| 1- İsa ve Annesinin Kıssası 
                        Kur'an'da Nasıl Geçer?İmran'ın karısı, Mesih'in annesi 
                        İmran kızı Meryem'e hamile kalır. Karnındaki bebeği, 
                        doğurduğu zaman özgür kılınmış olarak mescide hizmet 
                        etmek üzere adar. O, karnındaki bebeğin erkek olduğunu 
                        sanır. Çocuğu doğurup kız olduğunu anlayınca üzülür, iç 
                        geçirir. Sonra ona, "hizmet eden kadın" anlamına gelen "Meryem" 
                        adını verir. Meryem doğmadan önce babası ölür. Annesi 
                        onu mescide getirir ve kahinlere teslim eder. Hz. 
                        Zekeriya da aralarındadır. Onun sorumluluğunu yüklenme 
                        hususunda birbirleriyle tartışırlar. Sonunda kura çekme 
                        hususunda anlaşırlar. Kura amacıyla oklar çektiklerinde 
                        kura Zekeriya'ya çıkar. Bunun üzerine Zekeriya onun 
                        sorumluluğunu üstlenir. Erişkinlik çağına gelince, onu 
                        diğer kahinlerden ayıracak şekilde araya bir perde 
                        çekerler. Meryem bu özel bölmede Allah'a ibadet ederdi. 
                        Sadece Zekeriya yanına girebilirdi. Zekeriya mihrapta 
                        onun yanına girdiği her seferinde yanında bir rızk 
                        bulurdu. Zekeriya; "Bunlar sana nereden geldi ey Meryem?" 
                        diye sorardı. O da; "Allah katından. Allah dilediğine 
                        hesapsız rızk verir." cevabını verirdi. Meryem (s.a) 
                        doğru sözlüydü. Allah tarafından günahlardan korunmuştu, 
                        masumeydi. Tertemizdi, arınmış ve seçilmişti. Meleklerin 
                        konuştuğu bir muhaddesti. Melekler ona; "Allah seni 
                        seçti ve arındırdı." demişlerdi. O, Rabbine gönülden 
                        boyun eğendi ve Allah'ın alemlere olan ayetlerindendi.
                        (Âl-i İmrân, 35-44; Meryem, 
                        16; Enbiya, 91; Tahrim, 12) O, kendisine ayrılan özel 
                        bölmesinde bulunduğu bir sırada yüce Allah ona Ruh'u (Cebrail) 
                        gönderdi. Ruh ona normal bir insan olarak göründü. Ruh, 
                        Allah tarafından kendisine elçi olarak gönderildiğini ve 
                        görevinin Allah'ın izniyle ona babasız olarak bir çocuk 
                        bahşetmek olduğunu söyledi. Çocuğunun göstereceği göz 
                        kamaştırıcı mucizeleri müjdeledi. Yüce Allah'ın, onun 
                        oğlunu Ruh-ul Kudüs'le destekleyeceğini, ona kitabı, 
                        hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğreteceğini, yüce Allah'ın 
                        apaçık ayetler desteğinde onu İsrailoğullarına elçi 
                        olarak göndereceğini haber verdi. Onun misyonunu ve 
                        kıssasını anlattı. Sonra Ruh ona üfledi. Böylece normal 
                        bir şekilde gebe kalan bir kadın gibi çocuğuna gebe 
                        kaldı. (Âl-i İmrân, 45-51) Sonra Meryem, onunla ıssız bir yere 
                        çekildi. Doğum sancıları onu bir hurma dalına doğru 
                        sürükledi. "Keşke 
                        bundan önce ölseydim de hafızalardan silinip 
                        unutuluverseydim." dedi. Altından bir ses ona şöyle 
                        seslendi: "Üzülme, Rabbin senin ayağının altında bir ark 
                        akıtmıştır. Hurma dalını kendine doğru salla, üzerine 
                        henüz oluşmuş taze hurma dökülüverir. Ye, iç gözün aydın 
                        olsun. Eğer insanlardan birini görürsen, ona; "Ben 
                        Rahman olan Allah'a oruç adadım, bugün hiç kimseyle 
                        konuşmayacağım." de. Böylece onu taşıyarak kavmine geldi."
