,
kendisi üzerinde bir şeyi hak kılması başka. Yüce Allah
rızıkla ilgili olarak şöyle buyuruyor:
"Yeryüzünde hiçbir
canlı yoktur ki, rızkı Allah'a ait olmasın."
(Hûd, 26)
"Göğün ve yerin
Rabbine andolsun ki, şüphesiz, o sizin konuştuklarınız
kadar, elbette kesin bir gerçektir."
(Zariyat, 23)
Şu halde rızık yüce Allah üzerinde
bir hak oluşuyla birlikte, Allah tarafından hak kılındığı
için O'nun bir bağışı olarak algılanmasıdır; hak kılınan
kimsenin kendisi açısından hakedişi sözkonusu değildir.
Yalnızca yüce Allah'ın kendisi üzerinde hak kılması
açısından bir hakdır.
Buradan da anlaşılıyor ki, haram
şeylerden rızıklanan insan için, yasama açısından helal
şeylerden bir rızık tasarlanmıştır. Çünkü yüce Allah,
insan için kendisi üzerinde hak ve değişmez bir rızık
öngörüp sonra onu haram şeylerden rızıklandırmaktan,
ardından onu bu davranıştan nehyedip cezalandırmaktan
münezzehtir.
Konuya değişik bir açıdan yaklaşacak
olursak: Rızık, hayır nitelikli ilahi bir bağıştır.
Dolayısıyla Allah'ın kullarına yönelik rahmetidir.
Bilindiği gibi iki türlü rahmet vardır. Biri geneldir ve
mü'min-kâfir, takva sahibi-günahkar, insan-insan olmayan
tüm yaratılmışları kapsamına alır. Ötekisi özeldir ve
mutluluk yolunda gerçekleşir. İman, takva ve cennet gibi.
Aynı şekilde rızkın da genel bir türü vardır. Bu, genel
nitellikli ilahi bağıştır ve tüm varlıklara varlıklarını
korumaları ve sürdürmeleri için sunulmuştur. Rızkın diğer
bir türü de özel niteliklidir ve bu da helal dairesinde
gerçekleşir.
Genel rahmet ve genel rızık önceden
yazılmış ve ilahi öntasarım kapsamında takdir edilmiştir.
Yüce Allah konuyla ilgili olarak şöyle buyuruyor: "Her
şeyi yaratmış ve onu belli bir düzen içinde takdir
etmiştir." (Furkan,
2)Aynı şekilde özel nitelikli rahmet ve rızık da
önceden yazılmış ve ilahi öntasarım kapsamında takdir
edilmiştir. Nitekim -özel nitelikli rahmet olan- hidayet
de yasama (teşri) nitelikli olarak önceden yazılmış ve
tasarlanmıştır. Mü'min-kâfir tüm insanlara yönelik olarak.
Peygamberler bunun için gönderilmiş, kitaplar bunun için
indirilmiştir. Konuyla ilgili olarak yüce Allah şöyle
buyuruyor: "Ben,
cinleri ve insanları yalnızca bana ibadet etsinler diye
yarattım. Ben onlardan bir rızık istemiyorum ve onların
beni doyurup-beslemeleri-ni de istemiyorum. Hiç şüphesiz
rızık veren O, metin kuvvet sahibi olan Allah'tır."
(Zariyat, 58)
"Rabbin, O'ndan başkasına kulluk etmemenizi emretti."
(İsrâ, 23)
Şu halde hidayet üzere olmayı gerektiren ve ona bağlı
olarak anlam kazanan ibadet, yasama nitelikli olarak
tasarlanmış, takdir edilmiştir.
Aynı şekilde -helal dairesine özgü
bir husus olan- özel nitelikli rızık da tasarlanmış ve
önceden takdir edilmiştir. Bu hususla ilgili olarak yüce
Allah şöyle buyuruyor:
"Çocuklarını hiçbir
bilgiye dayanmaksızın akılsızca öldürenler ile Allah'a
karşı yalan yere iftira düzüp Allah'ın kendilerine rızık
olarak verdiklerini haram kılanlar elbette hüsrana
uğramışlardır. Onlar, gerçekten şaşırıp sapmışlardır ve
doğru yolu bulamamışlardır."
