KEVSER YAYINCILIK                                                                 

  Ana Sayfa / Makaleler /                                                                             Makaleler

Bugün :  

  Sık Kullanılanlara Ekle                                                                                                                                                                                                                                          Başlangıç Sayfası Yapın
 

Aşkın Velayeti, Imam Rıza (a.s.)

 

7- Sana kitabı indiren O'dur. Ondan bir kısım ayetler muhkemdir ki onlar kitabın anasıdır. Diğerleri ise müteşabihtir. Kalplerinde bir kayma olanlar, fitne çıkarmak ve yorumunu yapmak için ondan müteşabih olanına uyarlar. Oysa onun tevilini Allah'tan başkası bilmez. İlimde derinleşenler ise: "Biz ona inandık, tümü Rabbimizin katındandır" derler. Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp-düşünmez.

8- Rabbimiz, bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi kaydırma ve katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz sen, en çok bağış yapansın.

9- Rabbimiz, sen mutlaka insanları kendisinde asla şüphe bulunmayan bir günde toplayacaksın. Doğrusu Allah, vadinden dönmez.

Muhkem, Müteşabih ve Tevil Kavramlarının Ayrıntılı Açıklaması

Buraya kadar, Muhkem, müteşabih ve tevil kavramlarıyla ilgili olarak yaptığımız açıklamalar, yüce Allah'ın kelamı üzerinde derin düşünceden çıkan sonuçlar ve Ehl-i Beyt İmamlarından (a.s) gelen rivayetlerden anlaşılan hususlardır. Biz bu rivayetlere ayetle ilgili rivayetleri ele aldığımız bölümde yer vereceğiz.

Ancak müfessirler bu hususta ihtilafa düşmüşlerdir. İhtilaf yayılmış ve aralarında sapma eğilimi büyük bir ivme kazanmıştır. Aslında bu ihtilafların geçmişi, İslam'ın ilk dönemlerine, sahabe ve tabiin kuşağına mensup tefsir bilginlerine kadar dayanıyor. Bize aktarılanlar arasında yukarıda sunduğumuz açıklamaya tamamen uymaları şöyle dursun, buna yakın açıklamalara bile pek az rastlanır.

Bu geniş çaptaki ihtilafın sebebi, muhkem ve müteşabih konuları ile tevil kavramının anlamı üzerine yapılan araştırmaların birbirlerine karıştırılarak gerçekleştirilmesidir. Bu da şaşırtıcı bir karışıklığa neden olmuştur. Mesele bu yüzden girift hale gelmiş, araştırmanın niteliği bambaşka bir boyut kazanmış ve bundan çıkan sonuç da aynı oranda karmaşık olarak belirginlik kazanmıştır. Bu konularla ilgili ayrıntılı açıklamaları, elimizden geldiğince denilenlerin hangi konuya ilişkin olduklarını belirleyerek nelerin söylendiğini, bu konuda nelerin tercih edildiğini ve hangisinin gerçeği yansıttıklarını birkaç bölümde açıklayacağız.

1- Muhkem ve Müteşabih

"İhkam" ve "teşabüh" sözcük anlamları bilinen kelimelerdir. Yüce Allah kitabını bu kavramların ikisi ile de nitelemiştir: "Ayetleri muhkem kılınmış bir kitaptır." (Hûd, 1) "Allah... müteşabih, ikişerli bir kitap halinde indirdi." (Zümer, 23) Kitabın tamamı için kullanılan bu iki nitelikten ancak kitabın içerdiği nazım ve açıklama türünün sağlamlığı (muhkem oluşu) ve ayetlerin sağlam nazım ve açıklamanın en doruk noktasına varma bakımından birbirlerine benzeşmesi (müteşa-bih oluşu) kastedilmiştir.

"Sana kitabı indiren O'dur. Ondan bir kısım ayetler muhkemdir ki onlar kitabın anasıdır. Diğerleri ise müteşabihtir..." ayetinde, tamamı muhkem olarak nitelendirilen kitabın ayetlerinin muhkem ve müteşabih olmak üzere iki kategoriye ayrıldıklarına işaret edilmektedir. Buradan anlıyoruz ki, bu ayette işaret edilen muhkemlik ve müteşabihlik kitabın tamamının niteliği olarak işaret edilen muhkemlik ve müteşabihlikten farklıdır. Bundan dolayı, ayetleri incelemek suretiyle bu iki kavramın anlamını belirlemek, nesnel karşılığını tespit etmek gerekiyor. Bu konuyla ilgili olarak ondan fazla görüş ileri sürülmüştür.

1-            Muhkemlerden maksat, En'âm suresinde yer alan üç ayettir: "De ki: "Gelin size Rabbimizin neleri haram kıldığını okuyayım: O'na hiç bir şeyi ortak koşmayın..." (En'âm, 151-152-153)Müteşabihler-den maksat ise, Yahudilerin anlayamadığı ve başka şeylerle karıştırdığı hususlardır. Bunlar da bazı surelerin başlarında yer alan "Elif, lâm, mîm" "Elif, lâm, ra" ve "Ha, mîm"gibi mukattaa (birbirinden kopuk) harflerdir. Yahudiler bunları harflere rakamlar verilmek suretiyle yapılan hesapları esas alarak tevil etmişler ve bundan hareketle bu ümmetin ömrünün ne kadar olduğunu tespit etmeye çalışmışlardır. Dolayısıyla bu hususta yanıldılar. Bu görüş sahabeden İbn-i Abbas'a nispet edilmiştir.

Bu yoruma ilişkin değerlendirmemiz şudur: Bu görüş kanıtsız olarak ileri sürülmüştür. Şayet doğruluğu teslim edilse, bu sefer, muhkem ve müteşabih ayetlerin sırf bunların ikisine tahsis edilmesinin herhangi bir kanıtı yoktur. Ayrıca bunun kabul edilmesi, ne muhkem, ne de müteşabih olan bir üçüncü ayetler kategorisinin varlığını gerektirmektedir. Ayetin zahiri ise, böyle bir ihtimale yer bırakmayacak kadar kesindir.

Ancak bu görüşün İbn-i Abbas'a nispet edilmesi gerçeği yansıtmamaktadır. Ondan yapılan nakil onun söz konusu üç ayeti muhkem saydığı şeklindedir. Muhkem ayetler, sadece bu üç ayetten ibarettir, şeklinde değil.

ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde Said b. Mansur, İbn-i Ebu Hatem, sahih diye nitelendirerek Hakim ve İbn-i Mürdeveyh'in Abdullah b. Kays kanalıyla aktardıklarına göre, o İbn-i Abbas'ın "Ondan bir kısım ayetler muhkemdir."ayetiyle ilgili olarak: En'âm suresinin "De ki: Geliniz..." diye başlayan ayet ile ondan sonraki iki ayetten oluşan son üç ayet muhkemdir." dediğini duymuştur. (c.2, s.4)

Yine aynı eserde ondan nakledilen şu rivayet de bu değerlendirmeyi desteklemektedir. Rivayete göre, İbn-i Abbas, muhkem ayetler ile ilgili olarak: "De ki: Geliniz..." diye başlayan ayet ve sonrasındaki iki ayet bu muhkem ayetlerdendir. "Rabbin kendisinden başkasına ibadet etmemenize hükmetti"diye başlayan ayet ile ondan sonra gelen iki ayet de bu muhkem ayetlerdendir" demiştir. Her iki rivayet de onun bu ayetleri muhkem ayetlere örnek olarak zikretmesini, sadece bu ayetler muhkemdir, demek istemediğini desteklemektedir.

2-  Bu görüş yukarıdaki görüşün tam tersidir. Buna göre, muhkem ayetlerden maksat, bazı surelerin başlarında yer alan mukattaa yâni birbirinden kopuk harfler, müteşabih ayetlerden maksat ise, geriye kalan diğer tüm ayetlerdir. Ebu Fahite'nin şöyle dediği rivayet edilir: "Onlar kitabın anasıdır." ifadesi ile surelerin giriş kısımları kastedilmiştir. Kur'an bunlardan çıkarılmıştır. Örneğin: "Elif lâm mîm. Bu kitap..." ifadesinden Bakara suresi, "Elif lâm, mîm. Allah'tır ki, O'ndan başka ilah yoktur. Diridir. Kayyumdur (yaratıklarını koruyup yöneticidir)" ifadesinden Âl-i İmrân suresi çıkmıştır."

Yine: "Onlar kitabın anasıdır." ifadesi ile ilgili olarak Said b. Cübeyr'in şöyle dediği rivayet edilir: "Onlar kitabın aslını oluşturur. Çünkü bunlar bütün kitaplarda yazılıdır." Bu rivayetler, her ikisinin de surelerin başlangıcında yer alan harflerle bu harflerin lafızlarının kastedildiği görüşünü savunduklarını gösteriyor. Buna göre, demek istenen şudur: "Sizin üzerinize indirilen kitap, şu birbirinden kopuk harflerden meydana gelmektedir. Kelimeler ve cümleler bu harflerden oluşur." Nitekim, bazı surelerin başlarında yer alan birbirinden kopuk harflerle ilgili olarak böyle bir görüş vardır.

Bu yorumla ilgili olarak şunu diyoruz: Bu görüş, kesinlikle kanıtı olmayan bir değerlendirmeye yâni bazı surelerin başlarında yer alan birbirinden kopuk harflerin denilen şekilde yorumlanmasına dayanmanın yanı sıra, bizzat ayetin kendisi ile bağdaşmamaktadır. Çünkü, böyle bir şeyin kabul edilmesi ile birlikte, kimi surelerin giriş kısmında yer alan birbirinden kopuk harflerin dışındaki tüm Kur'an ayetleri müteşabih kategorisine girmiş olur. Oysa yüce Allah müteşabih ayetlere uymayı yermiş ve bu davranışı kalplerin kayması olarak nitelendirmiştir. Öte yandan Kur'an'a uymayı da övmüştür, daha doğrusu yükümlülüklerin en zorunlusu olarak nitelemiştir. Konuyla ilgili olarak yüce Allah şöyle buyuruyor: "Onunla birlikte indirilen nuru izleyenler..." (Araf, 157) Bunun gibi daha bir çok ayet örnek gösterilebilir.

3-            Müteşabih mücmel olarak isimlendirilen ayetler, muhkem de mübeyyen olarak isimlendirilen açık ve anlaşılır ayetlerdir.

Bu yorumla ilgili olarak şunu diyoruz: Bu ayette muhkem ve müteşabih ayetlerle ilgili olarak işaret edilen nitelikler, mücmel ve mübeyyen kavramlarıyla örtüşmemektedir. Bunu şöyle açıklayabiliriz: Bir lafzın mücmel olması, anlamının bazı yönlerinin, diğer bazı yönlerine karışmış olması, içinde kaybolması, kastedilen yönün diğerlerinden ayırdedilmez halde olmasıdır. Bu durum muhatabın veya dinleyicinin, kastedilen yönün belirlenmesi noktasında şaşkınlık içine girmesine neden olur. İnsanların geleneğinde, bir mesajın verilmesi, bir anlamın aktarımı noktasında bu tür lafızlara uyulmaması esastır. Bunun için daha açık ve aynı zamanda mücmel olan lafzı da açıklayıcı özellikte olan diğer bir lafzın kullanımı tercih edilir. Böylece, biraz önceki mücmel lafız da açıklanmış olur. Bundan sonra buna uyulmasının bir sakıncası da yoktur. Mücmel ifadenin, açıklayıcısı konumundaki bir diğer ifade karşısındaki durumu bundan ibarettir. Eğer muhkem ve müteşabih bizzat mücmel ve mübeyyen demekseler, şayet müteşabih-ler muhkemlere döndürülerek açıklanırsa bu durumda tabi olunan, müteşabih ayetler olmuş olur, muhkem ayetler değil. [Nitekim mücmel ve mübeyyen konusunda, maksat belirlendikten sonra uyulan mücmeldir, mübeyyen değil] Böyle bir tabi olmayı ise, konuşma ve anlaşma olgularının doğası kaldırmaz. Dilcilerin geleneğinde bunun bir örneğine rastlanmaz. Bu noktada kalplerinde kayma olanlarla, ilimde derinleşenler arasında bir fark yoktur. Ve yine müteşabihe uymak yerilmez ve kalplerin kaymasını gerektiren bir durum olmazdı.

4-            Müteşabihlerden maksat, mensuh (hükümleri yürürlükten kaldırılmış) ayetlerdir. Çünkü hükümleri yürürlükten kaldırılmış mensuh ayetlere inanılır; ancak onlarla amel edilmez. Muhhemlerden maksat da, nasih (kendilerinden önce inen ayetlerin içerdikleri hükümleri yürürlükten kaldıran hükümler içeren) ayetlerdir. Bunlara hem inanılır, hem de direktifleri doğrultusunda amel edilir. Bu görüş, İbn-i Abbas, İbn-i Mesud ve bazı sahabelere nispet edilmiştir. Bu nedenle İbn-i Abbas Kur'an'ın tevilini bildiğini sanırdı.

Bu görüşün doğru olduğu kabul edilse bile, müteşabih kavramının sırf mensuh ayetleri içerdiğine ilişkin somut bir kanıt bulmak mümkün değildir. Çünkü yüce Allah'ın müteşabihlere tabi olmanın niteliklerinden biri olarak sözünü ettiği fitne çıkarmayı ve tevil etmeyi amaçlama durumu mensuh olmayan bir çok ayet için de geçerlidir. Allah'ın sıfatları ve fiilleri ile ilgili ayetleri buna örnek gösterebiliriz. Bir kere bu görüşü benimsemek, muhkem ile müteşabih arasında bir aracının varlığını kabul etmeyi gerektirmektedir. [Örneğin Allah'ın sıfatları ve fiilleri ile ilgili ayetler, ne nasih ve ne de mensuhturlar]

İbn-i Abbas'tan aktarılan açıklamalardan anlaşıldığı kadarıyla, onun muhkem ve müteşabih ile ilgili görüşü, nasih ve mensuh sınırlarını aşan genelliktedir. Öyle anlaşılıyor ki, o bu ikisini sırf örnek olsun diye zikretmiştir. Örneğin ed-Dürr-ül Mensûr adlı tefsirde şöyle deniyor: İbn-i Cerir, İbn-i Munzir ve İbn-i Ebu Hatem, Ali kanalıyla İbn-i Abbas'tan şöyle rivayet ederler: Muhkemlerden maksat, Kur'an'ın nasihi, helali, haramı, hadleri, farzları ve inanılması gereken hükümleridir. Müteşabihlerden maksat, Kur'an'ın mensuhu, mukaddemi (öne alınmışı), muahharı (ertelenmişi), örnekleri, yeminleri ve inanılan ancak amel edilmeyen ifadeleridir."

5-            Muhkemden maksat kanıtı açık ve parlak olan ifadelerdir. Allah'ın birliği, kudreti ve hikmeti ile ilgili kanıtlar gibi. Müteşabihten maksat ise, anlaşılması için düşünmeye ve tefekkür etmeye ihtiyaç duyulan ifadelerdir.

Eğer kanıtın açık ve parlak ya da düşünme ve tefekküre muhtaç olmasından maksat, söz konusu ayetin içeriğinin bedihi veya ona yakın bir aklî delile sahip olması ya böyle olmaması ise, bu, hüküm ve farzlar ve benzeri konularla ilgili ayetlerin de parlak ve açık bir aklî delile sahip olmadıkları için müteşabihler kategorisinde değerlendirilmelerini gerektirmektedir. Dolayısıyla bu tür ayetlere uymak, gerçekte vacip olduğu halde, yerilmiş olur. Yok eğer bundan maksat, söz konusu ayetin kitabın kendisinden kaynaklanan açık ve parlak bir kanıta sahip olması veya olmaması ise, kitapta yer alan her ayet, aynı konumdadır. Nasıl olmasın ki? O, ikişerli müteşabih bir kitaptır. Nurdur. Açık ve açıklayıcıdır. Bu tarz bir yaklaşımın gereği, tüm kitabın muhkem olması ve bunun karşıtı olan müteşabihlik durumunun ortadan kalkmasıdır. Bu ise, hem Kur'an'ın nassına, hem de varsayıma aykırıdır.

6-            Muhkemden maksat, belirgin veya örtülü bir kanıt aracılığı ile bilgi edinmeye imkan sağlayan ifadelerdir. Müteşabihlikten maksat ise, bilgi edinmeye hiç bir şekilde imkan vermeyen ifadelerdir. Kıyametin kopma zamanı ve benzeri hususların bilinmesi gibi.

Hiç kuşkusuz, muhkemlik ve müteşabihlik, kitabın ayeti için kullanılan birer sıfattır. Ayetin anlamı ise, ilahi bilgilerden herhangi birine delalet eden işarettir. Kitabın ayetlerinden birinin delalet ettiği bir şeyse, kendisine ulaşmaya gidecek bir yoldan yoksun olmadığı gibi, anlaşılması da imkansız değildir. Bu ayet ya kendisinden dolayı anlaşılır ya da başka bir ayetin aracılığı ile anlaşılır. Ayetin lafzı ile bir şeyin kast edilmesi, sonra da bu lafız aracılığı ile bu maksada ulaşılmaması mümkün müdür? Halbuki, kitabın temel niteliği yol gösterici, hidayet edici, nur ve açık olmasıdır. Bu kitap mü'minler şöyle dursun, kafirlerin de anlamasına elverişli olarak sunulmuştur. Nitekim Kur'an'da şöyle buyuruluyor:

"Bu Kur'an, Rahman ve Rahimden indirilmiştir. Bilen bir kavim için ayetleri açıklanmış Arapça okunan bir kitaptır. Müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak (gönderilmiştir). Ama çoğu yüz çevirmiştir; onlar işitmezler." (Fussilet, 2-3-4) "Onlar Kur'an'ı iyice düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkasının katından olsaydı, kuşkusuz içinde birbirini tutmaz bir çok şey bulurlardı." (Nisâ, 82)

Şu halde bir hususla ilgili olarak kitapta bir ayet yer almışsa, o şeyin anlaşılamaması imkansızdır. Söz konusu şeyi kavramak üzere düşünmek sonuçsuz kalmayacaktır. Bu arada üzerinde durup objektif karşılığını tespit etmeye imkan bulunmayan kıyametin zamanı gibi gizli gayb perdesinin gerisindeki olgular için herhangi bir ayetin lafızları itibariyle açıklamak üzere sunulmuş olması söz konusu değildir. Dolayısıyla bu açıdan bu tür ayetleri müteşabih olarak nitelendirmek mümkün değildir.

Bunun yanında, yukarıda değerlendirdiğimiz görüşte, müteşabih kavramı ile ayetin tevili birbirlerine karıştırılmıştır.

7-            Muhkemlerden maksat, hükümler içeren ayetlerdir. Müteşabih-lerden maksat ise, birbirleriyle uyum içerisinde olmayan diğer ayetlerdir. Bu görüş Mücahid'e ve başkalarına nispet edilmiştir.

Eğer burada işaret edilen uyumsuzluk sözünden maksat, özelleştirici bir unsur aracılığı ile özelleştirmek ve kayıtlandırıcı unsur aracılığı ile ifadeyi kayıtlı kılmak ve özel durumlarda belirginleşen karinelerde olduğu gibi lafızdan kastedileni somutlaştırmaya yardımcı olan bütün durumlar ise, bu durumda, hükümler içeren ayetler de diğerleri gibi müteşabih olur. [Çünkü hükümler içeren ayetlerin bazısı genel ifadeli, bazısı hâs ifadelidir. Bazısı mutlak, bazısı mukayyettirler] Şayet, işaret edilen uyumluluk ve anlaşırlık sözünden, kastedilen nesnel karşılığa yönelik delaleti üzerinde bir kapalılık ve birkaç ihtimal söz konusu olmayan ve böylece kendisinden kastedilen nesnel karşılığın kendisi aracılığı ile belirginleşmesi ve bunun aracılığı ile diğer şeylerin nesnel karşılıklarını belirginleşmesi durumu [yâni müteşabihte uyumsuzluk sözünden kastedilen ayetin delaleti üzerinde tam bir kapalılık olması, bir çok ihtimallerin söz konusu olduğundan nesnel karşılığının bilinmemesi, böylece kendisiyle kastedilen nesnel karşılığın ne kendisi aracılığı ile ve ne de nesnel karşılığı olan diğer ayetler aracılığı ile belirginleşmemesi durumu] kastedilmiş ise, bu durumda hükümler içeren ayetlerin dışındaki tüm ayetlerin müteşabih olduğu görüşünü savunmak, hükümlerin dışında Kur'an'dan başka bir şeyin öğrenilmemesini gerektirir. Çünkü varsayıma göre, Kur'an'da müteşabih ayetlerin başvuru kaynağını oluşturacak ve anlamlarının belirginleşmesine yardımcı olacak muhkem ayetler bulunmamaktadır.

