Muhkem, Müteşabih ve Tevil Kavramlarının Ayrıntılı
Açıklaması
Buraya kadar, Muhkem, müteşabih ve
tevil kavramlarıyla ilgili olarak yaptığımız açıklamalar,
yüce Allah'ın kelamı üzerinde derin düşünceden çıkan
sonuçlar ve Ehl-i Beyt İmamlarından (a.s) gelen
rivayetlerden anlaşılan hususlardır. Biz bu rivayetlere
ayetle ilgili rivayetleri ele aldığımız bölümde yer
vereceğiz.
Ancak müfessirler bu hususta ihtilafa
düşmüşlerdir. İhtilaf yayılmış ve aralarında sapma eğilimi
büyük bir ivme kazanmıştır. Aslında bu ihtilafların
geçmişi, İslam'ın ilk dönemlerine, sahabe ve tabiin
kuşağına mensup tefsir bilginlerine kadar dayanıyor. Bize
aktarılanlar arasında yukarıda sunduğumuz açıklamaya
tamamen uymaları şöyle dursun, buna yakın açıklamalara
bile pek az rastlanır.
Bu geniş çaptaki ihtilafın sebebi,
muhkem ve müteşabih konuları ile tevil kavramının anlamı
üzerine yapılan araştırmaların birbirlerine karıştırılarak
gerçekleştirilmesidir. Bu da şaşırtıcı bir karışıklığa
neden olmuştur. Mesele bu yüzden girift hale gelmiş,
araştırmanın niteliği bambaşka bir boyut kazanmış ve
bundan çıkan sonuç da aynı oranda karmaşık olarak
belirginlik kazanmıştır. Bu konularla ilgili ayrıntılı
açıklamaları, elimizden geldiğince denilenlerin hangi
konuya ilişkin olduklarını belirleyerek nelerin
söylendiğini, bu konuda nelerin tercih edildiğini ve
hangisinin gerçeği yansıttıklarını birkaç bölümde
açıklayacağız.
1- Muhkem ve Müteşabih
"İhkam" ve "teşabüh" sözcük anlamları
bilinen kelimelerdir. Yüce Allah kitabını bu kavramların
ikisi ile de nitelemiştir:
"Ayetleri muhkem
kılınmış bir kitaptır."
(Hûd, 1)
"Allah... müteşabih,
ikişerli bir kitap halinde indirdi."
(Zümer, 23) Kitabın
tamamı için kullanılan bu iki nitelikten ancak kitabın
içerdiği nazım ve açıklama türünün sağlamlığı (muhkem
oluşu) ve ayetlerin sağlam nazım ve açıklamanın en doruk
noktasına varma bakımından birbirlerine benzeşmesi (müteşa-bih
oluşu) kastedilmiştir.
"Sana kitabı indiren
O'dur. Ondan bir kısım ayetler muhkemdir ki onlar kitabın
anasıdır. Diğerleri ise müteşabihtir..."
ayetinde, tamamı muhkem olarak nitelendirilen kitabın
ayetlerinin muhkem ve müteşabih olmak üzere iki kategoriye
ayrıldıklarına işaret edilmektedir. Buradan anlıyoruz ki,
bu ayette işaret edilen muhkemlik ve müteşabihlik kitabın
tamamının niteliği olarak işaret edilen muhkemlik ve
müteşabihlikten farklıdır. Bundan dolayı, ayetleri
incelemek suretiyle bu iki kavramın anlamını belirlemek,
nesnel karşılığını tespit etmek gerekiyor. Bu konuyla
ilgili olarak ondan fazla görüş ileri sürülmüştür.
1- Muhkemlerden
maksat, En'âm suresinde yer alan üç ayettir:
"De ki: "Gelin size
Rabbimizin neleri haram kıldığını okuyayım: O'na hiç bir
şeyi ortak koşmayın..."
(En'âm, 151-152-153)Müteşabihler-den
maksat ise, Yahudilerin anlayamadığı ve başka şeylerle
karıştırdığı hususlardır. Bunlar da bazı surelerin
başlarında yer alan
"Elif, lâm, mîm" "Elif,
lâm, ra" ve
"Ha, mîm"gibi
mukattaa (birbirinden kopuk) harflerdir. Yahudiler bunları
harflere rakamlar verilmek suretiyle yapılan hesapları
esas alarak tevil etmişler ve bundan hareketle bu ümmetin
ömrünün ne kadar olduğunu tespit etmeye çalışmışlardır.
Dolayısıyla bu hususta yanıldılar. Bu görüş sahabeden
İbn-i Abbas'a nispet edilmiştir.
Bu yoruma ilişkin değerlendirmemiz
şudur: Bu görüş kanıtsız olarak ileri sürülmüştür. Şayet
doğruluğu teslim edilse, bu sefer, muhkem ve müteşabih
ayetlerin sırf bunların ikisine tahsis edilmesinin
herhangi bir kanıtı yoktur. Ayrıca bunun kabul edilmesi,
ne muhkem, ne de müteşabih olan bir üçüncü ayetler
kategorisinin varlığını gerektirmektedir. Ayetin zahiri
ise, böyle bir ihtimale yer bırakmayacak kadar kesindir.
Ancak bu görüşün İbn-i Abbas'a nispet
edilmesi gerçeği yansıtmamaktadır. Ondan yapılan nakil
onun söz konusu üç ayeti muhkem saydığı şeklindedir.
Muhkem ayetler, sadece bu üç ayetten ibarettir, şeklinde
değil.
ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde Said b.
Mansur, İbn-i Ebu Hatem, sahih diye nitelendirerek Hakim
ve İbn-i Mürdeveyh'in Abdullah b. Kays kanalıyla
aktardıklarına göre, o İbn-i Abbas'ın
"Ondan bir kısım
ayetler muhkemdir."ayetiyle ilgili olarak:
En'âm suresinin "De
ki: Geliniz..." diye başlayan ayet ile ondan
sonraki iki ayetten oluşan son üç ayet muhkemdir."
dediğini duymuştur. (c.2,
s.4)
Yine aynı eserde ondan nakledilen şu
rivayet de bu değerlendirmeyi desteklemektedir. Rivayete
göre, İbn-i Abbas, muhkem ayetler ile ilgili olarak:
"De ki: Geliniz..."
diye başlayan ayet ve sonrasındaki iki ayet bu muhkem
ayetlerdendir. "Rabbin
kendisinden başkasına ibadet etmemenize hükmetti"diye
başlayan ayet ile ondan sonra gelen iki ayet de bu muhkem
ayetlerdendir" demiştir. Her iki rivayet de onun bu
ayetleri muhkem ayetlere örnek olarak zikretmesini, sadece
bu ayetler muhkemdir, demek istemediğini desteklemektedir.
2- Bu görüş yukarıdaki
görüşün tam tersidir. Buna göre, muhkem ayetlerden maksat,
bazı surelerin başlarında yer alan mukattaa yâni
birbirinden kopuk harfler, müteşabih ayetlerden maksat ise,
geriye kalan diğer tüm ayetlerdir. Ebu Fahite'nin şöyle
dediği rivayet edilir:
"Onlar kitabın
anasıdır." ifadesi ile surelerin giriş
kısımları kastedilmiştir. Kur'an bunlardan çıkarılmıştır.
Örneğin: "Elif lâm
mîm. Bu kitap..." ifadesinden Bakara suresi,
"Elif lâm, mîm.
Allah'tır ki, O'ndan başka ilah yoktur. Diridir. Kayyumdur
(yaratıklarını koruyup yöneticidir)"
ifadesinden Âl-i İmrân suresi çıkmıştır."
Yine:
"Onlar kitabın
anasıdır." ifadesi ile ilgili olarak Said b.
Cübeyr'in şöyle dediği rivayet edilir: "Onlar kitabın
aslını oluşturur. Çünkü bunlar bütün kitaplarda yazılıdır."
Bu rivayetler, her ikisinin de surelerin başlangıcında yer
alan harflerle bu harflerin lafızlarının kastedildiği
görüşünü savunduklarını gösteriyor. Buna göre, demek
istenen şudur: "Sizin üzerinize indirilen kitap, şu
birbirinden kopuk harflerden meydana gelmektedir.
Kelimeler ve cümleler bu harflerden oluşur." Nitekim, bazı
surelerin başlarında yer alan birbirinden kopuk harflerle
ilgili olarak böyle bir görüş vardır.
Bu yorumla ilgili olarak şunu diyoruz:
Bu görüş, kesinlikle kanıtı olmayan bir değerlendirmeye
yâni bazı surelerin başlarında yer alan birbirinden kopuk
harflerin denilen şekilde yorumlanmasına dayanmanın yanı
sıra, bizzat ayetin kendisi ile bağdaşmamaktadır. Çünkü,
böyle bir şeyin kabul edilmesi ile birlikte, kimi
surelerin giriş kısmında yer alan birbirinden kopuk
harflerin dışındaki tüm Kur'an ayetleri müteşabih
kategorisine girmiş olur. Oysa yüce Allah müteşabih
ayetlere uymayı yermiş ve bu davranışı kalplerin kayması
olarak nitelendirmiştir. Öte yandan Kur'an'a uymayı da
övmüştür, daha doğrusu yükümlülüklerin en zorunlusu olarak
nitelemiştir. Konuyla ilgili olarak yüce Allah şöyle
buyuruyor: "Onunla
birlikte indirilen nuru izleyenler..."
(Araf, 157) Bunun
gibi daha bir çok ayet örnek gösterilebilir.
3- Müteşabih mücmel
olarak isimlendirilen ayetler, muhkem de mübeyyen olarak
isimlendirilen açık ve anlaşılır ayetlerdir.
Bu yorumla ilgili olarak şunu diyoruz:
Bu ayette muhkem ve müteşabih ayetlerle ilgili olarak
işaret edilen nitelikler, mücmel ve mübeyyen kavramlarıyla
örtüşmemektedir. Bunu şöyle açıklayabiliriz: Bir lafzın
mücmel olması, anlamının bazı yönlerinin, diğer bazı
yönlerine karışmış olması, içinde kaybolması, kastedilen
yönün diğerlerinden ayırdedilmez halde olmasıdır. Bu durum
muhatabın veya dinleyicinin, kastedilen yönün belirlenmesi
noktasında şaşkınlık içine girmesine neden olur.
İnsanların geleneğinde, bir mesajın verilmesi, bir anlamın
aktarımı noktasında bu tür lafızlara uyulmaması esastır.
Bunun için daha açık ve aynı zamanda mücmel olan lafzı da
açıklayıcı özellikte olan diğer bir lafzın kullanımı
tercih edilir. Böylece, biraz önceki mücmel lafız da
açıklanmış olur. Bundan sonra buna uyulmasının bir
sakıncası da yoktur. Mücmel ifadenin, açıklayıcısı
konumundaki bir diğer ifade karşısındaki durumu bundan
ibarettir. Eğer muhkem ve müteşabih bizzat mücmel ve
mübeyyen demekseler, şayet müteşabih-ler muhkemlere
döndürülerek açıklanırsa bu durumda tabi olunan,
müteşabih ayetler
olmuş olur, muhkem ayetler değil. [Nitekim mücmel ve
mübeyyen konusunda, maksat belirlendikten sonra uyulan
mücmeldir, mübeyyen değil] Böyle bir tabi olmayı ise,
konuşma ve anlaşma olgularının doğası
kaldırmaz.
Dilcilerin
geleneğinde bunun
bir örneğine rastlanmaz. Bu noktada kalplerinde
kayma olanlarla, ilimde derinleşenler arasında bir
fark yoktur. Ve yine müteşabihe uymak yerilmez ve
kalplerin kaymasını gerektiren bir durum olmazdı.
4- Müteşabihlerden
maksat, mensuh (hükümleri yürürlükten kaldırılmış)
ayetlerdir. Çünkü hükümleri yürürlükten kaldırılmış mensuh
ayetlere inanılır; ancak onlarla amel edilmez.
Muhhemlerden maksat da, nasih (kendilerinden önce inen
ayetlerin içerdikleri hükümleri yürürlükten kaldıran
hükümler içeren) ayetlerdir. Bunlara hem inanılır, hem de
direktifleri doğrultusunda amel edilir. Bu görüş, İbn-i
Abbas, İbn-i Mesud ve bazı sahabelere nispet edilmiştir.
Bu nedenle İbn-i Abbas Kur'an'ın tevilini bildiğini
sanırdı.
Bu görüşün doğru olduğu kabul edilse
bile, müteşabih kavramının sırf mensuh ayetleri içerdiğine
ilişkin somut bir kanıt bulmak mümkün değildir. Çünkü yüce
Allah'ın müteşabihlere tabi olmanın niteliklerinden biri
olarak sözünü ettiği fitne çıkarmayı ve tevil etmeyi
amaçlama durumu mensuh olmayan bir çok ayet için de
geçerlidir. Allah'ın sıfatları ve fiilleri ile ilgili
ayetleri buna örnek gösterebiliriz. Bir kere bu görüşü
benimsemek, muhkem ile müteşabih arasında bir aracının
varlığını kabul etmeyi gerektirmektedir. [Örneğin Allah'ın
sıfatları ve fiilleri ile ilgili ayetler, ne nasih ve ne
de mensuhturlar]
İbn-i Abbas'tan aktarılan
açıklamalardan anlaşıldığı kadarıyla, onun muhkem ve
müteşabih ile ilgili görüşü, nasih ve mensuh sınırlarını
aşan genelliktedir. Öyle anlaşılıyor ki, o bu ikisini sırf
örnek olsun diye zikretmiştir. Örneğin ed-Dürr-ül Mensûr
adlı tefsirde şöyle deniyor: İbn-i Cerir, İbn-i Munzir ve
İbn-i Ebu Hatem, Ali kanalıyla İbn-i Abbas'tan şöyle
rivayet ederler: Muhkemlerden maksat, Kur'an'ın nasihi,
helali, haramı, hadleri, farzları ve inanılması gereken
hükümleridir. Müteşabihlerden maksat, Kur'an'ın mensuhu,
mukaddemi (öne alınmışı), muahharı (ertelenmişi),
örnekleri, yeminleri ve inanılan ancak amel edilmeyen
ifadeleridir."
5- Muhkemden maksat
kanıtı açık ve parlak olan ifadelerdir. Allah'ın birliği,
kudreti ve hikmeti ile ilgili kanıtlar gibi. Müteşabihten
maksat ise, anlaşılması için düşünmeye ve tefekkür etmeye
ihtiyaç duyulan ifadelerdir.
Eğer kanıtın açık ve parlak
ya da düşünme ve tefekküre muhtaç olmasından maksat, söz
konusu ayetin içeriğinin bedihi veya ona yakın bir aklî
delile sahip olması ya böyle olmaması ise, bu, hüküm ve
farzlar ve benzeri konularla ilgili ayetlerin de parlak ve
açık bir aklî delile sahip olmadıkları için müteşabihler
kategorisinde değerlendirilmelerini gerektirmektedir.
Dolayısıyla bu tür ayetlere uymak, gerçekte vacip olduğu
halde, yerilmiş olur. Yok eğer bundan maksat, söz konusu
ayetin kitabın kendisinden kaynaklanan açık ve parlak bir
kanıta sahip olması veya olmaması ise, kitapta yer alan
her ayet, aynı konumdadır. Nasıl olmasın ki? O, ikişerli
müteşabih bir kitaptır. Nurdur. Açık ve açıklayıcıdır. Bu
tarz bir yaklaşımın gereği, tüm kitabın muhkem olması ve
bunun karşıtı olan müteşabihlik durumunun ortadan
kalkmasıdır. Bu ise, hem Kur'an'ın nassına, hem de
varsayıma aykırıdır.
6- Muhkemden maksat,
belirgin veya örtülü bir kanıt aracılığı ile bilgi
edinmeye imkan sağlayan ifadelerdir. Müteşabihlikten
maksat ise, bilgi edinmeye hiç bir şekilde imkan vermeyen
ifadelerdir. Kıyametin kopma zamanı ve benzeri hususların
bilinmesi gibi.
Hiç kuşkusuz, muhkemlik ve
müteşabihlik, kitabın ayeti için kullanılan birer sıfattır.
Ayetin anlamı ise, ilahi bilgilerden herhangi birine
delalet eden işarettir. Kitabın ayetlerinden birinin
delalet ettiği bir şeyse, kendisine ulaşmaya gidecek bir
yoldan yoksun olmadığı gibi, anlaşılması da imkansız
değildir. Bu ayet ya kendisinden dolayı anlaşılır ya da
başka bir ayetin aracılığı ile anlaşılır. Ayetin lafzı ile
bir şeyin kast edilmesi, sonra da bu lafız aracılığı ile
bu maksada ulaşılmaması mümkün müdür? Halbuki, kitabın
temel niteliği yol gösterici, hidayet edici, nur ve açık
olmasıdır. Bu kitap mü'minler şöyle dursun, kafirlerin de
anlamasına elverişli olarak sunulmuştur. Nitekim Kur'an'da
şöyle buyuruluyor:
"Bu Kur'an, Rahman ve
Rahimden indirilmiştir. Bilen bir kavim için ayetleri
açıklanmış Arapça okunan bir kitaptır. Müjdeleyici ve bir
uyarıcı olarak (gönderilmiştir). Ama çoğu yüz çevirmiştir;
onlar işitmezler."
(Fussilet, 2-3-4)
"Onlar Kur'an'ı iyice
düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkasının katından
olsaydı, kuşkusuz içinde birbirini tutmaz bir çok şey
bulurlardı." (Nisâ,
82)
Şu halde bir hususla ilgili olarak
kitapta bir ayet yer almışsa, o şeyin anlaşılamaması
imkansızdır. Söz konusu şeyi kavramak üzere düşünmek
sonuçsuz kalmayacaktır. Bu arada üzerinde durup objektif
karşılığını tespit etmeye imkan bulunmayan kıyametin
zamanı gibi gizli gayb perdesinin gerisindeki olgular için
herhangi bir ayetin lafızları itibariyle açıklamak üzere
sunulmuş olması söz konusu değildir. Dolayısıyla bu açıdan
bu tür ayetleri müteşabih olarak nitelendirmek mümkün
değildir.
Bunun yanında, yukarıda
değerlendirdiğimiz görüşte, müteşabih kavramı ile ayetin
tevili birbirlerine karıştırılmıştır.
7- Muhkemlerden
maksat, hükümler içeren ayetlerdir. Müteşabih-lerden
maksat ise, birbirleriyle uyum içerisinde olmayan diğer
ayetlerdir. Bu görüş Mücahid'e ve başkalarına nispet
edilmiştir.
Eğer burada işaret edilen
uyumsuzluk sözünden maksat, özelleştirici bir unsur
aracılığı ile özelleştirmek ve kayıtlandırıcı unsur
aracılığı ile ifadeyi kayıtlı kılmak ve özel durumlarda
belirginleşen karinelerde olduğu gibi lafızdan kastedileni
somutlaştırmaya yardımcı olan bütün durumlar ise, bu
durumda, hükümler içeren ayetler de diğerleri gibi
müteşabih olur. [Çünkü hükümler içeren ayetlerin bazısı
genel ifadeli, bazısı hâs ifadelidir. Bazısı mutlak,
bazısı mukayyettirler] Şayet, işaret edilen uyumluluk ve
anlaşırlık sözünden, kastedilen nesnel karşılığa yönelik
delaleti üzerinde bir kapalılık ve birkaç ihtimal söz
konusu olmayan ve böylece kendisinden kastedilen nesnel
karşılığın kendisi aracılığı ile belirginleşmesi ve bunun
aracılığı ile diğer şeylerin nesnel karşılıklarını
belirginleşmesi durumu [yâni müteşabihte uyumsuzluk
sözünden kastedilen ayetin delaleti üzerinde tam bir
kapalılık olması, bir çok ihtimallerin söz konusu
olduğundan nesnel karşılığının bilinmemesi, böylece
kendisiyle kastedilen nesnel karşılığın ne kendisi
aracılığı ile ve ne de nesnel karşılığı olan diğer ayetler
aracılığı ile belirginleşmemesi durumu] kastedilmiş ise,
bu durumda hükümler içeren ayetlerin dışındaki tüm
ayetlerin müteşabih olduğu görüşünü savunmak, hükümlerin
dışında Kur'an'dan başka bir şeyin öğrenilmemesini
gerektirir. Çünkü varsayıma göre, Kur'an'da müteşabih
ayetlerin başvuru kaynağını oluşturacak ve anlamlarının
belirginleşmesine yardımcı olacak muhkem ayetler
bulunmamaktadır.
8- Muhkemden maksat,
sadece bir anlama yorumlanma ihtimali bulunan ifadelerdir.
Müteşabihten maksat ise, bir çok anlama gelme ihtimali
bulunan ifadelerdir. Bu görüş Şafii'ye nispet edilmiştir.