(En'âm, 140)
"Allah rızıkta kiminizi kiminize üstün kıldı; üstün
kılınanlar, rızıklarını ellerinin altında bulunanlara onda
eşit olacak şekilde çevirip-verici değildirler."
(Nahl, 71)
Görüldüğü gibi, yukarıda sunduğumuz iki ayet, kesin mutlak
ifadelidirler. Kâfir-mü'min, helalden rızıklanan ve
haramdan rızıklanan herkesi kapsamaktadır.
Şunu da kesin olarak bilmek gerekir:
Rızık, anlamını açıklarken de vurguladığımız gibi, ilahi
bağıştan belli bir oranda yararlanılan şeydir. Dolayısıyla,
kendisine çok mal verilmiş olup, bunun ancak az bir
kısmını yiyen kimsenin rızkı, sadece yediği kısımdır. Geri
kalan fazlalık ancak veriliş açısından rızık sayılır yeme
açısından değil. Şu halde rızkın bolluğu veya azlığı malın
çokluğu veya azlığı, demek değildir.
" Yeryüzünde hiçbir
canlı yoktur ki rızkı Allah'a ait olmasın. Onun karar
yerini de ve geçici bulunduğu yeri de bilir. Bunların tümü
apaçık bir kitapta yazılıdır."
(Hûd, 6) ayetini
tefsir ederken, rızık kavramıyla ilgili tamamlayıcı
açıklamalar sunacağız.
Şimdi yeniden konumuza dönüyor ve
"Sen, dilediğine
hesapsız rızık verirsin." ifadesiyle ilgili
olarak diyoruz ki: Rızkın hesapsız olarak tanımlanması,
rızkın yüce Allah'tan oluşuna ve rızıklananların durumuna
göre karşılıksız ve hak edişsiz olarak sunulmuş olmasına
yönelik bir işarettir. Çünkü canlıların sahip oldukları
yetenekler veya talep etme veya benzeri şeyler bütünüyle
Allah'ın mülküdür. O halde bunlardan hiçbirisi O'nun bu
bağışına karşılık sözkonusu edilemez. Bu yüzden Yüce
Allah'ın rızkı hesapsızdır.
Rızıkla ilgili bir hesabın
olmayışının takdirle irtibatlandırılması, yâni rızkın
sınırsız ve ölçüsüz olması şeklindeki bir değerlendirme
aşağıdaki ölçüyle ilgili ayetlerle bağdaşmıyor:
"Hiç şüphesiz, biz her
şeyi bir ölçü ile yarattık."
(Kamer, 49)"Kim
Allah'tan korkup-sakı-nırsa, Allah ona bir çıkış yolu
gösterir; ve onu hesaba katmadığı bir yönden rızıklandırır.
Kim de Allah'a tevekkül ederse, O, ona yeter. Elbette
Allah, kendi emrini yerine getirip-gerçekleştirendir.
Allah, her şey için bir ölçü kılmıştır."
(Talak, 2-3) Rızık
yüce Allah tarafından canlılara sunulan karşılıksız bir
bağıştır ve fakat yüce Allah'ın iradesi doğrultusunda
takdir edilip bir ölçüye konulmuştur.
Yukarıda sunduğumuz iki ayetten
sırasıyla şu hususlar anlaşılıyor:
Birincisi: Bütün mülk=hakimiyet
ve sultanlık Allah'ın olduğu gibi mülkiyet=sahip
olma da tamamen Allah'a aittir.
İkincisi: Bütün hayır O'nun elindedir
ve O'ndandır.
Üçüncüsü: Rızık Allah tarafından
kullarına karşılıksız ve hakediş-siz olarak sunulan bir
bağıştır.
Dördüncüsü: Hiç kuşkusuz, mülk, izzet
ve daha sonra mal, mevki ve güç gibi itibarî olan tüm
toplumsal hayırlar ve benzeri şeyler yararlanılan rızkın
kapsamına girerler.
MÜLK İLE İLGİLİ BİLİMSEL YAKLAŞIM
Daha önce yaptığımız açıklamalardan
birinde şu değerlendirmede bulunduk: Mülk olgusu özü
itibariyle insanlar için zorunludur. Gerek birey ve
gerekse toplumsal bazında, mülksüz bir hayat tasavvur
edilemez. Bunun temelinde de özgü kılma itibarı yatar.
Mülkiyet ve bir şeye sahip olma konusunda durum budur.