8-            Muhkemden maksat, sadece bir anlama yorumlanma ihtimali bulunan ifadelerdir. Müteşabihten maksat ise, bir çok anlama gelme ihtimali bulunan ifadelerdir. Bu görüş Şafii'ye nispet edilmiştir. Bildiğim kadarıyla burada kastedilen husus şudur: Muhkem, anlamı ancak bir şekilde belirginleşen ifade demektir. Nass (anlamı net ve kesin) ve bir anlamda güçlü bir şekilde belirginleşen ayetler gibi. Müteşabih ise, bunun tam aksidir.

Bu değerlendirme bir kelime yerine bir başka kelimenin kullanılmasından başka bir şey değildir. Örneğin "muhkem" kelimesinin yerine, "birden fazla anlamı olmayan" ifadesi konulmuştur. "Müteşabih" ise, bir çok anlama gelebilen şeklinde ifade edilmiştir. Ayrıca bu yaklaşımda, tevil kavramı tefsir şeklinde, yâni lafızdan kastedilen şey olarak algılanmıştır. Daha önce bunun yanlış olduğunu söyledik. Eğer tevil bizzat tefsir olsaydı, tevili bilmek sadece yüce Allah'a ya da yüce Allah ile beraber ilimde derinleşenlere özgü kılınmasının bir anlamı olmazdı. Çünkü Kur'an'ın bir kısmı, diğer bir kısmını tefsir etmektedir. Bu konuda, mü'min, kâfir, dinde derinleşenler ve kalplerinde kayma olanlar arasında herhangi bir fark yoktur.

9-            Muhkemden maksat, içinde peygamberlerle ümmetleri arasında geçen olaylara ilişkin haberlerin ayrıntılı ve sağlam kılınmış olarak sunulduğu ifadelerdir. Müteşabihten maksat ise, peygamberlerin kıssalarında, çeşitli surelerde tekrarlanan ifadelerin içindeki benzer ifadelerdir. Bu yaklaşımı kabul etmek, ayette işaret edilen ayrımı sırf kıssalarla ilgili ayetlere özgü olmayı gerektirmektedir.

Bu yorumun değerlendirmesine gelince; bu tarz bir özgü kılmanın hiç bir kanıtı yoktur. Ayrıca yüce Allah'ın muhkem ve müteşabih ayetlerin özellikleri olarak işaret ettiği hususlar, örneğin müteşabihlere tabi olma bağlamında sözünü ettiği fitne çıkarmayı amaçlamak ve tevillerini yapmayı arzulamak gibi hususlar, bununla bağdaşmamaktadır. Çünkü yüce Allah'ın işaret ettiği özelliklere peygamber kıssalarını konu edinen ayetlerde rastlanabildiği gibi, başka konularla ilgili ayetlerde de rastlanabilir. Tekrarlanan bir çok kıssada rastlanabildiği gibi, -halifelik görevinin yeryüzüne özgü kılınmasını anlatan kıssa örneğinde olduğu gibi- bir tek kıssada da rastlanabilir.

10- Müteşabih, açıklamayı gerektiren ifadelerdir. Muhkem ise, açıklamaya gerek duymayan ifadelerdir. Bu yaklaşım İmam Ahmed'e nispet edilmiştir.

Bu yaklaşıma gelince; hükümleri içeren ayetler, kesin olarak muhkem oldukları halde, bir çok kere de işaret ettiğimiz gibi, Peygamber Efendimiz (s.a.a) tarafından açıklanmaya muhtaçtırlar. Ayrıca mensuh ayetler de müteşabihtirler ve daha önce de söylediğimiz gibi, bunların açıklanmaya ihtiyaçları yoktur. Çünkü onlar da diğer bazı hüküm içeren ayetler gibidirler.

11- Muhkemden maksat, inanılan ve amel edilen ifadelerdir. Mü-teşabihten maksat ise, inanılan, ancak amel edilmeyen ifadelerdir. Bu görüş, İbn-i Teymiye'ye nispet edilmiştir. O, bu yaklaşımıyla şunu kastetmiş olsa gerektir: Haber nitelikli ifadeler müteşabihtirler. İnşaî ifadeler de muhkemdirler. Nitekim bazıları bu şekilde algılamışlardır. Yoksa, bu yaklaşım başlı başına bir görüş olarak değerlendirilmezdi. Çünkü daha önce açıklanan bir çok görüşle örtüşür olacaktı.

Bu görüşle ilgili olarak şunu diyoruz ki: Bu görüşün benimsenmesi durumunda, hüküm bildirmeyen tüm ayetlerin müteşabih kabul edilmesi gerekir. Bunun bir gereği de, hükümler dışında hiç bir ilahi bilginin algılanamamasıdır. Çünkü bu alanda bir hüküm yoksa herhangi bir amel de söz konusu olmaz, diğer taraftan bilgi edinmek için müteşabihlerin döndürüleceği herhangi bir muhkem ayet de yoktur. Bir diğer husus: Mensuh ayetler, inşaîdirler; ancak kesinlikle muhkem değildirler.

Hiç kuşkusuz, o, "Muhkeme inanılır ve amel edilir. Müteşabihe ise, amel etmeden inanılır." derken ayette yer alan şu ifadenin anlamını göz önünde bulundurmuştur: "Kalplerinde bir kayma olanlar, fitne çıkarmak ve yorumunu yapmak için ondan müteşabih olanına uyarlar... İlimde derinleşenler ise: "Biz ona inandık, tümü Rabbimizin katındandır." derler." Ancak bu iki olgu, yâni muhkem olan ayetlere inanmak ve içeriklerine göre amel etmek ile müteşabihlere inanmak ve içeriklerine göre amel etmemek olguları, kitaba inanan herkesin görevleri olduklarından, böyle bir insanın görevini yerine getirmeden önce hem muhkemi, hem de müteşabihi belirlemesi gerekir. Bu durumda da muhkem ve müteşabihleri bu olgularla tanımanın, onların belirlenmesi ve nesnel karşılıklarının tespit edilmesi açısından bu olguların yeterli olmayacağı açıktır.

12- Müteşabihler, bir takım özel sıfatları içeren ayetlerdir. İster alim, kadir, hakîm ve habir sıfatları gibi Allah'ın sıfatlarını içeren ayetler olsun, ister peygamberlerin sıfatları ile ilgili ifadeleri içeren ayetler olsun. Hz. İsa ile ilgili şu ifadeyi buna örnek gösterebiliriz: "O'nun kelimesidir. Onu Meryem'e yöneltmiştir ve Ondan bir ruhtur." (Nisâ, 171) Buna benzer ayetler de bu bağlamda değerlendirilir. Bu görüş de İbn-i Teymiye'ye nispet edilmiştir.

Sıfatlarla ilgili ayetlerin müteşabihler kategorisine girdiğini kabul etmemize rağmen, müteşabihi sırf bunlarla sınırlandırmak kanıtı olmayan bir iddiadır.

Yukarıdaki görüşü ileri süren İbn-i Teymiye'den nakledilen uzun açıklamalardan anlaşıldığı kadarıyla, o, muhkem ve müteşabih kavramlarını lügavi anlamlarını esas alan bir değerlendirmeye tabi tutmuştur. Buna göre, muhkem, delaleti sağlam olan, müteşabih ise birbirine benzeyen çeşitli ihtimalleri aynı anda içeren ifadeler demektir. Bu iki anlam nispî ve görecelidir. Bir ayetin anlamı halkın geneline belirsiz gelebilir. Ama alimler onu araştırıp öğrenirler. Bu husus, sıfatlarla ilgili konuları içeren ayetlerde daha belirgindir. Çünkü bu tür ayetlerin anlamı, halkın geneli açısından belirsizdir. Başka şeylerle karıştırılabilir niteliktedir. Bilindiği gibi insanların genelinin zihinsel kapasiteleri, maddi algıların ötesine geçme, maddeyi aşma bakımından yetersizdir, Bu yüzden yüce Allah'ın kendi zatıyla ilgili olarak söz konusu ettiği ilim, kudret, işitme, görme, rıza, gazap, el, göz ve benzeri olguları cismani şeyler veya gerçek olmayan anlamlar olarak algılıyorlar. Bundan dolayı fitne çıkıyor, bidatler baş gösteriyor, çeşitli mezhepler ortaya çıkıyor. İşte muhkem ve müteşabihten kastedilen budur. Bunların her ikisi aracılığı ile bir bilgiye ulaşmak mümkündür. Kavranması ve bilinmesi mümkün olmayan şeyse, müteşabihlerin gerçek anlamlarına tevil edilmeleridir. Sıfatlarla ilgili ayetler gibi ayetlerin içerdiği örneklerin işaret ettikleri hususların bilinmesidir. Diyelim ki, biz, "Allah, her şeye kadirdir." ve "Allah her şeyi bilir" ifadelerinin anlamını biliyoruz; ama biz, O'nun bilmesinin, kudretinin ve diğer sıfatlarının gerçek mahiyetlerini ve O'na özgü fiilleri kavrayamayız, bilemeyiz. İşte Allah'tan başka kimsenin bilmediği müteşabihlerin tevillerinden maksat budur." İbn-i Teymiye'nin görüşleri özetle bundan ibaretti. Tevil kavramından söz ederken, inşallah, onun bu sözleriyle ilgili açıklamalarda bulunacağız.

13- Muhkemden maksat aklın kavrayabildiği ifadelerdir. Müteşa-bihten maksat da bunun aksidir.

Bu görüşün herhangi bir kanıtı yoktur. Kur'an ayetleri, aklın kavrayabildiği ve aklın kavrayamadığı şeklinde iki kısma bölünürlerse de, bu, şu anda tefsirini sunduğumuz ayette işaret edilen muhkem ve müteşabih ifadeleriyle de bu hususların kastedildiği anlamına gelmez. Kaldı ki, ayette işaret edilen muhkem ve müteşabihlerin özellikleri bu taksimle tam olarak bağdaşmamaktadır. Ayrıca bu ölçü hüküm içeren ayetlerle geçerliliğini kaybeder. Çünkü bu tür ayetler muhkemdirler ve aklın bunları kavraması mümkün değildir.

14- Muhkemden maksat, ifadenin zahiri kastedilen ayetlerdir. Mü-teşabihten maksat da, zahirinin aksi kastedilen ayetlerdir. Bu görüş bir çok son kuşak araştırmacılar tarafından ileri sürülmüştür. Teville ilgili olarak geliştirdikleri kavramsal örgü de bu görüşe dayanıyor. Buna göre tevil, sözün zahirine ters düşen anlam demektir. Sanki şu görüşü savunanlar da bunu kastetmiş gibidirler: "Muhkem ayet, tevili, indirilişi demek olan ayettir. Müteşabih ise, ancak teville anlaşılabilen ayettir."

Bu yaklaşıma gelince: Bu, salt bir ıstılahtır. Ayette muhkem ve müteşabihlerin nitelikleriyle ilgili olarak işaret edilen hususlar, bununla uyuşmamaktadır. Müteşabihin müteşabih olması, madlulunun (nesnel karşılığının) ve kastedilen anlamın olmasından ileri gelmektedir. Ve yine tevil, müteşabihle kastedilen anlam demek değildir ki dolayısıyla müteşabihin tevile sahip olmak bakımından muhkemden ayrıldığı şeklinde bir sonuca varılsın. Tam tersine ayette işaret edilen tevilden maksat, Kur'an'ın muhkem, müteşabih tüm ayetlerini kapsayan bir durumdur. Biz bu hususa daha önce işaret ettik.

Bunun yanında, Kur'an'da, zahiri anlamından farklı, ona ters düşen bir anlam kastedilen herhangi bir ayet yoktur. Şayet bazı ayetlerde bu tür bir duruma ima eden ifadeler varsa, bununla, başka muhkem ayetlerin onlara kazandırdığı anlamlar kastedilmiştir. Çünkü Kur'an'ın bir özelliği, bazı ifadelerinin diğer bazı ifadeler tarafından tefsir edilmesidir, kapalı ifadenin diğer bazı ifadeler aracılığı ile açıklığa kavuşturulmasıdır. Bilindiği gibi, bitişik veya ayrı karinelerin bir kelimeye kazandırdıkları anlam, onun zuhurunun dışında değildirler. Özellikle, konuşmacı tarafından, bir kısmının diğer bir kısmıyla ilintili bir şekilde söylendiği, bir kısmının diğer bir kısmına tanıklık ettiği, var olduğu sanılan tüm ihtilafların ve tüm çelişkilerin üzerinde düşünülmesi durumunda ortadan kalkacağı açıkça ifade edilen bir metin açısından bu durum çok daha net bir husustur. Yüce Allah konuya ilişkin olarak şöyle buyuruyor: "Onlar hala Kur'an'ı iyice düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkasının katından olsaydı, kuşkusuz içinde birbirini tutmaz birçok şey bulurlardı." (Nisâ, 82)

15- Asem'den şöyle bir görüş aktarılmıştır: Muhkemden maksat, tevili üzerinde görüş birliği sağlanan ayetlerdir. Müteşabihten maksat da, tevili hakkında ihtilafa düşülen ayetlerdir. Burada, görüş birliği (icma) ve görüş ayrılığı (ihtilaf) ile, ayetin nesnel karşılığı hakkında tüm görüşlerin aynı noktada toplanması ile böyle olmaması kastedilmiş olsa gerektir.

Böyle bir değerlendirme, kitabın tamamının müteşabih olmasını gerektirir ki bu, tefsirini sunduğumuz ayetin işaret ettiği taksimle bağdaşmamaktadır. Çünkü Kur'an'da hiç bir ayet yoktur ki, hakkında herhangi bir ihtilaf olmasın. Ya ayetin lafzı ya anlamı ya da anlamının açık veya örtülü olması açısından mutlaka bir takım ihtilaflar söz konusu olmaktadır. Öyle ki bazıları: "Müteşabih (benzeşmeli) bir kitap" (Zümer, 23) ayetine dayanarak Kur'an'ın tamamının müteşabih olduğunu söylemişlerdir. Bu değerlendirmenin, söz konusu çıkarsamanın, kanıt olarak sundukları ayetin muhkem bir ayet olması esasına dayandığını göz ardı etmişlerdir. Kanıt olarak sundukları ayet savundukları görüşle çelişmektedir. Bir diğer grup da Kur'an ayetlerinin zahirinin kanıt oluşturmadıklarını, yâni zahiri anlamının olmadığını ileri sürmüşlerdir.

16- Müteşabihten maksat, başkası ile aralarında benzerlik bulunmasından dolayı, tefsiri müşkül olan ifadelerdir. Bu zorluğun, müşkülün, lafızla veya anlamla ilgili olması fark etmez. Bu görüşü Ragıb el-İsfahanî ileri sürmüştür. Ragıb "el-Müfredat" adlı eserinde şunları söylüyor:

Kur'an'ın müteşabihinden maksat, başka ayetlerle aralarında benzerlik olmasından dolayı tefsiri müşkül olan ayetlerdir. Bu benzerliğin lafız veya anlam açısından söz konusu olması fark etmez. Fıkıh bilginleri demişlerdir ki: Müteşabih, zahiri maksadını ulaştırmayan ifadelerdir. İşin aslı şudur: Ayetler, birbirleri açısından üç gruba ayrılırlar: Mutlak muhkem, mutlak müteşabih, bir açıdan muhkem, bir açıdan da müteşabih olan ayetler.

O halde müteşabihler genel olarak üç kısma ayrılırlar:

1- Sadece lafız açısından müteşabih olan ayetler.

2- Sadece anlam açısından müteşabih olan ayetler.

3- Her iki açıdan da müteşabih olan ayetler.

Sadece lafız açısından müteşabih olan ayetler iki kısma ayrılırlar: Bu kısımlardan biri müfred lafızlarla ilgilidir. Bu da ya kelimenin garip ve alışılmayan olması ile ilgilidir. "el-ebb" ve "yeziffûn" kelimeleri gibi ya da "yed" (el) ve "ayn" (göz) kelimelerinde olduğu gibi lafız ortaklığı şeklinde olur (yâni bir kelimenin birkaç anlamı olur). Diğer kısım ise, mürekkeb (bileşik) sözün cümle yapısıyla ilgilidir. Bu da üç kısma ayrılır.

Bir kısmı kelamın özet olmasıyla ilgilidir. Şu ayette olduğu gibi: "Eğer yetim kızlar konusunda adeleti yerine getiremeyeceğinizden korkarsanız, bu durumda, size helal olan kadınlardan... nikahlayın." (Nisâ,3)

Bir kısım da ifadenin açıklanması, genişletilmesi ile ilgilidir: "O'nun benzeri gibi hiçbir şey yoktur"ifadesinde olduğu gibi. Çünkü eğer: "Hiçbir şey O'nun benzeri değildir." denilseydi, bu dinleyiciler açısından daha açık bir ifade olacaktı.

Bir kısmı da kelamın düzeni ile ilgilidir: "Kitabı kulu üzerine indirdi ve onda hiç bir çarpıklık kılmadı. Dosdoğru bir kitaptır." (Kehf, 1-2) ayetinde olduğu gibi. Bu ifadenin takdiri şöyledir: "Kitabı kulu üzerine dosdoğru olarak indirdi ve onda hiç bir çarpıklık yoktur."

"Eğer mü'min erkekler ... olmasaydı, eğer seçilip ayrılmış olsalardı." (Fetih, 25) ayetini de buna örnek gösterebiliriz.

Anlam itibariyle müteşabihe örnek, yüce Allah'ın sıfatları ve kıyamet gününün sıfatlarıdır. Çünkü bu sıfatlar bizim kavrayacağımız şekilde tasvir edilmemişlerdir. Bunun nedeni, bizim duyu organlarıyla algılayamadığımız bir şeyin suretinin zihnimizde belirginleşmemesidir. Ya da bunların, bizim duyu organlarıyla algılayabildiğimiz türden olmamasıdır.

Hem anlam hem lafız açısından müteşabih, toplam olarak beş kısma ayrılır:

Birinci kısım, nicelikle ilgilidir. İfadenin genel veya özel bir anlam taşıması gibi. "Müşriklerle savaşın" (Tevbe, 5)ifadesi buna örnek gösterilebilir [Acaba bütün müşriklerin mi yoksa belirli müşriklerin mi kastedildiğini bilmiyoruz].

İkincisi, nitelikle ilgilidir. İfadenin vacip veya mendup nitelikli bir hüküm içermesi gibi. "Kadınlardan size helal olanları nikahlayın..." (Nisâ, 3) ayetini buna örnek verebiliriz.

Üçüncüsü, zamanla ilgilidir. Nasih ve mensuh ayetler gibi. "Allah'tan gereği gibi korkun." (Âl-i İmrân, 12)ifadesini buna örnek gösterebiliriz [Diğer bir ayette "Gücünüz yettiği kadar Allah'tan korkun" (Teğabun, 16)diye yer almıştır. Hangisinin nasih ve hangisinin mensuh olduğu bilinmemektedir].

Dördüncüsü, mekanla veya ayetlerin indiği ortamın objektif koşullarıyla ilgilidir. "Evlere arkasından girmeniz iyilik değildir." (Bakara, 189) ve "Erteleme (nesie) küfürde daha ileri gitmektir." (Tevbe, 37)ifadeleri buna örnek gösterilebilir. Çünkü Arapların cahiliye dönemindeki geleneklerini bilmeyenlerin bu ayetin tefsirini kavramaları zor olur.

Beşincisi, bir fiilin sahih, geçerli veya fasit, geçersiz olmasına neden olan şartlarla ilgilidir. Namazın ve nikahın şartları gibi.