Bildiğim kadarıyla burada kastedilen husus şudur: Muhkem,
anlamı ancak bir şekilde belirginleşen ifade demektir.
Nass (anlamı net ve kesin) ve bir anlamda güçlü bir
şekilde belirginleşen ayetler gibi. Müteşabih ise, bunun
tam aksidir.
Bu değerlendirme bir kelime yerine
bir başka kelimenin kullanılmasından başka bir şey
değildir. Örneğin "muhkem" kelimesinin yerine, "birden
fazla anlamı olmayan" ifadesi konulmuştur. "Müteşabih" ise,
bir çok anlama gelebilen şeklinde ifade edilmiştir. Ayrıca
bu yaklaşımda, tevil kavramı tefsir şeklinde, yâni
lafızdan kastedilen şey olarak algılanmıştır. Daha önce
bunun yanlış olduğunu söyledik. Eğer tevil bizzat tefsir
olsaydı, tevili bilmek sadece yüce Allah'a ya da yüce
Allah ile beraber ilimde derinleşenlere özgü kılınmasının
bir anlamı olmazdı. Çünkü Kur'an'ın bir kısmı, diğer bir
kısmını tefsir etmektedir. Bu konuda, mü'min, kâfir, dinde
derinleşenler ve kalplerinde kayma olanlar arasında
herhangi bir fark yoktur.
9- Muhkemden maksat,
içinde peygamberlerle ümmetleri arasında geçen olaylara
ilişkin haberlerin ayrıntılı ve sağlam kılınmış olarak
sunulduğu ifadelerdir. Müteşabihten maksat ise,
peygamberlerin kıssalarında, çeşitli surelerde tekrarlanan
ifadelerin içindeki benzer ifadelerdir. Bu yaklaşımı kabul
etmek, ayette işaret edilen ayrımı sırf kıssalarla ilgili
ayetlere özgü olmayı gerektirmektedir.
Bu yorumun değerlendirmesine
gelince; bu tarz bir özgü kılmanın hiç bir kanıtı yoktur.
Ayrıca yüce Allah'ın muhkem ve müteşabih ayetlerin
özellikleri olarak işaret ettiği hususlar, örneğin
müteşabihlere tabi olma bağlamında sözünü ettiği fitne
çıkarmayı amaçlamak ve tevillerini yapmayı arzulamak gibi
hususlar, bununla bağdaşmamaktadır. Çünkü yüce Allah'ın
işaret ettiği özelliklere peygamber kıssalarını konu
edinen ayetlerde rastlanabildiği gibi, başka konularla
ilgili ayetlerde de rastlanabilir. Tekrarlanan bir çok
kıssada rastlanabildiği gibi, -halifelik görevinin
yeryüzüne özgü kılınmasını anlatan kıssa örneğinde olduğu
gibi- bir tek kıssada da rastlanabilir.
10- Müteşabih, açıklamayı
gerektiren ifadelerdir. Muhkem ise, açıklamaya gerek
duymayan ifadelerdir. Bu yaklaşım İmam Ahmed'e nispet
edilmiştir.
Bu yaklaşıma gelince;
hükümleri içeren ayetler, kesin olarak muhkem oldukları
halde, bir çok kere de işaret ettiğimiz gibi, Peygamber
Efendimiz (s.a.a) tarafından açıklanmaya muhtaçtırlar.
Ayrıca mensuh ayetler de müteşabihtirler ve daha önce de
söylediğimiz gibi, bunların açıklanmaya ihtiyaçları yoktur.
Çünkü onlar da diğer bazı hüküm içeren ayetler gibidirler.
11- Muhkemden maksat, inanılan
ve amel edilen ifadelerdir. Mü-teşabihten maksat ise,
inanılan, ancak amel edilmeyen ifadelerdir. Bu görüş,
İbn-i Teymiye'ye nispet edilmiştir. O, bu yaklaşımıyla
şunu kastetmiş olsa gerektir: Haber nitelikli ifadeler
müteşabihtirler. İnşaî ifadeler de muhkemdirler. Nitekim
bazıları bu şekilde algılamışlardır. Yoksa, bu yaklaşım
başlı başına bir görüş olarak değerlendirilmezdi. Çünkü
daha önce açıklanan bir çok görüşle örtüşür olacaktı.
Bu görüşle ilgili olarak şunu diyoruz
ki: Bu görüşün benimsenmesi durumunda, hüküm bildirmeyen
tüm ayetlerin müteşabih kabul edilmesi gerekir. Bunun bir
gereği de, hükümler dışında hiç bir ilahi bilginin
algılanamamasıdır. Çünkü bu alanda bir hüküm yoksa
herhangi bir amel de söz konusu olmaz, diğer taraftan
bilgi edinmek için müteşabihlerin döndürüleceği herhangi
bir muhkem ayet de yoktur. Bir diğer husus: Mensuh ayetler,
inşaîdirler; ancak kesinlikle muhkem değildirler.
Hiç kuşkusuz, o, "Muhkeme inanılır ve
amel edilir. Müteşabihe ise, amel etmeden inanılır."
derken ayette yer alan şu ifadenin anlamını göz önünde
bulundurmuştur: "Kalplerinde
bir kayma olanlar, fitne çıkarmak ve yorumunu yapmak için
ondan müteşabih olanına uyarlar... İlimde derinleşenler
ise: "Biz ona inandık, tümü Rabbimizin katındandır."
derler."
Ancak bu iki olgu, yâni muhkem olan ayetlere inanmak ve
içeriklerine göre amel etmek ile müteşabihlere inanmak ve
içeriklerine göre amel etmemek olguları, kitaba inanan
herkesin görevleri olduklarından, böyle bir insanın
görevini yerine getirmeden önce hem muhkemi, hem de
müteşabihi belirlemesi gerekir. Bu durumda da muhkem ve
müteşabihleri bu olgularla tanımanın, onların belirlenmesi
ve nesnel karşılıklarının tespit edilmesi açısından bu
olguların yeterli olmayacağı açıktır.
12- Müteşabihler, bir takım
özel sıfatları içeren ayetlerdir. İster alim, kadir, hakîm
ve habir sıfatları gibi Allah'ın sıfatlarını içeren
ayetler olsun, ister peygamberlerin sıfatları ile ilgili
ifadeleri içeren ayetler olsun. Hz. İsa ile ilgili şu
ifadeyi buna örnek gösterebiliriz:
"O'nun kelimesidir.
Onu Meryem'e yöneltmiştir ve Ondan bir ruhtur."
(Nisâ, 171) Buna
benzer ayetler de bu bağlamda değerlendirilir. Bu görüş de
İbn-i Teymiye'ye nispet edilmiştir.
Sıfatlarla ilgili ayetlerin
müteşabihler kategorisine girdiğini kabul etmemize rağmen,
müteşabihi sırf bunlarla sınırlandırmak kanıtı olmayan bir
iddiadır.
Yukarıdaki görüşü ileri süren İbn-i
Teymiye'den nakledilen uzun açıklamalardan anlaşıldığı
kadarıyla, o, muhkem ve müteşabih kavramlarını lügavi
anlamlarını esas alan bir değerlendirmeye tabi tutmuştur.
Buna göre, muhkem, delaleti sağlam olan, müteşabih ise
birbirine benzeyen çeşitli ihtimalleri aynı anda içeren
ifadeler demektir. Bu iki anlam nispî ve görecelidir. Bir
ayetin anlamı halkın geneline belirsiz gelebilir. Ama
alimler onu araştırıp öğrenirler. Bu husus, sıfatlarla
ilgili konuları içeren ayetlerde daha belirgindir. Çünkü
bu tür ayetlerin anlamı, halkın geneli açısından
belirsizdir. Başka şeylerle karıştırılabilir niteliktedir.
Bilindiği gibi insanların genelinin zihinsel kapasiteleri,
maddi algıların ötesine geçme, maddeyi aşma bakımından
yetersizdir, Bu yüzden yüce Allah'ın kendi zatıyla ilgili
olarak söz konusu ettiği ilim, kudret, işitme, görme, rıza,
gazap, el, göz ve benzeri olguları cismani şeyler veya
gerçek olmayan anlamlar olarak algılıyorlar. Bundan dolayı
fitne çıkıyor, bidatler baş gösteriyor, çeşitli mezhepler
ortaya çıkıyor. İşte muhkem ve müteşabihten kastedilen
budur. Bunların her ikisi aracılığı ile bir bilgiye
ulaşmak mümkündür. Kavranması ve bilinmesi mümkün olmayan
şeyse, müteşabihlerin gerçek anlamlarına tevil
edilmeleridir. Sıfatlarla ilgili ayetler gibi ayetlerin
içerdiği örneklerin işaret ettikleri hususların
bilinmesidir. Diyelim ki, biz, "Allah, her şeye kadirdir."
ve "Allah her şeyi bilir" ifadelerinin anlamını biliyoruz;
ama biz, O'nun bilmesinin, kudretinin ve diğer
sıfatlarının gerçek mahiyetlerini ve O'na özgü fiilleri
kavrayamayız, bilemeyiz. İşte Allah'tan başka kimsenin
bilmediği müteşabihlerin tevillerinden maksat budur."
İbn-i Teymiye'nin görüşleri özetle bundan ibaretti. Tevil
kavramından söz ederken, inşallah, onun bu sözleriyle
ilgili açıklamalarda bulunacağız.
13- Muhkemden maksat aklın
kavrayabildiği ifadelerdir. Müteşa-bihten maksat da bunun
aksidir.
Bu görüşün herhangi bir kanıtı yoktur.
Kur'an ayetleri, aklın kavrayabildiği ve aklın
kavrayamadığı şeklinde iki kısma bölünürlerse de, bu, şu
anda tefsirini sunduğumuz ayette işaret edilen muhkem ve
müteşabih ifadeleriyle de bu hususların kastedildiği
anlamına gelmez. Kaldı ki, ayette işaret edilen muhkem ve
müteşabihlerin özellikleri bu taksimle tam olarak
bağdaşmamaktadır. Ayrıca bu ölçü hüküm içeren ayetlerle
geçerliliğini kaybeder. Çünkü bu tür ayetler muhkemdirler
ve aklın bunları kavraması mümkün değildir.
14- Muhkemden maksat, ifadenin
zahiri kastedilen ayetlerdir. Mü-teşabihten maksat da,
zahirinin aksi kastedilen ayetlerdir. Bu görüş bir çok son
kuşak araştırmacılar tarafından ileri sürülmüştür. Teville
ilgili olarak geliştirdikleri kavramsal örgü de bu görüşe
dayanıyor. Buna göre tevil, sözün zahirine ters düşen
anlam demektir. Sanki şu görüşü savunanlar da bunu
kastetmiş gibidirler: "Muhkem ayet, tevili, indirilişi
demek olan ayettir. Müteşabih ise, ancak teville
anlaşılabilen ayettir."
Bu yaklaşıma gelince: Bu, salt bir
ıstılahtır. Ayette muhkem ve müteşabihlerin nitelikleriyle
ilgili olarak işaret edilen hususlar, bununla
uyuşmamaktadır. Müteşabihin müteşabih olması, madlulunun (nesnel
karşılığının) ve kastedilen anlamın olmasından ileri
gelmektedir. Ve yine tevil, müteşabihle kastedilen anlam
demek değildir ki dolayısıyla müteşabihin tevile sahip
olmak bakımından muhkemden ayrıldığı şeklinde bir sonuca
varılsın. Tam tersine ayette işaret edilen tevilden maksat,
Kur'an'ın muhkem, müteşabih tüm ayetlerini kapsayan bir
durumdur. Biz bu hususa daha önce işaret ettik.
Bunun yanında, Kur'an'da, zahiri
anlamından farklı, ona ters düşen bir anlam kastedilen
herhangi bir ayet yoktur. Şayet bazı ayetlerde bu tür bir
duruma ima eden ifadeler varsa, bununla, başka muhkem
ayetlerin onlara kazandırdığı anlamlar kastedilmiştir.
Çünkü Kur'an'ın bir özelliği, bazı ifadelerinin diğer bazı
ifadeler tarafından tefsir edilmesidir, kapalı ifadenin
diğer bazı ifadeler aracılığı ile açıklığa
kavuşturulmasıdır. Bilindiği gibi, bitişik veya ayrı
karinelerin bir kelimeye kazandırdıkları anlam, onun
zuhurunun dışında değildirler. Özellikle, konuşmacı
tarafından, bir kısmının diğer bir kısmıyla ilintili bir
şekilde söylendiği, bir kısmının diğer bir kısmına
tanıklık ettiği, var olduğu sanılan tüm ihtilafların ve
tüm çelişkilerin üzerinde düşünülmesi durumunda ortadan
kalkacağı açıkça ifade edilen bir metin açısından bu durum
çok daha net bir husustur. Yüce Allah konuya ilişkin
olarak şöyle buyuruyor:
"Onlar hala Kur'an'ı
iyice düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkasının
katından olsaydı, kuşkusuz içinde birbirini tutmaz birçok
şey bulurlardı."
(Nisâ, 82)
15- Asem'den şöyle bir görüş
aktarılmıştır: Muhkemden maksat, tevili üzerinde görüş
birliği sağlanan ayetlerdir. Müteşabihten maksat da,
tevili hakkında ihtilafa düşülen ayetlerdir. Burada, görüş
birliği (icma) ve görüş ayrılığı (ihtilaf) ile, ayetin
nesnel karşılığı hakkında tüm görüşlerin aynı noktada
toplanması ile böyle olmaması kastedilmiş olsa gerektir.
Böyle bir değerlendirme, kitabın
tamamının müteşabih olmasını gerektirir ki bu, tefsirini
sunduğumuz ayetin işaret ettiği taksimle bağdaşmamaktadır.
Çünkü Kur'an'da hiç bir ayet yoktur ki, hakkında herhangi
bir ihtilaf olmasın. Ya ayetin lafzı ya anlamı ya da
anlamının açık veya örtülü olması açısından mutlaka bir
takım ihtilaflar söz konusu olmaktadır. Öyle ki bazıları:
"Müteşabih (benzeşmeli)
bir kitap" (Zümer,
23) ayetine dayanarak Kur'an'ın tamamının müteşabih
olduğunu söylemişlerdir. Bu değerlendirmenin, söz konusu
çıkarsamanın, kanıt olarak sundukları ayetin muhkem bir
ayet olması esasına dayandığını göz ardı etmişlerdir.
Kanıt olarak sundukları ayet savundukları görüşle
çelişmektedir. Bir diğer grup da Kur'an ayetlerinin
zahirinin kanıt oluşturmadıklarını, yâni zahiri anlamının
olmadığını ileri sürmüşlerdir.
16- Müteşabihten maksat,
başkası ile aralarında benzerlik bulunmasından dolayı,
tefsiri müşkül olan ifadelerdir. Bu zorluğun, müşkülün,
lafızla veya anlamla ilgili olması fark etmez. Bu görüşü
Ragıb el-İsfahanî ileri sürmüştür. Ragıb "el-Müfredat"
adlı eserinde şunları söylüyor:
Kur'an'ın müteşabihinden maksat,
başka ayetlerle aralarında benzerlik olmasından dolayı
tefsiri müşkül olan ayetlerdir. Bu benzerliğin lafız veya
anlam açısından söz konusu olması fark etmez. Fıkıh
bilginleri demişlerdir ki: Müteşabih, zahiri maksadını
ulaştırmayan ifadelerdir. İşin aslı şudur: Ayetler,
birbirleri açısından üç gruba ayrılırlar: Mutlak muhkem,
mutlak müteşabih, bir açıdan muhkem, bir açıdan da
müteşabih olan ayetler.
O halde müteşabihler genel olarak üç
kısma ayrılırlar:
1- Sadece lafız açısından müteşabih
olan ayetler.
2- Sadece anlam açısından müteşabih
olan ayetler.
3- Her iki açıdan da müteşabih olan
ayetler.
Sadece lafız açısından müteşabih olan
ayetler iki kısma ayrılırlar: Bu kısımlardan biri müfred
lafızlarla ilgilidir. Bu da ya kelimenin garip ve
alışılmayan olması ile ilgilidir. "el-ebb" ve "yeziffûn"
kelimeleri gibi ya da "yed" (el) ve "ayn" (göz)
kelimelerinde olduğu gibi lafız ortaklığı şeklinde olur (yâni
bir kelimenin birkaç anlamı olur). Diğer kısım ise,
mürekkeb (bileşik) sözün cümle yapısıyla ilgilidir. Bu da
üç kısma ayrılır.
Bir kısmı kelamın özet olmasıyla
ilgilidir. Şu ayette olduğu gibi:
"Eğer yetim kızlar
konusunda adeleti yerine getiremeyeceğinizden korkarsanız,
bu durumda, size helal olan kadınlardan... nikahlayın."
(Nisâ,3)
Bir kısım da ifadenin açıklanması,
genişletilmesi ile ilgilidir:
"O'nun benzeri gibi
hiçbir şey yoktur"ifadesinde olduğu gibi. Çünkü
eğer: "Hiçbir şey O'nun benzeri değildir." denilseydi, bu
dinleyiciler açısından daha açık bir ifade olacaktı.
Bir kısmı da kelamın düzeni ile
ilgilidir: "Kitabı
kulu üzerine indirdi ve onda hiç bir çarpıklık kılmadı.
Dosdoğru bir kitaptır."
(Kehf, 1-2) ayetinde
olduğu gibi. Bu ifadenin takdiri şöyledir: "Kitabı kulu
üzerine dosdoğru olarak indirdi ve onda hiç bir çarpıklık
yoktur."
"Eğer mü'min erkekler
... olmasaydı, eğer seçilip ayrılmış olsalardı."
(Fetih, 25) ayetini
de buna örnek gösterebiliriz.
Anlam itibariyle müteşabihe örnek,
yüce Allah'ın sıfatları ve kıyamet gününün sıfatlarıdır.
Çünkü bu sıfatlar bizim kavrayacağımız şekilde tasvir
edilmemişlerdir. Bunun nedeni, bizim duyu organlarıyla
algılayamadığımız bir şeyin suretinin zihnimizde
belirginleşmemesidir. Ya da bunların, bizim duyu
organlarıyla algılayabildiğimiz türden olmamasıdır.
Hem anlam hem lafız açısından
müteşabih, toplam olarak beş kısma ayrılır:
Birinci kısım, nicelikle ilgilidir.
İfadenin genel veya özel bir anlam taşıması gibi.
"Müşriklerle savaşın"
(Tevbe, 5)ifadesi
buna örnek gösterilebilir [Acaba bütün müşriklerin mi
yoksa belirli müşriklerin mi kastedildiğini bilmiyoruz].
İkincisi, nitelikle ilgilidir.
İfadenin vacip veya mendup nitelikli bir hüküm içermesi
gibi. "Kadınlardan
size helal olanları nikahlayın..."
(Nisâ, 3) ayetini
buna örnek verebiliriz.
Üçüncüsü, zamanla ilgilidir. Nasih ve
mensuh ayetler gibi.
"Allah'tan gereği gibi
korkun." (Âl-i
İmrân, 12)ifadesini buna örnek gösterebiliriz [Diğer
bir ayette "Gücünüz
yettiği kadar Allah'tan korkun"
(Teğabun, 16)diye yer
almıştır. Hangisinin nasih ve hangisinin mensuh olduğu
bilinmemektedir].
Dördüncüsü, mekanla veya ayetlerin
indiği ortamın objektif koşullarıyla ilgilidir.
"Evlere arkasından
girmeniz iyilik değildir."
(Bakara, 189) ve
"Erteleme (nesie)
küfürde daha ileri gitmektir."
(Tevbe, 37)ifadeleri
buna örnek gösterilebilir. Çünkü Arapların cahiliye
dönemindeki geleneklerini bilmeyenlerin bu ayetin
tefsirini kavramaları zor olur.
Beşincisi, bir fiilin sahih, geçerli
veya fasit, geçersiz olmasına neden olan şartlarla
ilgilidir. Namazın ve nikahın şartları gibi.
Bu hususlar bir bütün olarak tasavvur
edildiği zaman, tefsir bilginlerinin, müteşabih kavramının
anlamı ile ilgili olarak ileri sürdükleri tüm görüşlerin
yukarıdaki tasnifin dışında olmadığı anlaşılır.
Müteşabihten maksat, "Elif, lâm,
mîm'dir." diyenin görüşü, Kate-de'nin: Muhkem nasih,
müteşabih de mensuhtur, şeklindeki görüşü, Asemm'in:
Muhkem, tevili üzerinde görüş birliği sağlanan ifadelerdir,
müteşabihse, tevili üzerinde ihtilaf çıkan ifadelerdir,
şeklindeki görüşü gibi.