                        (Meryem, 20-27) 
                        Meryem'in İsa'ya hamile kalması, onu doğurması, İsa'nın 
                        konuşması ve diğer varoluşsal özellikleri diğer 
                        insanlardan farklı değildi. Kavmi onu bu halde görünce, onu 
                        kınamaya, ayıplamaya başladılar. Çünkü karşılarında 
                        gördükleri manzara, bir kadının kocasız olarak gebe 
                        kalıp bir çocuk doğurmuş olmasıydı. Dediler ki: 
                        "Ey Meryem, sen 
                        gerçekten şaşılacak bir iş yaptın. Ey Harun'un kız 
                        kardeşi, senin baban kötü bir kişi değildi ve annen de 
                        azgın, utanmaz bir kadın değildi." Bunun üzerine Meryem 
                        çocuğu gösterdi. Dediler ki: "Henüz beşikte olan bir 
                        çocukla biz nasıl konuşabiliriz?!" Çocuk şunları söyledi: 
                        "Şüphesiz ben, Allah'ın kuluyum. Allah bana kitap verdi 
                        ve beni peygamber kıldı. Nerede olursam olayım, beni 
                        kutlu kıldı ve hayat sürdüğüm sürece, bana namazı ve 
                        zekatı vasiyet etti; anneme itaati de. Ve beni mutsuz 
                        bir zorba kılmadı. Selam üzerimdedir doğduğum gün, 
                        öleceğim gün ve diri olarak yeniden kaldırılacağım gün."
                        (Meryem, 27-33)  Hz. İsa'nın henüz beşikteyken 
                        yaptığı bu konuşma, ileride zulme ve azgınlığa karşı 
                        gerçekleştireceği hareketin, Musa'nın (a.s) şeriatını 
                        yeniden canlandırıp pekiştireceğinin, silikleşen 
                        kavramları yenileyece-ğinin ve hakkında ihtilafa 
                        düştükleri ayetleri onlara açıklayacağının bir ön 
                        işareti, parlak bir haykırışı niteliğindeydi. Sonra İsa (a.s) büyüdü, 
                        delikanlılık çağına geldi. O ve annesi, herkes gibi 
                        yiyip içiyorlardı. Yaşadıkları sürece diğer insanlarda 
                        bulunan varoluşsal arazlar, özellikler onlarda da vardı.
                         Sonra Hz. İsa'ya İsrailoğullarına 
                        tebliğ etmek üzere risalet, peygamberlik verildi. O da 
                        bu misyonu yüklenir yüklenmez, onları tevhit dinine 
                        davet etti. Şöyle diyordu: "Ben size Rabbinizden bir 
                        ayetle geldim. Ben sizin için kuş şeklinde çamurdan bir 
                        şey yapar, sonra onun içine üflerim ve o Allah'ın 
                        izniyle bir kuş oluverir. Allah'ın izniyle doğuştan körü, 
                        alacalıyı iyileştiririm, ölüleri diriltirim. 
                        Yediklerinizi ve evlerinizde depoladıklarınızı size 
                        haber veririm. Bunda sizin için bir ayet vardır. Hiç 
                        kuşkusuz, Allah, benim de, sizin de Rabbinizdir. Şu 
                        halde O'na ibadet edin." Hz. İsa (a.s) İsrailoğullarını 
                        getirdiği yeni şeriata çağırıyordu. Bu şeriatın özü, Hz. 
                        Musa'nın şeriatını tasdik etmekti. Ancak, Yahudilere 
                        zorluk olsun diye Tevrat'ta haram kılınan bazı şeylere 
                        ilişkin hükümleri de yürürlükten kaldırıyordu. Diyordu 
                        ki: "Ben size hikmet getirdim. Hakkında ihtilafa 
                        düştüğünüz bazı konuları size açıklamak için geldim." 