Bu hususlar bir bütün olarak tasavvur edildiği zaman, tefsir bilginlerinin, müteşabih kavramının anlamı ile ilgili olarak ileri sürdükleri tüm görüşlerin yukarıdaki tasnifin dışında olmadığı anlaşılır.

Müteşabihten maksat, "Elif, lâm, mîm'dir." diyenin görüşü, Kate-de'nin: Muhkem nasih, müteşabih de mensuhtur, şeklindeki görüşü, Asemm'in: Muhkem, tevili üzerinde görüş birliği sağlanan ifadelerdir, müteşabihse, tevili üzerinde ihtilaf çıkan ifadelerdir, şeklindeki görüşü gibi.

Bundan sonra, bütün müteşabihler üç grupta incelenebilir:

Bir grup müteşabih ayetin içeriğinin mahiyetini aklın kavraması, tespit etmesi mümkün değildir. Kıyametin zamanı, Dabbet-ul arzın (kıyamete yakın bir zamanda ortaya çıkacağı söylenen şeyin) ortaya çıkışı ve Dabbet-ul arzın mahiyeti gibi.

Bir grup müteşabihin anlamını kavramak ta akıl açısından mümkündür. Garip lafızlar, ince ve dakik hükümler gibi.

Bir grup müteşabih de bu iki grup arasında değişken bir yer işgal etmektedir. Bunların gerçek anlamlarının ilimde derinleşen insanlar tarafından bilinmesi, diğer insanlarınsa, bunların mahiyetlerini bilmemeleri mümkündür. Bu grup müteşabihe, Peygamber Efendimiz Hz. Ali (a.s) ile ilgili olarak söylediği şu sözlerde işaret etmiştir: "Allah'ım! Onu dinde derin kavrayış sahibi kıl" Peygamberimizin İbn-i Abbas'la ilgili söylediği buna benzer bir sözde de buna işaret edilmiştir." (el-Müfredat, Ragıp el-İsfahani s. 443- 445) Ragıb'ın sözleri burada sona erdi. Ragıb'ın bu değerlendirmesi, müteşabih ile ilgili açıklamaların en kapsamlısıdır. Yukarıda işaret edilen bir çok görüşün bir araya getirildiği görülmektedir.

Ancak bu değerlendirmede iki açıdan tutarsızlık vardır:

Birincisi; onun müteşabih kavramını, sözel benzerlikleri, lafzî gariplik, terkipsel kapalılık, ifadenin genel veya özel oluşu gibi lafızla ilgili tereddütleri kapsayacak şekilde genelleştirmesi, tefsirini sunduğumuz ayetin zahiri ile bağdaşmamaktadır. Çünkü tefsirini sunduğumuz ayet, muhkem ayetleri, müteşabih ayetlerin baş vuru kaynağı gibi göstermektedir. Bilindiği gibi, lafzî gariplikler ve benzeri durumlar, muhkem ayetlerin delaletleriyle ortadan kalkacak hususlar değildir. Bu tür düğümler, muhkem ayetlere başvurularak çözülmezler. Bunların çözüm mercii başka bir şeydir.

Ayrıca, tefsirini sunduğumuz ayette, müteşabihlerle ilgili olarak, fitne çıkarmak amacıyla onlara uyabileceğine işaret ediliyor, bilindiği gibi, özelleştirici bir unsuru göz önünde bulundurmaksızın genel nitelikli bir ifadeye uyma, kayıtlandırıcı bir unsuru göz önünde bulundurmaksızın mutlak nitelikli bir ifadeye uymak ya da sözlük ve lügat kitaplarına baş vurmaksızın garip bir lafzın peşine düşme her dil ehlinin yöntemlerine aykırıdır. Hiçbir dil ehlinin doğasında böyle bir yaklaşıma cevaz verilmez. Doğal olarak, dilde bir dayanağı olmadığı için de böyle ifadelere tabi olmak da fitneyi uyandırıcı bir rol oynamaz.

İkincisi; müteşabihi, bütün insanlar tarafından anlaşılabilen, hiç kimse tarafından anlaşılmayan ve bir kesim tarafından anlaşılabilen, bir kesim tarafından da anlaşılamayan şeklinde tasnif etmesi, tevil olgusunu sadece müteşabih ifadelere özgü kıldığının göstergesidir. Ki biz bunun böyle olmadığını kanıtladık.

Muhkem ve müteşabih kavramlarının anlamı ve nesnel karşılıkları ile ilgili olarak söylenenler bundan ibarettir. Bu tür değerlendirmelerin isabetli olup olmadıklarını gördük. Yine tefsirini sunduğumuz ayete baktığımızda, ayetin aydınlık ışığında meseleyi gözlemlediğimizde, gerçeğin bütün bu denilenlerden farklı olduğunu görmüş olduk. Aslında ayetten yola çıkarak müteşabih kavramını şöyle anlamamız gerekmektedir:

Bir ayetin ayet olmasını koruyarak, yâni bir anlam taşımanın yanı sıra, şüpheli ve değişken bir anlama delalet etmesi demektir. Ancak şüpheli ve değişken anlam, genel ve mutlak nitelikli bir ifadenin özel ve kayıtlı bir ifadeye döndürülerek veya benzeri bir işlem yapılarak anlamının belirginleştirilmesi gibi dil ehlinin geleneksel yöntemleri açısından çözüme kavuşturulabilen lafızla ilintili olgulardan kaynaklanmamaktadır. Müteşabihlik durumu, anlamının içinde kuşku bulunmayan ve müteşabih ayetlerin anlamlarının belirginleşmesine yardımcı olan muhkem bir ayetin anlamı ile bağdaşmamaktan kaynaklanır.

Bilindiği gibi, herhangi bir ayetin bu niteliğe sahip olması, ancak uyulması istenen anlamın, insanların genelinin zihinleri açısından alışılmış olması, yalın zihinlerin zorlanmadan tasdik edebileceği özellikte olması ya da ayetin kastedilen tevilinin, kavrama gücü zayıf, akletme yeteneği yetersiz bu tür zihinler tarafından çabuk kabul edilebilir özellikte olması ile mümkündür.

Peygamber Efendimizden (s.a.a) sonra, gerek çeşitli bilgiler ve gerekse pratik hayatın hükümleri bağlamında, İslam'ın öngördüğü dosdoğru yoldan sapan bidat ve heva ehlini, yıkıcı mezhepleri ve sapkın grupları incelediğimiz zaman, bir çok dayanaklarının müteşabihlere uymak, ayetleri yüce Allah'ın hoşnut olmayacağı bir şekilde tevil etmek olduğunu görürüz.

Bir bakıyorsun, bir mezhep, yüce Allah'a cisim isnat etmek bağlamında, bir takım ayetleri kendi sapkın düşüncesine dayanak yapmış. Bir diğeri, yine Kur'an'dan bazı ayetleri ileri sürerek cebri, yüce Allah'ın insanları fiilleri işleme noktasında zorlaması düşüncesini savunmuş, bir başkası salt tenzih (Allah'ı noksanlıklardan uzak sayma) adına sıfatları inkar etmiş, başka bir grup Allah'ın sıfatlarının aynı insanların sıfatları gibi olduğuna ve sıfatların zattan ayrılığı adına Kur'an'dan ayetler ileri sürmüş v.s. Bütün bunların ortak özellikleri, hakimlik işlevini görecek muhkem ayetlere döndürmeksizin müteşabih ayetleri esas almaktır.

Bir grup diyor ki: Dini hükümler, insanların Allah'a ulaşmaları için konulmuştur. Şayet insanı bu amaca ulaştıracak daha kestirme bir yol varsa, bu yolu izleyenler açısından kesinlik kazanan bir yol olur. Çünkü amaç, mümkün olan herhangi bir yolla Allah'a ulaşmaktır. Bir başkası çıkıp şunları ileri sürüyor: Dini yükümlülükler, insanın kemal düzeyine ulaşması için konulmuşlardır. Maksada erişmek suretiyle kemal düzeyine ulaşıldıktan sonra, yükümlülüklerin anlamı kalmaz. Kamil insan için teklif (dini yükümlülükler) gereksizdir.

Oysa Resulullah Efendimizin (s.a.a) zamanında, İslam'ın öngördüğü bütün hükümler, bütün hadler ve dinsel siyasetler egemendi ve uygulanmaktaydı. Hiç kimse bunlara aykırı bir hareket yapamazdı. İstisnasız herkes bu hükümlerin ve ilkelerin gereğini yapmak durumundaydı. Ne olduysa, Peygamberimizin (s.a.a) vefatından sonra oldu. İslami hükümetler eliyle her gün bir hüküm yürürlükten kaldırıldı. Gün be gün İslam'ın pratik hayata ilişkin hükümleri adeta yontuluyordu. Yürürlükten kaldırılan hiç bir hüküm, uygulanmayan hiç bir had yoktur ki, bunları yürürlükten kaldıranlar, bunları uygulamayanlar şöyle bir mazeret ileri sürmüş olmasınlar: Din, ancak dünyanın ıslahı ve insanların çıkarı için gönderilmiştir. Dolayısıyla, dinin karşısında bizim öngördüğümüz hüküm veya tavır, Bugün için insanların çıkarına daha uygundur.

Gide gide bu tür iddialar ve uygulamalar şunu deme noktasına gelip dayandı: "Dinin tek amacı, dünyanın ıslahıdır. Din aracılığıyla dünyanın imar edilmesidir. Bugünkü dünya konjonktürü, dinsel politikaları sindirecek durumda değildir. Tam tersine, Bugün için çağdaş uygarlığın onayladığı kanunlar yapıp uygulamak gerekir."

Daha ileri gidilerek yine şunu da söylediler: "Dini uygulamalar, dinin öngördüğü amelleri yapmak, kalbin arındırılması, onun yapıcı bir düşünceye ve iradeye yöneltilmesi içindir. Toplumsal eğitimden geçmiş, halka hizmet düşüncesi ile gelişmiş nefislerin abdest, gusül, namaz ve oruç gibi dinsel arındırma yöntemlerine ihtiyacı yoktur."

Sayıları sayılmayacak kadar çok olan bu ve benzeri düşünceler üzerinde düşündüğün ve bir de: "Kalplerinde bir kayma olanlar, fitne çıkarmak ve yorumunu yapmak için ondan müteşabih olanına uyarlar."ayetini göz önünde bulundurduğun zaman, yukarıda yaptığımız değerlendirmenin doğruluğundan kuşku duymadığın gibi, İslam'ı ve Müslümanları can evinden vuran onca fitne ve mihnetin ancak müteşabihlere uymak ve Kur'an'ı tevil etmekle mümkün olabildiğine karar verirsin.

Kur'an-ı Kerim'in -doğrusunu yüce Allah herkesten daha iyi bilir- bu konuda üzerinde ısrarla durmasının ve müteşabihlere uymayı, fitne çıkarmayı amaçlamayı, tevile sapmayı, bazı ayetleri inkar etmeye gitmeyi ve Allah'ın ayetlerini yorumlarken haddi aşmayı, onlar hakkında bir bilgiye dayanmaksızın konuşmayı ve şeytanın adımlarına uymayı sıkı sıkıya yasaklamasının nedeni bu olsa gerektir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'in mesajını asıl yönünden saptıracak, temellerinden birini yıkarak dinin bünyesinin yok olmasına neden olacak hususlarda diğer konulardan farklı bir şekilde sert tepki göstermesi, onun ifade tarzının bir özelliğidir. Kafirleri dost edinmeyi yasaklarken, akrabaları (Peygamberin Ehl-i Beyti'ni) sevmeyi emrederken, Peygamberimizin hanımlarının evlerinde oturmaları hakkında bazı açıklamalara yer verirken, faizle muamele etmeyi yasaklarken ve din üzerinde tek söz halinde olunmasının gereğini ve benzeri şeyleri vurgularken hep bu şiddetli tavrını, bu sert söylemini seçmiştir.

Dünyaya bağlanmaktan, dünyevi değerlere yapışıp kalmaktan ve hevese uymaktan kaynaklanan kalplerdeki kayma eğilimi ve fitne çıkarma arzusu, ancak kıyamet gününün hatırlatılması ile giderilebilir ve ortadan kaldırılabilir. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "İstek ve tutkulara (hevaya) uyma; sonra seni Allah'ın yolundan saptırır. Şüphesiz Allah'ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarından dolayı şiddetli bir azap vardır." (Sâd, 26) Bu yüzden Kur'an'ı Rablerinin hoşnut olmayacağı şekilde tevil etmekten kaçınan ilimde derinleşenlerin sözlerinin sonunda buna işaret ettiklerini görüyoruz: "Rabbimiz, sen mutlaka insanları kendisinde asla şüphe bulunmayan bir günde toplayacaksın. Doğrusu Allah vadinden dönmez."

2- Muhkem Ayetlerin Kitabın Anası Olmasının Anlamı  Nedir?

Bir grup insan konuya ilişkin olarak şöyle bir değerlendirme yapmışlardır: Muhkem ayetlerin kitabın anası olması, kitabın temelini oluşturmaları anlamına gelir. Dinin kuralları ve asıl prensipleri bunlara dayanır. Dolayısıyla bunlara hem inanılır, hem de bunlara göre amel edilir. Dinse, inançlar ve ameller sisteminden başka bir şey değildir. Müteşabih ayetlere gelince, bunların anlamları belirgin değildir; ifade ettiği anlamda karışıklık ve benzerlikler söz konusudur. Bu yüzden bu nitelikte olan ayetlere inanılır; ancak içeriklerine göre amel edilmez.

Müteşabih ile ilgili olarak sunduğumuz görüşleri incelediğin zaman şunu bilirsin: Konuya ilişkin olarak üzerinde durulan görüşler arasında bir kaç tanesinin böyle bir sonuç, böyle bir yaklaşımı gerektirdiği açıktır. Onlar, müteşabih ayetlere müteşabih denmesinin sebebi, ulaşılması ve anlaşılması zor olan teviller içermeleri görüşüdür. Ya da lafızla ilgili tereddütleri ortadan kaldırmada esas alınan aklî yöntem, lügate ve insanların uydukları prensiplere baş vurarak müteşabihlerin içerdikleri bilgileri tam olarak veya biraz olsun anlamanın ve teşabüh durumunu ortadan kaldırmanın mümkün olduğunu savunan görüştür.

Başka bir grup ta şunu söylemiştir: Muhkem ayetlerin kitabın anası olmasının anlamı, müteşabih ayetlerin onlara döndürülmesi gerektiğidir. Ancak, bu döndürmenin mahiyeti ve niteliği ile ilgili görüşler, bu noktada farklılık arz etmiştir. Bu yaklaşım içinde olan bazılarının sözlerinden anlaşılan şudur: Döndürmekten maksat, müteşabihlerin sadece imanla sınırlandırılmalarıdır. Fiili amel ise, muhkem ayetlere göre belirlenmelidir. Tıpkı, mensuh ayet gibi. Bu tür ayetlere inanılır, ancak amel söz konusu olduğundan nasih olan ayetler esas alınır. Bu görüş, hemen öncesindeki görüşten pek farklı değildir.

Diğer bazılarının eğilimi ise, muhkem ayetlerin kitabın anası olmasının anlamı, muhkem ayetlerin müteşabih ayetleri açıklamaları, içerdekileri benzeşme durumunu ortadan kaldırmalarıdır.

Doğru olan bu üçüncü görüştür. Çünkü "kitabın anası..." ifadesinin işaret ettiği analık kavramının ifade ettiği anlam, fazladan bir özeni kapsamaktadır. Bu da yukarıda sunduğumuz görüşlerin ilkinde, ana kavramının anlamı olarak sunulan "temel" kavramından daha özel bir anlam içermektedir. Çünkü 'ana' kelimesinde, özel bir şekilde, dönüşe vurgu yapılmaktadır. Türeyiş ve üreme anadan kaynaklanan bir durumdur. Bu, ananın bir parçasıdır. Dolayısıyla, bu ifadeden müteşabih-lerin muhkemlere dönüp dayanan, onlardan bir dal gibi uzanan anlamlar, medlullar içerdiği mesajı verilmektedir. Bu da muhkemlerin müteşabihleri açıklayıcı oldukları sonucunu getirmektedir.

Öte yandan, müteşabihler, maksatlarındaki benzeşme ve belirsizlik durumundan dolayı müteşabih olarak nitelendirilmişlerdir, tevillerinin bulunmasından dolayı değil. Çünkü daha önce de söylediğimiz gibi, tevil olgusu, hem muhkem, hem de müteşabih için geçerlidir. Bilindiği gibi, Kur'an'ın bir kısmı, bir kısmını tefsir eder. Dolayısıyla müteşabih-lerin de bazı ayetler tarafından tefsir edilmeleri gerekir. Bu da muhkem ayetlerden başkası değildir. Bunun örneği yüce Allah'ın şu sözüdür: "Rabbine bakıp-durur." (Kıyamet, 23) Bu ayet müteşabih bir ayettir. Bu ayet: "O'nun benzeri olan hiç bir şey yoktur." (Şura, 11) ayetine ve "Gözler O'nu idrak edemez." ayetine döndürülmek suretiyle anlamının şöyle olduğu anlaşılır: Burada sözü edilen bakış ve görüşten maksat, maddi bakış ve görüş değildir. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Onun gördüğünü gönül yalanlamadı. Yine de siz gördüğü şey üzerinde onunla tartışacak mısınız? Andolsun, onu bir diğer inişte görmüştü... Andolsun, o, Rabbinin en büyük ayetlerinden olanı gördü." (Necm, 11-18) Burada, kalbe özgü bir görme eyleminin varlığı kesin olarak ifade ediliyor. Bu 'görme'den maksat düşünce de değildir. Çünkü düşünce, onaylamak ve zihinsel bileşimle ilintilidir. Görme ise, birer şeylerle ilintilidir. Buradan hareketle anlıyoruz ki, bu bakıştan maksat, kalbin yönelişidir ve bu, maddi veya akılla ilgili zihinsel bir yöneliş değildir. Diğer müteşabihler için de aynı durum geçerlidir.

3- Tevilin Anlamı Nedir?

Bazıları tevil kavramını, "bir ifade ile kastedilen şey" anlamına gelen tefsir sözü ile açıklama eğilimindedirler. Bir kısım ayetten kastedilen hususlar zorunlu olarak bilindiğine göre, doğal olarak: "Fitne çıkarmak ve yorumunu (tevilini) yapmak"ifadesinde geçen tevilden maksat, müteşabih ayetten kastedilen anlamdır. Şu halde, bu değerlendirmeye göre, müteşabih ayetlerin anlamlarını Allah'tan başka hiç kimse bilmez. Ya da Allah'tan ve ilimde derinleşenlerden başka kimsenin bilmesi mümkün olmaz.

Bir diğer grup da şu görüşü ileri sürmüştür: Tevil kavramı ile kastedilen anlam: Kelimenin zahirinin ifade ettiği anlamın tersidir. Lafzın bu anlamda kullanılması yaygınlaşmış, bu anlam lafzın ikinci hakiki anlamıymış gibi algılanır olmuştur. Oysa daha önce, lafız, mutlak döndürme veya merci anlamında değerlendirilirdi.

Her halukârda, bu anlam, son kuşak tefsir bilginleri arasında yaygınlık kazanmıştır. İlk anlam ise ilk kuşak müfessirler arasında alabildiğine yaygındı. Bu bağlamda, tevilin anlamının bilinmesini sırf Allah'a özgü kılanlarla, hem Allah'ın hem de ilimde derinleşenlerin bunların anlamlarını bilebileceğini savunanlar arasında herhangi bir fark yoktur. Nitekim İbn-i Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilir: "Ben ilimde derinleşenlerden biriyim; ben onun tevilini bilirim."

Diğer bir grubun konuya ilişkin görüşü şöyledir: Tevil, ayetin içerdiği anlamlardan biridir ve bu anlamı Allah'tan veya Allah ve ilimde derinleşenlerden başka kimse bilemez. Ayrıca bu anlam lafzın zahiri anlamına ters düşmez. Bu durumda karşımıza şöyle bir durum çıkıyor: Müteşabih ayetin, birbirinin altında gizli birden fazla anlamı vardır. Bu anlamların bazısı, lafzın hemen altındadır, dolayısıyla bu tür anlamları herkes rahatlıkla kavrayabilir. Bunların bir kısmı, lafızdan oldukça uzak derinlerdedir; ancak yüce Allah veya O'nunla birlikte ilimde derinleşenler bunları bilebilirler.