Bundan sonra, bütün müteşabihler üç
grupta incelenebilir:
Bir grup müteşabih ayetin içeriğinin
mahiyetini aklın kavraması, tespit etmesi mümkün değildir.
Kıyametin zamanı, Dabbet-ul arzın (kıyamete yakın bir
zamanda ortaya çıkacağı söylenen şeyin) ortaya çıkışı ve
Dabbet-ul arzın mahiyeti gibi.
Bir grup müteşabihin anlamını
kavramak ta akıl açısından mümkündür. Garip lafızlar, ince
ve dakik hükümler gibi.
Bir grup müteşabih de bu iki grup
arasında değişken bir yer işgal etmektedir. Bunların
gerçek anlamlarının ilimde derinleşen insanlar tarafından
bilinmesi, diğer insanlarınsa, bunların mahiyetlerini
bilmemeleri mümkündür. Bu grup müteşabihe, Peygamber
Efendimiz Hz. Ali (a.s) ile ilgili olarak söylediği şu
sözlerde işaret etmiştir: "Allah'ım! Onu dinde derin
kavrayış sahibi kıl" Peygamberimizin İbn-i Abbas'la ilgili
söylediği buna benzer bir sözde de buna işaret edilmiştir."
(el-Müfredat, Ragıp
el-İsfahani s. 443- 445) Ragıb'ın sözleri burada
sona erdi. Ragıb'ın bu değerlendirmesi, müteşabih ile
ilgili açıklamaların en kapsamlısıdır. Yukarıda işaret
edilen bir çok görüşün bir araya getirildiği görülmektedir.
Ancak bu değerlendirmede iki açıdan
tutarsızlık vardır:
Birincisi; onun müteşabih kavramını,
sözel benzerlikleri, lafzî gariplik, terkipsel kapalılık,
ifadenin genel veya özel oluşu gibi lafızla ilgili
tereddütleri kapsayacak şekilde genelleştirmesi, tefsirini
sunduğumuz ayetin zahiri ile bağdaşmamaktadır. Çünkü
tefsirini sunduğumuz ayet, muhkem ayetleri, müteşabih
ayetlerin baş vuru kaynağı gibi göstermektedir. Bilindiği
gibi, lafzî gariplikler ve benzeri durumlar, muhkem
ayetlerin delaletleriyle ortadan kalkacak hususlar
değildir. Bu tür düğümler, muhkem ayetlere başvurularak
çözülmezler. Bunların çözüm mercii başka bir şeydir.
Ayrıca, tefsirini sunduğumuz ayette,
müteşabihlerle ilgili olarak, fitne çıkarmak amacıyla
onlara uyabileceğine işaret ediliyor, bilindiği gibi,
özelleştirici bir unsuru göz önünde bulundurmaksızın genel
nitelikli bir ifadeye uyma, kayıtlandırıcı bir unsuru göz
önünde bulundurmaksızın mutlak nitelikli bir ifadeye uymak
ya da sözlük ve lügat kitaplarına baş vurmaksızın garip
bir lafzın peşine düşme her dil ehlinin yöntemlerine
aykırıdır. Hiçbir dil ehlinin doğasında böyle bir
yaklaşıma cevaz verilmez. Doğal olarak, dilde bir dayanağı
olmadığı için de böyle ifadelere tabi olmak da fitneyi
uyandırıcı bir rol oynamaz.
İkincisi; müteşabihi, bütün insanlar
tarafından anlaşılabilen, hiç kimse tarafından
anlaşılmayan ve bir kesim tarafından anlaşılabilen, bir
kesim tarafından da anlaşılamayan şeklinde tasnif etmesi,
tevil olgusunu sadece müteşabih ifadelere özgü kıldığının
göstergesidir. Ki biz bunun böyle olmadığını kanıtladık.
Muhkem ve müteşabih kavramlarının
anlamı ve nesnel karşılıkları ile ilgili olarak
söylenenler bundan ibarettir. Bu tür değerlendirmelerin
isabetli olup olmadıklarını gördük. Yine tefsirini
sunduğumuz ayete baktığımızda, ayetin aydınlık ışığında
meseleyi gözlemlediğimizde, gerçeğin bütün bu
denilenlerden farklı olduğunu görmüş olduk. Aslında
ayetten yola çıkarak müteşabih kavramını şöyle anlamamız
gerekmektedir:
Bir ayetin ayet olmasını koruyarak,
yâni bir anlam taşımanın yanı sıra, şüpheli ve değişken
bir anlama delalet etmesi demektir. Ancak şüpheli ve
değişken anlam, genel ve mutlak nitelikli bir ifadenin
özel ve kayıtlı bir ifadeye döndürülerek veya benzeri bir
işlem yapılarak anlamının belirginleştirilmesi gibi dil
ehlinin geleneksel yöntemleri açısından çözüme
kavuşturulabilen lafızla ilintili olgulardan
kaynaklanmamaktadır. Müteşabihlik durumu, anlamının içinde
kuşku bulunmayan ve müteşabih ayetlerin anlamlarının
belirginleşmesine yardımcı olan muhkem bir ayetin anlamı
ile bağdaşmamaktan kaynaklanır.
Bilindiği gibi, herhangi bir ayetin
bu niteliğe sahip olması, ancak uyulması istenen anlamın,
insanların genelinin zihinleri açısından alışılmış olması,
yalın zihinlerin zorlanmadan tasdik edebileceği özellikte
olması ya da ayetin kastedilen tevilinin, kavrama gücü
zayıf, akletme yeteneği yetersiz bu tür zihinler
tarafından çabuk kabul edilebilir özellikte olması ile
mümkündür.
Peygamber Efendimizden (s.a.a) sonra,
gerek çeşitli bilgiler ve gerekse pratik hayatın hükümleri
bağlamında, İslam'ın öngördüğü dosdoğru yoldan sapan bidat
ve heva ehlini, yıkıcı mezhepleri ve sapkın grupları
incelediğimiz zaman, bir çok dayanaklarının müteşabihlere
uymak, ayetleri yüce Allah'ın hoşnut olmayacağı bir
şekilde tevil etmek olduğunu görürüz.
Bir bakıyorsun, bir mezhep, yüce
Allah'a cisim isnat etmek bağlamında, bir takım ayetleri
kendi sapkın düşüncesine dayanak yapmış. Bir diğeri, yine
Kur'an'dan bazı ayetleri ileri sürerek cebri, yüce
Allah'ın insanları fiilleri işleme noktasında zorlaması
düşüncesini savunmuş, bir başkası salt tenzih (Allah'ı
noksanlıklardan uzak sayma) adına sıfatları inkar etmiş,
başka bir grup Allah'ın sıfatlarının aynı insanların
sıfatları gibi olduğuna ve sıfatların zattan ayrılığı
adına Kur'an'dan ayetler ileri sürmüş v.s. Bütün bunların
ortak özellikleri, hakimlik işlevini görecek muhkem
ayetlere döndürmeksizin müteşabih ayetleri esas almaktır.
Bir grup diyor ki: Dini hükümler,
insanların Allah'a ulaşmaları için konulmuştur. Şayet
insanı bu amaca ulaştıracak daha kestirme bir yol varsa,
bu yolu izleyenler açısından kesinlik kazanan bir yol
olur. Çünkü amaç, mümkün olan herhangi bir yolla Allah'a
ulaşmaktır. Bir başkası çıkıp şunları ileri sürüyor: Dini
yükümlülükler, insanın kemal düzeyine ulaşması için
konulmuşlardır. Maksada erişmek suretiyle kemal düzeyine
ulaşıldıktan sonra, yükümlülüklerin anlamı kalmaz. Kamil
insan için teklif (dini yükümlülükler) gereksizdir.
Oysa Resulullah Efendimizin (s.a.a)
zamanında, İslam'ın öngördüğü bütün hükümler, bütün hadler
ve dinsel siyasetler egemendi ve uygulanmaktaydı. Hiç
kimse bunlara aykırı bir hareket yapamazdı. İstisnasız
herkes bu hükümlerin ve ilkelerin gereğini yapmak
durumundaydı. Ne olduysa, Peygamberimizin (s.a.a)
vefatından sonra oldu. İslami hükümetler eliyle her gün
bir hüküm yürürlükten kaldırıldı. Gün be gün İslam'ın
pratik hayata ilişkin hükümleri adeta yontuluyordu.
Yürürlükten kaldırılan hiç bir hüküm, uygulanmayan hiç bir
had yoktur ki, bunları yürürlükten kaldıranlar, bunları
uygulamayanlar şöyle bir mazeret ileri sürmüş olmasınlar:
Din, ancak dünyanın ıslahı ve insanların çıkarı için
gönderilmiştir. Dolayısıyla, dinin karşısında bizim
öngördüğümüz hüküm veya tavır, Bugün için insanların
çıkarına daha uygundur.
Gide gide bu tür iddialar ve
uygulamalar şunu deme noktasına gelip dayandı: "Dinin tek
amacı, dünyanın ıslahıdır. Din aracılığıyla dünyanın imar
edilmesidir. Bugünkü dünya konjonktürü, dinsel
politikaları sindirecek durumda değildir. Tam tersine,
Bugün için çağdaş uygarlığın onayladığı kanunlar yapıp
uygulamak gerekir."
Daha ileri gidilerek yine şunu da
söylediler: "Dini uygulamalar, dinin öngördüğü amelleri
yapmak, kalbin arındırılması, onun yapıcı bir düşünceye ve
iradeye yöneltilmesi içindir. Toplumsal eğitimden geçmiş,
halka hizmet düşüncesi ile gelişmiş nefislerin abdest,
gusül, namaz ve oruç gibi dinsel arındırma yöntemlerine
ihtiyacı yoktur."
Sayıları sayılmayacak kadar çok olan
bu ve benzeri düşünceler üzerinde düşündüğün ve bir de:
"Kalplerinde bir kayma
olanlar, fitne çıkarmak ve yorumunu yapmak için ondan
müteşabih olanına uyarlar."ayetini göz önünde
bulundurduğun zaman, yukarıda yaptığımız değerlendirmenin
doğruluğundan kuşku duymadığın gibi, İslam'ı ve
Müslümanları can evinden vuran onca fitne ve mihnetin
ancak müteşabihlere uymak ve Kur'an'ı tevil etmekle mümkün
olabildiğine karar verirsin.
Kur'an-ı Kerim'in -doğrusunu yüce
Allah herkesten daha iyi bilir- bu konuda üzerinde ısrarla
durmasının ve müteşabihlere uymayı, fitne çıkarmayı
amaçlamayı, tevile sapmayı, bazı ayetleri inkar etmeye
gitmeyi ve Allah'ın ayetlerini yorumlarken haddi aşmayı,
onlar hakkında bir bilgiye dayanmaksızın konuşmayı ve
şeytanın adımlarına uymayı sıkı sıkıya yasaklamasının
nedeni bu olsa gerektir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'in mesajını
asıl yönünden saptıracak, temellerinden birini yıkarak
dinin bünyesinin yok olmasına neden olacak hususlarda
diğer konulardan farklı bir şekilde sert tepki göstermesi,
onun ifade tarzının bir özelliğidir. Kafirleri dost
edinmeyi yasaklarken, akrabaları (Peygamberin Ehl-i
Beyti'ni) sevmeyi emrederken, Peygamberimizin hanımlarının
evlerinde oturmaları hakkında bazı açıklamalara yer
verirken, faizle muamele etmeyi yasaklarken ve din
üzerinde tek söz halinde olunmasının gereğini ve benzeri
şeyleri vurgularken hep bu şiddetli tavrını, bu sert
söylemini seçmiştir.
Dünyaya bağlanmaktan, dünyevi
değerlere yapışıp kalmaktan ve hevese uymaktan kaynaklanan
kalplerdeki kayma eğilimi ve fitne çıkarma arzusu, ancak
kıyamet gününün hatırlatılması ile giderilebilir ve
ortadan kaldırılabilir. Nitekim yüce Allah bir ayette
şöyle buyuruyor:
"İstek ve tutkulara (hevaya) uyma; sonra seni Allah'ın
yolundan saptırır. Şüphesiz Allah'ın yolundan sapanlara,
hesap gününü unutmalarından dolayı şiddetli bir azap
vardır." (Sâd,
26) Bu yüzden Kur'an'ı Rablerinin hoşnut olmayacağı
şekilde tevil etmekten kaçınan ilimde derinleşenlerin
sözlerinin sonunda buna işaret ettiklerini görüyoruz:
"Rabbimiz, sen mutlaka
insanları kendisinde asla şüphe bulunmayan bir günde
toplayacaksın. Doğrusu Allah vadinden dönmez."
2-
Muhkem Ayetlerin Kitabın Anası Olmasının Anlamı Nedir?
Bir grup insan konuya ilişkin olarak
şöyle bir değerlendirme yapmışlardır: Muhkem ayetlerin
kitabın anası olması, kitabın temelini oluşturmaları
anlamına gelir. Dinin kuralları ve asıl prensipleri
bunlara dayanır. Dolayısıyla bunlara hem inanılır, hem de
bunlara göre amel edilir. Dinse, inançlar ve ameller
sisteminden başka bir şey değildir. Müteşabih ayetlere
gelince, bunların anlamları belirgin değildir; ifade
ettiği anlamda karışıklık ve benzerlikler söz konusudur.
Bu yüzden bu nitelikte olan ayetlere inanılır; ancak
içeriklerine göre amel edilmez.
Müteşabih ile ilgili olarak
sunduğumuz görüşleri incelediğin zaman şunu bilirsin:
Konuya ilişkin olarak üzerinde durulan görüşler arasında
bir kaç tanesinin böyle bir sonuç, böyle bir yaklaşımı
gerektirdiği açıktır. Onlar, müteşabih ayetlere müteşabih
denmesinin sebebi, ulaşılması ve anlaşılması zor olan
teviller içermeleri görüşüdür. Ya da lafızla ilgili
tereddütleri ortadan kaldırmada esas alınan aklî yöntem,
lügate ve insanların uydukları prensiplere baş vurarak
müteşabihlerin içerdikleri bilgileri tam olarak veya biraz
olsun anlamanın ve teşabüh durumunu ortadan kaldırmanın
mümkün olduğunu savunan görüştür.
Başka bir grup ta şunu söylemiştir:
Muhkem ayetlerin kitabın anası olmasının anlamı, müteşabih
ayetlerin onlara döndürülmesi gerektiğidir. Ancak, bu
döndürmenin mahiyeti ve niteliği ile ilgili görüşler, bu
noktada farklılık arz etmiştir. Bu yaklaşım içinde olan
bazılarının sözlerinden anlaşılan şudur: Döndürmekten
maksat, müteşabihlerin sadece imanla
sınırlandırılmalarıdır. Fiili amel ise, muhkem ayetlere
göre belirlenmelidir. Tıpkı, mensuh ayet gibi. Bu tür
ayetlere inanılır, ancak amel söz konusu olduğundan nasih
olan ayetler esas alınır. Bu görüş, hemen öncesindeki
görüşten pek farklı değildir.
Diğer bazılarının eğilimi ise, muhkem
ayetlerin kitabın anası olmasının anlamı, muhkem ayetlerin
müteşabih ayetleri açıklamaları, içerdekileri benzeşme
durumunu ortadan kaldırmalarıdır.
Doğru olan bu üçüncü görüştür. Çünkü
"kitabın anası..." ifadesinin işaret ettiği analık
kavramının ifade ettiği anlam, fazladan bir özeni
kapsamaktadır. Bu da yukarıda sunduğumuz görüşlerin
ilkinde, ana kavramının anlamı olarak sunulan "temel"
kavramından daha özel bir anlam içermektedir. Çünkü 'ana'
kelimesinde, özel bir şekilde, dönüşe vurgu yapılmaktadır.
Türeyiş ve üreme anadan kaynaklanan bir durumdur. Bu,
ananın bir parçasıdır. Dolayısıyla, bu ifadeden
müteşabih-lerin muhkemlere dönüp dayanan, onlardan bir dal
gibi uzanan anlamlar, medlullar içerdiği mesajı
verilmektedir. Bu da muhkemlerin müteşabihleri açıklayıcı
oldukları sonucunu getirmektedir.
Öte yandan, müteşabihler,
maksatlarındaki benzeşme ve belirsizlik durumundan dolayı
müteşabih olarak nitelendirilmişlerdir, tevillerinin
bulunmasından dolayı değil. Çünkü daha önce de
söylediğimiz gibi, tevil olgusu, hem muhkem, hem de
müteşabih için geçerlidir. Bilindiği gibi, Kur'an'ın bir
kısmı, bir kısmını tefsir eder. Dolayısıyla
müteşabih-lerin de bazı ayetler tarafından tefsir
edilmeleri gerekir. Bu da muhkem ayetlerden başkası
değildir. Bunun örneği yüce Allah'ın şu sözüdür:
"Rabbine bakıp-durur."
(Kıyamet, 23) Bu ayet
müteşabih bir ayettir. Bu ayet:
"O'nun benzeri olan
hiç bir şey yoktur."
(Şura, 11) ayetine ve
"Gözler O'nu idrak
edemez." ayetine döndürülmek suretiyle
anlamının şöyle olduğu anlaşılır: Burada sözü edilen bakış
ve görüşten maksat, maddi bakış ve görüş değildir. Yüce
Allah bir ayette şöyle buyurmuştur:
"Onun gördüğünü gönül
yalanlamadı. Yine de siz gördüğü şey üzerinde onunla
tartışacak mısınız? Andolsun, onu bir diğer inişte
görmüştü... Andolsun, o, Rabbinin en büyük ayetlerinden
olanı gördü."
(Necm, 11-18) Burada, kalbe özgü bir görme
eyleminin varlığı kesin olarak ifade ediliyor. Bu
'görme'den maksat düşünce de değildir. Çünkü düşünce,
onaylamak ve zihinsel bileşimle ilintilidir. Görme ise,
birer şeylerle ilintilidir. Buradan hareketle anlıyoruz
ki, bu bakıştan maksat, kalbin yönelişidir ve bu, maddi
veya akılla ilgili zihinsel bir yöneliş değildir. Diğer
müteşabihler için de aynı durum geçerlidir.
3- Tevilin Anlamı Nedir?
Bazıları tevil kavramını, "bir ifade
ile kastedilen şey" anlamına gelen tefsir sözü ile
açıklama eğilimindedirler. Bir kısım ayetten kastedilen
hususlar zorunlu olarak bilindiğine göre, doğal olarak:
"Fitne çıkarmak ve
yorumunu (tevilini) yapmak"ifadesinde geçen
tevilden maksat, müteşabih ayetten kastedilen anlamdır. Şu
halde, bu değerlendirmeye göre, müteşabih ayetlerin
anlamlarını Allah'tan başka hiç kimse bilmez. Ya da
Allah'tan ve ilimde derinleşenlerden başka kimsenin
bilmesi mümkün olmaz.
Bir diğer grup da şu görüşü ileri
sürmüştür: Tevil kavramı ile kastedilen anlam: Kelimenin
zahirinin ifade ettiği anlamın tersidir. Lafzın bu anlamda
kullanılması yaygınlaşmış, bu anlam lafzın ikinci hakiki
anlamıymış gibi algılanır olmuştur. Oysa daha önce, lafız,
mutlak döndürme veya merci anlamında değerlendirilirdi.
Her halukârda, bu anlam, son kuşak
tefsir bilginleri arasında yaygınlık kazanmıştır. İlk
anlam ise ilk kuşak müfessirler arasında alabildiğine
yaygındı. Bu bağlamda, tevilin anlamının bilinmesini sırf
Allah'a özgü kılanlarla, hem Allah'ın hem de ilimde
derinleşenlerin bunların anlamlarını bilebileceğini
savunanlar arasında herhangi bir fark yoktur. Nitekim
İbn-i Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilir: "Ben ilimde
derinleşenlerden biriyim; ben onun tevilini bilirim."
Diğer bir grubun konuya ilişkin
görüşü şöyledir: Tevil, ayetin içerdiği anlamlardan
biridir ve bu anlamı Allah'tan veya Allah ve ilimde
derinleşenlerden başka kimse bilemez. Ayrıca bu anlam
lafzın zahiri anlamına ters düşmez. Bu durumda karşımıza
şöyle bir durum çıkıyor: Müteşabih ayetin, birbirinin
altında gizli birden fazla anlamı vardır. Bu anlamların
bazısı, lafzın hemen altındadır, dolayısıyla bu tür
anlamları herkes rahatlıkla kavrayabilir. Bunların bir
kısmı, lafızdan oldukça uzak derinlerdedir; ancak yüce
Allah veya O'nunla birlikte ilimde derinleşenler bunları
bilebilirler.