                        Yine diyordu ki: "Ey İsrailoğulları, ben Allah'ın size 
                        gönderdiği elçisiyim. Benden önceki Tevrat'ı tasdik 
                        etmek ve benden sonra gelecek adı Ahmed olan peygamberi 
                        müjdelemek üzere gönderildim."  Hz. İsa (a.s), kuş yaratmak, 
                        ölüleri diriltmek, doğuştan kör olanları ve alaca 
                        hastalığına yakalananları iyileştirmek ve gizli olan 
                        bazı şeyleri haber vermek gibi sözünü ettiği tüm 
                        mucizeleri, Allah'ın izniyle gerçekleştirdi. İsrailoğullarının iman etmelerinden 
                        ümidini kesinceye kadar onları Allah'ın birliğine ve 
                        yeni şeriatına davet etti. Soydaşlarının dik 
                        başlılıklarını, inatlarını, kahinlerin ve hahamların 
                        büyüklük taslamalarını görerek inanmalarından ümidini 
                        kesince, kendisine inanan bir avuç havariyi Allah'ın 
                        dininin yardımcıları olarak seçti. Sonra Yahudiler onu öldürmek 
                        amacıyla ayaklandılar. Bunun üzerine Allah onu aldı ve 
                        katına yükseltti. Yahudiler birilerini ona benzettiler. 
                        Bazıları; "Biz onu öldürdük.", bazıları da; "Biz onu 
                        astık." dediler. Fakat doğrusu onlar karıştırıyorlardı.
                        (Âl-i İmrân, 45-58; Zuhruf, 
                        63-65; Saff, 6-14; Mâide, 110-111; Nisâ, 157-158) 
                        Kur'an'ın İsa ve annesiyle ilgili değerlendirmesi özetle 
                        bundan ibarettir. 2- 
                        İsa'nın Allah Katındaki Yeri ve Kendisinin    
                        Tanımladığı KonumuO, Allah'ın bir kuluydu ve 
                        peygamberdi. (Meryem, 30) 
                        İsrailoğulla-rına gönderilmiş bir elçiydi.
                        (Âl-i İmrân, 49)Şeriat 
                        ve kitap sahibi beş çı-ğır açıcı (ulu'l-azm) 
                        peygamberden biriydi. Kendisine kitap olarak İn-cil 
                        verilmişti. (Ahzab, 7; 
                        Şurâ, 13; Mâide, 46) Yüce Allah onu "Mesih İsa" 
                        olarak isimlendirmişti. (Âl-i 
                        İmrân, 45)Allah'ın kelimesi ve O'ndan bir ruhtu.
                        (Nisâ, 171) İmamdı.
                        (Ahzab, 7) Ameller 
                        tanıklarındandı. (Nisâ, 
                        159; Mâide, 117) Resulullah Efendimizin (s.a.a) 
                        müjdeleyicisiydi. (Saff, 
                        6) Dünya ve ahirette gözdeydi, 
                        yakınlaştırılmışlardandı. 
                        (Âl-i İmrân, 45) Se-çilmişlerdendi.
                        (Âl-i İmrân, 33) 
                        Seçkinlerden ve salihlerdendi.
                        (En'âm, 85-87) 
                        Nerede olursa olsun mübarek kılınmıştı. İnsanlar için 
                        bir ayet ve Allah'tan bir rahmetti. Annesine karşı 
                        itaatkardı. Üzerine selam edilen-lerdendi.
                        (Meryem, 19-33) 
                        Allah'ın kitap ve hikmet öğrettiklerindendi.