Bu uzak anlamların lafızla ilintilerinin mahiyeti çerçevesinde farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Çünkü, bunların lafızdan kastedildikleri göz önünde bulundurulduğunda, tek bir anlatımla, bir tek alanda, enlem halinde ve yanyana ifade edilemeyecekleri kesindir. Aksi takdirde, lafzın bir anlamdan fazlası için kullanılması gerekecektir. Bununsa, caiz olmadığı ilgili ilimde açıklanmıştır. Dolayısıyla bunların bir boylam içinde dizili anlamlar şeklinde olmaları bir zorunluluk olarak ortaya çıkar. Bu bağlamda şöyle söylenmiştir: Bunlar, lafzın anlamının gerekleridir. Ancak bunlar peşpeşe sıralanan gerekler olarak değerlendirilmelidirler. Buna göre lafzın asıl bir anlamı vardır. Bu anlamın bir gereği, gereğin de bir gereği vardır. Ve bu zincir bu şekilde devam eder.

Yine denilmiştir ki: Bunlar batının zahirin üzerine tertip edilmesi gibi üstüste anlamlar şeklindedirler. Bilinen, anlaşılan anlamın irade edilmesi, lafzın anlamının ve batınının irade edilmesi demektir. Batının irade edilmesi bunun kendisinin irade edilmesinin aynısıdır. Tıpkı: "Bana su ver" demen gibi. Bu ifade suyu istemenin yanı sıra, susuzluğun giderilmesini ve varoluşla ilgili bir ihtiyacın karşılanmasını, varoluşsal bir kemalin gerçekleştirilmesini istemenin kendisidir. Burada dört emir ve dört istek söz konusu değildir. Tam tersine bazısı bazısının içinde olan olguların aynısı olan su içmeyle ilgili bir tek istek söz konusudur. Su içme bunlarla ilintilidir ve onlara dayanmaktadır.

Konuya ilişkin olarak ortaya atılan bir dördüncü görüş de şöyledir: Tevil, lafız aracılığı ile kastedilen anlamlar türünden bir şey değildir. Tersine tevil, söze dayanak oluşturan objektif bir olgudur.

Eğer söz, emir ve yasak gibi inşaî bir hüküm niteliğinde ise, tevili, hükmün inşasını, konulmasını ve yasalaştırılmasını gerektiren maslahattır. Buna göre: Namaz kılın." sözünün tevili, namaz kılan insanın kendisi ile kaim olan zihin dışı nuranî bir durumdur. Onu çirkin hayâsızlıklardan ve münkerden alıkoyar.

Şayet haber nitelikli bir söz ise ve bu söz de geçmiş olaylardan haber veriyorsa, bu sözün tevili, geçmiş zaman zarfında meydana gelmiş bulunan olayın kendisidir. Geçmiş Peygamberlerin ve toplumların başından geçen olayları içeren ayetler gibi. Bu tür ayetlerin tevili, geçmişte meydana gelen olayların kendisidir.

Şayet haber nitelikli söz, şimdiki zamanda meydana gelen veya gelecekte meydana gelecek olan bir olaydan söz ediyorsa, bu iki ayrı şekilde olabilir:

a) Haber verilen olgu duyularla algılanan ve akıl aracılığıyla kavranan bir şey olur. Bu durumda tevili, objeler dünyasında yaşanan olayın kendisidir. Şu ayetler buna örnek gösterilebilir: "İçinizde onlara haber taşıyanlar vardır." (Tevbe, 47) "Rum orduları yenilgiye uğradı. Yakın bir yerde. Ama onlar, yenilgilerinden sonra yeneceklerdir. Bir kaç yıl içinde." (Rum, 2-4)

b) Haber verilen olgu, kıyamet günü, kıyametin kopacağı an, ölülerin toplanması, insanların hesaba çekilmesi, amel defterlerinin dağıtılması gibi dünyevi duyularımız tarafından algılanamayan ve akıllarımız aracılığıyla kavranamayan geleceğin perdesinin gerisindeki gaybi bir mesele olur, ya yüce Allah'ın sıfatlarının ve fiillerinin mahiyeti gibi zamandan ve akılların kavrama alanlarından aşkın bir husus olur. Bunların tevili de onların objektif hakikatlerinin kendisidir.

Bu kısım ile, yâni Allah'ın sıfatlarının ve fiillerinin durumunu ve bunlarla ilintili olup kıyamet ve benzeri hususların mahiyetini açıklayan ile diğer kısımlar arasındaki fark, diğer kısma giren ayetlerin tevillerini bilmenin mümkün olmasıdır. Bunların tevilini bilmekse mümkün değildir. Bunların gerçek mahiyetlerini ancak yüce Allah bilir. Hiç kuşkusuz, ilimde derinleşenler, yüce Allah'ın öğretmesi sonucu, akıllarının alabileceği kadarıyla bunların tevillerini bir ölçüde kavrayabilirler. Tevilin gerçek anlamda bilinmesine gelince, yüce Allah bu alanı kendine özgü kılmıştır.

Buraya kadar dört ana başlık altında sunulanlar tevil kavramının anlamı ile ilgili olarak tefsir bilginlerinin yaklaşım tarzının özetidir.

Konuyla ilgili olarak başka değerlendirmeler yapılmıştır; ancak bunlar, savunucuları kabul etmeseler de ilk görüşün ayrıntıları niteliğindedir.

Örneğin bunlardan birine göre, tefsir tevilden daha genel bir anlam ifade etmektedir. Tefsir genellikle lafızlar ve müfretlerle ile ilgili olarak kullanılır. Tevil ise daha çok anlamlar ve cümleler hakkında kullanılır. Tevil kavramı genellikle ilahi kitaplarla ilgili olarak kullanılırken, tefsir ifadesi hem onlarla, hem de başka kitaplarla ilgili olarak kullanılmaktadır.

Yine bu tür ayrıntı nitelikli görüşlerden birine göre, tefsir, sadece bir yönde açıklanma ihtimali bulunan lafzın anlamının açıklanması anlamında kullanılan bir kavramdır. Tevil ise, çıkarsama yöntemiyle birden çok ihtimaller arasında birinin belirlenmesi anlamında kullanılan bir kavramdır.

Bir diğer değerlendirmede ise, şöyle söylenmektedir: Tefsir lafızdan kesin olarak anlaşılması gereken anlamın belirlenmesi, tevil ise, lafızdan kesin olarak anlaşılmayan muhtemel anlamlardan birinin tercih edilmesi anlamında bir çabadır. Bu görüş bundan öncekine yakındır.

Bir diğer görüşe göre, tefsir, lafızdan kastedilen anlamın kanıtının açıklanması, tevil ise, lafızdan kastedilen anlamın gerçek boyutlarının belirlenmesidir. Örneğin yüce Allah bir ayette şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz senin Rabbin gözetleme yerindedir." (Fecr, 14) Bu ifadenin tefsiri şöyledir: Bu ifadede geçen "mirsad" kelimesi, "rasede-yersudu" fiilinin "mif'al" kalıbına uyarlanmış şeklidir ve denetlemek anlamına gelir. Bu ifadenin tevili ise şöyledir: "Allah'ın emirlerini hafife almaktan ve onlardan gafil olmaktan kaçınmak gerekir."

Başka bir görüşe göre, tefsir, lafzın zahiri anlamının açıklanması, tevil ise, lafzın içinden çıkılmaz düzeydeki zor anlaşılır anlamının açıklanması demektir.

Bir başka görüşte ise, şöyle söylenmektedir: Tefsir rivayetle ilintili bir kavram, [ayetin anlamını rivayet aracılığıyla anlamaya çalışmak] tevil ise, dirayetle ilintili bir kavramdır. [Ayetin anlamını tefekkür ve düşünceyle açıklamaya yönelik çabadır.]

İleri sürülen bu görüşlerden birinde esas olan fikir şöyle ifade edilmektedir: Tefsir, tabi olmaya ve işitsel anlamlarla ilgilidir. Tevil ise, mantıksal çıkarsamalar ve görüş belirlemeklerle ilintilidir.

Buraya kadar işaret ettiğimiz bu yedi görüş, aslında, daha önce naklettiğimiz ana görüşlerden ilkinin birer ayrıntısından başka bir şey değildirler. Daha önce işaret ettiğimiz bu ana görüşle ilgili olarak eleştirel anlamda söylediklerimiz bunlar için de geçerlidir. Her halukârda bu dört ana görüşle bunların ayrıntısı sayılan diğer görüşlere dayanıp itibar etmemek gerekir.

Eleştirimizi toparlayacak olursak: Şimdiye kadar yaptığımız açıklamalardan şunu öğrenmiş bulunuyorsun: Bir ayetin tevili, zahirine uygun ve aykırı olarak ayetin işaret ettiği anlamlardan herhangi biri değildir.

Aksine, tevil, zihin dışı obje türü bir olgudur. Ama her zihin dışı obje de değil. Dolayısıyla herhangi bir haberin zihin dışı nesnel karşılığı onun tevili olmaz. Tersine, burada zihin dışı özel bir olgu söz konusudur. Bu olgunun ifadeyle ilintisi, örnek verilenin örnekle, batının zahirle ilintisi gibidir.

Meseleyi daha ayrıntılı bir şekilde ele alacak olursak: Yukarıda sunulan ana görüşlerden ilkiyle ilgili olarak şunu söyleyebiliriz: Bu görüş en azından, Kur'an'daki bazı ayetlerin tevillerinin, yâni tefsirlerinin, yâni lafzî medlullerinden kastedilen anlamların genel anlayışlar tarafından kavranamamasını gerektirir. Oysa Kur'an'da bu durumda olan bir tek ayet yoktur. Bizzat Kur'an kendisinin tüm anlayışlar tarafından kavranmak üzere gönderildiğini ifade etmektedir. Dolayısıyla bu görüşü savunan insanların, müteşabih ayetlerin, bazı surelerin başında bulunan birbirinden kopuk harfler olduğunu esas alan görüşü benimsemekten başka çareleri yoktur. Çünkü sadece, bunların anlamlarını genel anlayış kavrayamaz. Bu yaklaşımı esas alıp savunmaları durumunda da yine şu eleştiri yapılabilir: Öyle bir yaklaşıma hiç bir kanıt yoktur. Sırf tevil kelimesi, dönüş anlamını içeriyor ve tefsir kelimesi de dönüş anlamından tamamen soyut değildir diye, tevilin tefsir olması gerekmez. Nitekim ana evlatlarının bir anlamda merciidir, ama tevili değil. Başkan, başında bulunduğu kimselerin merciidir, tevili değil.

Kaldı ki fitne çıkarmayı istemek ayette, müteşabihliğin bağımsız bir özelliği olarak ön plana çıkarılmıştır. Bu ise, bazı surelerin başlarındaki birbirinden kopuk harflerin dışındaki ifadelerde rastlanılan bir özelliktir. Çünkü, İslam dünyasında ortaya çıkan fitnelerin büyük bir kısmı hükümlerin illetlerine ve sıfat ve benzeri ayetlere tabi olmanın sonucu meydana gelmişlerdir.

İkinci görüşle ilgili olarak şunu söyleyebiliriz: Bu görüşü benimsememiz durumunda Kur'an'da zahirine aykırı anlamlar murad edilen bazı ayetlerin yer aldığını ve bu ayetlerin muhkem ayetlerle çelişerek dinde fitneye yol açacaklarını kabul etmemizi gerektirir. Bu değerlendirmenin varacağı sonuç şudur: Kur'an ayetleri arasında ihtilaf vardır ve bu ihtilaf ancak bazı ayetlerin zahiri anlamlarının tersine yorumlanmalarıyla ortadan kalkar, insanların büyük çoğunluğu da söz konusu ayetlerin zahiri anlamlarıyla bağdaşmayan bu batini anlamlarını da bilemezler. Bu ise, yüce Allah'ın şu ayette vurguladığı gerçekle bağdaşmamaktadır: "Onlar hala Kur'an'ı iyice düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkasının katından olsaydı, kuşkusuz içinde birbirini tutmaz bir çok şey (ihtilaflar) bulurlardı" (Nisâ, 82)

Çünkü, şayet bir ayetin diğer bir ayetle oluşturduğu varsayılan çelişki: "Bu ayetlerin birisiyle veya ikisiyle zahiri ifadelerin işaret ettiği anlamın dışındaki bir husus kastedilmiştir. Ya da kendi deyimleriyle Allah'tan başka kimsenin bilemeyeceği tevili bir anlam ön görülmüştür." demek suretiyle ortadan kalkacak olsaydı, ayetin sunduğu kanıt doğru olmazdı. Çünkü -onların deyimiyle- ihtilafın teville ortadan kaldırılması, tüm ifadelerde, hatta Allah'a ait olmayan sözlerde bile mümkün bir şeydir. Çünkü ihtilafın tevil yoluyla ortadan kaldırılması, Kur'an'ın beşer sözü olmadığına ve Allah'ın kelamı olduğuna kanıt oluşturamaz. Çünkü her söz, hatta yalan ve abes olduğu kesin olan bir söz bile, zahiri göz ardı edilerek tevil yoluyla doğru ve hak olarak yansıtılabilir. Dolayısıyla bu anlama ihtilafın bir kelam mecmuasından ortadan kaldırılması o sözün durumların farklılığından, görüşlerin çelişmesinden, yanılmadan, unutmadan, yanlışlık yapmadan ve zamanın geçmesiyle birlikte kusurlarını görüp gidermekten münezzeh olan yüce Allah'ın sözü olduğuna delalet etmez. Nitekim ayette sunulan kanıt buna yöneliktir. Çünkü ayet açık bir kanıt olarak Kur'an'ın herkesin anlamasına sunulduğunu, araştırmaya, düşünmeye ve etüt etmeye açık olduğunu vurgulamaktadır. Kur'an'da Arap dilinin zahirine ters düşen bir anlam kastedilen herhangi bir ayet yoktur. Kur'an'da bilmece ve göz bağlamaca yoktur.

Üçüncü görüşle ilgili olarak şunu söyleyebiliriz: Kur'an'da ayetlerin, bazısı bazısının üstünde ve bazısı da bazısının altında olacak şekilde sıralanmış anlamlar kapsaması, düşünme, etüt etme nimetinden yoksun olanlardan başka hiç kimsenin inkar edemeyeceği bir olgudur. Ancak, bu anlamların tümü -özellikle bunların asıl anlamın gerekleri olduğunu söylersek- lafzın işaret ettiği farklı medlullerdir. Bu da dinleyicinin anlayışı, zekâsı ve kavrayışına göre değişir. Bu ise yüce Allah'ın tevilin niteliğiyle ilgili olarak işaret ettiği şu hususla bağdaşmamaktadır: "Onun tevilini Allah'tan başkası bilmez." Çünkü yüce bilgiler ve ince meseleler hakkında zihinler takva ve nefsin temizliği bağlamında farklılık arzetmezler. Ancak burada üstün zekânın olup olmaması farklılığa sebep olabilir. Gerçi takva ve nefsin temizliği tertemiz ilahi marifetin anlaşılması hususunda yardımcı ve etkilidir; ancak bu, dolaşım (sürekli) ve nedensellik türünde bir etki sayılmaz. Nitekim: "Onun tevilini Allah'tan başkası bilmez." ifadesinin zahiri de bunu pekiştirmektedir.

Dördüncü görüşle ilgili değerlendirmemiz de şöyledir: Bu görüş, bir açıdan isabetli olmakla beraber, bir başka açıdan yanlıştır. Tevilin sırf müteşabih ifadelerle sınırlı olmadığı bilakis Kur'an'ın tümünün bir tevilinin bulunduğunu ve tevilin lafzın nesnel karşılığı türünden bir şey olmadığı, tersine sözün söylenişine dayanak oluşturan zihin dışı bir olgu olduğunu belirtmesi açısından isabetlidir; ancak geçmişte yaşanan ve gelecekte yaşanacak olan olaylarla ilgili haberlerin somut karşılıklarına varıncaya kadar sözün kapsamıyla ilintili tüm zihin dışı olguların sözün tevili olarak nitelendirilmesi açısından yanılgıya düşülmüştür. Bir yanılgı da tevilini yüce Allah'tan başka kimsenin bilemediği müteşabih niteliğinin sıfatlardan ve kıyametten söz eden ayetlerle sınırlandırılmasıdır.

Açıklamasına gelince: Bu durumda: "Yorumunu yapmak için." ifadesinde geçen tevil kavramından maksat ya zamirin kitaba döndürülmesi suretiyle Kur'an'ın tevilidir. Ki bu durumda: "Onun tevilini Allah'tan başkası bilmez..."ifadesi yerini bulamamış olur, çünkü kıssalar, hükümler ve ahlakla ilgili bir çok ayetin tevilini Allah'tan ve dinde derinleşen kimselerden başkaları da bilmektedir. Hatta kalplerinde kayma olanlar bile bazı ifadelerin tevilini bilebilirler. Çünkü kıssalardan söz eden ayetlerin işaret ettikleri olayları bütün insanlar kavrayabilirler ve bu noktada herhangi bir ayrıcalık söz konusu değildir. Yaratılışla ilgili gerçekler, ibadet, muamelat ve diğer şerî emirlere ilişkin hükümlerle amel etmenin insanlara kazandırdıkları maslahatlar için de aynı durum geçerlidir.

Eğer tevil kavramından maksat sadece müteşabih ayetlerin tevili ise, bu durumda: "Onun tevilini Allah'tan başkası bilmez..." ifadesindeki özgü kılma yerini bulmuş olur. Demek olur ki: Yüce Allah'tan ve ilimde derinleşenlerden başkası müteşabihleri tevil etmeye kalkışmaması gerekir. Çünkü bu, insanların sapmasına ve fitnenin çıkmasına yol açmaktadır. Ancak tevili bilinmeyen müteşabihleri sırf sıfatlardan ve kıyametten söz eden ayetlere özgü kılmanın bir sebebi kalmaz. Çünkü fitne ve sapma bu tür ayetlerin teviliyle ilgili olarak gündeme gelebildiği gibi hüküm ve kıssa içeren ayetlerle ilgili olarak da gündeme gelebilir.

Müteşabih ayetlerin günlük yaşantıdan silinmesini savunmak birilerinin demek istedikleri (demektedirler de) şu söze benzer: Hükümlerin yasalaştırılmasından maksat insanlık aleminin çıkarına uygun bir şekilde durumunun ıslah edilmesidir. Şayet, toplumun ıslahı yasalaştırılmamış bir hükümde olduğu veya konulan hükmün çağın maslahatına uygun olmadığı varsayılırsa, yasaya bağlanmış dini hükmü ilğa edip (yürürlükten kaldırıp) çağın maslahatına uygun olana tabi olmak gerekir.

Bu görüşü savunmak birilerinin demek istediği (demektedirler de) şu söze benzer: Kur'an-ı Kerim'de sözü edilen peygamberlerin kerametlerinden maksat normal gelişmelerdir. Bunlar zahiri normale ters düşen ifadelerle anlatılmışlardır. Amaç insanların genelinin kalplerini ilahi mesaja yöneltmek, ruhlarını cezb etmek ve kalplerini olağan üstü ve doğa yasalarının dışında olduğunu düşündükleri şeylere boyun eğdirmektir.

Günümüzde Müslümanlar arasında yayılan çeşitli mezheplerin mensuplarının dillerinde bu tür sözler dolaşmaktadır. Bunların tümü hiç kuşkusuz fitne çıkartmak amacıyla Kur'an'ı tevil etmenin somut örnekleridir. Şu halde müteşabih niteliğinin sırf ilahi sıfatlardan ve kıyametten söz eden ayetlere özgü kılınmasının hiç bir nedeni yoktur.