Egemenlik anlamında mülke gelince, bu,
bireyler üzerindeki otoriteyi ifade eder ve o da bir
zorunluluktur. İnsanlar için egemen-yöneticisiz bir hayat
düşünülemez. Ancak öncelikli olarak toplumun buna ihtiyacı
vardır. Çünkü toplum, amaçları farklı, istekleri değişik
kesimlerden meydana gelir. Birey, birey bağlamında öyle
değil. Bir araya gelen bireylerin her birinin isteği faklı
bir yöne doğrudur. Amaçları değişiktir. Aralarında ihtilaf
etmeden duramazlar. Birbirlerine üstünlük sağlayıp yenik
olanların ellerinde olan her şeye el koymaktan kaçınmazlar.
Sınırlarına, kişisel etkinlik alanlarına tecavüz ederler.
Haklarını çiğnerler. Böylece toplumsal hayat hercu merc
olur. Mutluluğun bir aracı olarak algılanan toplumsal
hayat, mutsuzluğun ve ölümcül felaketlerin nedeni olur.
İlacın kendisi hastalık yapar hale gelir. Bu ölümcül
pratiğe son vermenin tek yolu, tüm güçler içinde bir gücü
etkin kılmaktır. Onun tüm topluma ve toplumu oluşturan
bireylere egemen olmasını sağlamaktır. O zaman normal
sınırların dışına taşan azgın güçler dizginlenip orta yola
doğru çekilebilir. Yine ölümcül düzeyde alçalmış,
kişiliksizleştirilmiş ezilenler de normal yaşamın düzeyine
yükseltilir. Dolayısıyla tüm toplumsal güçler orta çizgide
buluşup bütünleşirler. Buna paralel olarak da her birim
kendi özel alanında faaliyet gösterir, her hak sahibi
hakkını eksiksiz olarak alır.
İnsan oğlunun zihni, daha önce de
belirttiğimiz gibi, hiçbir zaman "istihtam etme" (araç ve
alet kullanma) düşüncesinden soyutlanamaz. Geçmiş çağlarda
taşkın-mütegallibe insanlar egemenliği ele geçirmiş,
toplumun geri kalan bireyleri üzerinde zora dayalı bir
otorite kurmuşlardır. Köleliği yaygınlaştırmış, insanların
mallarına ve canlarına egemen olmuşlardır.
Hiç kuşkusuz, sözünü ettiğimiz bu
egemenliğin de bazı yararları olmuştur -Burada egemenlik
derken, bazı bireylerin taşkınlığını önleyen diğer bazı
bireylerin otoriteyi ellerine geçirmelerini kastediyoruz-
Bu yararlar, zorbalıkla, üstünlük taslamakla ve egemenlik
adına yeryüzünde ceberut bir sistem kurmakla tebaruz eden
yöneticilerin varlıkları ile de belirginleşebilir. Çünkü
onlar, yardakçıları ve kapıkullarıyla birlikte bizzat
azgın, haksız ve tiksinilen güçler olmalarına karşın,
bireyleri zillet ve baskı durumunda koruyup kollamak
zorunda hissederler kendilerini. Ki bir kimse çıkıp da
diğer insanların haklarına tecavüz etmesin. Çünkü böyle
biri, fırsat bulduğunda kendilerine karşı da çıkabilir.
Nitekim kendileri de başkalarının elinde bulunan otoriteyi
gasbetmiş değiller miydi?!
Kısacası, bireylerin büyük bir
kısmının, egemen sultanlardan duydukları korkudan dolayı
uzlaşmacı ve uyumlu bir tavır içinde olmayı yeğlemesi,
insanları, toplumsal egemenliği değerlendirme
düşüncesinden alıkoyucu bir rol oynar. Buna karşılık,
güçleri yetmediği zaman, bu zorbaların yaşam sistemlerini
övmekle zaman geçirirler. Ancak bu, yapılan zulümlerin
haddi aşmaması durumunda geçerlidir. Ancak zulmün
dayanılmayacak kadar haddi aşması durumunda zulme
uğradıklarını dile getirip şikayette bulunurlar.