Bu uzak anlamların lafızla
ilintilerinin mahiyeti çerçevesinde farklı görüşler ileri
sürmüşlerdir. Çünkü, bunların lafızdan kastedildikleri göz
önünde bulundurulduğunda, tek bir anlatımla, bir tek
alanda, enlem halinde ve yanyana ifade edilemeyecekleri
kesindir. Aksi takdirde, lafzın bir anlamdan fazlası için
kullanılması gerekecektir. Bununsa, caiz olmadığı ilgili
ilimde açıklanmıştır. Dolayısıyla bunların bir boylam
içinde dizili anlamlar şeklinde olmaları bir zorunluluk
olarak ortaya çıkar. Bu bağlamda şöyle söylenmiştir:
Bunlar, lafzın anlamının gerekleridir. Ancak bunlar
peşpeşe sıralanan gerekler olarak değerlendirilmelidirler.
Buna göre lafzın asıl bir anlamı vardır. Bu anlamın bir
gereği, gereğin de bir gereği vardır. Ve bu zincir bu
şekilde devam eder.
Yine denilmiştir ki: Bunlar batının
zahirin üzerine tertip edilmesi gibi üstüste anlamlar
şeklindedirler. Bilinen, anlaşılan anlamın irade edilmesi,
lafzın anlamının ve batınının irade edilmesi demektir.
Batının irade edilmesi bunun kendisinin irade edilmesinin
aynısıdır. Tıpkı: "Bana su ver" demen gibi. Bu ifade suyu
istemenin yanı sıra, susuzluğun giderilmesini ve varoluşla
ilgili bir ihtiyacın karşılanmasını, varoluşsal bir
kemalin gerçekleştirilmesini istemenin kendisidir. Burada
dört emir ve dört istek söz konusu değildir. Tam tersine
bazısı bazısının içinde olan olguların aynısı olan su
içmeyle ilgili bir tek istek söz konusudur. Su içme
bunlarla ilintilidir ve onlara dayanmaktadır.
Konuya ilişkin olarak ortaya atılan
bir dördüncü görüş de şöyledir: Tevil, lafız aracılığı ile
kastedilen anlamlar türünden bir şey değildir. Tersine
tevil, söze dayanak oluşturan objektif bir olgudur.
Eğer söz, emir ve yasak gibi inşaî
bir hüküm niteliğinde ise, tevili, hükmün inşasını,
konulmasını ve yasalaştırılmasını gerektiren maslahattır.
Buna göre: Namaz kılın." sözünün tevili, namaz kılan
insanın kendisi ile kaim olan zihin dışı nuranî bir
durumdur. Onu çirkin hayâsızlıklardan ve münkerden
alıkoyar.
Şayet haber nitelikli bir söz ise ve
bu söz de geçmiş olaylardan haber veriyorsa, bu sözün
tevili, geçmiş zaman zarfında meydana gelmiş bulunan
olayın kendisidir. Geçmiş Peygamberlerin ve toplumların
başından geçen olayları içeren ayetler gibi. Bu tür
ayetlerin tevili, geçmişte meydana gelen olayların
kendisidir.
Şayet haber nitelikli söz, şimdiki
zamanda meydana gelen veya gelecekte meydana gelecek olan
bir olaydan söz ediyorsa, bu iki ayrı şekilde olabilir:
a) Haber verilen olgu duyularla
algılanan ve akıl aracılığıyla kavranan bir şey olur. Bu
durumda tevili, objeler dünyasında yaşanan olayın
kendisidir. Şu ayetler buna örnek gösterilebilir:
"İçinizde onlara haber
taşıyanlar vardır."
(Tevbe, 47)
"Rum orduları
yenilgiye uğradı. Yakın bir yerde. Ama onlar,
yenilgilerinden sonra yeneceklerdir. Bir kaç yıl içinde."
(Rum, 2-4)
b) Haber verilen olgu, kıyamet günü,
kıyametin kopacağı an, ölülerin toplanması, insanların
hesaba çekilmesi, amel defterlerinin dağıtılması gibi
dünyevi duyularımız tarafından algılanamayan ve
akıllarımız aracılığıyla kavranamayan geleceğin perdesinin
gerisindeki gaybi bir mesele olur, ya yüce Allah'ın
sıfatlarının ve fiillerinin mahiyeti gibi zamandan ve
akılların kavrama alanlarından aşkın bir husus olur.
Bunların tevili de onların objektif hakikatlerinin
kendisidir.
Bu kısım ile, yâni Allah'ın
sıfatlarının ve fiillerinin durumunu ve bunlarla ilintili
olup kıyamet ve benzeri hususların mahiyetini açıklayan
ile diğer kısımlar arasındaki fark, diğer kısma giren
ayetlerin tevillerini bilmenin mümkün olmasıdır. Bunların
tevilini bilmekse mümkün değildir. Bunların gerçek
mahiyetlerini ancak yüce Allah bilir. Hiç kuşkusuz, ilimde
derinleşenler, yüce Allah'ın öğretmesi sonucu, akıllarının
alabileceği kadarıyla bunların tevillerini bir ölçüde
kavrayabilirler. Tevilin gerçek anlamda bilinmesine
gelince, yüce Allah bu alanı kendine özgü kılmıştır.
Buraya kadar dört ana başlık altında
sunulanlar tevil kavramının anlamı ile ilgili olarak
tefsir bilginlerinin yaklaşım tarzının özetidir.
Konuyla ilgili olarak başka
değerlendirmeler yapılmıştır; ancak bunlar, savunucuları
kabul etmeseler de ilk görüşün ayrıntıları niteliğindedir.
Örneğin bunlardan birine göre, tefsir
tevilden daha genel bir anlam ifade etmektedir. Tefsir
genellikle lafızlar ve müfretlerle ile ilgili olarak
kullanılır. Tevil ise daha çok anlamlar ve cümleler
hakkında kullanılır. Tevil kavramı genellikle ilahi
kitaplarla ilgili olarak kullanılırken, tefsir ifadesi hem
onlarla, hem de başka kitaplarla ilgili olarak
kullanılmaktadır.
Yine bu tür ayrıntı nitelikli
görüşlerden birine göre, tefsir, sadece bir yönde
açıklanma ihtimali bulunan lafzın anlamının açıklanması
anlamında kullanılan bir kavramdır. Tevil ise, çıkarsama
yöntemiyle birden çok ihtimaller arasında birinin
belirlenmesi anlamında kullanılan bir kavramdır.
Bir diğer değerlendirmede ise, şöyle
söylenmektedir: Tefsir lafızdan kesin olarak anlaşılması
gereken anlamın belirlenmesi, tevil ise, lafızdan kesin
olarak anlaşılmayan muhtemel anlamlardan birinin tercih
edilmesi anlamında bir çabadır. Bu görüş bundan öncekine
yakındır.
Bir diğer görüşe göre, tefsir,
lafızdan kastedilen anlamın kanıtının açıklanması, tevil
ise, lafızdan kastedilen anlamın gerçek boyutlarının
belirlenmesidir. Örneğin yüce Allah bir ayette şöyle
buyurmaktadır:
"Şüphesiz senin Rabbin gözetleme yerindedir."
(Fecr, 14) Bu
ifadenin tefsiri şöyledir: Bu ifadede geçen "mirsad"
kelimesi, "rasede-yersudu" fiilinin "mif'al" kalıbına
uyarlanmış şeklidir ve denetlemek anlamına gelir. Bu
ifadenin tevili ise şöyledir: "Allah'ın emirlerini hafife
almaktan ve onlardan gafil olmaktan kaçınmak gerekir."
Başka bir görüşe göre, tefsir, lafzın
zahiri anlamının açıklanması, tevil ise, lafzın içinden
çıkılmaz düzeydeki zor anlaşılır anlamının açıklanması
demektir.
Bir başka görüşte ise, şöyle
söylenmektedir: Tefsir rivayetle ilintili bir kavram,
[ayetin anlamını rivayet aracılığıyla anlamaya çalışmak]
tevil ise, dirayetle ilintili bir kavramdır. [Ayetin
anlamını tefekkür ve düşünceyle açıklamaya yönelik
çabadır.]
İleri sürülen bu görüşlerden birinde
esas olan fikir şöyle ifade edilmektedir: Tefsir, tabi
olmaya ve işitsel anlamlarla ilgilidir. Tevil ise,
mantıksal çıkarsamalar ve görüş belirlemeklerle
ilintilidir.
Buraya kadar işaret ettiğimiz bu yedi
görüş, aslında, daha önce naklettiğimiz ana görüşlerden
ilkinin birer ayrıntısından başka bir şey değildirler.
Daha önce işaret ettiğimiz bu ana görüşle ilgili olarak
eleştirel anlamda söylediklerimiz bunlar için de
geçerlidir. Her halukârda bu dört ana görüşle bunların
ayrıntısı sayılan diğer görüşlere dayanıp itibar etmemek
gerekir.
Eleştirimizi toparlayacak olursak:
Şimdiye kadar yaptığımız açıklamalardan şunu öğrenmiş
bulunuyorsun: Bir ayetin tevili, zahirine uygun ve aykırı
olarak ayetin işaret ettiği anlamlardan herhangi biri
değildir.
Aksine, tevil, zihin dışı obje türü
bir olgudur. Ama her zihin dışı obje de değil. Dolayısıyla
herhangi bir haberin zihin dışı nesnel karşılığı onun
tevili olmaz. Tersine, burada zihin dışı özel bir olgu söz
konusudur. Bu olgunun ifadeyle ilintisi, örnek verilenin
örnekle, batının zahirle ilintisi gibidir.
Meseleyi daha ayrıntılı bir şekilde
ele alacak olursak: Yukarıda sunulan ana görüşlerden
ilkiyle ilgili olarak şunu söyleyebiliriz: Bu görüş en
azından, Kur'an'daki bazı ayetlerin tevillerinin, yâni
tefsirlerinin, yâni lafzî medlullerinden kastedilen
anlamların genel anlayışlar tarafından kavranamamasını
gerektirir. Oysa Kur'an'da bu durumda olan bir tek ayet
yoktur. Bizzat Kur'an kendisinin tüm anlayışlar tarafından
kavranmak üzere gönderildiğini ifade etmektedir.
Dolayısıyla bu görüşü savunan insanların, müteşabih
ayetlerin, bazı surelerin başında bulunan birbirinden
kopuk harfler olduğunu esas alan görüşü benimsemekten
başka çareleri yoktur. Çünkü sadece, bunların anlamlarını
genel anlayış kavrayamaz. Bu yaklaşımı esas alıp
savunmaları durumunda da yine şu eleştiri yapılabilir:
Öyle bir yaklaşıma hiç bir kanıt yoktur. Sırf tevil
kelimesi, dönüş anlamını içeriyor ve tefsir kelimesi de
dönüş anlamından tamamen soyut değildir diye, tevilin
tefsir olması gerekmez. Nitekim ana evlatlarının bir
anlamda merciidir, ama tevili değil. Başkan, başında
bulunduğu kimselerin merciidir, tevili değil.
Kaldı ki fitne çıkarmayı istemek
ayette, müteşabihliğin bağımsız bir özelliği olarak ön
plana çıkarılmıştır. Bu ise, bazı surelerin başlarındaki
birbirinden kopuk harflerin dışındaki ifadelerde
rastlanılan bir özelliktir. Çünkü, İslam dünyasında ortaya
çıkan fitnelerin büyük bir kısmı hükümlerin illetlerine ve
sıfat ve benzeri ayetlere tabi olmanın sonucu meydana
gelmişlerdir.
İkinci görüşle ilgili olarak şunu
söyleyebiliriz: Bu görüşü benimsememiz durumunda Kur'an'da
zahirine aykırı anlamlar murad edilen bazı ayetlerin yer
aldığını ve bu ayetlerin muhkem ayetlerle çelişerek dinde
fitneye yol açacaklarını kabul etmemizi gerektirir. Bu
değerlendirmenin varacağı sonuç şudur: Kur'an ayetleri
arasında ihtilaf vardır ve bu ihtilaf ancak bazı ayetlerin
zahiri anlamlarının tersine yorumlanmalarıyla ortadan
kalkar, insanların büyük çoğunluğu da söz konusu ayetlerin
zahiri anlamlarıyla bağdaşmayan bu batini anlamlarını da
bilemezler. Bu ise, yüce Allah'ın şu ayette vurguladığı
gerçekle bağdaşmamaktadır:
"Onlar hala Kur'an'ı
iyice düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkasının
katından olsaydı, kuşkusuz içinde birbirini tutmaz bir çok
şey (ihtilaflar) bulurlardı"
(Nisâ, 82)
Çünkü, şayet bir ayetin diğer bir
ayetle oluşturduğu varsayılan çelişki: "Bu ayetlerin
birisiyle veya ikisiyle zahiri ifadelerin işaret ettiği
anlamın dışındaki bir husus kastedilmiştir. Ya da kendi
deyimleriyle Allah'tan başka kimsenin bilemeyeceği tevili
bir anlam ön görülmüştür." demek suretiyle ortadan
kalkacak olsaydı, ayetin sunduğu kanıt doğru olmazdı.
Çünkü -onların deyimiyle- ihtilafın teville ortadan
kaldırılması, tüm ifadelerde, hatta Allah'a ait olmayan
sözlerde bile mümkün bir şeydir. Çünkü ihtilafın tevil
yoluyla ortadan kaldırılması, Kur'an'ın beşer sözü
olmadığına ve Allah'ın kelamı olduğuna kanıt oluşturamaz.
Çünkü her söz, hatta yalan ve abes olduğu kesin olan bir
söz bile, zahiri göz ardı edilerek tevil yoluyla doğru ve
hak olarak yansıtılabilir. Dolayısıyla bu anlama ihtilafın
bir kelam mecmuasından ortadan kaldırılması o sözün
durumların farklılığından, görüşlerin çelişmesinden,
yanılmadan, unutmadan, yanlışlık yapmadan ve zamanın
geçmesiyle birlikte kusurlarını görüp gidermekten münezzeh
olan yüce Allah'ın sözü olduğuna delalet etmez. Nitekim
ayette sunulan kanıt buna yöneliktir. Çünkü ayet açık bir
kanıt olarak Kur'an'ın herkesin anlamasına sunulduğunu,
araştırmaya, düşünmeye ve etüt etmeye açık olduğunu
vurgulamaktadır. Kur'an'da Arap dilinin zahirine ters
düşen bir anlam kastedilen herhangi bir ayet yoktur.
Kur'an'da bilmece ve göz bağlamaca yoktur.
Üçüncü görüşle ilgili olarak şunu
söyleyebiliriz: Kur'an'da ayetlerin, bazısı bazısının
üstünde ve bazısı da bazısının altında olacak şekilde
sıralanmış anlamlar kapsaması, düşünme, etüt etme
nimetinden yoksun olanlardan başka hiç kimsenin inkar
edemeyeceği bir olgudur. Ancak, bu anlamların tümü
-özellikle bunların asıl anlamın gerekleri olduğunu
söylersek- lafzın işaret ettiği farklı medlullerdir. Bu da
dinleyicinin anlayışı, zekâsı ve kavrayışına göre değişir.
Bu ise yüce Allah'ın tevilin niteliğiyle ilgili olarak
işaret ettiği şu hususla bağdaşmamaktadır:
"Onun tevilini
Allah'tan başkası bilmez." Çünkü yüce bilgiler
ve ince meseleler hakkında zihinler takva ve nefsin
temizliği bağlamında farklılık arzetmezler. Ancak burada
üstün zekânın olup olmaması farklılığa sebep olabilir.
Gerçi takva ve nefsin temizliği tertemiz ilahi marifetin
anlaşılması hususunda yardımcı ve etkilidir; ancak bu,
dolaşım (sürekli) ve nedensellik türünde bir etki
sayılmaz. Nitekim:
"Onun tevilini Allah'tan başkası bilmez."
ifadesinin zahiri de bunu pekiştirmektedir.
Dördüncü görüşle ilgili
değerlendirmemiz de şöyledir: Bu görüş, bir açıdan
isabetli olmakla beraber, bir başka açıdan yanlıştır.
Tevilin sırf müteşabih ifadelerle sınırlı olmadığı bilakis
Kur'an'ın tümünün bir tevilinin bulunduğunu ve tevilin
lafzın nesnel karşılığı türünden bir şey olmadığı, tersine
sözün söylenişine dayanak oluşturan zihin dışı bir olgu
olduğunu belirtmesi açısından isabetlidir; ancak geçmişte
yaşanan ve gelecekte yaşanacak olan olaylarla ilgili
haberlerin somut karşılıklarına varıncaya kadar sözün
kapsamıyla ilintili tüm zihin dışı olguların sözün tevili
olarak nitelendirilmesi açısından yanılgıya düşülmüştür.
Bir yanılgı da tevilini yüce Allah'tan başka kimsenin
bilemediği müteşabih niteliğinin sıfatlardan ve kıyametten
söz eden ayetlerle sınırlandırılmasıdır.
Açıklamasına gelince: Bu durumda:
"Yorumunu yapmak
için." ifadesinde geçen tevil kavramından
maksat ya zamirin kitaba döndürülmesi suretiyle Kur'an'ın
tevilidir. Ki bu durumda:
"Onun tevilini Allah'tan başkası bilmez..."ifadesi
yerini bulamamış olur, çünkü kıssalar, hükümler ve ahlakla
ilgili bir çok ayetin tevilini Allah'tan ve dinde
derinleşen kimselerden başkaları da bilmektedir. Hatta
kalplerinde kayma olanlar bile bazı ifadelerin tevilini
bilebilirler. Çünkü kıssalardan söz eden ayetlerin işaret
ettikleri olayları bütün insanlar kavrayabilirler ve bu
noktada herhangi bir ayrıcalık söz konusu değildir.
Yaratılışla ilgili gerçekler, ibadet, muamelat ve diğer
şerî emirlere ilişkin hükümlerle amel etmenin insanlara
kazandırdıkları maslahatlar için de aynı durum geçerlidir.
Eğer tevil kavramından maksat sadece
müteşabih ayetlerin tevili ise, bu durumda:
"Onun tevilini
Allah'tan başkası bilmez..." ifadesindeki özgü
kılma yerini bulmuş olur. Demek olur ki: Yüce Allah'tan ve
ilimde derinleşenlerden başkası müteşabihleri tevil etmeye
kalkışmaması gerekir. Çünkü bu, insanların sapmasına ve
fitnenin çıkmasına yol açmaktadır. Ancak tevili bilinmeyen
müteşabihleri sırf sıfatlardan ve kıyametten söz eden
ayetlere özgü kılmanın bir sebebi kalmaz. Çünkü fitne ve
sapma bu tür ayetlerin teviliyle ilgili olarak gündeme
gelebildiği gibi hüküm ve kıssa içeren ayetlerle ilgili
olarak da gündeme gelebilir.
Müteşabih ayetlerin günlük yaşantıdan
silinmesini savunmak birilerinin demek istedikleri
(demektedirler de) şu söze benzer: Hükümlerin
yasalaştırılmasından maksat insanlık aleminin çıkarına
uygun bir şekilde durumunun ıslah edilmesidir. Şayet,
toplumun ıslahı yasalaştırılmamış bir hükümde olduğu veya
konulan hükmün çağın maslahatına uygun olmadığı
varsayılırsa, yasaya bağlanmış dini hükmü ilğa edip
(yürürlükten kaldırıp) çağın maslahatına uygun olana tabi
olmak gerekir.
Bu görüşü savunmak birilerinin demek
istediği (demektedirler de) şu söze benzer: Kur'an-ı
Kerim'de sözü edilen peygamberlerin kerametlerinden maksat
normal gelişmelerdir. Bunlar zahiri normale ters düşen
ifadelerle anlatılmışlardır. Amaç insanların genelinin
kalplerini ilahi mesaja yöneltmek, ruhlarını cezb etmek ve
kalplerini olağan üstü ve doğa yasalarının dışında
olduğunu düşündükleri şeylere boyun eğdirmektir.
Günümüzde Müslümanlar arasında
yayılan çeşitli mezheplerin mensuplarının dillerinde bu
tür sözler dolaşmaktadır. Bunların tümü hiç kuşkusuz fitne
çıkartmak amacıyla Kur'an'ı tevil etmenin somut
örnekleridir. Şu halde müteşabih niteliğinin sırf ilahi
sıfatlardan ve kıyametten söz eden ayetlere özgü
kılınmasının hiç bir nedeni yoktur.
Eğer yukarıdaki açıklamaları
anladıysan şunu da öğrenmişsindir: Tevil kavramının
açıklamasıyla ilgili gerçek şudur: Tevil, pratik bir
gerçektir. Hüküm, öğüt ve hikmet gibi Kur'an'ın
açıklamaları bu pratik gerçekliğe dayanır ve bu olgu
muhkem, müteşabih tüm Kur'an ayetleri için geçerlidir.