Eğer yukarıdaki açıklamaları anladıysan şunu da öğrenmişsindir: Tevil kavramının açıklamasıyla ilgili gerçek şudur: Tevil, pratik bir gerçektir. Hüküm, öğüt ve hikmet gibi Kur'an'ın açıklamaları bu pratik gerçekliğe dayanır ve bu olgu muhkem, müteşabih tüm Kur'an ayetleri için geçerlidir. Tevil, lafızların delalet ettiği anlamlar kategorisine girmez. Bilakis tevilden maksat lafızlarla örülü ifadelerin kuşatamayacağı aşkın objektif olgulardır. Yüce Allah, bunları lafız kayıtlarıyla sınırlandırmıştır ki bir parça zihnimize yaklaşabilsinler. Tıpkı maksatlar daha yakın olsun ve anlamlar dinleyicinin pozisyonuna göre açıklığa kavuşsun diye bazı örneklerin verilmesi gibi. Nitekim yüce Allah, bir ayette şöyle buyuruyor: "Apaçık kitaba andolsun; gerçekten biz onu, belki aklınızı kullanırsınız diye Arapça bir Kur'an kıldık. Şüphesiz o, bizim katımızda olan ana kitaptadır; çok yücedir, hikmet doludur." (Zuhruf, 2-4) Kur'an'da bu anlamı pekiştiren bir çok açıklamalar ve dolaylı işaretler vardır.

Ayrıca şimdiye kadar yaptığımız açıklamalardan anlaşıldığı gibi Kur'an-ı Kerim tevil kavramını on altı yerde ve bizim işaret ettiğimiz anlamda kullanmıştır.

4- Kur'an'ın Tevilini Allah'tan Başkası Bilebilir mi?

Bu konu da tefsir bilginleri arasında yoğun tartışmalara neden olmuştur. Tartışmanın ve ihtilafın nedeni, şu ifadeye yönelik anlayışların farklılığıdır: "Ve ilimde derinleşenler: Biz ona inandık, tümü Rabbi-mizin katındandır."Bu ifadenin orijinalinin başındaki "vav" harfinin atıf edatı mı, yoksa istinaf (yeni bir hususa geçiş) edatı mı olduğu noktasında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bazı ilk kuşak müfessirler, Şafiiler ve Şia mezhebine mensup müfessirlerin büyük bir kısmı, "vav" harfinin atıf edatı olduğu ve ilimde derinleşenlerin Kur'an'da yer alan müteşabih ifadelerin tevillerini bildikleri yönünde görüş belirtmişlerdir. İlk kuşak müfessirlerin büyük kısmı ve Ehl-i Sünnet'ten Hanefiler, "vav" harfinin "istinaf" edatı olduğunu ve mü-teşabih ifadelerin tevillerinin Allah'tan başkası tarafından bilinemeyeceğini, müteşabih ifadelerin tevillerinin yüce Allah'ın özel bilgisi kapsamında olduğunu belirtmişlerdir. İlk görüşü savunanlar kendi görüşlerini kanıtlamak için çeşitli deliller sunmuş, bazı rivayetleri ileri sürmüşlerdir. İkinci görüşü savunanlar da başka yöntemlere ve müteşabih ifadelerin tevillerinin yüce Allah'ın özel bilgisinin kapsamında olduğunu belirten rivayetlere dayanmışlardır. Her grup karşı tarafın görüşünü çürütmek ve kanıtlarını geçersiz kılmak için yoğun bir çaba içine girmiştir.

Bu noktada, bir araştırmacının, meselenin çeşitli araştırma ve irdelemelere konu olduğu ilk günden itibaren bazı karıştırmalara maruz kaldığını aklında bulundurması gerekir. Örneğin müteşabih ifadenin muhkem ifadeye dönüşü hususu diğer bir ifadeyle müteşabihten kast edilen anlam, ayetin tevili hususuyla karıştırılmıştır. Meseleyle ilgili olarak ortaya koyduğumuz hususlara ve ihtilafların dayanakları ve her iki tarafın söyledikleri bağlamında serd ettiğimiz noktalara göz atanlar bunu fark edeceklerdir.

Bu yüzden, tarafların her birinin kanıtlarını ayrıntılı bir şekilde sunmayı gereksiz gördük. Çünkü bunların asıl dayanakları itibariyle yanlış bir zemine oturdukları kesinlik kazandıktan sonra, birini kanıtlamışsın veya birini çürütmüşsün ne çıkar.

Konuya ilişkin olarak ileri sürülen rivayetlere gelince, bunlar, Kur'an'ın ifadesinin zahiriyle çelişmektedir. Çünkü meseleye olumlu açıdan yaklaşan rivayet, yâni ilimde derinleşenlerin müteşabih ifadelerin tevillerini bileceğine delalet eden rivayetler, tevil kavramını, müteşabih ifadelerin anlamlarıyla özdeş tutuyor. Halbuki, Kur'an da tevil kavramı bu anlamda kullanılmamıştır. Örneğin Ehl-i Sünnet kaynaklarında şöyle bir rivayet yer almaktadır: Resulullah Efendimiz İbn-i Abbas hakkında şöyle dua etti: "Allah'ım onu dinde derin kavrayışa (tefekküre) ulaştır ve ona tevil öğret." (Sahih-i Buhari, c.2, s.48)

Bir diğer rivayette ise, İbn-i Abbas'ın şöyle dediği belirtilir:

"Ben ilimde derinleşenlerdenim ve ben Kur'an'ın tevilini biliyorum." (ed-Dürr-ül Mensûr, c.2, s.7)

Yine İbn-i Abbas'tan şöyle rivayet edilir: "Muhkemler, nasih ayetlerdir. Müteşabihlerse, mensuh ayetlerdir." (ed-Dürr-ül Mensûr, c.2, s.4)

Onların anladıklarına göre, bu rivayetlerden, muhkem bir ayetin anlamının müteşabih bir ayetin tevili olduğu şeklinde bir sonuç çıkıyor. Ancak biz, bu anlamda bir tevil olgusunun ayette söz konusu edilmediğini belirtmiştik.

Olumsuz rivayetlere, yâni, müteşabih ayetlerin tevilinin Allah'tan başka hiç kimse tarafından bilinemeyeceğini belirten rivayetlere gelince, İbn-i Abbas'tan şöyle rivayet edilir: İbn-i Abbas, üzerinde durduğumuz ayeti: "Onun tevilini Allah'tan başkası bilmez. İlimde derinleşenler ise, şöyle derler: Biz ona inandık" şeklinde okurdu." (ed-Dürr-ül Mensûr, c.2, s.6) [Yâni yekûlu=derler kelimesi artırırdı] Übey b. Kâb'ın da aynı şekilde okuduğu rivayet edilir. İbn-i Mesud'dan şöyle rivayet edilir: O yukarıdaki ayeti: "Onun tevili, ancak Allah katındadır. İlimde derinleşenler ise, biz ona inandık, derler" şeklinde okurdu [yâni indellah=Allah katındadır şeklinde okurdu].

Delil olarak gösterilen bu rivayetler herhangi bir şeyi kanıtlamaya yaramaz. Öncelikle bu tarz kıraatler herhangi bir kanıt içermezler.

İkincisi, bu kıraatlerden edinilecek en ileri düzeydeki kanıt şudur: Ayet, ilimde derinleşenlerin tevili bildiklerine delalet etmez. Oysa ayetin buna delalet etmemesiyle iddia edildiği gibi olmadığına delalet etmesi iki farklı şeydir. Çünkü bunun varlığına bir başka kanıtın işaret etmesi mümkündür.

Kanıt olarak ileri sürülen hadislerden örnekler:

ed-Dürr-ül Mensûr adlı eserde Taberani'den, o da Ebu Malik el-Eş'ari'den şöyle rivayet eder. Ebu Malik el-Eş'ari der ki: Resulullah Efendimizin şöyle buyurduğunu duydum: "Ümmetim için yalnızca şu üç husus için endişeleniyorum: Birincisi; mallarının artması ve bundan dolayı birbirlerini kıskanarak savaşmaları. İkincisi; önlerine kitabın açılması, buna karşı mü'min insanların tevilini yapmak amacıyla kitaptan bazı şeyler alması. "Oysa onun tevilini Allah'tan başkası bilemez. İlimde derinleşenler ise: Biz ona inandık, tümü Rabbimizin katındandır." derler. Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp-düşünmez." Üçüncüsü; ilimlerinin artması, ama ilme gereken özeni göstermeyip onu boş yere zayi etmeleri." (c.2, s.5)

Eğer bu hadisin tevilin bilinmesi bağlamında olumsuzluğa delalet ettiği varsayılsa, yalnızca mutlak anlamda mü'min insan açısından bir olumsuzluğa delalet ettiği söz konusu olabilir. Özel olarak ilimde derinleşenlerin bilemeyeceklerine delalet etmez. Kanıt sunmaya çalışan kimseye, özel olarak ilimde derinleşenlerin bilmeyeceklerini ifade eden deliller ancak yarayabilir. Dolayısıyla genel nitelikli bu tür ifadeler iddia edileni kanıtlayamaz.

Muhkem ayetlere tabi olmanın, müteşabihlere de inanmanın gerekliliğini vurgulayan rivayet gibi. Ancak bu rivayetlerin ilimde derinleşenlerin tevili bilmediklerine delalet etmedikleri kuşku bulunmayan bir husustur.

Alusî tefsirinde, İbn-i Cerir'in İbn-i Abbas'tan merfu olarak şöyle rivayet ettiği yer alır: Kur'an-ı Kerim dört harf (ana konu) üzerinde inmiştir. Helal ve haram bunlar arasında yer alır. Hiç kimse bunları bilmediği için mazur sayılamaz. Bir diğeri de tefsirdir. Alimler bunların açıklamasını yaparlar. Biri de Allah'tan başka hiç kimsenin bilmediği müteşabih ayetlerdir. Allah'tan başka kim bunları bildiğini iddia ederse o, yalancıdır."

Hadis merfu (rivayet zincirine değinilmeksizin) olmasının, Peygamberimizin onun hakkında dua ettiğine ilişkin rivayetlerle ve yine kendisinin bunları bildiğini iddia etmesi ile çelişmesinin yanısıra Kur'an'ın zahiri ile de çelişmektedir. Daha önce de açıkladığımız gibi, tevil, müteşabih ifadenin anlamından farklı bir şeydir.

Bu noktada şunu söylemek gerekir: Kur'an-ı Kerim, tevilinin Allah'tan başkasının da bileceğini ifade etmektedir. Bu ayette ise, buna ilişkin bir kanıt yoktur.

İkinci hususa (ayette tevili Allah'tan başkasının bileceğine ilişkin bir kanıt olmamasına) gelince; önceki açıklamalardan şu husus açıklık kazanmıştır: Ayetin girişindeki ifadeler, son kısmında yer alan ifadeler ve bu ayeti izleyen ayetlerin içeriği, tefsirini sunduğumuz ayetin, Kur'an ayetlerinin muhkem ve müteşabih olmak üzere iki kısma ayrıldıklarını ve insanların da bunların karşısında farklı tavırlar içine girdiklerini vurgulamaya yöneliktir. Buna göre, bir kısım insanlar, kalplerindeki sapma eğiliminden dolayı, müteşabihlere uyma eğilimi göstermektedirler. Bir kısım insanlar da kesin bir kararlıkla muhkemlere uymakta ve müteşabihlere de inanmaktadırlar. Bu tavırların nedeni, ilimde kazandıkları derinliktir. Bu ayetin akışı içinde, ilimde derinleşenlerden söz edilmesinin birinci nedeni, kalplerinde sapma eğilimi bulunanlardan, onların Kur'an'ı ele alış yöntemlerinden ve yergiyi hakkeden davranışlarından söz edilmesine karşılık bunların durumlarını ve Kur'an'ı ele alış yöntemlerinin açıklanmasıdır. Tefsir bağlamında, bu çerçevenin dışına çıkmak, ayetin maksadının dışına çıkmaktır.

Ayrıca bu ayet onların tevili bilme noktasında bir etkinliklerinin bulunduğuna kanıt oluşturmaz. Böyle bir şeyi ayetten algılamak için önceden işaret ettiğimiz yetersiz ve eksik deliller dışında herhangi bir kanıt yoktur. Dolayısıyla: "Onun tevilini Allah'tan başkası bilmez" ifadesindeki tahsis olduğu gibi durmaktadır; ne atıf, ne istisna ne de bir başka edat bu durumu bozamaz. Şu halde ayetin işaret ettiği husus, teville ilgili bilgilerin yüce Allah'a özgü ve onunla sınırlı olduğu husustur. Onun tevilini bilmek sırf Allah'a özgüdür.

Ancak bu, bir başka kanıtın yüce Allah'tan başkasının da O'nun izniyle bu tür bilgilere sahip olmasını göstermesine engel değildir. Tıpkı gayb bilgisinde olduğu gibi. Yüce Allah Kur'an'ın değişik ayetlerinde şöyle buyuruyor: "De ki: Göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka kimse bilmez." (Neml, 65) "Gayb yalnızca Allah'ındır" (Yunus, 20) "Gaybın anahtarları O'nun katındadır, O'ndan başka hiç kimse gaybı bilmez." (En'âm, 59) Yukarıda sunduğumuz bütün ayetler, gaybe ilişkin bilgilerin sırf Allah'a özgü kılındığını göstermektedir. Ardından şöyle buyuruyor: "O gaybı bilendir. Kendi gaybını kimseye açık tutmaz. Ancak elçileri içinde razı olduğu kimseler başka." (Cin, 26-27) Bu ayet, Allah'tan başka bazı kimselerin gaybe ilişkin bazı bilgileri bileceğini ortaya koymaktadır. Bunlar da elçiler içinde Allah'ın razı olduğu kimselerdir. Kur'an'da daha bunun bir çok örneği vardır.

Meselenin birinci yönüne gelince, Kur'an Allah'tan başka kimselerin de bir ölçüde tevili bileceklerine işaret etmektedir. Bunu şöyle açıklamak mümkündür: Yukarıdaki açıklamalarımızdan da anlaşıldığı gibi, bir ayetin tevili, zihin dışı bir olgudur. Bu olgunun, ayetin zihinsel karşılığı (medlulu) ile olan ilişkisi, örnekle örneklendirilen şey arasındaki ilişki gibidir.

Dolayısıyla tevil, ayetin delalet işlevi açısından onun medlulu değilse de, bir şekilde onun tarafından anlatılmakta, onun içinde korunmaktadır. Tıpkı: Sebeplerini zayi eden bir şeyi isteyen bir insana: "Sütü yazda zayi ettin" (Geçti Bor'un pazarı) demen gibi. Çünkü bu deyimin lafzının delalet ettiği anlam, kadının yaz mevsiminde sütü zayi etmesidir. Bu ise, konu ile örtüşmemektedir. Buna rağmen hitap edilen kişinin durumunu örneklendirmektedir, onun durumunu canlandırmaktadır, sözün orijinal medlulu aracılığı ile oluşturduğu manzaraya benzer bir şekilde zihinde tasavvur edilmesini sağlamaktadır.

Tevil de tıpkı bunun gibidir. Çünkü herhangi bir hükmün yasaya bağlanmasını veya herhangi bir ilahi bilginin açıklanmasını ya da Kur'an'ın kıssalarından herhangi birinin içeriği olan herhangi bir olayın meydana gelişini gerektiren zihin dışı gerçek, söz konusu yasanın lafzı (emir ve nehiy) veya açıklama ya da falan olay (mütabiki olarak) tıpa tıp ona dalalet etmese de hüküm veya açıklama yahut olay, ondan kaynaklandıkları, onun aracılığıyla belirginleştikleri için, bunlar bir şekilde onu anlatan ve ona işaret eden eserleri konumundadır. Tıpkı bir efendinin hizmetçisine: "Bana su ver" demesi gibi. Bu söz insan doğasının kendi kemalini gerektirmesinden kaynaklanmaktadır. Çünkü zihin dışı bu gerçeklik varlığın korunmasını ve kalıcılığını gerektirir. Bu da bedende çözümlenip kaybolan bir şeyin yerinin doldurulmasını gerektirir. İşte gerekli gıdaları, suya kanmayı veya sözgelimi birine su vermesini emretmeyi gerektirmektedir.

Dolayısıyla adamın: "Bana su ver" sözünün tevili, insanın, bu sözün söylendiği anda insanın zihin dışı doğasının varlığının ve kalıcılığının kemalini gerektirici özelliğidir. Şayet bu zihin dışı gerçeklik başka bir şeyle yer değiştirirse, su vermeyi emretmekten ibaret olan hüküm bir başka hükümle yer değiştirmiş olacağından birincisi de ortadan kalkmış olacaktır. [Örneğin yemek yemediğinden dolayı susuzluk yerine açlığı hissederse, "bana su getir" hükmü, yerini "bana yemek getir" hükmüne verir]

Adab ve görgü kuralları bağlamında aralarında fahiş farklılıklar bulunan herhangi bir insan topluluğu içinde maruf bilinen (olumlu karşılanan) dolayısıyla yapılan veya münker bilinen (olumlu karşılanmayan) dolayısıyla uzak durulan fiiller, o toplum içinde güzel veya çirkin sayılmadan kaynaklanmaktadır. Fiillerin güzel veya çirkin olarak bilinmesi de zaman, mekan ve geçmişten devralınan gelenek ve töreler gibi fiili işleyen kişinin zihninde miras yoluyla biriken ve çevresinde yaşayan diğer insanların davranışlarından gözlemlemek suretiyle düşüncesine nakşedilen birleşik ve uyumlu illetler mecmuasına dayanmaktadır. İşte çeşitli uyumlu cüzlerden oluşan bu illet, adamın bir şeyi yapmasının veya yapmamasının tevilidir, onun yapmasının veya yapmamasının aynısı değildir. Sadece yapmak veya yapmamak şeklinde içerilmekte, korunmakta ve onlarla ona işaret edilmektedir. Eğer sosyal çevrenin değişmesi söz konusu olsa, yapmak veya yapmamak suretiyle gündeme gelen şey de değişikliğe uğrayacaktır.

Şu halde, tevili olan şey, ister bir hüküm olsun, ister bir kıssa olsun, ister bir olay olsun, tevilin değişmesiyle kaçınılmaz olarak değişikliğe uğrar. Bu yüzden: "Kalplerinde bir kayma olanlar, fitne çıkarmak ve yorumunu yapmak için ondan müteşabih olanına uyarlar. Oysa onun tevilini Allah'tan başkası bilmez..." ayetine baktığında, kalplerinde bir kayma olanların, fitne çıkarmak amacıyla müteşabih ayetlerle kastedilmeyen bir şeye uymak istediklerinden söz edildiğinde onların bununla söz konusu ayetlerin tevillerine uymayı amaçladıklarından da söz ediliyor ki onların tevil dedikleri şey, adı geçen ayetlerin gerçek tevilleri değildir. Aksi takdirde onların tevil diyerek uymak istedikleri şey söz konusu ayetlerin gerçek tevilleri olsaydı, bu durumda müteşabih ayete tabi olmaları doğru ve yerinde olurdu. Dolayısıyla yerilmelerine de gerek kalmayacaktı. Bu durumda, müteşabihten kastedileni belirleyen muhkem ayetin delalet ettiği şey, onların müteşabih-ten anladıkları ve tabi oldukları ancak muhkemden kastedilmeyen bir anlamla yer değiştirmiş olacaktı.

Yukarıda anlattıklarımızla şu nokta açıklığa kavuşmuş oluyor: Kur'an'ın tevili, zihin dışı gerçekliklerdir. Kur'an ayetleri öğretilerinde, hükümleri yasaya bağlamalarında ve açıkladığı diğer hususlarda bu gerçekliklere dayanır. Öyleki bu gerçekliklerden biri değişmiş olduğu varsayılsa, ayetlerin içerdikleri de değişikliğe uğrar.