Hiç kuşkusuz, bazen kral veya başkan
dediğimiz bu insanlar ölür veya öldürülürler. Böyle
durumlarda toplum kargaşa ve bozgunluğun başgöstereceğini
algılar. Toplumsal düzen tehdit altına girer, anarşinin
egemen olmasından endişelenilir. Bunun üzerine, derhal
aralarında güç ve etkinlik sahibi olanları ileri sürer ve
otorite dizginlerini eline verirler. Böylece toplumsal
işlere egemen bir kral oluverir. Sonra gün gelir, devran
döner, eski zorbalık ve baskı yeniden ortaya çıkar.
Toplumlar, sürekli bu arayış içinde
olmuşlardır. Ve bu arada sözkonusu egemenlerin kötü
yönetimlerinden, zorbalıklardan, mutlak otorite sahibi
oluşlarından çok çekmişlerdir. Bunu önlemeye dönük bir
tedbir olarak, halka egemen olan hükümetlerin görevlerini
belirleyen kanunlar hazırlayıp kralları, sultanları
bunlara uymaya zorlamışlardır. Böylece mutlakiyetçilikten
sonra meşruti krallık düzeni ortaya çıkmıştır. İnsanlar bu
sistemi koruma yönünde çaba gösteriyorlardı ve krallık
babadan oğula geçiyordu.
Daha sonra, toplumlar kralların
azgınlıkları, kötü uygulamaları, değişmez, ancak miras
yoluyla geçen krallık tahtına oturduktan sonra bildikleri
gibi davranmaları yüzünden, bu sistemi değiştirip yerine
cumhuriyet sistemi getirdiler. Böylece ömür boyu ve
meşruti krallıktan sürekli ve meşruti yönetime geçildi.
Başka toplumlarda, yöneticilerin zulmünden kaçış için
başka yöntemler geliştirilmiş olabilir ve insanlık
gelecekte, bugün için düşünülmeyen yönetim tarzlarını
geliştirebilir.
Ancak toplumların, bu işin düzene
girmesi uğruna bunca çabalar sarfetmesi, yönetimini teslim
edeceği gücü belirtmek için yoğun bir arayış içinde olması,
değişik iradeleri ve farklı güçleri bir arada tutacak
otoriteyi tespit etmek için faaliyet göstermesi, bizim
için şu gerçeği belirginleştiriyor; insanlık bu makamdan,
değişik isimleri ortaya çıkan, toplumların değişmesi ve
güçlerin geçmesi ile birlikte farklı koşullarda
belirginleşen yönetim erkinden soyutlanamaz. Çünkü
toplumsal hercu mercin, sosyal hayatın altüst oluşunun
yolu, her halukarda, değişik irade ve maksatların bir
insanda veya bir makamda somutlaşan tek iradede
birleşmemesinden geçer.
Daha konunun başındayken söylediğimiz
de buydu: Yönetim, insan toplulukları için zorunlu bir
itibarî değerdir.
Bu da diğer itibarî değerler gibi,
toplumun sürekli mükemmelleştirmeye, düzeltmeye,
eksiklerini gidermeye, çelişkili sonuçlarını bertaraf
etmeye çalıştığı, arayış içinde olduğu bir olgudur. Bütün
bunlar insanın mutluluğuna yöneliktir.
Bu yönetim erkinin ıslah ve düzeltim
ameliyesindeki en büyük ve en doyurucu pay peygamberlik
misyonuna ait olmuştur. Çünkü sosyolojide genel kabul
gören bir kural vardır: Herhangi bir sözün özellikle
insanın öz doğasıyla ilintili olan, fıtrat tarafından
olumlu karşılanan ve beklenti içindeki nefisler tarafından
güvenilebilen bir sözün genel düzeyde toplum nezdinde
yaygınlık kazanması, değişik eğilimleri birleştiren,
darmadağınık toplumları tek bir el gibi hareket etmeye
yönelten, bir iradeye göre açılıp kapanmasını sağlayan,
karşısına dikilen her engeli aşan en güçlü etken işlevini
görür.
Şurası bir gerçek ki: Peygamberlik
misyonu ortaya çıktığı en eski dönemlerden bu yana
insanları adalete davet etmiş, onları zülüm işlemekten
alıkoymuştur. Allah'a kulluk sunmaya, O'na teslim olmaya
teşvik etmiştir. Azgın Firavunlara, mütegaliblere, despot
ve müstekbir Nemrutlara itaat etmesinler diye onları
uyarmıştır. Bu davet, peşpeşe gelip giden kuşaklar
arasında, ardarda gelen, büyük-küçük değişik zaman ve
mekanda ortaya çıkan ümmetler içinde seslendirile
gelmiştir. Bugüne kadar uzanıp gelen, asırlar boyunca
insanlar arasında seslendirilen böylesine güçlü bir
mesajın, onları etkilememiş olması düşünülemez.