Tevil, lafızların delalet ettiği anlamlar kategorisine
girmez. Bilakis tevilden maksat lafızlarla örülü
ifadelerin kuşatamayacağı aşkın objektif olgulardır. Yüce
Allah, bunları lafız kayıtlarıyla sınırlandırmıştır ki bir
parça zihnimize yaklaşabilsinler. Tıpkı maksatlar daha
yakın olsun ve anlamlar dinleyicinin pozisyonuna göre
açıklığa kavuşsun diye bazı örneklerin verilmesi gibi.
Nitekim yüce Allah, bir ayette şöyle buyuruyor:
"Apaçık kitaba
andolsun; gerçekten biz onu, belki aklınızı kullanırsınız
diye Arapça bir Kur'an kıldık. Şüphesiz o, bizim katımızda
olan ana kitaptadır; çok yücedir, hikmet doludur."
(Zuhruf, 2-4)
Kur'an'da bu anlamı pekiştiren bir çok açıklamalar ve
dolaylı işaretler vardır.
Ayrıca şimdiye kadar yaptığımız
açıklamalardan anlaşıldığı gibi Kur'an-ı Kerim tevil
kavramını on altı yerde ve bizim işaret ettiğimiz anlamda
kullanmıştır.
4- Kur'an'ın Tevilini Allah'tan Başkası Bilebilir mi?
Bu konu da tefsir bilginleri arasında
yoğun tartışmalara neden olmuştur. Tartışmanın ve
ihtilafın nedeni, şu ifadeye yönelik anlayışların
farklılığıdır: "Ve
ilimde derinleşenler: Biz ona inandık, tümü Rabbi-mizin
katındandır."Bu ifadenin orijinalinin başındaki
"vav" harfinin atıf
edatı mı, yoksa istinaf (yeni bir hususa geçiş) edatı mı
olduğu noktasında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bazı
ilk kuşak müfessirler,
Şafiiler ve Şia
mezhebine mensup müfessirlerin büyük bir kısmı, "vav"
harfinin atıf edatı olduğu ve ilimde derinleşenlerin
Kur'an'da yer alan müteşabih ifadelerin tevillerini
bildikleri yönünde görüş belirtmişlerdir. İlk kuşak
müfessirlerin büyük kısmı ve Ehl-i Sünnet'ten Hanefiler,
"vav" harfinin "istinaf" edatı olduğunu ve mü-teşabih
ifadelerin tevillerinin Allah'tan başkası tarafından
bilinemeyeceğini, müteşabih ifadelerin tevillerinin yüce
Allah'ın özel bilgisi kapsamında olduğunu belirtmişlerdir.
İlk görüşü savunanlar kendi görüşlerini kanıtlamak için
çeşitli deliller sunmuş, bazı rivayetleri ileri
sürmüşlerdir. İkinci görüşü savunanlar da başka yöntemlere
ve müteşabih ifadelerin tevillerinin yüce Allah'ın özel
bilgisinin kapsamında olduğunu belirten rivayetlere
dayanmışlardır. Her grup karşı tarafın görüşünü çürütmek
ve kanıtlarını geçersiz kılmak için yoğun bir çaba içine
girmiştir.
Bu noktada, bir araştırmacının,
meselenin çeşitli araştırma ve irdelemelere konu olduğu
ilk günden itibaren bazı karıştırmalara maruz kaldığını
aklında bulundurması gerekir. Örneğin müteşabih ifadenin
muhkem ifadeye dönüşü hususu diğer bir ifadeyle
müteşabihten kast edilen anlam, ayetin tevili hususuyla
karıştırılmıştır. Meseleyle ilgili olarak ortaya
koyduğumuz hususlara ve ihtilafların dayanakları ve her
iki tarafın söyledikleri bağlamında serd ettiğimiz
noktalara göz atanlar bunu fark edeceklerdir.
Bu yüzden, tarafların her birinin
kanıtlarını ayrıntılı bir şekilde sunmayı gereksiz gördük.
Çünkü bunların asıl dayanakları itibariyle yanlış bir
zemine oturdukları kesinlik kazandıktan sonra, birini
kanıtlamışsın veya birini çürütmüşsün ne çıkar.
Konuya ilişkin olarak ileri sürülen
rivayetlere gelince, bunlar, Kur'an'ın ifadesinin
zahiriyle çelişmektedir. Çünkü meseleye olumlu açıdan
yaklaşan rivayet, yâni ilimde derinleşenlerin müteşabih
ifadelerin tevillerini bileceğine delalet eden rivayetler,
tevil kavramını, müteşabih ifadelerin anlamlarıyla özdeş
tutuyor. Halbuki, Kur'an da tevil kavramı bu anlamda
kullanılmamıştır. Örneğin Ehl-i Sünnet kaynaklarında şöyle
bir rivayet yer almaktadır: Resulullah Efendimiz İbn-i
Abbas hakkında şöyle dua etti: "Allah'ım onu dinde derin
kavrayışa (tefekküre) ulaştır ve ona tevil öğret."
(Sahih-i Buhari, c.2, s.48)
Bir diğer rivayette ise, İbn-i
Abbas'ın şöyle dediği belirtilir:
"Ben ilimde derinleşenlerdenim ve ben
Kur'an'ın tevilini biliyorum."
(ed-Dürr-ül Mensûr, c.2,
s.7)
Yine İbn-i Abbas'tan şöyle rivayet
edilir: "Muhkemler, nasih ayetlerdir. Müteşabihlerse,
mensuh ayetlerdir."
(ed-Dürr-ül Mensûr, c.2, s.4)
Onların anladıklarına göre, bu
rivayetlerden, muhkem bir ayetin anlamının müteşabih bir
ayetin tevili olduğu şeklinde bir sonuç çıkıyor. Ancak
biz, bu anlamda bir tevil olgusunun ayette söz konusu
edilmediğini belirtmiştik.
Olumsuz rivayetlere, yâni, müteşabih
ayetlerin tevilinin Allah'tan başka hiç kimse tarafından
bilinemeyeceğini belirten rivayetlere gelince, İbn-i
Abbas'tan şöyle rivayet edilir: İbn-i Abbas, üzerinde
durduğumuz ayeti: "Onun tevilini Allah'tan başkası bilmez.
İlimde derinleşenler ise, şöyle derler: Biz ona inandık"
şeklinde okurdu."
(ed-Dürr-ül Mensûr, c.2, s.6) [Yâni yekûlu=derler
kelimesi artırırdı] Übey b. Kâb'ın da aynı şekilde okuduğu
rivayet edilir. İbn-i Mesud'dan şöyle rivayet edilir: O
yukarıdaki ayeti: "Onun tevili, ancak Allah katındadır.
İlimde derinleşenler ise, biz ona inandık, derler"
şeklinde okurdu [yâni indellah=Allah
katındadır şeklinde okurdu].
Delil olarak gösterilen bu rivayetler
herhangi bir şeyi kanıtlamaya yaramaz. Öncelikle bu tarz
kıraatler herhangi bir kanıt içermezler.
İkincisi, bu kıraatlerden edinilecek
en ileri düzeydeki kanıt şudur: Ayet, ilimde
derinleşenlerin tevili bildiklerine delalet etmez. Oysa
ayetin buna delalet etmemesiyle iddia edildiği gibi
olmadığına delalet etmesi iki farklı şeydir. Çünkü bunun
varlığına bir başka kanıtın işaret etmesi mümkündür.
Kanıt olarak ileri sürülen
hadislerden örnekler:
ed-Dürr-ül Mensûr adlı eserde
Taberani'den, o da Ebu Malik el-Eş'ari'den şöyle rivayet
eder. Ebu Malik el-Eş'ari der ki: Resulullah Efendimizin
şöyle buyurduğunu duydum: "Ümmetim için yalnızca şu üç
husus için endişeleniyorum: Birincisi; mallarının artması
ve bundan dolayı birbirlerini kıskanarak savaşmaları.
İkincisi; önlerine kitabın açılması, buna karşı mü'min
insanların tevilini yapmak amacıyla kitaptan bazı şeyler
alması. "Oysa onun
tevilini Allah'tan başkası bilemez. İlimde derinleşenler
ise: Biz ona inandık, tümü Rabbimizin katındandır."
derler. Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt
alıp-düşünmez." Üçüncüsü; ilimlerinin artması,
ama ilme gereken özeni göstermeyip onu boş yere zayi
etmeleri." (c.2, s.5)
Eğer bu hadisin tevilin bilinmesi
bağlamında olumsuzluğa delalet ettiği varsayılsa, yalnızca
mutlak anlamda mü'min insan açısından bir olumsuzluğa
delalet ettiği söz konusu olabilir. Özel olarak ilimde
derinleşenlerin bilemeyeceklerine delalet etmez. Kanıt
sunmaya çalışan kimseye, özel olarak ilimde
derinleşenlerin bilmeyeceklerini ifade eden deliller ancak
yarayabilir. Dolayısıyla genel nitelikli bu tür ifadeler
iddia edileni kanıtlayamaz.
Muhkem ayetlere tabi olmanın,
müteşabihlere de inanmanın gerekliliğini vurgulayan
rivayet gibi. Ancak bu rivayetlerin ilimde derinleşenlerin
tevili bilmediklerine delalet etmedikleri kuşku bulunmayan
bir husustur.
Alusî tefsirinde, İbn-i Cerir'in
İbn-i Abbas'tan merfu olarak şöyle rivayet ettiği yer
alır: Kur'an-ı Kerim dört harf (ana konu) üzerinde
inmiştir. Helal ve haram bunlar arasında yer alır. Hiç
kimse bunları bilmediği için mazur sayılamaz. Bir diğeri
de tefsirdir. Alimler bunların açıklamasını yaparlar. Biri
de Allah'tan başka hiç kimsenin bilmediği müteşabih
ayetlerdir. Allah'tan başka kim bunları bildiğini iddia
ederse o, yalancıdır."
Hadis merfu (rivayet zincirine
değinilmeksizin) olmasının, Peygamberimizin onun hakkında
dua ettiğine ilişkin rivayetlerle ve yine kendisinin
bunları bildiğini iddia etmesi ile çelişmesinin yanısıra
Kur'an'ın zahiri ile de çelişmektedir. Daha önce de
açıkladığımız gibi, tevil, müteşabih ifadenin anlamından
farklı bir şeydir.
Bu noktada şunu söylemek gerekir:
Kur'an-ı Kerim, tevilinin Allah'tan başkasının da
bileceğini ifade etmektedir. Bu ayette ise, buna ilişkin
bir kanıt yoktur.
İkinci hususa (ayette tevili
Allah'tan başkasının bileceğine ilişkin bir kanıt
olmamasına) gelince; önceki açıklamalardan şu husus
açıklık kazanmıştır: Ayetin girişindeki ifadeler, son
kısmında yer alan ifadeler ve bu ayeti izleyen ayetlerin
içeriği, tefsirini sunduğumuz ayetin, Kur'an ayetlerinin
muhkem ve müteşabih olmak üzere iki kısma ayrıldıklarını
ve insanların da bunların karşısında farklı tavırlar içine
girdiklerini vurgulamaya yöneliktir. Buna göre, bir kısım
insanlar, kalplerindeki sapma eğiliminden dolayı,
müteşabihlere uyma eğilimi göstermektedirler. Bir kısım
insanlar da kesin bir kararlıkla muhkemlere uymakta ve
müteşabihlere de inanmaktadırlar. Bu tavırların nedeni,
ilimde kazandıkları derinliktir. Bu ayetin akışı içinde,
ilimde derinleşenlerden söz edilmesinin birinci nedeni,
kalplerinde sapma eğilimi bulunanlardan, onların Kur'an'ı
ele alış yöntemlerinden ve yergiyi hakkeden
davranışlarından söz edilmesine karşılık bunların
durumlarını ve Kur'an'ı ele alış yöntemlerinin
açıklanmasıdır. Tefsir bağlamında, bu çerçevenin dışına
çıkmak, ayetin maksadının dışına çıkmaktır.
Ayrıca bu ayet onların tevili bilme
noktasında bir etkinliklerinin bulunduğuna kanıt
oluşturmaz. Böyle bir şeyi ayetten algılamak için önceden
işaret ettiğimiz yetersiz ve eksik deliller dışında
herhangi bir kanıt yoktur. Dolayısıyla:
"Onun tevilini
Allah'tan başkası bilmez" ifadesindeki tahsis
olduğu gibi durmaktadır; ne atıf, ne istisna ne de bir
başka edat bu durumu bozamaz. Şu halde ayetin işaret
ettiği husus, teville ilgili bilgilerin yüce Allah'a özgü
ve onunla sınırlı olduğu husustur. Onun tevilini bilmek
sırf Allah'a özgüdür.
Ancak bu, bir başka kanıtın yüce
Allah'tan başkasının da O'nun izniyle bu tür bilgilere
sahip olmasını göstermesine engel değildir. Tıpkı gayb
bilgisinde olduğu gibi. Yüce Allah Kur'an'ın değişik
ayetlerinde şöyle buyuruyor:
"De ki: Göklerde ve
yerde gaybı Allah'tan başka kimse bilmez."
(Neml, 65)
"Gayb yalnızca
Allah'ındır"
(Yunus, 20)
"Gaybın anahtarları O'nun katındadır, O'ndan başka hiç
kimse gaybı bilmez."
(En'âm, 59) Yukarıda
sunduğumuz bütün ayetler, gaybe ilişkin bilgilerin sırf
Allah'a özgü kılındığını göstermektedir. Ardından şöyle
buyuruyor: "O gaybı
bilendir. Kendi gaybını kimseye açık tutmaz. Ancak
elçileri içinde razı olduğu kimseler başka."
(Cin, 26-27) Bu ayet,
Allah'tan başka bazı kimselerin gaybe ilişkin bazı
bilgileri bileceğini ortaya koymaktadır. Bunlar da elçiler
içinde Allah'ın razı olduğu kimselerdir. Kur'an'da daha
bunun bir çok örneği vardır.
Meselenin birinci yönüne gelince,
Kur'an Allah'tan başka kimselerin de bir ölçüde tevili
bileceklerine işaret etmektedir. Bunu şöyle açıklamak
mümkündür: Yukarıdaki açıklamalarımızdan da anlaşıldığı
gibi, bir ayetin tevili, zihin dışı bir olgudur. Bu
olgunun, ayetin zihinsel karşılığı (medlulu) ile olan
ilişkisi, örnekle örneklendirilen şey arasındaki ilişki
gibidir.
Dolayısıyla tevil, ayetin delalet
işlevi açısından onun medlulu değilse de, bir şekilde onun
tarafından anlatılmakta, onun içinde korunmaktadır. Tıpkı:
Sebeplerini zayi eden bir şeyi isteyen bir insana: "Sütü
yazda zayi ettin" (Geçti Bor'un pazarı) demen gibi. Çünkü
bu deyimin lafzının delalet ettiği anlam, kadının yaz
mevsiminde sütü zayi etmesidir. Bu ise, konu ile
örtüşmemektedir. Buna rağmen hitap edilen kişinin durumunu
örneklendirmektedir, onun durumunu canlandırmaktadır,
sözün orijinal medlulu aracılığı ile oluşturduğu manzaraya
benzer bir şekilde zihinde tasavvur edilmesini
sağlamaktadır.
Tevil de tıpkı bunun gibidir.
Çünkü herhangi bir hükmün yasaya bağlanmasını veya
herhangi bir ilahi bilginin açıklanmasını ya da Kur'an'ın
kıssalarından herhangi birinin içeriği olan herhangi bir
olayın meydana gelişini gerektiren zihin dışı gerçek, söz
konusu yasanın lafzı (emir ve nehiy) veya açıklama ya da
falan olay (mütabiki olarak) tıpa tıp ona dalalet etmese
de hüküm veya açıklama yahut olay, ondan kaynaklandıkları,
onun aracılığıyla belirginleştikleri için, bunlar bir
şekilde onu anlatan ve ona işaret eden eserleri
konumundadır. Tıpkı bir efendinin hizmetçisine: "Bana su
ver" demesi gibi. Bu söz insan doğasının kendi kemalini
gerektirmesinden kaynaklanmaktadır. Çünkü zihin dışı bu
gerçeklik varlığın korunmasını ve kalıcılığını gerektirir.
Bu da bedende çözümlenip kaybolan bir şeyin yerinin
doldurulmasını gerektirir. İşte gerekli gıdaları, suya
kanmayı veya sözgelimi birine su vermesini emretmeyi
gerektirmektedir.
Dolayısıyla adamın: "Bana su ver"
sözünün tevili, insanın, bu sözün söylendiği anda insanın
zihin dışı doğasının varlığının ve kalıcılığının kemalini
gerektirici özelliğidir. Şayet bu zihin dışı gerçeklik
başka bir şeyle yer değiştirirse, su vermeyi emretmekten
ibaret olan hüküm bir başka hükümle yer değiştirmiş
olacağından birincisi de ortadan kalkmış olacaktır.
[Örneğin yemek yemediğinden dolayı susuzluk yerine açlığı
hissederse, "bana su getir" hükmü, yerini "bana yemek
getir" hükmüne verir]
Adab ve görgü kuralları bağlamında
aralarında fahiş farklılıklar bulunan herhangi bir insan
topluluğu içinde maruf bilinen (olumlu karşılanan)
dolayısıyla yapılan veya münker bilinen (olumlu
karşılanmayan) dolayısıyla uzak durulan fiiller, o toplum
içinde güzel veya çirkin sayılmadan kaynaklanmaktadır.
Fiillerin güzel veya çirkin olarak bilinmesi de zaman,
mekan ve geçmişten devralınan gelenek ve töreler gibi
fiili işleyen kişinin zihninde miras yoluyla biriken ve
çevresinde yaşayan diğer insanların davranışlarından
gözlemlemek suretiyle düşüncesine nakşedilen birleşik ve
uyumlu illetler mecmuasına dayanmaktadır. İşte çeşitli
uyumlu cüzlerden oluşan bu illet, adamın bir şeyi
yapmasının veya yapmamasının tevilidir, onun yapmasının
veya yapmamasının aynısı değildir. Sadece yapmak veya
yapmamak şeklinde içerilmekte, korunmakta ve onlarla ona
işaret edilmektedir. Eğer sosyal çevrenin değişmesi söz
konusu olsa, yapmak veya yapmamak suretiyle gündeme gelen
şey de değişikliğe uğrayacaktır.
Şu halde, tevili olan şey, ister bir
hüküm olsun, ister bir kıssa olsun, ister bir olay olsun,
tevilin değişmesiyle kaçınılmaz olarak değişikliğe uğrar.
Bu yüzden:
"Kalplerinde bir kayma olanlar, fitne çıkarmak ve yorumunu
yapmak için ondan müteşabih olanına uyarlar. Oysa onun
tevilini Allah'tan başkası bilmez..." ayetine
baktığında, kalplerinde bir kayma olanların, fitne
çıkarmak amacıyla müteşabih ayetlerle kastedilmeyen bir
şeye uymak istediklerinden söz edildiğinde onların bununla
söz konusu ayetlerin tevillerine uymayı amaçladıklarından
da söz ediliyor ki onların tevil dedikleri şey, adı geçen
ayetlerin gerçek tevilleri değildir. Aksi takdirde onların
tevil diyerek uymak istedikleri şey söz konusu ayetlerin
gerçek tevilleri olsaydı, bu durumda müteşabih ayete tabi
olmaları doğru ve yerinde olurdu. Dolayısıyla
yerilmelerine de gerek kalmayacaktı. Bu durumda,
müteşabihten kastedileni belirleyen muhkem ayetin delalet
ettiği şey, onların müteşabih-ten anladıkları ve tabi
oldukları ancak muhkemden kastedilmeyen bir anlamla yer
değiştirmiş olacaktı.
Yukarıda anlattıklarımızla şu nokta
açıklığa kavuşmuş oluyor: Kur'an'ın tevili, zihin dışı
gerçekliklerdir. Kur'an ayetleri öğretilerinde, hükümleri
yasaya bağlamalarında ve açıkladığı diğer hususlarda bu
gerçekliklere dayanır. Öyleki bu gerçekliklerden biri
değişmiş olduğu varsayılsa, ayetlerin içerdikleri de
değişikliğe uğrar.
İyice düşünürsen şunu anlarsın ki: Bu
çıkarsama, şu ayetle tamamen örtüşmektedir:
"Apaçık kitaba
andolsun; gerçekten biz onu, belki aklınızı kullanırsınız
diye Arapça bir Kur'an kıldık. Şüphesiz o, bizim katımızda
olan ana kitaptadır; çok yücedir, hikmet doludur."