                        (Âl-i İmrân, 48) 
                        Velayet makamına ilişkin bu yirmi iki nitelik, yüce 
                        Allah'ın bu ulu peygamber için saydığı ve bunlar 
                        vasıtasıyla derecesini yükselttiği vasıflardır. Bu 
                        nitelikler iki kısımdır. Bir kısmı, kulluk, yakınlık ve 
                        salihlik gibi kesbidir, kazanmaya, çalışmaya bağlıdır. 
                        Diğer bir kısmı ise, vehbidir, ona özgü niteliklerdir. 
                        Bunların her birini, anladığımız kadarıyla kitabın akışı 
                        içinde yeri geldikçe açıklamışızdır. Daha ayrıntılı 
                        bilgi için adı geçen açıklamalara başvurulabilir. 3- Hz. İsa Ne Söyledi? Onun Hakkında Ne Söylendi?Kur'an, İsa'nın elçi olarak 
                        görevlendirilmiş bir kul olduğunu söyler. Onun 
                        kendisiyle ilgili olarak daha sonraları ortaya atılan 
                        yakıştırmaları kendisine nispet etmediğini vurgular. 
                        Muhataplarına sadece risaletten söz ettiğini belirtir.
                        "Allah; "Ey 
                        Meryem oğlu İsa!" dedi, "Sen mi insanlara; "Allah'tan 
                        başka, beni ve annemi iki ilah edinin." dedin?" O; "Seni 
                        tenzih ederim." dedi, "Hakkım olmayan bir sözü söylemek 
                        bana yakışmaz. Eğer bunu söylediysem, mutlaka 
                        bilmişsindir. Sen, benim nefsimde olanı bilirsin, ama 
                        ben senin zatında olanı bilmem. Hiç kuşkusuz sen, tüm 
                        gizlilikleri bilensin. Ben onlara, ancak bana 
                        emrettiğini söyledim, "Benim de Rabbim, sizin de 
                        Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin." dedim. İçlerinde 
                        olduğum sürece de onlara şahittim. Sen beni alınca, 
                        üzerlerindeki gözetleyici sendin. Zaten sen her şeye 
                        şahitsin. Onlara azap edersen, hiç şüphesiz onlar senin 
                        kullarındır. Onları bağışlarsan da, şüphesiz sen azizsin, 
                        hikmet sahibisin." Allah; "Bu, doğrulara, doğru 
                        söylemelerinin yarar sağladığı gündür." dedi."
                        (Mâide, 116-119) Bu ifadeler son derece ilginçtir. 
                        Kulluğun özünü içeriyor. İsa'nın Rabbi karşısında 
                        kendisine biçtiği yeri yansıtan göz kamaştırıcı edep 
                        tavrını kapsıyor. Onun insanlar ve amelleri karşısında 
                        kendisini nasıl bir yerde gördüğünü ifade ediyor. Bu 
                        ayetlerde çizilen tabloda, onun kendisini Rabbi 
                        karşısında bir kul olarak gördüğü anlatılıyor. Tek 
                        görevi, Rabbinin buyruğunu yerine getirmek ve O'nun 
                        emirlerine uymaktır. Ne yaptıysa ilahi bir emir 
                        doğrultusunda yapmıştır, ne söylediyse Rabbani bir 
                        buyrukla söylemiştir. Tek ve ortaksız Allah'a kulluk 
                        sunmaktan başka bir çağrıda bulunmamıştır. Kendisine ne 
                        emredilmişse, insanlara da onu söylemiştir. "Benim de 
                        Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin." 
                        demiştir. İnsanlar karşısında, onların 
                        amellerine tanıklık etmekten başka bir yükümlülüğü yoktu. 
                        İnsanların Allah'ın huzuruna döndükleri gün, onlara ne 
                        yapacağı, nasıl davranacağı konusunda yapabileceği bir 
                        şey yoktur. Allah dilerse onları bağışlar, dilerse 
                        onlara azap eder. Eğer desen ki: Şu halde, 
                        daha önce şefaat konusunu işlerken, Hz. İsa'nın (a.s) da 
                        kıyamet günü şefaat edecek ve şefaati kabul edilecek 
                        kişilerden olduğuna ilişkin söylenen söz ne anlam ifade 
                        eder? Buna cevap olarak derim ki: 
                        Kur'an'ın bu konudaki ifadesi açık veya açığa yakındır. 