İyice düşünürsen şunu anlarsın ki: Bu çıkarsama, şu ayetle tamamen örtüşmektedir: "Apaçık kitaba andolsun; gerçekten biz onu, belki aklınızı kullanırsınız diye Arapça bir Kur'an kıldık. Şüphesiz o, bizim katımızda olan ana kitaptadır; çok yücedir, hikmet doludur." (Zuhruf, 2-4) Bu ayet, Peygamber Efendimize indirilen Kur'an'ın Allah katında çok yüce ve erişilmez hikmetlerle dolu olduğunu, akılların kavrayamayacağı, bölümlerin ve fasıllar halinde olmanın arız olamayacağı bir konumda bulunduğunu ifade etmektedir. Ancak yüce Allah kullarına yönelik inayetinden dolayı, onu açıklayıcı bir kitap kılıyor. Onu Arapça lafızlarla ifade edilecek hale getiriyor. Böylece, ana kitapta kalması durumunda insanların akletmeleri ve bilip öğrenmeleri mümkün olmayan şeyleri akledip düşünmelerini sağlıyor. Ana kitap ise, şu ayetlerde işaret edilen şeydir: "Allah, dilediğini ortadan kaldırır ve bırakır. Kitabın anası O'nun katındadır." (Râ'd, 39) "Hayır; o, şerefli üstün olan bir Kur'an'dır; Levh-i Mahfuzdadır." (Burûc, 21-22)

Söz konusu ayetin içeriğine ilişkin genel bir işaret de şu ayetten algılanmaktadır: "Ayetleri muhkem kılınmış, sonra hüküm ve hikmet sahibi ve her şeyden haberdar olan Allah tarafından birer birer açıklanmış bir kitaptır." (Hûd, 1) Bu ayette işaret edilen muhkemlikten maksat, Kur'an'ın, içinde en ufak bir ayrılık ve bölünme olmaksızın Allah katında oluşu, birer birer açıklanmasından maksat ise, onun ayet ayet, bölüm bölüm Peygamber Efendimiz'e (s.a.a) indirilmiş olmasıdır.

Birinci mertebeye dayanan bu ikinci mertebeyi (tafsil ve bölünme olayını) şu ayetten de algılamak mümkündür: "Onu bir Kur'an olarak, insanlara dura dura okuman için bölüm bölüm ayırdık ve onu safha safha bir indirme ile indirdik." (İsrâ, 106) Demek oluyor ki, Kur'an ayetleri önceleri birbirinden ayrılmış değillerdi, sonradan ayrıldılar ve bu şekilde indirildiler, bölüm bölüm vahyedildiler. Ama bu demek değildir ki, bütün ayetler, Bugünkü gibi, surelerde tertip edilmiş ve iki kapak arasında toplanmış haldeydi, sonra birbirinden ayrıldılar ve Peygamber Efendimize parça parça indirildiler. Böylece insanlara, üzerinde dura dura ve ağır ağır okusun. Tıpkı, bir öğretmenin Kur'an'ı bölümlere ayırarak öğretmesi ve zihinsel kapasitesine göre her gün bir parçayı öğrencisine okutması gibi.

Oysa Kur'an'ın Peygamber Efendimize (s.a.a) parça parça indirilmesi ile, onun bölümler halinde öğrencilere öğretilmesi, okunması arasında apaçık bir fark vardır. Kur'an'ın parça parça indirilmesi olayında iniş sebeplerinin etkinliği söz konusudur. Ama Kur'an'ın öğretiminde böyle veya buna benzer bir durum yoktur. Çünkü farklı zamanlarda öğrenciye okunan farklı bölümler, bir zaman diliminde birleştirilebilirler. Ama: "Onları affet, aldırış etme." (Mâide, 13) "İnkar edenlerden size yakın olanla savaşın." (Tevbe, 123) "Gerçekten Allah, eşi konusunda seninle tartışan kadının sözünü işitti." (Mücadele, 1) "Onların mallarından sadaka al." (Tevbe, 103) ve benzeri ayetleri birleştirmek, iniş sebeplerini ve zamanını geçersiz saymak, bunların tümünün birden Peygamberimizin tebliğe başlamasının ilk döneminde veya hayatının son zamanlarında indiğini varsaymak mümkün değildir. Şu halde: "Onu bir Kur'an olarak ayırdık." sözünde işaret edilen Kur'an, bütün ayetlerin bir araya getirilmesi ile meydana gelen müshaf anlamında kullanılmamıştır.

Kısacası, üzerinde durduğumuz ayetlerden algıladığımız kadarıyla, Kur'an'dan okuduğumuz ve üzerinde düşündüğümüz hususların bir de ötesi vardır ve bu ötesi, Kur'an açısından, bedene göre ruhun, örneklenene göre örneğin gördüğü işlevi görür. -Yüce Allah'ın "Hikmetli kitap" diye nitelendirdiği de budur.- İndirilen Kur'an'ın içerdiği bilgiler ve açıklamalar buna dayanır. Bu ötesi şeyi kopuk ve ayrılmış lafızlar şeklinde düşünmemek gerekir. Lafızlar aracılığıyla delalet edilen anlamlar gibi de değildir. İşte bu, söz konusu ayetlerde işaret edilen tevildir. Çünkü tevil olgusunun nitelikleri ve özellikleri bununla uyuşmaktadır. Buradan hareketle tevil kavramının gerçek anlamını da algılamış oluyoruz. Yine buradan hareketle sıradan anlayışların ve arınmamış nefislerin tevili algılamalarının mümkün olmamasının nedenini de kavramış oluyoruz.

Yüce Allah bir başka ayette şöyle buyuruyor: "O, elbette değerli bir Kur'an'dır. Saklı bir kitaptadır. Ki ona, temizlenip-arınmış olanlardan başkası dokunmaz." (Vâkıa, 77-79) Bu ayetlerin zahiri ile, değişme ve bozulmaya karşı koruma altına alınan ve saklı tutulan kerim Kur'an'a Allah'ın arınmış kullarının dokunabildikleri vurgulanıyor. Zihinlerin ona girip çıkması suretiyle bir takım tasarrufları da değişme kapsamına girer. (Ki bu, bütün değişimlerden koruma altına alındığına göre, bu tür değişmeden de korunmuştur demektir). Aslında ayette, işaret edilen 'dokunma'dan maksat anlayış ve bilişin ulaşmasından başka bir şey değildir. Bilindiği gibi, yukarıda üzerinde durduğumuz ayette sözü edilen "Korunmuş, saklanmış kitap"tan maksat "Allah dilediğini giderir, dilediğini bırakır. Kitabın anası O'nun katındadır." (Râ'd, 39) "O, bizim katımızda ana kitaptadır. Yücedir, hikmet doludur." (Zuhruf, 4) ayetlerinde geçen "ana kitap"tır.

Bunlar bir toplulukturlar ki, kalplerinde arınma inmiştir. Bu arınmayı indiren yüce Allah'tan başkası değildir elbette. Çünkü yüce Allah, her nerede bu arınmadan söz etmişse, onu kendine nispet ederek söz konusu etmiştir: "Allah sadece siz Ehl-i Beyt'ten kiri gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister." (Ahzab, 33) "Ama sizi temizlemek ister." (Mâide, 6) Kur'an-ı Kerim'de her ne zaman manevi arınmadan söz edilmişse, mutlaka bu husus yüce Allah'a nispet edilmiş veya O'nun iznine dayandırılmıştır. Arınma ise, kirin ve pisliğin kalpten giderilmesi demektir. Kalbin insan organizmasındaki fonksiyonu ise kavrama ve irade etme aracı olmasıdır. [Kur'an'daki kalp kavramıyla dilimizde yaygın olan kalp kavramı farklı şeylerdir.]

Dolayısıyla kalbin arındırılması, insan nefsinin inançları ve iradesi açısından temizlenmesi anlamını ve pisliğin bu iki açıdan giderilmesini ifade eder. Bunun sonucu, kalbin hak nitelikli inançlar ve gerçek bilgiler üzerinde sabitleşmesi, kuşkuya eğilim göstermemesi, hak ile batılı karıştırmaması ve pratikte bildiği gerçeklerin gereklerini yerine getirmesi, hevaya tabi olmak gibi bir eğilim göstermemesi ve ilmî misakı çiğnememesidir. İşte ilimde derinleşme dediğimiz olay budur. Çünkü yüce Allah ilimde derinleşenleri, doğru yola erişmiş, öğrendikleri gerçekler üzerinde sarsılmadan hareket eden ve fitne çıkarma arzusunu taşımayan kimseler olarak tasvir ediyor. Buradan anlıyoruz ki, kalpleri arındırılmış kimseler, aynı zamanda ilimde derinleşen kimselerdir. Bu hususu iyice kavramalı ve onu ganimet bilmelisin.

Ancak, bu açıklamanın doğurduğu sonuç hakkında yanılgıya düşmemek gerekir. Çünkü burada kesinlik kazanan husus şudur: Arınmışlar, tevilleri bilirler. Arınmışlıkları ilimde derinleşmiş olmalarını da gerektirmektedir. Bunun nedeni, kalplerinin arındırılmasının yüce Allah'a nispet edilen bir durum olmasıdır. Yüce Allah, altedilemez bir sebeptir. Yoksa ilimde derinleşenler, ilimde derinleştikleri için tevilleri biliyor değildirler. Yâni ilimde derinleşmek tevilleri bilmeye neden değildir. Çünkü ayette, ilimde derinleşmenin tevilleri bilmeyi gerektirdiği yönünde bir açıklama veya işaret yer almıyor. Hatta, ayetin akışından, onların tevilleri bilmedikleri yönünde bir işaret de algılanabilir. Çünkü ayette: "Derler ki: Biz ona inandık, tümü rabbimizin katındandır..." şeklinde bir ifade yer alıyor.

Yüce Allah, ehl-i kitaptan bazı adamları da ilimde derinleşmişler olarak nitelendiriyor ve onları övüyor. İmanlarından ve salih amellerinden dolayı onları ödüllendireceğini vurguluyor: "Ancak onlardan ilimde derinleşenler ve mü'minler, sana indirilene ve senden önce indirilene inanırlar." (Nisâ, 162)Bununla beraber, bu ayette onların kitabın tevilini de bildikleri yönünde bir açıklamaya yer verilmiyor.

Aynı şekilde: "Ona temizlenmiş-arınmış olanlardan başkası dokunamaz" ayetinden ise, sadece arınmış kimselerin genel bir şekilde ona dokunabildiklerinden söz ediliyor. Onların her türlü tevili bildikleri, bu hususta hiç bir zaman bilmedikleri herhangi bir şeyin olmadığı hususundan ise söz edilmiyor. Şayet onlar hakkında böyle bir özellik kanıtlanacaksa, bu başka bir kanıt aracılığıyla olacaktır.

5- Kur'an'ın Müteşabih Ayetler İçermesinin Hikmeti Nedir?

Kur'an'a yöneltilen itirazlardan biri de onun müteşabih ayetler içermesidir. Bu itirazları yapanlar Müslümanlara diyorlar ki: Sizin iddianıza göre, Kur'an, kıyamete kadar bütün insanların sorumlu oldukları hükümleri içermektedir. O, hak ile batılı birbirinden ayıran kesin bir sözdür. Sonra bakıyoruz ki, Müslümanlar arasında yaygın olan değişik mezheplerin mensuplarının her biri, kendi mezhebini haklı çıkarmak için Kur'an'dan kendisine kanıt bulabiliyor. Bunun nedeni Kur'an'da ki müteşabih ayetlerdir. Acaba Kur'an müteşabih ifadelerden arınmış ve tüm ifadeleri net bir şekilde anlaşılır olsaydı, amaca daha uygun olmaz mıydı? Bu durumda bir çok ihtilaflar ortadan kalkmaz mıydı?

Kur'an'a yöneltilen bu itiraza çeşitli cevaplar verilmiştir. Bunların bir kısmı, hiç bir makul dayanağı olmayan anlamsız ifadelerdir. Örneğin bazıları şöyle demişlerdir: Kur'an'da müteşabih ifadelerin bulunması, hakkın algılanmasını zorlaştırıcı, araştırmayı ağırlaştırıcı bir etki bırakır. Bu da yapılan çalışmanın ecrinin ve sevabının artmasını sağlar.

Diğer bazıları ise, eğer Kur'an sadece belli bir mezhebin görüşünü destekler mahiyette açık ve anlaşılır ifadelerden başkasını içermeseydi, bu durum, diğer mezheplerin mensuplarının nefretine neden olurdu ve Kur'an'a bakmamalarına sebep olurdu. Ancak Kur'an müteşabih ifadeler de içerdiği için, kendi mezheplerinin görüşünü destekleyen bir şey buluruz ümidiyle Kur'an'a bakmak durumunda kalıyorlar. Bu yüzden onların Kur'an'dan gerçeği öğrenmeleri ve ona inanmaları daha kolay oluyor, şeklinde cevap vermişlerdir.

Bir başkaları da şöyle demişlerdir: "Kur'an'ın müteşabih ifadeler içermesi, aklî kanıtlara baş vurmayı gerektirici bir etki bırakıyor. Bu sayede insanlar, taklit karanlığından kurtulup içtihat aydınlığına ulaşıyorlar."

Veya şöyle cevap verilmiştir: Kur'an'ın müteşabih ifadeler içermesi değişik tevillerle araştırma yapılmasını gerektirir. Bu da, dilbilimi, sarf, nahiv ve fıkıh gibi bir çok yararlı bilimlerden yararlanmayı ve o hususlarda uzman olmayı sağlamıştır.

Daha ilk bakışta bu cevapların kanıttan yoksunluğu ve ilmi dayanağının olmayışı göze çarpmaktadır. Bu itiraza verilen cevaplar içerisinde sadece üç cevap, söz konusu edilmeğe ve üzerinde araştırma ve etüt yapmaya değer:

Birincisi: Kur'an'ın müteşabih ifadeler içermesi kalplerin ona inanmak bağlamında arınmaları amacına yöneliktir. Çünkü eğer Kur'an'da yer alan bütün ifadeler, akıl tarafından derhal algılanan, bütün herkesin şüphe etmediği açık türden olsalardı, bunlara inanmanın Allah'ın emirlerine boyun eğmek, peygamberlerine teslim olmakla en ufak bir ilintisi olmayacaktı.

Bu cevapla ilgili değerlendirmemiz şöyledir: Boyun eğme, zayıf kimsenin güçlü bir kimse karşısında hissettiği etkilenme ve buna bağlı olarak gösterdiği itaat tepkisidir. İnsanoğlu, hem büyüklüğünü algıladığı, hem de azametinden dolayı algılayamadığı şeylere de boyun eğer. Yüce Allah'ın sonsuz kudreti, sonsuz azameti ve diğer sıfatlarını insan kavrayamaz, ama bunların etkisi altında kalır ve bu etkilenmenin bir belirtisi olarak itaat eder. İnsan aklı bunlara yöneldiği zaman, tüm boyutlarıyla kavramaktan aciz olarak eli boş döner. Diğer bazı olgular da vardır ki, insan aklı yöneldiği zaman, bunları kavrayamaz, fakat insanlar, bunları kavradıklarını sanırlar veya öyle inanırlar. İşte bu tür şeylere boyun eğmenin bir anlamı yoktur. Aklın yanılıp kavrayamadığı müteşabih ayetler de bu kategoriye girer. Akıl bunları kavrayamadığı halde kendisinin bunları kavradığını sanır.

İkincisi: Kur'an'ın müteşabih ifadeler içermesi, aklı araştırmaya ve ayaklanmaya sevk etmek içindir. Ki akıl, hiç bir düşünce eylemi gerçekleştirmeden algıladığı apaçık ifadelerle uğraşmak sonucu temel fonksiyonunu yitirmesin. Çünkü akıl insanın en değerli varlığıdır. Bu yüzden insanı eğitmenin yanı sıra aklı da eğitmek gerekir.

Bu cevap da doğru değildir. Şöyle ki: Yüce Allah, insanları, iç (enfüs) ve dış (afak) aleme serpiştirdiği ayetler üzerinde düşünmeye, aklını kullanmaya teşvik etmiş, akla özgü eylemler içinde olmasını emretmiştir. Kitabının bazı bölümlerinde konuyla ilgili olarak genel bir telkinde bulunmuş, diğer bazı bölümlerinde açık ve ayrıntılı emirler yöneltmiştir. Göklerin, yerin, dağların, ağaçların, hayvanların ve insanların yaratılışı, dillerin ve renklerin farklılığı gibi hususlar üzerinde durup düşünülmesini emretmiştir. Akletmeye, tefekkür etmeye, yeryüzünde dolaşıp geçmiş toplumların akıbetlerini gözlemleyip ibret dersleri çıkarmaya teşvik etmiştir. Aklı ve düşünceyi sürekli tavsiye etmiş, ilimden büyük bir övgüyle söz etmiştir. İnsan, Kur'an'ın bu direktifleri doğrultusunda hareket ettiği zaman, genelde ayakların kaydığı ve anlayışların çarptığı alanlarda enerjisini boşu boşuna tüketmekten kurtulmuş olur.

Üçüncüsü: Peygamberler, bütün insanlara gönderilmişlerdir. İnsanlar arasında da düşünsel alanda herhangi bir faaliyet olmayan avam kimseler var, fikri faaliyetleriyle belirginleşen havas kişiler var. Zeki insanlar var, aptal insanlar var. Alimler var, cahiller var, Öyle anlamlar olur ki, bunu herkesin anlayabileceği bir açıklıkta, tüm gerçekliğini ve iç boyutlarını gözler önüne serecek bir nitelikte ifade etmek mümkün olmaz. Bu tür anlamların ifade edilmesi bağlamında havas niteliğine sahip kimselerin anlayabileceği örnekler, kinayeli ve işaretli sözler kullanmak önerilir. Geri kalan insanlarınsa bunlara inanması istenir. Bunlara düşen, söylenen sözlere inanmak ve gerisini Allah'a havale etmektir.

Bu değerlendirme de yanlıştır. Şöyle ki: Kur'an-ı Kerim müteşa-bih ifadeler içerdiği gibi, muhkem ifadeler de içeriyor. Müteşabih-ler, muhkemlere döndürülerek anlaşılır. Bunun doğal bir gereği,müteşabihlerin, muhkem ifadelerin ortaya çıkardığı anlamlardan fazlasını içermemeleridir. Bu noktada, insanların aklına takılan soru bir kez daha gündeme geliyor: Müteşabih ifadelerin yanında bunların da bulunmalarının ne hikmeti vardır?...

Aslında buradaki yanılgının sebebi, tamamen birbirinden farklı iki tür anlamın var olduğunu söylemektir. Bu türlerden birini, havas, avam herkes anlar. Bunlar, muhkem ifadelerin işaret ettikleri anlamlardır. Diğer bazı anlamlar da vardır ki, bunlar yüksek bilgiler ve ince gerçeklerdir. Bu tür anlamlar, ancak havas niteliğine sahip kimseler tarafından algılanabilir. Bu yanılgının sonucu, müteşabih ifadelerin muhkem ifadelere döndürülmemesidir. Daha önce, böyle bir değerlendirmenin, Kur'an'ın bazı ayetlerinin diğer bazı ayetleri tarafından tefsir edildiğine net bir şekilde işaret eden ayetlerin içeriğiyle bağdaşmadığını belirtmiştik.

Bu noktada söylenmesi gereken cevap şudur: Kur'an'da müteşa-bih ayetlerin bulunması bir zorunluluktur. Bu zorunluluk, tevilin anlamıyla ilgili açıklamalarımızın ışığında Kur'an'ın bazısının bazısını açıklamasını gerektiren tevil olgusunun varlığından kaynaklanmaktadır.

Kur'an'ın ifade tarzının boyutları, ilahi eğitim sisteminin temel nitelikleri ve bilgilerinin dayanağı olarak gösterilen olgular ve en üst derecedeki amaç üzerinde derin bir şekilde düşünüldüğü zaman, bu husus biraz olsun açıklık kazanır. Bunları bir kaç noktada inceleyebiliriz:

Birincisi: Yüce Allah, kitabının tevili olduğunu belirtiyor. Kur'an'-ın içerdiği bütün bilgiler, hükümler, kanunlar ve diğer ilahi bilgiler bu eksen etrafında dönmektedir. Bütün bu açıklamaların yöneldiği, ilgili olduğu nokta konumundaki bu tevil, kavrayışların ulaşamayacakları, akılların yükselemeyecekleri bir noktadadır. Kuşkusuz yüce Allah'ın arındırdığı ve kirlerini giderdiği nefisler bu genellemenin dışındadır. Sadece onlar, Kur'an'ın tevilini algılayabilirler. Sözünü ettiğimiz bu husus, yüce Allah'ın davetine olumlu karşılık veren insanın bilgi açısından ulaşmasını istediği hedeftir. O, insanın, her şeyin açıklaması konumunda olan kitabının içerdiği bilgilere ulaşmasını irade etmektedir. Bunun anahtarı da ilahi arındırmadır. Yüce Allah, bir ayette şöyle buyuruyor: "Allah size güçlük çıkarmak istemez, ama sizi temizlemek ister." (Mâide, 6) Buradan anlıyoruz ki, yüce Allah'ın dini hükümleri koymasındaki hedef, ilahi arındırmadır.