(Zuhruf, 2-4) Bu
ayet, Peygamber Efendimize indirilen Kur'an'ın Allah
katında çok yüce ve erişilmez hikmetlerle dolu olduğunu,
akılların kavrayamayacağı, bölümlerin ve fasıllar halinde
olmanın arız olamayacağı bir konumda bulunduğunu ifade
etmektedir. Ancak yüce Allah kullarına yönelik inayetinden
dolayı, onu açıklayıcı bir kitap kılıyor. Onu Arapça
lafızlarla ifade edilecek hale getiriyor. Böylece, ana
kitapta kalması durumunda insanların akletmeleri ve bilip
öğrenmeleri mümkün olmayan şeyleri akledip düşünmelerini
sağlıyor. Ana kitap ise, şu ayetlerde işaret edilen
şeydir: "Allah,
dilediğini ortadan kaldırır ve bırakır. Kitabın anası
O'nun katındadır."
(Râ'd, 39)
"Hayır; o, şerefli
üstün olan bir Kur'an'dır; Levh-i Mahfuzdadır."
(Burûc, 21-22)
Söz konusu ayetin içeriğine ilişkin
genel bir işaret de şu ayetten algılanmaktadır:
"Ayetleri muhkem
kılınmış, sonra hüküm ve hikmet sahibi ve her şeyden
haberdar olan Allah tarafından birer birer açıklanmış bir
kitaptır." (Hûd,
1) Bu ayette işaret edilen muhkemlikten maksat,
Kur'an'ın, içinde en ufak bir ayrılık ve bölünme
olmaksızın Allah katında oluşu, birer birer
açıklanmasından maksat ise, onun ayet ayet, bölüm bölüm
Peygamber Efendimiz'e (s.a.a) indirilmiş olmasıdır.
Birinci mertebeye dayanan bu ikinci
mertebeyi (tafsil ve bölünme olayını) şu ayetten de
algılamak mümkündür:
"Onu bir Kur'an
olarak, insanlara dura dura okuman için bölüm bölüm
ayırdık ve onu safha safha bir indirme ile indirdik."
(İsrâ, 106) Demek
oluyor ki, Kur'an ayetleri önceleri birbirinden ayrılmış
değillerdi, sonradan ayrıldılar ve bu şekilde
indirildiler, bölüm bölüm vahyedildiler. Ama bu demek
değildir ki, bütün ayetler, Bugünkü gibi, surelerde tertip
edilmiş ve iki kapak arasında toplanmış haldeydi, sonra
birbirinden ayrıldılar ve Peygamber Efendimize parça parça
indirildiler. Böylece insanlara, üzerinde dura dura ve
ağır ağır okusun. Tıpkı, bir öğretmenin Kur'an'ı bölümlere
ayırarak öğretmesi ve zihinsel kapasitesine göre her gün
bir parçayı öğrencisine okutması gibi.
Oysa Kur'an'ın Peygamber Efendimize
(s.a.a) parça parça indirilmesi ile, onun bölümler halinde
öğrencilere öğretilmesi, okunması arasında apaçık bir fark
vardır. Kur'an'ın parça parça indirilmesi olayında iniş
sebeplerinin etkinliği söz konusudur. Ama Kur'an'ın
öğretiminde böyle veya buna benzer bir durum yoktur. Çünkü
farklı zamanlarda öğrenciye okunan farklı bölümler, bir
zaman diliminde birleştirilebilirler. Ama:
"Onları affet, aldırış
etme." (Mâide,
13) "İnkar
edenlerden size yakın olanla savaşın."
(Tevbe, 123)
"Gerçekten Allah, eşi
konusunda seninle tartışan kadının sözünü işitti."
(Mücadele, 1)
"Onların mallarından sadaka al."
(Tevbe, 103) ve
benzeri ayetleri birleştirmek, iniş sebeplerini ve
zamanını geçersiz saymak, bunların tümünün birden
Peygamberimizin tebliğe başlamasının ilk döneminde veya
hayatının son zamanlarında indiğini varsaymak mümkün
değildir. Şu halde:
"Onu bir Kur'an olarak
ayırdık." sözünde işaret edilen Kur'an, bütün
ayetlerin bir araya getirilmesi ile meydana gelen müshaf
anlamında kullanılmamıştır.
Kısacası, üzerinde durduğumuz
ayetlerden algıladığımız kadarıyla, Kur'an'dan okuduğumuz
ve üzerinde düşündüğümüz hususların bir de ötesi vardır ve
bu ötesi, Kur'an açısından, bedene göre ruhun, örneklenene
göre örneğin gördüğü işlevi görür. -Yüce Allah'ın
"Hikmetli kitap" diye nitelendirdiği de budur.- İndirilen
Kur'an'ın içerdiği bilgiler ve açıklamalar buna dayanır.
Bu ötesi şeyi kopuk ve ayrılmış lafızlar şeklinde
düşünmemek gerekir. Lafızlar aracılığıyla delalet edilen
anlamlar gibi de değildir. İşte bu, söz konusu ayetlerde
işaret edilen tevildir. Çünkü tevil olgusunun nitelikleri
ve özellikleri bununla uyuşmaktadır. Buradan hareketle
tevil kavramının gerçek anlamını da algılamış oluyoruz.
Yine buradan hareketle sıradan anlayışların ve arınmamış
nefislerin tevili algılamalarının mümkün olmamasının
nedenini de kavramış oluyoruz.
Yüce Allah bir başka ayette şöyle
buyuruyor: "O,
elbette değerli bir Kur'an'dır. Saklı bir kitaptadır. Ki
ona, temizlenip-arınmış olanlardan başkası dokunmaz."
(Vâkıa, 77-79) Bu
ayetlerin zahiri ile, değişme ve bozulmaya karşı koruma
altına alınan ve saklı tutulan kerim Kur'an'a Allah'ın
arınmış kullarının dokunabildikleri vurgulanıyor.
Zihinlerin ona girip çıkması suretiyle bir takım
tasarrufları da değişme kapsamına girer. (Ki bu, bütün
değişimlerden koruma altına alındığına göre, bu tür
değişmeden de korunmuştur demektir). Aslında ayette,
işaret edilen 'dokunma'dan maksat anlayış ve bilişin
ulaşmasından başka bir şey değildir. Bilindiği gibi,
yukarıda üzerinde durduğumuz ayette sözü edilen "Korunmuş,
saklanmış kitap"tan maksat
"Allah dilediğini
giderir, dilediğini bırakır. Kitabın anası O'nun
katındadır."
(Râ'd, 39)
"O, bizim katımızda ana kitaptadır. Yücedir, hikmet
doludur."
(Zuhruf, 4) ayetlerinde geçen "ana kitap"tır.
Bunlar bir toplulukturlar ki,
kalplerinde arınma inmiştir. Bu arınmayı indiren yüce
Allah'tan başkası değildir elbette. Çünkü yüce Allah, her
nerede bu arınmadan söz etmişse, onu kendine nispet ederek
söz konusu etmiştir:
"Allah sadece siz
Ehl-i Beyt'ten kiri gidermek ve sizi tertemiz kılmak
ister." (Ahzab,
33) "Ama
sizi temizlemek ister."
(Mâide, 6) Kur'an-ı
Kerim'de her ne zaman manevi arınmadan söz edilmişse,
mutlaka bu husus yüce Allah'a nispet edilmiş veya O'nun
iznine dayandırılmıştır. Arınma ise, kirin ve pisliğin
kalpten giderilmesi demektir. Kalbin insan
organizmasındaki fonksiyonu ise kavrama ve irade etme
aracı olmasıdır. [Kur'an'daki kalp kavramıyla dilimizde
yaygın olan kalp kavramı farklı şeylerdir.]
Dolayısıyla kalbin arındırılması,
insan nefsinin inançları ve iradesi açısından temizlenmesi
anlamını ve pisliğin bu iki açıdan giderilmesini ifade
eder. Bunun sonucu, kalbin hak nitelikli inançlar ve
gerçek bilgiler üzerinde sabitleşmesi, kuşkuya eğilim
göstermemesi, hak ile batılı karıştırmaması ve pratikte
bildiği gerçeklerin gereklerini yerine getirmesi, hevaya
tabi olmak gibi bir eğilim göstermemesi ve ilmî misakı
çiğnememesidir. İşte ilimde derinleşme dediğimiz olay
budur. Çünkü yüce Allah ilimde derinleşenleri, doğru yola
erişmiş, öğrendikleri gerçekler üzerinde sarsılmadan
hareket eden ve fitne çıkarma arzusunu taşımayan kimseler
olarak tasvir ediyor. Buradan anlıyoruz ki, kalpleri
arındırılmış kimseler, aynı zamanda ilimde derinleşen
kimselerdir. Bu hususu iyice kavramalı ve onu ganimet
bilmelisin.
Ancak, bu açıklamanın doğurduğu sonuç
hakkında yanılgıya düşmemek gerekir. Çünkü burada kesinlik
kazanan husus şudur: Arınmışlar, tevilleri bilirler.
Arınmışlıkları ilimde derinleşmiş olmalarını da
gerektirmektedir. Bunun nedeni, kalplerinin
arındırılmasının yüce Allah'a nispet edilen bir durum
olmasıdır. Yüce Allah, altedilemez bir sebeptir. Yoksa
ilimde derinleşenler, ilimde derinleştikleri için
tevilleri biliyor değildirler. Yâni ilimde derinleşmek
tevilleri bilmeye neden değildir. Çünkü ayette, ilimde
derinleşmenin tevilleri bilmeyi gerektirdiği yönünde bir
açıklama veya işaret yer almıyor. Hatta, ayetin akışından,
onların tevilleri bilmedikleri yönünde bir işaret de
algılanabilir. Çünkü ayette:
"Derler ki: Biz ona
inandık, tümü rabbimizin katındandır..."
şeklinde bir ifade yer alıyor.
Yüce Allah, ehl-i kitaptan bazı
adamları da ilimde derinleşmişler olarak nitelendiriyor ve
onları övüyor. İmanlarından ve salih amellerinden dolayı
onları ödüllendireceğini vurguluyor:
"Ancak onlardan ilimde
derinleşenler ve mü'minler, sana indirilene ve senden önce
indirilene inanırlar."
(Nisâ, 162)Bununla
beraber, bu ayette onların kitabın tevilini de bildikleri
yönünde bir açıklamaya yer verilmiyor.
Aynı şekilde:
"Ona
temizlenmiş-arınmış olanlardan başkası dokunamaz"
ayetinden ise, sadece arınmış kimselerin genel bir şekilde
ona dokunabildiklerinden söz ediliyor. Onların her türlü
tevili bildikleri, bu hususta hiç bir zaman bilmedikleri
herhangi bir şeyin olmadığı hususundan ise söz edilmiyor.
Şayet onlar hakkında böyle bir özellik kanıtlanacaksa, bu
başka bir kanıt aracılığıyla olacaktır.
5-
Kur'an'ın Müteşabih Ayetler İçermesinin Hikmeti Nedir?
Kur'an'a yöneltilen itirazlardan biri
de onun müteşabih ayetler içermesidir. Bu itirazları
yapanlar Müslümanlara diyorlar ki: Sizin iddianıza göre,
Kur'an, kıyamete kadar bütün insanların sorumlu oldukları
hükümleri içermektedir. O, hak ile batılı birbirinden
ayıran kesin bir sözdür. Sonra bakıyoruz ki, Müslümanlar
arasında yaygın olan değişik mezheplerin mensuplarının her
biri, kendi mezhebini haklı çıkarmak için Kur'an'dan
kendisine kanıt bulabiliyor. Bunun nedeni Kur'an'da ki
müteşabih ayetlerdir. Acaba Kur'an müteşabih ifadelerden
arınmış ve tüm ifadeleri net bir şekilde anlaşılır
olsaydı, amaca daha uygun olmaz mıydı? Bu durumda bir çok
ihtilaflar ortadan kalkmaz mıydı?
Kur'an'a yöneltilen bu itiraza
çeşitli cevaplar verilmiştir. Bunların bir kısmı, hiç bir
makul dayanağı olmayan anlamsız ifadelerdir. Örneğin
bazıları şöyle demişlerdir: Kur'an'da müteşabih ifadelerin
bulunması, hakkın algılanmasını zorlaştırıcı, araştırmayı
ağırlaştırıcı bir etki bırakır. Bu da yapılan çalışmanın
ecrinin ve sevabının artmasını sağlar.
Diğer bazıları ise, eğer Kur'an
sadece belli bir mezhebin görüşünü destekler mahiyette
açık ve anlaşılır ifadelerden başkasını içermeseydi, bu
durum, diğer mezheplerin mensuplarının nefretine neden
olurdu ve Kur'an'a bakmamalarına sebep olurdu. Ancak
Kur'an müteşabih ifadeler de içerdiği için, kendi
mezheplerinin görüşünü destekleyen bir şey buluruz
ümidiyle Kur'an'a bakmak durumunda kalıyorlar. Bu yüzden
onların Kur'an'dan gerçeği öğrenmeleri ve ona inanmaları
daha kolay oluyor, şeklinde cevap vermişlerdir.
Bir başkaları da şöyle demişlerdir:
"Kur'an'ın müteşabih ifadeler içermesi, aklî kanıtlara baş
vurmayı gerektirici bir etki bırakıyor. Bu sayede
insanlar, taklit karanlığından kurtulup içtihat
aydınlığına ulaşıyorlar."
Veya şöyle cevap verilmiştir:
Kur'an'ın müteşabih ifadeler içermesi değişik tevillerle
araştırma yapılmasını gerektirir. Bu da, dilbilimi, sarf,
nahiv ve fıkıh gibi bir çok yararlı bilimlerden
yararlanmayı ve o hususlarda uzman olmayı sağlamıştır.
Daha ilk bakışta bu cevapların
kanıttan yoksunluğu ve ilmi dayanağının olmayışı göze
çarpmaktadır. Bu itiraza verilen cevaplar içerisinde
sadece üç cevap, söz konusu edilmeğe ve üzerinde araştırma
ve etüt yapmaya değer:
Birincisi: Kur'an'ın müteşabih
ifadeler içermesi kalplerin ona inanmak bağlamında
arınmaları amacına yöneliktir. Çünkü eğer Kur'an'da yer
alan bütün ifadeler, akıl tarafından derhal algılanan,
bütün herkesin şüphe etmediği açık türden olsalardı,
bunlara inanmanın Allah'ın emirlerine boyun eğmek,
peygamberlerine teslim olmakla en ufak bir ilintisi
olmayacaktı.
Bu cevapla ilgili değerlendirmemiz
şöyledir: Boyun eğme, zayıf kimsenin güçlü bir kimse
karşısında hissettiği etkilenme ve buna bağlı olarak
gösterdiği itaat tepkisidir. İnsanoğlu, hem büyüklüğünü
algıladığı, hem de azametinden dolayı algılayamadığı
şeylere de boyun eğer. Yüce Allah'ın sonsuz kudreti,
sonsuz azameti ve diğer sıfatlarını insan kavrayamaz, ama
bunların etkisi altında kalır ve bu etkilenmenin bir
belirtisi olarak itaat eder. İnsan aklı bunlara yöneldiği
zaman, tüm boyutlarıyla kavramaktan aciz olarak eli boş
döner. Diğer bazı olgular da vardır ki, insan aklı
yöneldiği zaman, bunları kavrayamaz, fakat insanlar,
bunları kavradıklarını sanırlar veya öyle inanırlar. İşte
bu tür şeylere boyun eğmenin bir anlamı yoktur. Aklın
yanılıp kavrayamadığı müteşabih ayetler de bu kategoriye
girer. Akıl bunları kavrayamadığı halde kendisinin bunları
kavradığını sanır.
İkincisi: Kur'an'ın müteşabih
ifadeler içermesi, aklı araştırmaya ve ayaklanmaya sevk
etmek içindir. Ki akıl, hiç bir düşünce eylemi
gerçekleştirmeden algıladığı apaçık ifadelerle uğraşmak
sonucu temel fonksiyonunu yitirmesin. Çünkü akıl insanın
en değerli varlığıdır. Bu yüzden insanı eğitmenin yanı
sıra aklı da eğitmek gerekir.
Bu cevap da doğru değildir. Şöyle ki:
Yüce Allah, insanları, iç (enfüs) ve dış (afak) aleme
serpiştirdiği ayetler üzerinde düşünmeye, aklını
kullanmaya teşvik etmiş, akla özgü eylemler içinde
olmasını emretmiştir. Kitabının bazı bölümlerinde konuyla
ilgili olarak genel bir telkinde bulunmuş, diğer bazı
bölümlerinde açık ve ayrıntılı emirler yöneltmiştir.
Göklerin, yerin, dağların, ağaçların, hayvanların ve
insanların yaratılışı, dillerin ve renklerin farklılığı
gibi hususlar üzerinde durup düşünülmesini emretmiştir.
Akletmeye, tefekkür etmeye, yeryüzünde dolaşıp geçmiş
toplumların akıbetlerini gözlemleyip ibret dersleri
çıkarmaya teşvik etmiştir. Aklı ve düşünceyi sürekli
tavsiye etmiş, ilimden büyük bir övgüyle söz etmiştir.
İnsan, Kur'an'ın bu direktifleri doğrultusunda hareket
ettiği zaman, genelde ayakların kaydığı ve anlayışların
çarptığı alanlarda enerjisini boşu boşuna tüketmekten
kurtulmuş olur.
Üçüncüsü: Peygamberler, bütün
insanlara gönderilmişlerdir. İnsanlar arasında da düşünsel
alanda herhangi bir faaliyet olmayan avam kimseler var,
fikri faaliyetleriyle belirginleşen havas kişiler var.
Zeki insanlar var, aptal insanlar var. Alimler var,
cahiller var, Öyle anlamlar olur ki, bunu herkesin
anlayabileceği bir açıklıkta, tüm gerçekliğini ve iç
boyutlarını gözler önüne serecek bir nitelikte ifade etmek
mümkün olmaz. Bu tür anlamların ifade edilmesi bağlamında
havas niteliğine sahip kimselerin anlayabileceği örnekler,
kinayeli ve işaretli sözler kullanmak önerilir. Geri kalan
insanlarınsa bunlara inanması istenir. Bunlara düşen,
söylenen sözlere inanmak ve gerisini Allah'a havale
etmektir.
Bu değerlendirme de yanlıştır. Şöyle ki: Kur'an-ı Kerim
müteşa-bih
ifadeler içerdiği gibi, muhkem ifadeler de içeriyor.
Müteşabih-ler,
muhkemlere döndürülerek anlaşılır. Bunun doğal bir gereği,müteşabihlerin,
muhkem ifadelerin ortaya çıkardığı anlamlardan fazlasını
içermemeleridir. Bu noktada, insanların aklına takılan
soru bir kez daha gündeme geliyor: Müteşabih ifadelerin
yanında bunların da bulunmalarının ne hikmeti vardır?...
Aslında buradaki yanılgının sebebi,
tamamen birbirinden farklı iki tür anlamın var olduğunu
söylemektir. Bu türlerden birini, havas, avam herkes
anlar. Bunlar, muhkem ifadelerin işaret ettikleri
anlamlardır. Diğer bazı anlamlar da vardır ki, bunlar
yüksek bilgiler ve ince gerçeklerdir. Bu tür anlamlar,
ancak havas niteliğine sahip kimseler tarafından
algılanabilir. Bu yanılgının sonucu, müteşabih ifadelerin
muhkem ifadelere döndürülmemesidir. Daha önce, böyle bir
değerlendirmenin, Kur'an'ın bazı ayetlerinin diğer bazı
ayetleri tarafından tefsir edildiğine net bir şekilde
işaret eden ayetlerin içeriğiyle bağdaşmadığını
belirtmiştik.
Bu noktada söylenmesi gereken
cevap şudur: Kur'an'da müteşa-bih ayetlerin bulunması
bir zorunluluktur. Bu zorunluluk, tevilin anlamıyla ilgili
açıklamalarımızın ışığında Kur'an'ın bazısının bazısını
açıklamasını gerektiren tevil olgusunun varlığından
kaynaklanmaktadır.
Kur'an'ın ifade tarzının boyutları,
ilahi eğitim sisteminin temel nitelikleri ve bilgilerinin
dayanağı olarak gösterilen olgular ve en üst derecedeki
amaç üzerinde derin bir şekilde düşünüldüğü zaman, bu
husus biraz olsun açıklık kazanır. Bunları bir kaç noktada
inceleyebiliriz:
Birincisi: Yüce Allah,
kitabının tevili olduğunu belirtiyor. Kur'an'-ın içerdiği
bütün bilgiler, hükümler, kanunlar ve diğer ilahi bilgiler
bu eksen etrafında
dönmektedir. Bütün bu açıklamaların yöneldiği, ilgili
olduğu nokta konumundaki bu tevil, kavrayışların
ulaşamayacakları, akılların yükselemeyecekleri bir
noktadadır. Kuşkusuz yüce Allah'ın arındırdığı ve
kirlerini giderdiği nefisler bu genellemenin dışındadır.