                        Yüce Allah bu hususta şöyle buyuruyor: 
                        "O'nun dışında 
                        taptıkları, şefaatte bulunmaya malik değildirler; ancak 
                        bilerek hakka şahitlik edenler başka."
                        (Zuhruf, 86) Hz. 
                        İsa hakkında da şöyle buyurmuştur: 
                        "Kıyamet günü de o, 
                        onların aleyhine şahit olacaktır."
                        (Nisâ, 159) 
                        "Sana kitabı, 
                        hikmeti, Tevrat'ı ve İncili öğrettim."
                        (Mâide, 110) Daha 
                        önce şefaatin anlamıyla ilgili olarak yeterli 
                        açıklamalarda bulunduk. Bu ise, Hıristiyanların ileri 
                        sürdükleri kendini feda etme olayından tamamen farklıdır. 
                        Çünkü fidye ve karşılık olayında cezanın ortadan 
                        kaldırılması söz konusudur. İleride açıklayacağım gibi 
                        bunun anlamı, mutlak ilahi otoritenin geçersiz 
                        kılınmasıdır. Ayet, bunu olumsuzluyor. Şefaate gelince; 
                        ayette olumlu ve olumsuz yönde bununla ilgili bir 
                        değerlendirmeye yer verilmiyor. Çünkü eğer, ayet 
                        şefaatin ispatıyla ilgili olsaydı, konunun akışıyla 
                        bağdaşmayacağı bir yanda dursun, 
                        ifadenin şu şekilde kurulması gerekirdi: "Onları 
                        bağışlarsan da, şüphesiz sen, bağışlayansın, rahimsin." 
                        Yok eğer, şefaatin olumsuzlaşmasıyla ilgili olsaydı, bu 
                        durumda insanlara şahit olmasından söz edilmesinin bir 
                        anlamı olmazdı. Şimdilik bu şekilde genel bir açıklamada 
                        bulunuyoruz. İnşallah ayetleri tefsir ederken daha 
                        detaylı değerlendirmelere yer vereceğiz. İnsanların Hz. İsa'yla ilgili 
                        olarak söylediklerine gelince; her ne kadar Hz. İsa'dan 
                        sonra insanlar çeşitli mezheplere bölündüler, inanç ve 
                        ibadet tarzları arasında büyük farklılıklar baş gösterdi, 
                        temel meselelerle ilgili ihtilafları sonucu yetmişi 
                        aşkın grup ortaya çıktı ve mezheplerin kendi içindeki 
                        ayrılıkları sayılmayacak kadar fazla olduysa da, ancak 
                        Kur'an-ı Kerim, sadece onların İsa ve annesiyle ilgili 
                        olarak söylediklerinin üzerinde durur. Çünkü bunların 
                        tevhidin temeliyle ilgisi vardır; Kur'an'ın davetinin ve 
                        dosdoğru fıtrat dininin tek hedefi de tevhittir. 
                        Ayetlerin tahrifi ve İsa'nın insanların günahlarının 
                        bağışlanması için feda edilmesi gibi ayrıntılara gelince; 
                        Kur'an bunların üzerinde pek durmamıştır. Kur'an-ı Kerim, kitap ehlinin Hz. 
                        İsa'yla ilgili sözlerine veya onlara nispet ettiği 
                        nitelemelere şu şeklide yer verir: 
                        "Hıristiyanlar da; "Mesih, 
                        Allah'ın oğludur." dediler."