Kur'an-ı Kerim, geçmiş peygamberlere
(hepsine selam olsun) indirilen vahiyden söz ederken buna
ilişkin birçok örnek aktarır. Sözgelimi Hz. Nuh'un Rabbine
şöyle şikayette bulunduğunu haber verir:
"Rab-bim, gerçekten
onlar bana isyan ettiler; mal ve çocukları kendisine
ziyandan başka bir şeyi arttırmayan kimselere uydular. Ve
büyük büyük hileli düzenler kurdular. Ve dediler ki: Kendi
ilahlarınızı bırakmayın."
(Nuh, 21-23)
Yine Kur'an onunla kavminin ileri
gelenleri arasında geçen şu konuşmayı da aktarır:"Dediler
ki: sana, sıradan aşağılık insanlar uymuşken inanır mıyız?
Dedi ki: Onların
yapmakta oldukları hakkında benim bilgim yoktur. Onların
hesabı yalnızca Rabbime aittir, eğer şuurundaysanız
anlarsanız" (Şuarâ,
111-113)
Hûd peygamberin kavmine şöyle
seslendiğini haber verir:
"Siz her yüksek yere
bir anıt inşa edip oyalanıp eğleniyor musunuz? Ölümsüz
kılınmak umuduyla sanat yapıları mı ediniyorsunuz? Tutup
yakaladı-ğınız zaman da zorbalar gibi mi yakalıyorsunuz?"
(Şuarâ,129-130)
Salih peygamberin kavmine şöyle
seslendiğini aktarır:
"Artık Allah'tan sakının ve bana itaat edin. Ve ölçüsüzce
davrananların emrine itaat etmeyin. Ki onlar, yeryüzünde
bozgunculuk çıkarıyor ve ıslah etmiyorlar."
(Şuarâ, 150-152)
Hz. Musa, İsrâiloğullarını savunmuş,
Firavun'a ve onun zülüm esaslı düzenine karşı koymuştur.
Ondan önce Hz. İbrahim, Nemrut'a karşı çıkmış; daha önce
Meryemoğlu İsa ve diğer İsrâiloğulları elçileri,
çağdaşları olan taşkınlara, krallara ve ileri gelenlere
başkaldırmıştı, zülüm esaslı sistemleri eleştirmişti.
İnsanlar bozguncuları reddetmeye, tağutlara uymamaya davet
edilmişlerdi.
Kur'an-ı Kerim ise, insanları
bozgunculuğa itaat etmemeye, zülümden kaçınmaya davet
etmiştir. Zülüm, bozgunculuk, saldırganlık ve azgınlık
gibi suçların doğurduğu sonuçlara ve onların ağır
cezalarına dikkat çekmiştir. Bu apaçık bir husustur:
" Rabbinin Ad kavmine
ne yaptığını görmedin mi? Yüksek sütunlar sahibi İrem'e?
Ki şehirler içinde onun bir benzeri yaratılmış değildi. Ve
vadilerde kayaları oyup biçen Semud'a? Ve kazıklar sahibi
Firavun'a? Ki onlar, şehirlerde azgınlaşmışlardı. Böylece
oralarda fesadı yaygınlaştırmış-artırmış-lardı. Bundan
dolayı, Rabbin onların üzerine bir azap kamçısı çarpıverdi.
Çünkü senin Rabbin, gerçekten gözetleme yerindedir."
(Fecr, 6-14)
Bunun gibi daha birçok ayeti örnek göstermek mümkündür.
Egemenlik anlamında mülkün, insanlık
toplumu için zorunlu bir değer olması hususuna gelince,
bunun en doyurucu açıklaması Talut kıssasında geçen şu
ifadelerdir:" Eğer
Allah'ın, insanların bir kısmı ile bir kısmını def'i
olmasaydı, yeryüzü
mutlaka fesada uğrardı. Ancak Allah, alemlere karşı büyük
fazl sahibidir."
(Bakara, 251)
Daha önce ayetin kanıtsallığının niteliği genel
olarak ifade edilmişti.