Sadece onlar, Kur'an'ın tevilini algılayabilirler. Sözünü
ettiğimiz bu husus, yüce Allah'ın davetine olumlu karşılık
veren insanın bilgi açısından ulaşmasını istediği
hedeftir. O, insanın, her şeyin açıklaması konumunda olan
kitabının içerdiği bilgilere ulaşmasını irade etmektedir.
Bunun anahtarı da ilahi arındırmadır. Yüce Allah, bir
ayette şöyle buyuruyor:
"Allah size güçlük
çıkarmak istemez, ama sizi temizlemek ister."
(Mâide, 6) Buradan
anlıyoruz ki, yüce Allah'ın dini hükümleri koymasındaki
hedef, ilahi arındırmadır.
Çağrı herkesle ilgili ve herkese
yöneltilmiş olmakla birlikte, diğer tüm kemal nitelikler
gibi, insan için öngörülen bu kemal niteliğine de, tam
anlamıyla ancak özel sıfatlara sahip kimi bireyler
ulaşabilirler. İnsanların dini eğitim sistemiyle
eğitilmeleri çabası, mükemmel arındırma sonucunu sadece
belli sayıdaki kimseler üzerinde gösterirken, belli
oranlardaki arındırma başarısını da geri kalan diğer
insanlar üzerinde gösterir. Bu başarının oranı da
insanların derecelerinin farklılığına göre farklılık
gösterir.
Nitekim İslam dini, amel bağlamında
insanları gerçek takvaya da çağırır:
"Allah'tan nasıl
korkulması gerekiyorsa öylece korkup sakının."
(Âl-i İmrân, 102)
Bununla beraber eksiksiz takva duygusu, ancak belli
sayıdaki insanlar bağlamında gerçekleşir. Bunların
dışındaki insanlarda ise, alt mertebede ideal ve en ideal
şeklinde bir derecelenme söz konusudur. Bütün bunların
nedeni, insanların özdoğalarının ve anlayış
kapasitelerinin farklılığıdır.
Eğitim ve davet açısından diğer tüm
toplumsal kemal nitelikler için de aynı durum söz
konusudur. Bir davetçi, bir toplumu, ilim, sanat, servet,
huzur ve benzeri tüm kemaller bağlamında en üst dereceye
davet eder; ancak bunların en mükemmel düzeyini sadece
belli sayıdaki insan elde eder. Bunların dışındaki
insanlar, yetenekleri oranında farklı derecelerle
sıralanırlar. Gerçekte bu tür amaçların tümüne bütün
bireyler değil de kesinlikle toplum ulaşır.
İkincisi: Kur'an-ı Kerim, bu
onur verici hedefe ulaşmanın tek yolunun, insanı bilgi
(teori) ve amel (pratik) alanında eğiterek insana kendi
nefsini tanıttırması olduğunu kesin olarak ifade
etmektedir. Bilgi açısından insana kendi nefsi
tanıttırılması, dünya, ahiret ve bu iki alem arasındaki
alemin hakikati gibi, kendisiyle ilintili gerçeklerin
öğretilmesi şeklinde sağlanır. Böylece, insanoğlu, kendi
nefsini ilintili olduğu gerçek olgularla birlikte tam
manasıyla tanıma imkanını bulmuş olur. İnsanı kendisine
ameli olarak tanıttırmak ise, toplumsal yasalarla yükümlü
kılınması ile gerçekleştirilir. Bu durumda, toplumsal
hayatı yapıcı bir düzlemde devam eder. Toplumsal hayatı,
onun bilgi ve irfan alemine yükselmesine engel oluşturmaz.
Bunun yanında, yerine getirilmesi zorunlu olan kulluk
yükümlülükleri ve ibadetleriyle sorumlu tutulması gerekir.
Bu ibadet ve yükümlülüklerin sürekli yerine getirilmesi
onun Allah ve ahiret üzerinde düşünmesine, kalbinde ancak
Allah ve ahirete yer vermesine, kalbin mana ve arınma
alemine yönelmesine, maddenin pisliğinden ve ağırlığından
kurtulmasına neden olur.
"Güzel söz O'na
yükselir, salih amel de onu yükseltir."
(Fatır, 10) ayeti
üzerinde iyice durup düşündüğün zaman, bir de buna:
"Ancak Allah sizi
arındırmak ister..."
(Mâide, 6)ayetiyle
ilgili olarak genel ve kısa açıklamamızı ve yine
"Siz kendi
nefislerinize bakın. Siz doğru yolda olduğunuz takdirde,
sapan kimse size zarar vermez."
(Mâide, 105)
"Allah, sizden iman
edenleri ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle
yükseltir."
(Mücadele, 11)vb. ayetleri eklediğinde, dini
hükümlerin yasaya bağlanması, insanların dini hükümlere
uymaya yöneltilmesindeki güdülen ilahi amacı ve bunların
pratize edilmesinde izlenen yöntemleri açık bir şekilde
kavrarsın.
Bu açıklamalardan hareketle önemli
bir noktaya varıyoruz: İslam'ın öngördüğü toplumsal
yasalar, kulluk ve ibadet yükümlülükleri için
konulmuşlardır. Toplumsal hükümler, kulluğun yerine
getirilmesini mümkün kılıcı, sahih bir düzlemde
gerçekleştirilmesini sağlayıcı bir işlev gördüğünden
yasalaştırılmış ve öngörülmüştür. Kulluk yükümlülükleri
ise, Allah'ı ve ayetlerini tanıma amacına yöneliktir.
Dolayısıyla İslam'ın koyduğu toplumsal hükümler bağlamında
en ufak bozulma, bir sapma ve bir değişiklik kulluk
sisteminin bozulmasına yol açar. Kulluk sisteminin ifsat
olması ise, insanın kendini ve Rabbini tanıması durumunu
ortadan kaldırır.
Vardığımız bu sonuç, önceki
açıklamamızın apaçık bir ayrıntısı olmanın yanısıra,
pratikte yaşanan deneyim tarafından da pekiştirilmektedir.
Bu ümmet içinde, İslam dininin öngördüğü hayat tarzına
ilişkin bozulmaların üzerinde düşündüğün zaman, meseleyi
enine boyuna irdelediğin zaman, ifsat sürecinin nereden
başladığı ve nerede noktalandığı üzerinde iyice düşündüğün
zaman, fitnenin önce toplumsal hükümler bağlamında
başladığını, sonra ibadet sisteminde devam ettiğini, bunun
sonucunda, ilahi irfanın (insanın kendini ve Rabbini
tanıması ile ilgili bilgilerin) reddedilmesi noktasına
varıldığını anlarsın. Bundan önce, fitnenin müteşabihlere
tabi olmakla ve müteşabih-lerin tevillerinin peşine
düşmekle başladığını, belirtmiştik. Bu durum günümüze
kadar, bu şekilde sürüp gelmiştir.
Üçüncüsü: Dinin
yolgöstericiliği, mümkün olduğu oranda insanları
taklitçilikten uzaklaştırmak ve bilginin onlar arasında
yerleşik kılınması esasına dayanır. Din ile güdülen amaç
olan marifet (insanın kendini ve Rabbini tanıması) ile
bağdaşan tavır budur. Nasıl olmasın ki? Vahiy yoluyla
indirilen kitaplar arasında Kur'an gibi ve dinler arasında
İslam gibi ilmi yücelten, insanları ilme teşvik eden bir
tek kitap ve din yoktur.
İşte bu husus, kitabın, insanlara, en
başta marifetle ilgili gerçekleri öğretmesini ardından
yasaya bağlanan pratik hükümlerin bu gerçeklerle
bağlantısını vurgulamayı gerektirmiştir. Diğer bir
ifadeyle insanın şu hususu anlaması amaçlanmıştır: İnsan,
Allah tarafından varedilmiş, O'nun tarafından
yaratılmıştır. Allah, onu kendi elleriyle yaratmış,
yaratılışı ve hayatının devamı bağlamında meleklerini ve
gökler, yer, bitkiler, hayvanlar, mekan ve zaman gibi
varlıkları aracı kılmıştır. İnsan, ahirete ve vadedilen
yere doğru bir yol izlemektedir. Onun ahirete doğru yol
alması bir zorunluluktur. Rabbine doğru bir çaba
içindedir. Sonunda O'nunla karşılaşacak, daha sonra
yaptıklarının karşılığını görecektir. Bunun sonucunda ya
cennete, ya da cehenneme gidecektir. İşte bunlar,
marifetin kapsamına giren hususların bir kısmını
oluşturmaktadır.
Bunun yanında, insana cennet
mutluluğuna ulaştıran amellerin neler olduğunu, yine
cehennem mutsuzluğuna mahkum ettiren davranışların
hangileri olduğunu gösterir. Kısacası, insana kulluk
sistemiyle ilgili hükümleri ve sosyal yasaları öğretir. Bu
da marifetle ilgili hususların bir diğer kısmıdır.
Sonra insana şu gerçeği de gösterir:
Bu hükümler ve yasalar, kendisini mutlu kılarlar. Yâni ona
şunu anlatır: İrfanın kapsamına giren bu ikinci kısım
bilgiler, birinci kısım bilgilerle ilintilidir. Bunların
yasaya bağlanması ve insanların bunlara uymalarının
öngörülmesi, sırf onun mutluluğu içindir. Çünkü bunlar,
insanın dünyada ve ahirette hayrına olacak hususlar
içermektedir. Bunu da irfanın üçüncü kısmı olarak
algılayabiliriz.
Şimdi artık açık olarak biliyorsun
ki, ikinci bilgiler giriş, birinci kısım bilgilerse sonuç
niteliğindedir. Üçüncü kısım bilgiler ise, ikinci kısım
ile birinci kısmı birbirine bağlayan bir araç işlevini
görmektedir. Ayetlerin, sözünü ettiğimiz üç kısım bilginin
her birine yönelik işaretleri son derece belirgindir,
ayrıca açıklamaya gerek yoktur.
Dördüncüsü: İnsanların büyük
çoğunluğunun kavrayışları, somut alemin ötesini
algılayamaz. Akılları maddi alemin ve doğanın ötesine
yükselecek güçten yoksundur. Ancak insanlar içinde bazı
kimseler, bilimsel araştırmalar sonucu, anlamların
kavrayış düzeyine ulaşabilirler; kuralları ve yasaları
bütünsel bir bakış açısı ile algılayacak niteliğe sahip
olabilirler. İşte bu tür insanlara kavrama gücü veren ve
onların anlamlar ve külli kavrayışlar dünyasına ulaşmasını
sağlayan yöntemler ve araçlar farklı olduğundan dolayı bu
seviyeye ulaşan insanlarında, somut alemin ötesindeki
aşkın anlamları kavrama düzeyleri birbirinden farklıdır.
Kısacası her bir düzeyi arasında alabildiğine uzanan
ayrılıklar vardır. İnsanların fiziki alemin ötesindeki
olguları algılamada birbirinden farklı mertebelere sahip
olduklarını hiç kimse inkar edemez.
Bir insana herhangi bir anlamı
iletmek, ancak onun yaşayışı ve hayat tarzı itibariyle
kazanmış olduğu zihinsel bilgileri aracılığı ile
mümkündür. Eğer insan, somut şeyler aracılığıyla anlamları
algılamayı alışkınlık haline getirmişse, aşkın anlamların
ona ulaştırılması, maddi nitelikli kavrayış alanında
yükseldiği derece oranında sahip olduğu bilgilerle
kendisine bu anlam aktarılır. Bir çocuğa, kadın-erkek
birleşmesinin (nikahın) meydana getirdiği lezzetin
helvanın tadı örnek gösterilerek anlatılması gibi. Eğer
muhatabımız, bütünsel anlamlara vakıf bir kişiliğe
sahipse, bu durumu gözönünde bulundurularak ve bu
husustaki kapasitesi esas alınarak kendisine bir anlam
aktarılır. Böyle bir insan, sadece somut olgular
aracılığıyla anlamları kavramayı alışkanlık edinen insanın
aksine, anlamları, hem somut, hem de soyut anlatım
tarzıyla kavrayabilir.
Öte yandan, dinsel yolgöstericilik
insanlar içinde sadece belli bir gruba özgü değildir.
Tersine, dinin rehberliği tüm grupları ve bütün sınıfları
kuşatacak özelliktedir. Bu durum herkesin rahatlıkla
gözlemlediği bir olgudur.
Bu gerçek, yâni Kur'an'ın içerdiği
ifadelerin bir tevilinin bulunmasının yanısıra,
anlayışların farklılığı ve yol göstericiliğin genelliği
hususu, açıklamaların örnekler tarzında sunulmasını
gerektirmiştir. Şöyle ki, insanın bildiği ve zihnin
tanıdığı anlamlar aracılığıyla aralarında bulunan bir
münasebetten dolayı, bilme imkanından yoksun olduğu
bilgileri algılaması sağlanır. Tıpkı aralarında biçim,
görüntü, hacim ve tür bakımından herhangi bir özdeşlik
bulunmadığı ve sadece ölçüm münasebeti bulunan eşyanın
ağırlık ölçüm birimleriyle ölçülmesi gibi.
"Gerçekten biz onu,
belki aklınızı kullanırsınız diye Arapça bir Kur'an
kıldık. Şüphesiz o, bizim katımızda olan ana kitaptadır;
çok yücedir; hikmet doludur."
(Zuhruf, 3-4) gibi
önceleri işaret edilen ayetler, bu meseleyi işaret ve
kinaye yöntemiyle ifade ediyorlar; ancak Kur'an bu
meselenin açıklanması bağlamında sadece bununla
yetinmiyor. Örneğin hak ve batıl için somut örnekler
verdiği ayette açıklamıştır. Yüce Allah bir ayette şöyle
buyuruyor: "Allah
gökten bir su indirdi de dereler kendi miktarınca (o su
ile) çağlayıp aktı. Sel, üste çıkan köpüğü taşıdı. Bir süs
veya bir meta sağlamak için ateşte yakıp erittikleri
şeylerde bunun gibi bir köpük vardır. İşte Allah, hak ile
batıla böyle örnekler verir. Köpüğe gelince, o yok olup
gider, insanlara yarar sağlayacak şey ise, yeryüzünde
kalır. İşte Allah, örnekleri böyle vermektedir."
(Râ'd, 17)
Bu ayetten anlaşılıyor ki, örnekler,
yüce Allah'ın sözleri için geçerli oldukları gibi,
fiilleri için de geçerlidir. Şu halde, yüce Allah'ın fiili
de tıpkı sözü gibi haktır. Yüce Allah'ın fiil ve
sözlerinin hak oluşları ile, onların kapsadıkları şey
kastedilmektedir. Bu ikisine, kastedilmeyen, aynı zamanda
insanlar için bir yararı da bulunmayan, ancak göz
kamaştırıcı ve çekici olgular da eşlik etmektedir. Ancak
bunların ömrü fazla sürmez, yok olup giderler. Geride
insanlar için yararlı olan hak kalır. Batılın giderilmesi
ve ortadan kalkması, ancak bir diğer hakkın aracılığı ile
mümkündür. Bu da tıpkı, hak ve istenen bir anlam içeren
müteşabih ayete benzer. Müteşabih ayetin istenen ve hak
niteliğine sahip olan gerçek anlamına, istenmeyen, hak
niteliğinden yoksun olan ve daha erken algılanmakla hak
nitelikli anlamın üstüne çıkan bir diğer anlam da eşlik
etmektedir. Ancak bu batıl nitelikli anlam, üzerini
örttüğü ilk hak anlamı ortaya çıkaracak bir diğer hak
aracılığıyla ortadan kalkar. Bu işlemle güdülen amaç,
günahkarlar istemeseler de yüce Allah'ın sözleri
aracılığıyla hakkı egemen kılmak ve batılı yok etmektir.
Yüce Allah'ın sözleri hakkında geçerli olan bu
örneklendirme, varlıklar aleminde belirginleşen objeler
dünyasındaki fiilleri için de geçerlidir.
Özetleyecek olursak: Yukarıda
incelediğimiz ayetten şu husus ortaya çıkıyor: Hak
nitelikli ilahi bilgiler, tıpkı yüce Allah'ın gökten
indirdiği su gibidir. Bunlar da salt su olarak iner.
Herhangi bir nicel ve nitel sınırlandırma söz konusu
değildir. Sonra vadilere, derelerde akan seller gibi,
yataklarının darlığı veya genişliği kapasitesine göre
oranlamalar söz konusu olur. Bu oranların her biri,
değişmez olgulardır ve kendi konumlarında bilgilerin
temelleri ve hukuki hükümler, bir de daha önce hükümlerle
hak nitelikli bilgileri birbirine bağlayan hükümlerin
gerisindeki maslahatlar işlevini görürler. Lafzî
açıklamayı bir an için gözardı edersek, özü itibariyle,
ilahi hakikatlerin hükmü bundan ibarettir.
İşte bu gerçeklere, hayata egemen
olma süresinde, köpük gibi belirgin bir şekilde kabaran,
ama çok çabuk gözden kaybolan olgular da eşlik edebilir.
Bir bakıma bu durum, nasih ayetler aracılığıyla
yürürlükten kaldırılan mensuh hükümlere benzer. Çünkü
mensuh hüküm, görünüşü itibariyle devamlılık arzetmek
durumundadır; ancak nesheden hüküm, onun devamına son
veriyor ve onun yerine bir başka hükmü ikame ediyor. Bu,
lafzî açıklama derelerini, bir an için gözardı edersek,
bilgilerin kendisi için geçerli olan durumdur.
Hak bilgilerin lafız ve delalet
kalıbına girmesine gelince, bunlar, lafzî açıklamalar
vadilerinde akmaya başladıkları andan itibaren, vadilerin
kapasiteleri ile ölçülürler, daha önce mutlak olan bu
gerçekler, sözlü maksat şekillerin kalıbı içinde
biçimlenirler. Bu sözler, konuşmacının sözleriyle
kastettiği anlam bağlamında sabit olurlar. (yâni bunların
hepsi kastedilmiştir) Ancak bununla beraber, bunlar, bir
kalıp içinde takdir edilmeyen asıl anlamları temsil eden
örnekler niteliğindedir.
Sonra bu anlamlar, değişik zihinlere
uğramaları sonucu, sel üzerinde biriken köpükleri andıran,
kasıt dışı anlamları da yüklenmek durumunda kalırlar.
Çünkü zihinler, çeşitli ve alıştığı anlamların deposu
niteliğindedir. Böyle bir durumda olan zihin de ona giren
diğer düşüncelerde tasarrufta bulunur. Kuşkusuz bu
tasarruflar da daha önce işaret ettiğimiz gibi genellikle,
temel bilgiler, hükümlerin dönük oldukları maslahatlar ve
özler gibi alışık olunmayan hususlarda söz konusu olur.
Hükümler ve yasalara gelince, bunların özleri bir yana,
alışılmış şeyler oldukları için, zihindeki birikintilerin
bunlar üzerinde herhangi bir etkinlikleri düşünülemez.
Buradan da anlaşılıyor ki, müteşabihler, dini hüküm ve
kanunların metinlerini içermeleri değil de özleri ve
bilgileri içerdiklerinden dolayı müteşabih ifadelerdir.
Beşincisi: Bundan önceki
açıklamalardan şu sonucu çıkarıyoruz: Kur'an'da yer alan
lafzî açıklamalar, hak nitelikli ilahi bilgilere ilişkin
örneklerdir. Çünkü, bu tür ayetlerin kapsadığı
açıklamalar, genel anlayışların yüzeyine inmişlerdir.
Genel anlayışlar ise, ancak somut olguları
algılayabilirler, somut kalıplar içinde olmadıkları sürece
bütünsel anlamları kavrayamazlar.
Bu durum ise, cisim ve cismani
arazdan soyut bütünsel anlamların ilkası hususunda iki
sakıncanın gündeme gelmesini gerektirmektedir: Eğer
anlayışlar, bütünsel anlamlarda kastedilen bilgileri
algılama aşamasında, madde ve somut olgular mertebesinde
donup kalırsa, onun açısından örnekler örneklendirilen
gerçeklerin yerine geçerler. Bu ise, gerçeklerin
geçersizliğini, anlam ve maksatların gözden kaçırılmasını
gerektirir. Şayet, madde mertebesinde donmayıp, örnekleri
kapsam dahilinde olmayan özelliklerden soyutlamak
suretiyle soyut anlamlara ulaşırsa, bu durumda da
eklemeler ve çıkarmalardan emin olunmaz. Tıpkı birinin
bize: Gece yolculuğuna çıkan topluluk, sabahleyin tebrik
edilir" demesi ya da şair Sahr'ın şu beyitleriyle bir
olayın örneklendirilmesi gibi.