                        (Tevbe, 30) Bu 
                        anlamı içeren daha birçok ayet vardır. Mesela, şu 
                        ayetler gibi: "Dediler 
                        ki: "Rahman, çocuk edindi." O, (bu tür yakıştırmalardan) 
                        yücedir." (Enbiyâ, 
                        26) "And-olsun, 
                        "Allah, Meryem oğlu Mesih'tir." diyenler küfre saptılar."
                        (Mâi-de, 72) 
                        "Andolsun, "Allah 
                        üçün üçüncüsüdür." diyenler küfre saptılar."
                        (Mâide, 73) 
                        "...Üçtür, demeyiniz."
                        (Nisâ, 171) Yukarıda sunduğumuz ayetler, 
                        zahirleri itibarıyla farklı anlamlar ve içerikler 
                        kapsayan değişik ifadeler ihtiva ediyorlar. Bu yüzden de 
                        bazıları, bunları değişik Hıristiyan mezheplerin 
                        yaklaşımlarına yorumlamışlardır. 
                        Örneğin; Melikaniye mezhebi, Hz. İsa'nın gerçekten 
                        Allah'ın oğlu olduğunu savunur. Nasturiler, inişin ve 
                        oğulluğun nurun billur gibi şeffaf bir cisme yansımasına 
                        benzediğini söylerler. Yakubiler, bunun bir tür dönüşüm 
                        olduğunu savunurlar. Onlara göre, Tanrı kan ve ete 
                        dönüşmüştür. Allah bu tür yakıştırmalardan yücedir. Ancak Kur'an, doğrudan onların 
                        değişik mezheplerinin ayrıntılı görüşleriyle ilgilenmez. 
                        Onların tümünün üzerinde birleştikleri bir söz, yâni Hz. 
                        İsa'nın Allah'ın oğlu olduğu iddiası üzerinde durur. Hz. 
                        İsa'yı da yüce Tanrı gibi biri olarak 
                        değerlendirmelerini yoğun bir şekilde eleştirir. Yine 
                        buna bağlı olarak geliştirilen "teslis" inancı üzerinde 
                        durur. Bu konuda Hıristiyan mezheplerin farklı yorumlar 
                        getirmeleri önemli değildir; tartışma ve çekişmelerin 
                        girdabına girmiş olmaları da. Bunun kanıtı, Kur'an'da 
                        tümüne birden tek bir eleştiri ve itirazın yöneltilmiş 
                        olmasıdır. Bunu şöyle açıklayabiliriz: Bugün 
                        mevcut bulunan Tevrat ve İnciller, bir yandan Tanrının 
                        tekliğini açık bir dille ifade ederler; diğer yandan 
                        İncil, Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu ileri sürer ve 
                        oğul babadır, başka değil, der. Hıristiyanlar, İncil'de geçen "oğul" 
                        kavramını onurlandırma ve kutsama ifadesi olarak 
                        yorumlamaya yanaşmazlar. Oysa İncil'in birçok yerinde, 
                        söz konusu kavram, açıkça bu anlamda kullanılmıştır. 
                        Şurâda olduğu gibi: "Fakat ben size derim: 
                        Düşmanlarınızı sevin ve size eza edenler için dua edin 
                        ki, siz göklerde olan Babanızın oğulları olasınız; zira 
                        o, güneşini kötülerin ve iyilerin üzerine doğdurur; ve 
                        salih olanlar ile olmayanların üzerine yağmurunu 
                        yağdırır. Çünkü eğer sizi sevenleri severseniz, ne 
                        karşılığınız olur? (Romalıların) Vergi mültezimleri de 
                        öyle yapmıyorlar mı? Ve yalnız kardeşlerinizi 
                        selamlarsanız, fazla ne yapmış olursunuz? Putperestler 
                        de öyle yapmıyorlar mı? Bundan dolayı, semavî Babanız 
                        kâmil olduğu gibi siz de kâmil olun."
                        (Matta İncili, Bap 5 : 
                        44-48.)