Çağrı herkesle ilgili ve herkese yöneltilmiş olmakla birlikte, diğer tüm kemal nitelikler gibi, insan için öngörülen bu kemal niteliğine de, tam anlamıyla ancak özel sıfatlara sahip kimi bireyler ulaşabilirler. İnsanların dini eğitim sistemiyle eğitilmeleri çabası, mükemmel arındırma sonucunu sadece belli sayıdaki kimseler üzerinde gösterirken, belli oranlardaki arındırma başarısını da geri kalan diğer insanlar üzerinde gösterir. Bu başarının oranı da insanların derecelerinin farklılığına göre farklılık gösterir.

Nitekim İslam dini, amel bağlamında insanları gerçek takvaya da çağırır: "Allah'tan nasıl korkulması gerekiyorsa öylece korkup sakının." (Âl-i İmrân, 102) Bununla beraber eksiksiz takva duygusu, ancak belli sayıdaki insanlar bağlamında gerçekleşir. Bunların dışındaki insanlarda ise, alt mertebede ideal ve en ideal şeklinde bir derecelenme söz konusudur. Bütün bunların nedeni, insanların özdoğalarının ve anlayış kapasitelerinin farklılığıdır.

Eğitim ve davet açısından diğer tüm toplumsal kemal nitelikler için de aynı durum söz konusudur. Bir davetçi, bir toplumu, ilim, sanat, servet, huzur ve benzeri tüm kemaller bağlamında en üst dereceye davet eder; ancak bunların en mükemmel düzeyini sadece belli sayıdaki insan elde eder. Bunların dışındaki insanlar, yetenekleri oranında farklı derecelerle sıralanırlar. Gerçekte bu tür amaçların tümüne bütün bireyler değil de kesinlikle toplum ulaşır.

İkincisi: Kur'an-ı Kerim, bu onur verici hedefe ulaşmanın tek yolunun, insanı bilgi (teori) ve amel (pratik) alanında eğiterek insana kendi nefsini tanıttırması olduğunu kesin olarak ifade etmektedir. Bilgi açısından insana kendi nefsi tanıttırılması, dünya, ahiret ve bu iki alem arasındaki alemin hakikati gibi, kendisiyle ilintili gerçeklerin öğretilmesi şeklinde sağlanır. Böylece, insanoğlu, kendi nefsini ilintili olduğu gerçek olgularla birlikte tam manasıyla tanıma imkanını bulmuş olur. İnsanı kendisine ameli olarak tanıttırmak ise, toplumsal yasalarla yükümlü kılınması ile gerçekleştirilir. Bu durumda, toplumsal hayatı yapıcı bir düzlemde devam eder. Toplumsal hayatı, onun bilgi ve irfan alemine yükselmesine engel oluşturmaz. Bunun yanında, yerine getirilmesi zorunlu olan kulluk yükümlülükleri ve ibadetleriyle sorumlu tutulması gerekir. Bu ibadet ve yükümlülüklerin sürekli yerine getirilmesi onun Allah ve ahiret üzerinde düşünmesine, kalbinde ancak Allah ve ahirete yer vermesine, kalbin mana ve arınma alemine yönelmesine, maddenin pisliğinden ve ağırlığından kurtulmasına neden olur.

"Güzel söz O'na yükselir, salih amel de onu yükseltir." (Fatır, 10) ayeti üzerinde iyice durup düşündüğün zaman, bir de buna: "Ancak Allah sizi arındırmak ister..." (Mâide, 6)ayetiyle ilgili olarak genel ve kısa açıklamamızı ve yine "Siz kendi nefislerinize bakın. Siz doğru yolda olduğunuz takdirde, sapan kimse size zarar vermez." (Mâide, 105) "Allah, sizden iman edenleri ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltir." (Mücadele, 11)vb. ayetleri eklediğinde, dini hükümlerin yasaya bağlanması, insanların dini hükümlere uymaya yöneltilmesindeki güdülen ilahi amacı ve bunların pratize edilmesinde izlenen yöntemleri açık bir şekilde kavrarsın.

Bu açıklamalardan hareketle önemli bir noktaya varıyoruz: İslam'ın öngördüğü toplumsal yasalar, kulluk ve ibadet yükümlülükleri için konulmuşlardır. Toplumsal hükümler, kulluğun yerine getirilmesini mümkün kılıcı, sahih bir düzlemde gerçekleştirilmesini sağlayıcı bir işlev gördüğünden yasalaştırılmış ve öngörülmüştür. Kulluk yükümlülükleri ise, Allah'ı ve ayetlerini tanıma amacına yöneliktir. Dolayısıyla İslam'ın koyduğu toplumsal hükümler bağlamında en ufak bozulma, bir sapma ve bir değişiklik kulluk sisteminin bozulmasına yol açar. Kulluk sisteminin ifsat olması ise, insanın kendini ve Rabbini tanıması durumunu ortadan kaldırır.

Vardığımız bu sonuç, önceki açıklamamızın apaçık bir ayrıntısı olmanın yanısıra, pratikte yaşanan deneyim tarafından da pekiştirilmektedir. Bu ümmet içinde, İslam dininin öngördüğü hayat tarzına ilişkin bozulmaların üzerinde düşündüğün zaman, meseleyi enine boyuna irdelediğin zaman, ifsat sürecinin nereden başladığı ve nerede noktalandığı üzerinde iyice düşündüğün zaman, fitnenin önce toplumsal hükümler bağlamında başladığını, sonra ibadet sisteminde devam ettiğini, bunun sonucunda, ilahi irfanın (insanın kendini ve Rabbini tanıması ile ilgili bilgilerin) reddedilmesi noktasına varıldığını anlarsın. Bundan önce, fitnenin müteşabihlere tabi olmakla ve müteşabih-lerin tevillerinin peşine düşmekle başladığını, belirtmiştik. Bu durum günümüze kadar, bu şekilde sürüp gelmiştir.

Üçüncüsü: Dinin yolgöstericiliği, mümkün olduğu oranda insanları taklitçilikten uzaklaştırmak ve bilginin onlar arasında yerleşik kılınması esasına dayanır. Din ile güdülen amaç olan marifet (insanın kendini ve Rabbini tanıması) ile bağdaşan tavır budur. Nasıl olmasın ki? Vahiy yoluyla indirilen kitaplar arasında Kur'an gibi ve dinler arasında İslam gibi ilmi yücelten, insanları ilme teşvik eden bir tek kitap ve din yoktur.

İşte bu husus, kitabın, insanlara, en başta marifetle ilgili gerçekleri öğretmesini ardından yasaya bağlanan pratik hükümlerin bu gerçeklerle bağlantısını vurgulamayı gerektirmiştir. Diğer bir ifadeyle insanın şu hususu anlaması amaçlanmıştır: İnsan, Allah tarafından varedilmiş, O'nun tarafından yaratılmıştır. Allah, onu kendi elleriyle yaratmış, yaratılışı ve hayatının devamı bağlamında meleklerini ve gökler, yer, bitkiler, hayvanlar, mekan ve zaman gibi varlıkları aracı kılmıştır. İnsan, ahirete ve vadedilen yere doğru bir yol izlemektedir. Onun ahirete doğru yol alması bir zorunluluktur. Rabbine doğru bir çaba içindedir. Sonunda O'nunla karşılaşacak, daha sonra yaptıklarının karşılığını görecektir. Bunun sonucunda ya cennete, ya da cehenneme gidecektir. İşte bunlar, marifetin kapsamına giren hususların bir kısmını oluşturmaktadır.

Bunun yanında, insana cennet mutluluğuna ulaştıran amellerin neler olduğunu, yine cehennem mutsuzluğuna mahkum ettiren davranışların hangileri olduğunu gösterir. Kısacası, insana kulluk sistemiyle ilgili hükümleri ve sosyal yasaları öğretir. Bu da marifetle ilgili hususların bir diğer kısmıdır.

Sonra insana şu gerçeği de gösterir: Bu hükümler ve yasalar, kendisini mutlu kılarlar. Yâni ona şunu anlatır: İrfanın kapsamına giren bu ikinci kısım bilgiler, birinci kısım bilgilerle ilintilidir. Bunların yasaya bağlanması ve insanların bunlara uymalarının öngörülmesi, sırf onun mutluluğu içindir. Çünkü bunlar, insanın dünyada ve ahirette hayrına olacak hususlar içermektedir. Bunu da irfanın üçüncü kısmı olarak algılayabiliriz.

Şimdi artık açık olarak biliyorsun ki, ikinci bilgiler giriş, birinci kısım bilgilerse sonuç niteliğindedir. Üçüncü kısım bilgiler ise, ikinci kısım ile birinci kısmı birbirine bağlayan bir araç işlevini görmektedir. Ayetlerin, sözünü ettiğimiz üç kısım bilginin her birine yönelik işaretleri son derece belirgindir, ayrıca açıklamaya gerek yoktur.

Dördüncüsü: İnsanların büyük çoğunluğunun kavrayışları, somut alemin ötesini algılayamaz. Akılları maddi alemin ve doğanın ötesine yükselecek güçten yoksundur. Ancak insanlar içinde bazı kimseler, bilimsel araştırmalar sonucu, anlamların kavrayış düzeyine ulaşabilirler; kuralları ve yasaları bütünsel bir bakış açısı ile algılayacak niteliğe sahip olabilirler. İşte bu tür insanlara kavrama gücü veren ve onların anlamlar ve külli kavrayışlar dünyasına ulaşmasını sağlayan yöntemler ve araçlar farklı olduğundan dolayı bu seviyeye ulaşan insanlarında, somut alemin ötesindeki aşkın anlamları kavrama düzeyleri birbirinden farklıdır. Kısacası her bir düzeyi arasında alabildiğine uzanan ayrılıklar vardır. İnsanların fiziki alemin ötesindeki olguları algılamada birbirinden farklı mertebelere sahip olduklarını hiç kimse inkar edemez.

Bir insana herhangi bir anlamı iletmek, ancak onun yaşayışı ve hayat tarzı itibariyle kazanmış olduğu zihinsel bilgileri aracılığı ile mümkündür. Eğer insan, somut şeyler aracılığıyla anlamları algılamayı alışkınlık haline getirmişse, aşkın anlamların ona ulaştırılması, maddi nitelikli kavrayış alanında yükseldiği derece oranında sahip olduğu bilgilerle kendisine bu anlam aktarılır. Bir çocuğa, kadın-erkek birleşmesinin (nikahın) meydana getirdiği lezzetin helvanın tadı örnek gösterilerek anlatılması gibi. Eğer muhatabımız, bütünsel anlamlara vakıf bir kişiliğe sahipse, bu durumu gözönünde bulundurularak ve bu husustaki kapasitesi esas alınarak kendisine bir anlam aktarılır. Böyle bir insan, sadece somut olgular aracılığıyla anlamları kavramayı alışkanlık edinen insanın aksine, anlamları, hem somut, hem de soyut anlatım tarzıyla kavrayabilir.

Öte yandan, dinsel yolgöstericilik insanlar içinde sadece belli bir gruba özgü değildir. Tersine, dinin rehberliği tüm grupları ve bütün sınıfları kuşatacak özelliktedir. Bu durum herkesin rahatlıkla gözlemlediği bir olgudur.

Bu gerçek, yâni Kur'an'ın içerdiği ifadelerin bir tevilinin bulunmasının yanısıra, anlayışların farklılığı ve yol göstericiliğin genelliği hususu, açıklamaların örnekler tarzında sunulmasını gerektirmiştir. Şöyle ki, insanın bildiği ve zihnin tanıdığı anlamlar aracılığıyla aralarında bulunan bir münasebetten dolayı, bilme imkanından yoksun olduğu bilgileri algılaması sağlanır. Tıpkı aralarında biçim, görüntü, hacim ve tür bakımından herhangi bir özdeşlik bulunmadığı ve sadece ölçüm münasebeti bulunan eşyanın ağırlık ölçüm birimleriyle ölçülmesi gibi.

"Gerçekten biz onu, belki aklınızı kullanırsınız diye Arapça bir Kur'an kıldık. Şüphesiz o, bizim katımızda olan ana kitaptadır; çok yücedir; hikmet doludur." (Zuhruf, 3-4) gibi önceleri işaret edilen ayetler, bu meseleyi işaret ve kinaye yöntemiyle ifade ediyorlar; ancak Kur'an bu meselenin açıklanması bağlamında sadece bununla yetinmiyor. Örneğin hak ve batıl için somut örnekler verdiği ayette açıklamıştır. Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Allah gökten bir su indirdi de dereler kendi miktarınca (o su ile) çağlayıp aktı. Sel, üste çıkan köpüğü taşıdı. Bir süs veya bir meta sağlamak için ateşte yakıp erittikleri şeylerde bunun gibi bir köpük vardır. İşte Allah, hak ile batıla böyle örnekler verir. Köpüğe gelince, o yok olup gider, insanlara yarar sağlayacak şey ise, yeryüzünde kalır. İşte Allah, örnekleri böyle vermektedir." (Râ'd, 17)

Bu ayetten anlaşılıyor ki, örnekler, yüce Allah'ın sözleri için geçerli oldukları gibi, fiilleri için de geçerlidir. Şu halde, yüce Allah'ın fiili de tıpkı sözü gibi haktır. Yüce Allah'ın fiil ve sözlerinin hak oluşları ile, onların kapsadıkları şey kastedilmektedir. Bu ikisine, kastedilmeyen, aynı zamanda insanlar için bir yararı da bulunmayan, ancak göz kamaştırıcı ve çekici olgular da eşlik etmektedir. Ancak bunların ömrü fazla sürmez, yok olup giderler. Geride insanlar için yararlı olan hak kalır. Batılın giderilmesi ve ortadan kalkması, ancak bir diğer hakkın aracılığı ile mümkündür. Bu da tıpkı, hak ve istenen bir anlam içeren müteşabih ayete benzer. Müteşabih ayetin istenen ve hak niteliğine sahip olan gerçek anlamına, istenmeyen, hak niteliğinden yoksun olan ve daha erken algılanmakla hak nitelikli anlamın üstüne çıkan bir diğer anlam da eşlik etmektedir. Ancak bu batıl nitelikli anlam, üzerini örttüğü ilk hak anlamı ortaya çıkaracak bir diğer hak aracılığıyla ortadan kalkar. Bu işlemle güdülen amaç, günahkarlar istemeseler de yüce Allah'ın sözleri aracılığıyla hakkı egemen kılmak ve batılı yok etmektir. Yüce Allah'ın sözleri hakkında geçerli olan bu örneklendirme, varlıklar aleminde belirginleşen objeler dünyasındaki fiilleri için de geçerlidir.

Özetleyecek olursak: Yukarıda incelediğimiz ayetten şu husus ortaya çıkıyor: Hak nitelikli ilahi bilgiler, tıpkı yüce Allah'ın gökten indirdiği su gibidir. Bunlar da salt su olarak iner. Herhangi bir nicel ve nitel sınırlandırma söz konusu değildir. Sonra vadilere, derelerde akan seller gibi, yataklarının darlığı veya genişliği kapasitesine göre oranlamalar söz konusu olur. Bu oranların her biri, değişmez olgulardır ve kendi konumlarında bilgilerin temelleri ve hukuki hükümler, bir de daha önce hükümlerle hak nitelikli bilgileri birbirine bağlayan hükümlerin gerisindeki maslahatlar işlevini görürler. Lafzî açıklamayı bir an için gözardı edersek, özü itibariyle, ilahi hakikatlerin hükmü bundan ibarettir.

İşte bu gerçeklere, hayata egemen olma süresinde, köpük gibi belirgin bir şekilde kabaran, ama çok çabuk gözden kaybolan olgular da eşlik edebilir. Bir bakıma bu durum, nasih ayetler aracılığıyla yürürlükten kaldırılan mensuh hükümlere benzer. Çünkü mensuh hüküm, görünüşü itibariyle devamlılık arzetmek durumundadır; ancak nesheden hüküm, onun devamına son veriyor ve onun yerine bir başka hükmü ikame ediyor. Bu, lafzî açıklama derelerini, bir an için gözardı edersek, bilgilerin kendisi için geçerli olan durumdur.

Hak bilgilerin lafız ve delalet kalıbına girmesine gelince, bunlar, lafzî açıklamalar vadilerinde akmaya başladıkları andan itibaren, vadilerin kapasiteleri ile ölçülürler, daha önce mutlak olan bu gerçekler, sözlü maksat şekillerin kalıbı içinde biçimlenirler. Bu sözler, konuşmacının sözleriyle kastettiği anlam bağlamında sabit olurlar. (yâni bunların hepsi kastedilmiştir) Ancak bununla beraber, bunlar, bir kalıp içinde takdir edilmeyen asıl anlamları temsil eden örnekler niteliğindedir.

Sonra bu anlamlar, değişik zihinlere uğramaları sonucu, sel üzerinde biriken köpükleri andıran, kasıt dışı anlamları da yüklenmek durumunda kalırlar. Çünkü zihinler, çeşitli ve alıştığı anlamların deposu niteliğindedir. Böyle bir durumda olan zihin de ona giren diğer düşüncelerde tasarrufta bulunur. Kuşkusuz bu tasarruflar da daha önce işaret ettiğimiz gibi genellikle, temel bilgiler, hükümlerin dönük oldukları maslahatlar ve özler gibi alışık olunmayan hususlarda söz konusu olur. Hükümler ve yasalara gelince, bunların özleri bir yana, alışılmış şeyler oldukları için, zihindeki birikintilerin bunlar üzerinde herhangi bir etkinlikleri düşünülemez. Buradan da anlaşılıyor ki, müteşabihler, dini hüküm ve kanunların metinlerini içermeleri değil de özleri ve bilgileri içerdiklerinden dolayı müteşabih ifadelerdir.

Beşincisi: Bundan önceki açıklamalardan şu sonucu çıkarıyoruz: Kur'an'da yer alan lafzî açıklamalar, hak nitelikli ilahi bilgilere ilişkin örneklerdir. Çünkü, bu tür ayetlerin kapsadığı açıklamalar, genel anlayışların yüzeyine inmişlerdir. Genel anlayışlar ise, ancak somut olguları algılayabilirler, somut kalıplar içinde olmadıkları sürece bütünsel anlamları kavrayamazlar.

Bu durum ise, cisim ve cismani arazdan soyut bütünsel anlamların ilkası hususunda iki sakıncanın gündeme gelmesini gerektirmektedir: Eğer anlayışlar, bütünsel anlamlarda kastedilen bilgileri algılama aşamasında, madde ve somut olgular mertebesinde donup kalırsa, onun açısından örnekler örneklendirilen gerçeklerin yerine geçerler. Bu ise, gerçeklerin geçersizliğini, anlam ve maksatların gözden kaçırılmasını gerektirir. Şayet, madde mertebesinde donmayıp, örnekleri kapsam dahilinde olmayan özelliklerden soyutlamak suretiyle soyut anlamlara ulaşırsa, bu durumda da eklemeler ve çıkarmalardan emin olunmaz. Tıpkı birinin bize: Gece yolculuğuna çıkan topluluk, sabahleyin tebrik edilir" demesi ya da şair Sahr'ın şu beyitleriyle bir olayın örneklendirilmesi gibi.

"Kuşağı bağlamaya çalışıyorum, ama yapamıyorum.

Çünkü eşeğin sıçraması engelleniyor."