Kur'an'da yer alan birçok ayette,
mülkten, (velayet) yönetiminden, buna yönelik itaatin
zorunluluğundan ve benzeri konulardan söz edilir. Diğer
bazı ayetlerde, bunun bir nimet ve bağış olduğu vurgulanır.
Şu ayetleri buna örnek gösterebiliriz:"
Onlara büyük bir mülk verdik."
(Nisâ, 54)
"Sizden yöneticiler kıldı ve alemlerden hiç kimseye
vermediğini size verdi."
(Mâide, 20)
"Allah, kime dilerse mülkünü verir."
(Bakara, 247)
Bunun gibi daha birçok ayet örnek
gösterilebilir.
Ne var ki, Kur'an, mülkü-egemenliği
ancak takva ile birlikte olduğu zaman bir üstünlük ve
saygınlık olarak değerlendirir. Çünkü Kur'an, dünya
hayatının ayrıcalıklarından olup saygınlık ve üstünlük
olarak algılanabilecek olgular içinde sadece takvayı "keramet"
(üstünlük-saygınlık) olarak nitelendirir. Konuyla ilgili
olarak yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Ey insanlar,
gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve
birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler
şeklinde kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün
olanınız, takvaca en ileride olanınızdır."
(Hucurat, 13)
Takvanın hesabı ise, Allah'a aittir. Hiç kimse
takva bağlamında bir başkasına üstünlük taslayamaz. O
halde hiç kimse hiçbir şeyle diğerine üstünlük
tasarlayamaz. Çünkü eğer söz konusu şey dünyevi bir
olguysa, dünyevi olguların herhangi bir ayrıcalıkları
yoktur. Sadece dinin değeri vardır. Yok eğer uhrevi bir
olguysa, bu durumda onun hesabı Allah'a aittir. Kısacası,
bu nimeti, yâni yöneticilik nimetini elinde bulunduran
kimse, bir Müslüman'ın gözünde, üzerine yük, meşakket ve
cefa almış kimsedir. Kuşkusuz bu çabasını adalet ve takva
çizgisinde yürütürse, Allah katında büyük bir ödül
kazanacaktır.
İşte dinin dostlarının sergiledikleri
salih ve yapıcı hareket tarzı budur. İnşaallah,
Peygamberimizin ve onun pak soyunun hayat tarzlarını sahih
hadisler ışığında incelerken bu konuyla ilgili doyurucu
bilgiler sunacağız. Göreceğiz ki, onlar bu otoriteyle
ancak, zorbalara başkal-dırmaya, yeryüzünde bozgunculuk
yapmalarına engel olmaya ve azgınlıklarına ve
müstekbirliklerine karşı koymaya nail olmuşlardır.
Bu yüzden Kur'an, insanları bir
yönetim tarzı kurmak, Kayserlik veya Kisrâlık benzeri bir
otorite oluşturmak için bir araya gelmeye davet etmemiştir.
Tam tersine yönetimi, toplumsal hayatın gözetilmesi
gereken bir olgusu gibi algılamıştır. Tıpkı eğitim veya
kâfirleri caydırmaya yönelik kuvvet bulundurma girişimi
gibi.
Kur'an insanları din etrafında
birleşmeye, buluşmaya ve ittifak etmeye davet etmiştir.
Dinde ayrılığı ve tefrikayı yasaklamıştır. Dini hayatın
vazgeçilmez temeli olarak sunmuştur. Konuyla ilgili olarak
yüce Allah şöyle buyuruyor:"
Bu benim dosdoğru yolumdur. Şu halde ona uyun. Sizi O'nun
yolundan ayıracak yollara uymayın."
(En'âm, 153)
"De ki: Ey Kitap ehli, bizimle sizin aranızda müşterek
olan bir kelimeye gelin. Allah'tan başkasına kulluk
etmeyelim, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah'ı
bırakıp bir kısmımız diğer bir kısmımızı Rabler
edinmeyelim…"Eğer yine yüz çevirirlerse, deyin ki: Şahid
olun, biz gerçekten Müslümanlarız."