                         Bir başka yerde şöyle der: "Sizin 
                        ışığınız insanların önünde böyle parlasın da, sizin iyi 
                        işlerinizi görsünler, ve göklerde olan Babanıza 
                        hamdetsinler." (Matta 
                        İncili, Bap 5 : 16.) Yine der ki: "Sakının, insanlara 
                        salâhınızı onların önünde gösteriş için yapmayın; yoksa 
                        göklerde olan Babanızın önünde karşılığınız olmaz."
                        (Matta İncili, Bap 6 : 1.) Yine der ki: "İmdi siz şöyle dua 
                        edin: Ey göklerde olan Babamız, İsmin mukaddes olsun."
                        (Matta İncili, Bap 6 : 9.) Yine der ki: "Çünkü insanlara 
                        suçlarını bağışlarsanız, semavî Babanız da size bağışlar."
                        (Matta İncili, Bap 6 : 
                        14.) Veya der ki: "Babanız nasıl 
                        merhametli ise, siz de merhametli olun."
                        (Luka İncili, Bap 6 : 36.) Mecdelli Meryem'e şöyle der: "...fakat 
                        kardeşlerime git, ve onlara söyle: Benim Babamın ve 
                        sizin Babanızın, benim Allahımın ve sizin Allahınızın 
                        yanına çıkıyorum." (Yuhanna 
                        İncili, Bap 20 : 17.)  İncillerden aktardığımız bu 
                        parçalarda, yüce Allah hakkında "baba" ifadesi, İsa ve 
                        diğer insanlara nispet bir onurlandırma niteliği olarak 
                        kullanılıyor. Bazı yerlerde ise, babalık ve 
                        oğulluğun birbirlerini tamamlar şekilde birleştikleri 
                        anlamına gelen ifadelere yer verilir. Şu sözler gibi: "İsa 
                        bu şeyleri söyledi ve gözlerini göke kaldırıp dedi: "Ey 
                        Baba, saat geldi; Oğlunu taziz eyle ki, Oğul seni taziz 
                        etsin." Sonra öğrencilerinden elçileri için dua eder ve 
                        şöyle der: "Yalnız onlar için değil, fakat onların sözü 
                        ile bana iman edecek olanlar için de, hepsi bir olsunlar 
                        diye, yalvarıyorum; nasıl ki, ey Baba, sen bendesin, ve 
                        ben de sendeyim, onlar da bizde olsunlar da, beni sen 
                        gönderdiğine dünya iman etsin. Bana verdiğin izzeti ben 
                        de onlara verdim ki, biz bir olduğumuz gibi, onlar da 
                        bir olsunlar; ben onlarda, ve sen bende, ta ki, bir 
                        olmak üzere tamamlanmış olsunlar; ve beni sen 
                        gönderdiğini, ve beni sevdiğin gibi onları sevdiğini 
                        dünya bilsin." (Yuhanna 
                        İncili, Bap 17 : 1 ve 20-23.) Ancak İncillerde yer alan bazı 
                        ifadelerin zahirleri, onları onurlandırmaya yönelik 
                        nitelikler biçiminde yorumlamaya elverişli değildirler. 
                        Şu ifadeler gibi:  "Tomas ona dedi: Ya Rab, nereye 
                        gidiyorsun bilmiyoruz, yolu nasıl biliriz? İsa ona dedi: 
                        "Yol ve hakikat ve hayat benim; ben vasıta olmadıkça, 
                        Babaya kimse gelmez. Eğer beni tanımış olsaydınız, 
                        Babamı da tanımış olurdunuz; şimdiden onu biliyorsunuz, 
                        ve gördünüz. Filipus ona dedi: Ya Rab, Babayı bize 
                        göster, ve bize o yeter." İsa ona dedi: Bu kadar zaman 
                        sizin ile beraberdim de, beni tanımadın mı, ey Filipus? 