Biz, kıssayla ve örneklendirilen olayla ilgili olarak zihnimizde bulunan hazırlık dolayısıyla, örneğin özelliklerinden, sabah, topluluk ve gece yolculuğu gibi sözel kalıplardan soyutlaşıyoruz. O zaman anlıyoruz ki, bu örnekle şu anlam kastediliyor: Bir işin etkisinin iyiliği ve fiilin kutlanması, işin bitirilmesinden ve etkisinin görülmeye başlamasından sonra belli olur. Fakat, insan işle uğraşmayı sürdürüyorsa ve işin zorluğunu fiilen çekmeye devam ediyorsa, işinin değerini takdir edemez. Aynı durum, şiir aracılığıyla örneklendirilen hususun soyutlanması durumunda da belirginleşir. Fakat örneklendirilen ile ilgili önceden bir aşinalığımız yoksa, şiir veya örnek üzerinde donup kalırsak örneklendirilen şey bize gizli kalır. Örnek de herhangi bir haber konumuna indirgenmiş olur. Şayet donup kalmazsak, ancak onu bir örnek olarak genelleştirsek, bu sefer de soyutlayarak atılması gereken ve düşündürülmesi istenen anlamı algılamak için korunması gerekli olan kalıpları birbirinden ayırdetmek imkansız olur. İyice düşünüldüğü zaman, bunun açık bir gerçek olduğu anlaşılır.

Bu iki sakıncalı durumdan kurtulmak ancak, örneklendirilen anlamların değişik örneklere bölünmesi ve bazısının bazısını açıklaması, sunulan anlamların bir kısmı diğer bir kısmının maksadını açıklığa kavuşmasını sağlayacak şekilde farklı kalıplar içine sokulması ile mümkündür. Dolayısıyla aralarında bulunan karşılıklı iticilikle şunların bilinmesi mümkün hale gelir. Birincisi: Açıklamalar örneklerdir. Bunların ötesinde örneklendirilen gerçekler yer almaktadır. Bunların maksatları ve amaçları sırf, somut madde ve objelerden alınan lafızlarla sınırlı değildir. İkincisi: Bunların örnekler oldukları bilindikten sonra, bu sayede sözleri örten özelliklerden ne kadarının atılması gerektiği, maksadı anlamak için ne kadarının korunmasının zorunlu olduğu anlaşılır. Bu sonuca da bir örneğin öteki örnekte bulunan bazı özellikleri ve karşılıklı olarak bunun da onda bulunan bazı özellikleri olumsuzlamasıyla varılır.

Kapalı maksatları ve ince anlamları çeşitli kıssaların anlatılması ve örneklerin verilmesi, çeşitli ve çok örneklerle açıklamak ve ifade etmek sadece bir kavme ve bir dile özgü bir durum değildir. Bütün dünya dillerinde buna rastlamak mümkündür. Bunun nedenine gelince, insan açıklamanın öncesinde, bir kıssada veya örnekte işaret edilen maksadın tersini ima eden özelliklerin bertaraf edilmesine ihtiyaç duyar. Bunun gerçekleştirilmesi de konuyla ilintili bir başka kıssanın veya konuyla ilintili bir başka örneğin içerdiği nefyedici özellikler ile mümkündür.

Buradan anlaşılıyor ki, Kur'an'ın müteşabih ayetler içermesi bir zorunluluktur. Bir ayette bulunan benzeşme durumunun da, bir başka ayette bulunan muhkemlik durumuyla ortadan kaldırılması kaçınılmazdır. Böylece, Kur'an'ın müteşabih ayetler içermesi yol göstericilik ve açıklama özelliğiyle bağdaşmadığı şekilde ileri sürülen problem de ortadan kalkmış oluyor.

Şimdiye kadar yaptığımız uzun açıklamalardan bazı hususlar belirginleşmiş bulunuyor:

1-  Kur'an ayetleri iki kısma ayrılırlar: Muhkem ve Müteşabih. Bu husus, bir tek ayetin benzeşen (müteşabih) bir medlul kapsayıp kapsamadığı ile ilgilidir.

2-            Muhkem ve müteşabih ayetleriyle birlikte Kur'an'ın tümü için bir tevil söz konusudur. Tevil ise, sözel kavramlar türünden bir şey değildir. Tam tersine zihin dışı objektif bir olgudur. Bu olgunun açıklanan bilgiler ve amaçlarla bağlantısı, örneklenenle örnek arasındaki bağlantı gibidir. Buna göre, Kur'an'ın içerdiği tüm bilgiler, Allah katında bulunan teviller için verilen birer örneklerdir.

3-  Arınmış olanların, yâni ilimde derinlik kazananların tevili bilmeleri mümkündür.

4-            Kur'an'daki açıklamalar, bilgi ve maksat olarak öngördüğü şeyler adına verilmiş örnekler konumundadır. Bu husus, ikinci maddede Kur'an bilgilerinin örnekler olduğuna ilişkin olarak sözünü ettiğimiz husustan farklıdır. Biz bu konuyu yukarıda gerekli biçimde açıkladık. [İkinci maddede Kur'an bilgilerinin teviliyle yönelik örnekler olduğu, burada ise Kur'an'daki açıklamalarında bilgilere yönelik örnekler olduğu vurgulanıyor.]

5-            Kur'an'ın muhkem ifadeler içermesi bir zorunluluk olduğu gibi müteşabih ifadeler içermesi de bir zorunluluktur.

6-            Muhkem ifadeler kitabın anasıdır; müteşabih ifadelerin açıklanmak üzere bu muhkem ifadelere döndürülmeleri gerekir.

7-            Muhkemlik ve benzeşmelik, çeşitli yönlere izafe edilmeleri ve çeşitli yönlerden ayrı olarak algılanmaları mümkün olan sıfatlardır. Bunun anlamı şudur: Herhangi bir ayet, bir açıdan muhkem, bir başka açıdan da müteşabih olabilir. Sözgelimi, bir ayete izafe edilerek değerlendirildiğinde muhkem, bir başka ayetle birlikte düşünüldüğünde de müteşabih niteliğini kazanabilir. Kur'an'da mutlak anlamda müteşa-bihin somut bir karşılığı yoktur ve mutlak olarak muhkemin bulunmasına da herhangi bir engel söz konusu değildir.

8- Kur'an'ın bir kısmının diğer bir kısmını tefsir etmesi, bir zorun-luktur.

9-            Kur'an'ın çeşitli anlam dereceleri vardır. Burada uzanıp giden bir derecelenme söz konusudur. Dolayısıyla bütün anlamsal derecelenmeler bir alanda ve enlem halinde değildirler. Bu bakımdan bir lafzın tek kullanımda birden çok anlamda kullanılması gibi bir durum söz konusu olmamıştır. Ya da mecazi ifadelerin genelliği gibi bir kullanımdan söz edilemez. Bunları bir tek gerektiricinin değişik gerekleri olarak da görmemek gerekir. Tersine, bunlar lafzın delalet ettiği asıl anlamlardır ve sözcük insanların kavrayış düzeylerinin farklılığına göre bunların her birine uyumluluk ilkesi uyarınca delalet etmektedir.

Konunun daha açık bir şekilde anlaşılması için şunu söylüyoruz: Yüce Allah bir ayette: "...Allah'tan nasıl korkup sakınmak gerekiyorsa öylece korkup sakının." (Âl-i İmrân, 102)buyuruyor. Bu ayetten anlaşılıyor ki, Allah'ın yasaklarından kaçınmak ve emirlerini yerine getirmek anlamına gelen takvanın bir derecesi vardır ve bu da gerçek takva, yâni nasıl korunup sakınmak gerekiyorsa öyle korunup sakınma derecesi vardır. Yine bu ifadeden anlaşılıyor ki, takvanın bu dereceden daha aşağı bir derecesi de vardır. Şu halde bir bakıma salih ameller demek olan takva için bir takım dereceler ve mertebeler söz konusudur ve bunların bir kısmı diğer kısmından daha yukarıdır.

Bir diğer ayette ise, şöyle buyuruluyor: "Allah rızasına uyan kişi, Allah'tan bir gazaba uğrayan ve barınma yeri cehennem olan kişi gibi midir? Ne kötü barınaktır o. Allah katında onlar (ameller) derece derecedir. Allah yaptıklarını görendir." (Âl-i İmrân, 163) Bu ayetten de anlaşılıyor ki, ister salih olsun, ister kötü olsun mutlak olarak amelin bir takım dereceleri ve mertebeleri vardır. Ayette, amel derecelerinin kastedildiğinin kanıtı, ayetin sonunda yer alan: "Allah yaptıklarınızı görendir." ifadesidir.

Şu iki ayet de aynı noktaya temas etmektedir: "Her biri için yaptıklarından dolayı dereceler vardır; öyleki amelleri kendilerine eksiksiz ödensin ve onlar zulme de uğratılmazlar." (Ahkaf, 19) "Yapmakta oldukları dolayısıyla her biri için dereceler vardır. Rabbin, onların yapmakta olduklarından habersiz değildir." (En'âm, 132)

Bu anlamı vurgulamaya yönelik bir çok ayet vardır; söz konusu ayetler içinde bazısından anlaşıldığı kadarıyla cennet dereceleri ve cehennem derekeleri insanların işledikleri olumlu veya olumsuz amellerin derece ve mertebelerine karşılık olarak belirlenmişlerdir.

Bilindiği gibi, ne tür olursa olsun herhangi bir amel, kendisine uygun kalbi bir inançtan sızan bilginin sızıntılarından biridir. Yüce Allah, bir çok ayette, Yahudilerin küfürlerinin, müşriklerin kalplerinin bozukluğunun, Müslümanlar içindeki münafıkların iki yüzlülüklerinin, bazı peygamberlerin ve mü'minlerin imanlarının kanıtı olarak onların işledikleri amelleri ve fiilleri göstermiştir. Şimdi bu ayetleri teker teker sayarsak kitabımızın hacmini aşacaktır. Kısaca şunu söyleyebiliriz: İşlenen amel ne olursa olsun, kendisine uygun bir bilgi gerektirir ve bu bilgiye işaret eder.

Bunun aksi de geçerlidir; yâni her türlü amel, kendisine uygun bir bilgi gerektirir, onun meydana gelişini sağlar ve insanın iç dünyasında yer etmesini mümkün kılar. Şu ayetler bu noktaya temas etmektedir. "Bizim uğrumuzda cihad edenlere şüphesiz yollarımızı gösteririz. Gerçekten Allah, ihsan edenlerle beraberdir." (Ankebut, 69) "Ve yakin sana gelinceye kadar Rabbine ibadet et." (Hicr, 99) "Sonra kötülük edenlerin uğradıkları son, Allah'ın ayetlerini yalanlamaları ve alay konusu edinmeleri dolayısıyla çok kötü oldu." (Rum, 10) "Böylece O da, Allah'a, verdikleri sözü tutmamaları ve yalan söylemeleri nedeniyle, kendisiyle karşılaşacakları güne kadar, kalplerinde nifakı yerleşik kıldı." (Tevbe, 77)

Konuyla ilgili daha bir çok ayet örnek olarak gösterilebilir. Bütün ayetlerin temas ettikleri ortak nokta, salih (iyi) veya kötü tüm amellerin kendilerine uygun bir bilgi ya da bilgisizlik (hak ile çelişen bilgiler de diyebiliriz) ürettikleridir.

Salih amel ve yararlı bilgi hakkında kapsamlı bir ifade olarak yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Güzel söz ona yükselir, salih amel de onu yükseltir." (Fatır, 10) Bu ayetten anlıyoruz ki, hak esaslı inanç sistemi demek olan güzel sözün bir özelliği Allah'a yükselebilmesi ve sahibini Allah'a yaklaştırmasıdır. Salih amelin işlevi de bu hak esaslı inanç sistemini ve bilgiyi yükseltmesidir. Bilindiği gibi, bilginin yükseliş kaydetmesi, kuşku ve kuruntulardan arınması, ruhun tam anlamıyla ona yönelmesi, kalbin onunla bir başka değer arasında parçalanmak, (ki bu mutlak anlamda şirktir) durumuna düşmemesi demektir. Dolayısıyla bilgi kuşku ve şeytani izlerden arınma bağlamında ileriye doğru adım attıkça yükselişi, zirvelere doğru tırmanışı da hız kazanır.

Ayetin ifadesi böyle bir anlamdan uzak değildir. Çünkü ayette güzel söz suûd=yukarı çıkış ve salih amel de ref'=yükselişle nitelendirilmiştir. Yukarı doğru çıkış (suûd) inişin (nüzûl), yükseliş (ref') de alçalışın (vez') karşıtıdır. Yukarı çıkış ve yükseliş nitelikleri aşağılardan yukarıya doğru hareket eden kimse hakkında, iki nokta göz önünde bulundurularak kullanılır. O yükselişle güttüğü amaç ve ona yaklaşmakla belirlediği hedef açısından yukarı doğru çıkan, yükselen (sâid) bir kimsedir. Alçaklıktan ayrılışı ve oradan uzaklaşması açısından da, yükselen (mürtefi') bir kimsedir. Şu halde amel, insanı dünyadan ve toprağa çakılıp kalmaktan koparıp insanın kendisini dünyanın uğraştırıcı, çekici süslerinden uzaklaştırır. Onu gelip geçici ve kalıcılığı olmayan bu tür bilgiler arasında parçalanmışlıktan, dağılmışlıktan kurtarır. Yükselme ve yukarı doğru çıkış arttıkça güzel sözün yükseliş hızı da artar. Bilgi, vehim şaibelerinden, kuşku eseri olumsuzluklardan kurtulur.

Daha önce yaptığımız açıklamalardan da anlaşılacağı gibi: Salih amelin kendisine özgü mertebeleri ve dereceleri vardır. Her salih amel derecesinin de kendine özgü bir güzel sözü yükseltme ve kendine uygun ilahi, hak esaslı bilgi ve irfanlar üretme oranı vardır. Kötü amel ve insanı alçaltışı hakkındaki değerlendirme, salih amel ve insanı yükseltişi hakkındaki değerlendirmenin tersini ifade etmektedir. "Bize dosdoğru yolu göster" (Fatiha, 6) ayetini tefsir ederken konuyla ilgili bazı açıklamalarda bulunduk.

Buradan hareketle anlıyoruz ki, insanların Allah'a yakınlıkları ve uzaklıkları oranında farklılaşan amel ve bilgi dereceleri vardır. Bundan da şu sonuç çıkıyor: Söz konusu mertebe ve derecelerden birinde bulunan insanların algıladıkları şeyler, kendi mertebe ve derecelerinden yukarı veya aşağı bir mertebe ve dereceyi işgal eden insanların algıladıkları şeylerden farklıdır. Bu da gösteriyor ki, Kur'an ifadelerinin farklı, ama bir tertip içinde algılanan anlamları vardır.

Yüce Allah, çeşitli gruplara mensup kullarından söz etmiştir. Bu grupların her birini de bir başka grupta bulunmayan bir tür bilgi ve marifetle nitelemiştir. Örneğin yüce Allah muhlesler grubuna mensup insanları, Rablerinin vasıflarını gerçek anlamda bilen kimseler olarak tanımlamaktadır. Aşağıdaki ayet bu noktaya temas etmektedir: "Onların nitelendirdiklerinden Allah yücedir. Ancak muhles (Allah tarafından halis kılınmış) olan kullar başka." (Sâffat, 159-160) Yüce Allah Kur'an'ın değişik yerlerinde onlar hakkında başka nitelemeler, başka bilgi ve irfan türlerinden de söz etmiştir. İnşaallah yeri geldiğinde bu hususa değineceğiz.

Ve yine sözgelimi mûkinîn=yakine erenler olarak tanımlanan gruba mensup insanlar hakkında, onların göklerin ve yerin melekutunu gözlemledikleri belirtilmiştir: "Böylece İbrahim'e, yakine erenlerden olması için de göklerin ve yerin melekutunu gösteriyorduk." (En'âm, 75)

Yine düşünüp ibret alma niteliği de "içten yönelen" kimselere özgü kılınmıştır: "İçten yönelenden başkası öğüt alıp-düşünmez." (Mü'min, 13)

Aynı şekilde Kur'an'da yer alan örnekleri akledip anlamak da alimlere özgü bir nitelik olarak zikredilmiştir: "İşte bu örnekler; biz bunları insanlara vermekteyiz. Ancak alimlerden başkası bunlara akıl erdirmez." (Ankebut, 43) Bana öyle geliyor ki, bu ayette geçen alimler'den maksat ulul-elbab yâni öz akıl sahipleri ve gözlemledikleri şeyler üzerinde durup düşünen (mütedebbir) kimselerdir. Şu ayetler bu çıkarsamamızı destekler niteliktedir: "Kur'an'ı iyiden iyiye düşünmezler mi? Yoksa bir takım kalpler üzerinde kilitler mi vurulmuş?" (Muhammed, 24) "Onlar hala Kur'an'ı iyice düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkasının katından olsaydı, kuşkusuz içinde birbirini tutmaz bir çok şey bulurlardı." (Nisâ, 82) Son üç ayet, aynı anlamı vurgulamaya yöneliktir. O da Kur'an'da yer alan müteşabih ifadeleri bilmek ve onları muhkem ifadelere döndürmek suretiyle yorumlamaktır.

Yine yüce Allah Kitabın tevilini bilmeyi de arınmış kimselere özgü kılmıştır. "O elbette değerli bir Kur'an'dır. Saklı bir kitaptadır. Ki ona, temizlenip arınmış olanlardan başkası dokunamaz." (Vâkıa, 77- 79)

Yine Allah için seven ve Allah için buğzeden insanlar demek olan "veliler" grubuna mensup kimselere de "sırf Allah için bir şeye ilgi duyan, bundan dolayı bir şeyden korkmayan, bir şey yüzünden hüzünlenmeyenler" niteliği özgü kılınmıştır: "Haberiniz olsun; Allah'ın velileri, onlar için korku yoktur, mahzun da olmayacaklardır." (Yunus, 62)

Yine "yaklaştırılmışlar, seçilmişler, salihler ve mü'minler" gibi her bir grup için bir takım ayırıcı özellikleri, kendilerine özgü bilgi ve kavrayışlar söz konusudur. İnşaallah yeri geldikçe bunlardan söz edeceğiz.

Yukarıda işaret ettiğimiz olumlu makamlara karşılık bir takım olumsuz makamlar vardır. Bunların da bilgi ve irfan bağlamında aşağılık, kötü özellikleri söz konusudur. Bu makamları işgal eden bir takım insan grupları vardır; kafirler, münafıklar, fasıklar, zalimler vb. gibi. Allah'ın ayetleri ve bu ayetlerin içerdikleri hak esaslı bilgileri kötü algılamak, yanlış kavramak gibi bir takım konumları olur. Biz, kısaca sunmak suretiyle haklarında geniş bilgi vermeyi burada uygun görmedik. İnşaallah bu kitabın çeşitli bölümlerinde geniş ve etraflı bilgiler sunacağız.

10- Kur'an kapsayıcı bir kitaptır. Yâni ifadelerin nesnel karşılıklarıyla örtüşür ve bunların farklı durumlarını açıklar. Dolayısıyla Kur'an'da yer alan hiç bir ayet sadece, iniş sebebi ile sınırlandırılmaz. Bilakis, ayetin inişine sebep olan gelişmeyle özü itibariyle benzeşen her türlü gelişmeye uyarlanır. Sadece ilk nesnel karşılıklarına özgü kılınmayan örnekler gibi. Örnekler bu ilk nesnel karşılığı aşarlar ve özü itibariyle benzerlik oluşturulan her olguya uyarlanırlar. İşte bu duruma, "cery"=Kur'an'ın gelişmelerle örtüşmesi, anlamının nesnel gelişmelere uyarlanması denilmiştir. Kitabın başlarında bu konuyla ilgili bazı açıklamalarda bulunmuştuk.

 

 

Go to top of page  Ana Sayfa | Kitap Listesi | Kıble Dergisi | Makaleler | Kadin ve Aile | Cocuklar Îçin | Soru Ve Cevap | Yazarlarımız | Îletişim için |

  Kur`an | Hadisler | Dualar | Şiirler | Ses ve Video | Programlar | Linkler  |  

Copyright© 2000 Kevser Yayinlari Internet Hizmetleri. Tüm Haklari Saklidir Ayrintili bilgi almak için veya bize her konuda yazmak için, paragonxx@yahoo.de 'e mesaj yollayiniz. WWW.KEVSERNET.COM