"Kuşağı bağlamaya çalışıyorum, ama
yapamıyorum.
Çünkü eşeğin sıçraması engelleniyor."
Biz, kıssayla ve örneklendirilen
olayla ilgili olarak zihnimizde bulunan hazırlık
dolayısıyla, örneğin özelliklerinden, sabah, topluluk ve
gece yolculuğu gibi sözel kalıplardan soyutlaşıyoruz. O
zaman anlıyoruz ki, bu örnekle şu anlam kastediliyor: Bir
işin etkisinin iyiliği ve fiilin kutlanması, işin
bitirilmesinden ve etkisinin görülmeye başlamasından sonra
belli olur. Fakat, insan işle uğraşmayı sürdürüyorsa ve
işin zorluğunu fiilen çekmeye devam ediyorsa, işinin
değerini takdir edemez. Aynı durum, şiir aracılığıyla
örneklendirilen hususun soyutlanması durumunda da
belirginleşir. Fakat örneklendirilen ile ilgili önceden
bir aşinalığımız yoksa, şiir veya örnek üzerinde donup
kalırsak örneklendirilen şey bize gizli kalır. Örnek de
herhangi bir haber konumuna indirgenmiş olur. Şayet donup
kalmazsak, ancak onu bir örnek olarak genelleştirsek, bu
sefer de soyutlayarak atılması gereken ve düşündürülmesi
istenen anlamı algılamak için korunması gerekli olan
kalıpları birbirinden ayırdetmek imkansız olur. İyice
düşünüldüğü zaman, bunun açık bir gerçek olduğu anlaşılır.
Bu iki sakıncalı durumdan kurtulmak
ancak, örneklendirilen anlamların değişik örneklere
bölünmesi ve bazısının bazısını açıklaması, sunulan
anlamların bir kısmı diğer bir kısmının maksadını açıklığa
kavuşmasını sağlayacak şekilde farklı kalıplar içine
sokulması ile mümkündür. Dolayısıyla aralarında bulunan
karşılıklı iticilikle şunların bilinmesi mümkün hale
gelir. Birincisi: Açıklamalar örneklerdir. Bunların
ötesinde örneklendirilen gerçekler yer almaktadır.
Bunların maksatları ve amaçları sırf, somut madde ve
objelerden alınan lafızlarla sınırlı değildir. İkincisi:
Bunların örnekler oldukları bilindikten sonra, bu sayede
sözleri örten özelliklerden ne kadarının atılması
gerektiği, maksadı anlamak için ne kadarının korunmasının
zorunlu olduğu anlaşılır. Bu sonuca da bir örneğin öteki
örnekte bulunan bazı özellikleri ve karşılıklı olarak
bunun da onda bulunan bazı özellikleri olumsuzlamasıyla
varılır.
Kapalı maksatları ve ince anlamları
çeşitli kıssaların anlatılması ve örneklerin verilmesi,
çeşitli ve çok örneklerle açıklamak ve ifade etmek sadece
bir kavme ve bir dile özgü bir durum değildir. Bütün dünya
dillerinde buna rastlamak mümkündür. Bunun nedenine
gelince, insan açıklamanın öncesinde, bir kıssada veya
örnekte işaret edilen maksadın tersini ima eden
özelliklerin bertaraf edilmesine ihtiyaç duyar. Bunun
gerçekleştirilmesi de konuyla ilintili bir başka kıssanın
veya konuyla ilintili bir başka örneğin içerdiği nefyedici
özellikler ile mümkündür.
Buradan anlaşılıyor ki, Kur'an'ın
müteşabih ayetler içermesi bir zorunluluktur. Bir ayette
bulunan benzeşme durumunun da, bir başka ayette bulunan
muhkemlik durumuyla ortadan kaldırılması kaçınılmazdır.
Böylece, Kur'an'ın müteşabih ayetler içermesi yol
göstericilik ve açıklama özelliğiyle bağdaşmadığı şekilde
ileri sürülen problem de ortadan kalkmış oluyor.
Şimdiye kadar yaptığımız uzun
açıklamalardan bazı hususlar belirginleşmiş bulunuyor:
1- Kur'an ayetleri iki kısma
ayrılırlar: Muhkem ve Müteşabih. Bu husus, bir tek ayetin
benzeşen (müteşabih) bir medlul kapsayıp kapsamadığı ile
ilgilidir.
2- Muhkem ve müteşabih
ayetleriyle birlikte Kur'an'ın tümü için bir tevil söz
konusudur. Tevil ise, sözel kavramlar türünden bir şey
değildir. Tam tersine zihin dışı objektif bir olgudur. Bu
olgunun açıklanan bilgiler ve amaçlarla bağlantısı,
örneklenenle örnek arasındaki bağlantı gibidir. Buna göre,
Kur'an'ın içerdiği tüm bilgiler, Allah katında bulunan
teviller için verilen birer örneklerdir.
3- Arınmış olanların, yâni ilimde
derinlik kazananların tevili bilmeleri mümkündür.
4- Kur'an'daki
açıklamalar, bilgi ve maksat olarak öngördüğü şeyler adına
verilmiş örnekler konumundadır. Bu husus, ikinci maddede
Kur'an bilgilerinin örnekler olduğuna ilişkin olarak
sözünü ettiğimiz husustan farklıdır. Biz bu konuyu
yukarıda gerekli biçimde açıkladık. [İkinci maddede Kur'an
bilgilerinin teviliyle yönelik örnekler olduğu, burada ise
Kur'an'daki açıklamalarında bilgilere yönelik örnekler
olduğu vurgulanıyor.]
5- Kur'an'ın muhkem
ifadeler içermesi bir zorunluluk olduğu gibi müteşabih
ifadeler içermesi de bir zorunluluktur.
6- Muhkem ifadeler kitabın
anasıdır; müteşabih ifadelerin açıklanmak üzere bu muhkem
ifadelere döndürülmeleri gerekir.
7- Muhkemlik ve
benzeşmelik, çeşitli yönlere izafe edilmeleri ve çeşitli
yönlerden ayrı olarak algılanmaları mümkün olan
sıfatlardır. Bunun anlamı şudur: Herhangi bir ayet, bir
açıdan muhkem, bir başka açıdan da müteşabih olabilir.
Sözgelimi, bir ayete izafe edilerek değerlendirildiğinde
muhkem, bir başka ayetle birlikte düşünüldüğünde de
müteşabih niteliğini kazanabilir. Kur'an'da mutlak anlamda
müteşa-bihin somut bir karşılığı yoktur ve mutlak olarak
muhkemin bulunmasına da herhangi bir engel söz konusu
değildir.
8- Kur'an'ın bir kısmının diğer bir
kısmını tefsir etmesi, bir zorun-luktur.
9- Kur'an'ın çeşitli anlam
dereceleri vardır. Burada uzanıp giden bir derecelenme söz
konusudur. Dolayısıyla bütün anlamsal derecelenmeler bir
alanda ve enlem halinde değildirler. Bu bakımdan bir
lafzın tek kullanımda birden çok anlamda kullanılması gibi
bir durum söz konusu olmamıştır. Ya da mecazi ifadelerin
genelliği gibi bir kullanımdan söz edilemez. Bunları bir
tek gerektiricinin değişik gerekleri olarak da görmemek
gerekir. Tersine, bunlar lafzın delalet ettiği asıl
anlamlardır ve sözcük insanların kavrayış düzeylerinin
farklılığına göre bunların her birine uyumluluk ilkesi
uyarınca delalet etmektedir.
Konunun daha açık bir şekilde
anlaşılması için şunu söylüyoruz: Yüce Allah bir ayette:
"...Allah'tan nasıl
korkup sakınmak gerekiyorsa öylece korkup sakının."
(Âl-i İmrân, 102)buyuruyor.
Bu ayetten anlaşılıyor ki, Allah'ın yasaklarından kaçınmak
ve emirlerini yerine getirmek anlamına gelen takvanın bir
derecesi vardır ve bu da gerçek takva, yâni nasıl korunup
sakınmak gerekiyorsa öyle korunup sakınma derecesi vardır.
Yine bu ifadeden anlaşılıyor ki, takvanın bu dereceden
daha aşağı bir derecesi de vardır. Şu halde bir bakıma
salih ameller demek olan takva için bir takım dereceler ve
mertebeler söz konusudur ve bunların bir kısmı diğer
kısmından daha yukarıdır.
Bir diğer ayette ise, şöyle
buyuruluyor: "Allah
rızasına uyan kişi, Allah'tan bir gazaba uğrayan ve
barınma yeri cehennem olan kişi gibi midir? Ne kötü
barınaktır o. Allah katında onlar (ameller) derece
derecedir. Allah yaptıklarını görendir."
(Âl-i İmrân, 163) Bu
ayetten de anlaşılıyor ki, ister salih olsun, ister kötü
olsun mutlak olarak amelin bir takım dereceleri ve
mertebeleri vardır. Ayette, amel derecelerinin
kastedildiğinin kanıtı, ayetin sonunda yer alan:
"Allah yaptıklarınızı
görendir." ifadesidir.
Şu iki ayet de aynı noktaya temas
etmektedir: "Her
biri için yaptıklarından dolayı dereceler vardır; öyleki
amelleri kendilerine eksiksiz ödensin ve onlar zulme de
uğratılmazlar."
(Ahkaf, 19)
"Yapmakta oldukları dolayısıyla her biri için dereceler
vardır. Rabbin, onların yapmakta olduklarından habersiz
değildir."
(En'âm, 132)
Bu anlamı vurgulamaya yönelik bir çok
ayet vardır; söz konusu ayetler içinde bazısından
anlaşıldığı kadarıyla cennet dereceleri ve cehennem
derekeleri insanların işledikleri olumlu veya olumsuz
amellerin derece ve mertebelerine karşılık olarak
belirlenmişlerdir.
Bilindiği gibi, ne tür olursa olsun
herhangi bir amel, kendisine uygun kalbi bir inançtan
sızan bilginin sızıntılarından biridir. Yüce Allah, bir
çok ayette, Yahudilerin küfürlerinin, müşriklerin
kalplerinin bozukluğunun, Müslümanlar içindeki
münafıkların iki yüzlülüklerinin, bazı peygamberlerin ve
mü'minlerin imanlarının kanıtı olarak onların işledikleri
amelleri ve fiilleri göstermiştir. Şimdi bu ayetleri teker
teker sayarsak kitabımızın hacmini aşacaktır. Kısaca şunu
söyleyebiliriz: İşlenen amel ne olursa olsun, kendisine
uygun bir bilgi gerektirir ve bu bilgiye işaret eder.
Bunun aksi de geçerlidir; yâni her
türlü amel, kendisine uygun bir bilgi gerektirir, onun
meydana gelişini sağlar ve insanın iç dünyasında yer
etmesini mümkün kılar. Şu ayetler bu noktaya temas
etmektedir. "Bizim
uğrumuzda cihad edenlere şüphesiz yollarımızı gösteririz.
Gerçekten Allah, ihsan edenlerle beraberdir."
(Ankebut, 69)
"Ve yakin sana
gelinceye kadar Rabbine ibadet et."
(Hicr, 99)
"Sonra kötülük
edenlerin uğradıkları son, Allah'ın ayetlerini
yalanlamaları ve alay konusu edinmeleri dolayısıyla çok
kötü oldu." (Rum,
10) "Böylece
O da, Allah'a, verdikleri sözü tutmamaları ve yalan
söylemeleri nedeniyle, kendisiyle karşılaşacakları güne
kadar, kalplerinde nifakı yerleşik kıldı."
(Tevbe, 77)
Konuyla ilgili daha bir çok ayet
örnek olarak gösterilebilir. Bütün ayetlerin temas
ettikleri ortak nokta, salih (iyi) veya kötü tüm amellerin
kendilerine uygun bir bilgi ya da bilgisizlik (hak ile
çelişen bilgiler de diyebiliriz) ürettikleridir.
Salih amel ve yararlı bilgi hakkında
kapsamlı bir ifade olarak yüce Allah bir ayette şöyle
buyuruyor: "Güzel
söz ona yükselir, salih amel de onu yükseltir."
(Fatır, 10)
Bu ayetten anlıyoruz ki, hak esaslı inanç
sistemi demek olan güzel sözün bir özelliği Allah'a
yükselebilmesi ve sahibini Allah'a yaklaştırmasıdır. Salih
amelin işlevi de bu hak esaslı inanç sistemini ve bilgiyi
yükseltmesidir. Bilindiği gibi, bilginin yükseliş
kaydetmesi, kuşku ve kuruntulardan arınması, ruhun tam
anlamıyla ona yönelmesi, kalbin onunla bir başka değer
arasında parçalanmak, (ki bu mutlak anlamda şirktir)
durumuna düşmemesi demektir. Dolayısıyla bilgi kuşku ve
şeytani izlerden arınma bağlamında ileriye doğru adım
attıkça yükselişi, zirvelere doğru tırmanışı da hız
kazanır.
Ayetin ifadesi böyle bir anlamdan
uzak değildir. Çünkü ayette güzel söz suûd=yukarı
çıkış ve salih amel de ref'=yükselişle
nitelendirilmiştir. Yukarı doğru çıkış (suûd) inişin
(nüzûl), yükseliş (ref') de alçalışın (vez') karşıtıdır.
Yukarı çıkış ve yükseliş nitelikleri aşağılardan yukarıya
doğru hareket eden kimse hakkında, iki nokta göz önünde
bulundurularak kullanılır. O yükselişle güttüğü amaç ve
ona yaklaşmakla belirlediği hedef açısından yukarı doğru
çıkan, yükselen (sâid) bir kimsedir. Alçaklıktan ayrılışı
ve oradan uzaklaşması açısından da, yükselen (mürtefi')
bir kimsedir. Şu halde amel, insanı dünyadan ve toprağa
çakılıp kalmaktan koparıp insanın kendisini dünyanın
uğraştırıcı, çekici süslerinden uzaklaştırır. Onu gelip
geçici ve kalıcılığı olmayan bu tür bilgiler arasında
parçalanmışlıktan, dağılmışlıktan kurtarır. Yükselme ve
yukarı doğru çıkış arttıkça güzel sözün yükseliş hızı da
artar. Bilgi, vehim şaibelerinden, kuşku eseri
olumsuzluklardan kurtulur.
Daha önce yaptığımız açıklamalardan
da anlaşılacağı gibi: Salih amelin kendisine özgü
mertebeleri ve dereceleri vardır. Her salih amel
derecesinin de kendine özgü bir güzel sözü yükseltme ve
kendine uygun ilahi, hak esaslı bilgi ve irfanlar üretme
oranı vardır. Kötü amel ve insanı alçaltışı hakkındaki
değerlendirme, salih amel ve insanı yükseltişi hakkındaki
değerlendirmenin tersini ifade etmektedir.
"Bize dosdoğru yolu
göster" (Fatiha,
6) ayetini tefsir ederken konuyla ilgili bazı
açıklamalarda bulunduk.
Buradan hareketle anlıyoruz ki,
insanların Allah'a yakınlıkları ve uzaklıkları oranında
farklılaşan amel ve bilgi dereceleri vardır. Bundan da şu
sonuç çıkıyor: Söz konusu mertebe ve derecelerden birinde
bulunan insanların algıladıkları şeyler, kendi mertebe ve
derecelerinden yukarı veya aşağı bir mertebe ve dereceyi
işgal eden insanların algıladıkları şeylerden farklıdır.
Bu da gösteriyor ki, Kur'an ifadelerinin farklı, ama bir
tertip içinde algılanan anlamları vardır.
Yüce Allah, çeşitli gruplara mensup
kullarından söz etmiştir. Bu grupların her birini de bir
başka grupta bulunmayan bir tür bilgi ve marifetle
nitelemiştir. Örneğin yüce Allah muhlesler grubuna mensup
insanları, Rablerinin vasıflarını gerçek anlamda bilen
kimseler olarak tanımlamaktadır. Aşağıdaki ayet bu noktaya
temas etmektedir:
"Onların nitelendirdiklerinden Allah yücedir. Ancak muhles
(Allah tarafından halis kılınmış) olan kullar başka."
(Sâffat, 159-160)
Yüce Allah Kur'an'ın değişik yerlerinde onlar hakkında
başka nitelemeler, başka bilgi ve irfan türlerinden de söz
etmiştir. İnşaallah yeri geldiğinde bu hususa değineceğiz.
Ve yine sözgelimi mûkinîn=yakine
erenler olarak tanımlanan gruba mensup insanlar hakkında,
onların göklerin ve yerin melekutunu gözlemledikleri
belirtilmiştir:
"Böylece İbrahim'e, yakine erenlerden olması için de
göklerin ve yerin melekutunu gösteriyorduk."
(En'âm, 75)
Yine düşünüp ibret alma niteliği de
"içten yönelen" kimselere özgü kılınmıştır:
"İçten yönelenden
başkası öğüt alıp-düşünmez."
(Mü'min, 13)
Aynı şekilde Kur'an'da yer alan
örnekleri akledip anlamak da alimlere özgü bir nitelik
olarak zikredilmiştir:
"İşte bu örnekler; biz
bunları insanlara vermekteyiz. Ancak alimlerden başkası
bunlara akıl erdirmez."
(Ankebut, 43) Bana
öyle geliyor ki, bu ayette geçen alimler'den maksat
ulul-elbab yâni öz akıl sahipleri ve gözlemledikleri
şeyler üzerinde durup düşünen (mütedebbir) kimselerdir. Şu
ayetler bu çıkarsamamızı destekler niteliktedir:
"Kur'an'ı iyiden iyiye
düşünmezler mi? Yoksa bir takım kalpler üzerinde kilitler
mi vurulmuş?"
(Muhammed, 24)
"Onlar hala Kur'an'ı
iyice düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkasının
katından olsaydı, kuşkusuz içinde birbirini tutmaz bir çok
şey bulurlardı."
(Nisâ, 82) Son üç ayet, aynı anlamı vurgulamaya
yöneliktir. O da Kur'an'da yer alan müteşabih ifadeleri
bilmek ve onları muhkem ifadelere döndürmek suretiyle
yorumlamaktır.
Yine yüce Allah Kitabın tevilini
bilmeyi de arınmış kimselere özgü kılmıştır.
"O elbette değerli bir
Kur'an'dır. Saklı bir kitaptadır. Ki ona, temizlenip
arınmış olanlardan başkası dokunamaz."
(Vâkıa, 77- 79)
Yine Allah için seven ve Allah için
buğzeden insanlar demek olan "veliler" grubuna mensup
kimselere de "sırf Allah için bir şeye ilgi duyan, bundan
dolayı bir şeyden korkmayan, bir şey yüzünden
hüzünlenmeyenler" niteliği özgü kılınmıştır:
"Haberiniz olsun;
Allah'ın velileri, onlar için korku yoktur, mahzun da
olmayacaklardır."
(Yunus, 62)
Yine "yaklaştırılmışlar, seçilmişler,
salihler ve mü'minler" gibi her bir grup için bir takım
ayırıcı özellikleri, kendilerine özgü bilgi ve kavrayışlar
söz konusudur. İnşaallah yeri geldikçe bunlardan söz
edeceğiz.
Yukarıda işaret ettiğimiz olumlu
makamlara karşılık bir takım olumsuz makamlar vardır.
Bunların da bilgi ve irfan bağlamında aşağılık, kötü
özellikleri söz konusudur. Bu makamları işgal eden bir
takım insan grupları vardır; kafirler, münafıklar,
fasıklar, zalimler vb. gibi. Allah'ın ayetleri ve bu
ayetlerin içerdikleri hak esaslı bilgileri kötü algılamak,
yanlış kavramak gibi bir takım konumları olur. Biz, kısaca
sunmak suretiyle haklarında geniş bilgi vermeyi burada
uygun görmedik. İnşaallah bu kitabın çeşitli bölümlerinde
geniş ve etraflı bilgiler sunacağız.
10- Kur'an kapsayıcı bir kitaptır. Yâni ifadelerin nesnel
karşılıklarıyla örtüşür ve bunların farklı durumlarını
açıklar. Dolayısıyla Kur'an'da yer alan hiç bir ayet
sadece, iniş sebebi ile sınırlandırılmaz. Bilakis, ayetin
inişine sebep olan gelişmeyle özü itibariyle benzeşen her
türlü gelişmeye uyarlanır. Sadece ilk nesnel
karşılıklarına özgü kılınmayan örnekler gibi. Örnekler bu
ilk nesnel karşılığı aşarlar ve özü itibariyle benzerlik
oluşturulan her olguya uyarlanırlar. İşte bu duruma,
"cery"=Kur'an'ın
gelişmelerle örtüşmesi, anlamının nesnel gelişmelere
uyarlanması denilmiştir. Kitabın başlarında bu konuyla
ilgili bazı açıklamalarda bulunmuştuk. |