(Âl-i İmrân, 64)
Görüldüğü gibi Kur'an, insanları tek
ve ortaksız Allah'a teslim olmaktan başka bir şeye davet
etmiyor. Yalnızca din etrafında kümelenmiş topluma değer
verir. Bunun dışında, düzmece ilahlara yönelik ibadeti,
görkemli şatolara ve yüksek rakımlı tepelerde kurulan
anıtlara, Kayser ve Kisrâ (şahlık) türü krallıklara
yönelik itaati, yapay sınırlarla bölünmeleri, ulusal
vatanların oluşmasını sert bir dille eleştirir.
FELSEFİ YAKLAŞIM
Hiç kuşkusuz varlığı zorunlu (vacib-el
vücud) olan yüce Allah'ta son bulur evrende etkin olan
nedenler silsilesi. O'nunla, parça ve bütün olarak evren
arasındaki ilişki nedensellik esasına dayanan bir
ilişkidir. Daha önce irdelediğimiz illet ve malul ile
ilintili bölümlerde şunu ortaya koyduk: Nedensellik
varlıkla ilgilidir. Şöyle ki: Malulda somutlaşan gerçek
varlık, illetinin varlığından sızmıştır. Onun dışında
kalan mahiyet gibi olgular ise, sızılmışlıktan ve
kaynaklanmışlıktan, illete de gereksinim duymaktan
uzaktırlar. Bunun çelişik evrime önermesi ise şöyle olur:
Gerçek varlığa sahip olmayan bir şey malul olmadığı gibi,
yüce Allah'a da gelip dayanmaz.
Salt itibarî olguların yüce Allah'a
dayandırılması bir problem oluşturur. Çünkü onların gerçek
bir varlıkları yoktur. Varlıkları ve olumlanmaları
bütünüyle itibarîdir. Değerlendirme koşullarını, konumu ve
varsayım sınırını aşmaz. Şeriatın kapsadığı emir, yasak,
hüküm ve durumların tümü itibarî olgulardır. Bunların da
yüce Allah'a nispet edilmelerinde problem vardır. Mülk,
izzet ve rızık gibi olgular için de aynı durum söz
konusudur.
Bu düğümü şu şekilde çözebiliriz:
Bunlar gerçi gerçek bir varlıktan yoksundurlar, ancak,
bunların etkileri ve sonuçları vardır ve bunlar, daha önce
defalarca vurguladığımız gibi onların isimlerini kalıcı
kılmaktadır. Bu etkiler ve sonuçlar ise, gerçek
varlıklardır ve itibarî olarak amaçlanmışlardır.
Dolayısıyla yüce Allah'a nispet edilirler. Şu halde bu
sonuçların nispet edilmeleri, bu itibarî olguların da
nispet edilişlerini mümkün kılmaktadır. Buna göre,
toplumun bireyleri olarak aramızda etkin olan hükümranlık,
gerçi itibarî bir olgudur ve gerçek varlıktan bir paya
sahip değildir, ancak o bizim tarafımızdan, tasavvur
edilen mevhum bir anlamdır. Biz onu, zihin dışı objektif
sonuçlara ulaşmak için araç olarak kullanırız. Eğer bu
mevhum anlam takdir edilip varsayılmazsa, bu sonuçlara
ulaşmamız mümkün olmaz. Sözünü ettiğimiz sonuçlar;
zorbaların, güç ve etkinlik sahibi bireylerin, toplumdaki
zayıf ve düşkünlerin haklarını gasbedenlerin ezilmeleri,
herkesin olması gereken yerde olması, her hak sahibinin
hakkının verilmesi şeklinde sıralanabilir. Kısacası mülk
itibarî bir olgudur ancak.
Bu tür zihin dışı etki ve sonuçlar
kalıcı oldukları sürece egemenliğin anlamı ve ismi de
kalıcı olacaktır. Dolayısıyla bu zihin dışı sonuçların,
zihin dışı nedenlerine nispet edilmeleri,
mülkün-egemenliğin O'na nispet edilmesi demektir. Aynı
durum itibarî izzet, zihin dışı sonuçları ve gerçek
illetlerine nispet edilişi için de geçerlidir. Emir, nehiy,
hüküm ve kanun koymak ve benzeri olgular da bundan farklı
değildir.
Bütün bunlardan sonra şu husus
açıklığa kavuşuyor: Yukarıda sözü edilen itibarî olguların
tümü, sonuçlarının, yüce Allah'a nispet ediliyor olması
dolayısıyla zatına yaraşır bir şekilde O'na nispet
edilirler. |