                        Beni görmüş olan, Babayı görmüş olur; sen nasıl: Babayı 
                        bize göster, diyorsun? İman etmiyor musun ki, ben 
                        Babadayım Baba da bendedir? Ben size söylediğim sözleri 
                        kendiliğimden söylemem; fakat bende duran Baba kendi 
                        işlerini yapar. Bana iman edin, ben Babadayım, Baba da 
                        bendedir." (Yuhanna İncili, 
                        Bap 14 : 5-11.) "...çünkü ben Allahtan çıkıp geldim; 
                        çünkü ben kendiliğimden de gelmedim; fakat o beni 
                        gönderdi." (Yuhanna İncili, 
                        Bap 8 : 42.) "Ben ve Baba biriz."
                        (Yuhanna İncili, Bap 10 : 
                        30.) Öğrencilerine der ki: "İmdi, siz 
                        gidip bütün milletleri şakirt edin, onları Baba ve Oğul 
                        ve Ruhülkudüs ismiyle vaftiz 
                        eyleyin." (Matta İncili, 
                        Bap 28 : 19.) "Kelâm başlangıçta var idi, ve 
                        Kelâm Allah nezdinde idi, ve Kelâm Allah idi. O, 
                        başlangıçta Allah nezdinde idi. Her şey onun ile oldu, 
                        ve olmuş olanlardan hiç bir şey onsuz olmadı. Hayat, 
                        onda idi, ve hayat insanların nuru idi."
                        (Yuhanna İncili, Bap 1 : 
                        1-4.) İncillerde yer alan bu ve benzeri 
                        ifadeler, Hıristiyanları birlik içinde teslis inancını 
                        benimsemeye itmiştir. Bundan maksat, hem Mesih'in 
                        Allah'ın oğlu olduğu iddiasını korumak, hem de Mesih'in, 
                        öğretilerinde açıkça vurguladığı tevhidi korumaktır. 
                        Çünkü Mesih'in tavsiyelerin başında şu gibi ifadeler 
                        gelir: "Dinle, ey İsrail; Allahımız Rab bir olan Rabdir."
                        (Markos İncili, Bap 12 : 
                        29.) Makul bir veri olmasa da, 
                        Hıristiyanların dediklerinin özü şudur: Zat bir 
                        cevherdir ve onun üç uknumu vardır. Uknumdan maksat 
                        sıfattır. Ki bir şey onunla belirginleşir, başkalarından 
                        ayrılır. Sıfat mevsuf-tan başka bir şey değildir. Sözü 
                        edilen üç uknum şunlardır: Varlık uknumu, ilim uknumu 
                        -ki bu uknum kelâmdır- ve hayat uknumu, yâni ruh. Bu üç uknum; baba, oğul ve kutsal 
                        ruhtur. Birincisi, varlık uknumudur. İkincisi, ilim ve 
                        kelâm uknumudur. Üçüncüsü, hayat uknumudur. Oğul, yâni 
                        kelâm ve ilim uknumu, babasının yanından inmiştir. Baba 
                        ise varlık uknumudur. Oğul inerken kutsal ruh onunla 
                        beraberdi. O da, eşyayı aydınlatan hayat uknumudur.  Sonra, Hıristiyanlar arasında bu 
                        genellemenin ayrıntıları üzerinde büyük ihtilaflar baş 
                        gösterdi. Bu yüzden parçalandılar, çeşitli gruplara ve 
                        mezheplere bölündüler. Yetmişin üzerinde mezhep ortaya 
                        çıktı. Ki-tabımızın ölçüleri çerçevesinde bunlara 
                        ilişkin ayrıntılı açıklamalar su-nacağız.  Yukarıda yaptığımız açıklamalar 
                        üzerinde düşünürsen, şunu anlarsın: Kur'an-ı Kerim'in 
                        onlarla ilgili olarak anlattığı ve onlara nispet ettiği;
                        "Andolsun, 
                        "Allah, Meryem oğlu Mesih'tir." diyenler küfre saptılar." 
                        veya; "Andolsun, 
                        "Allah, üçün üçüncüsüdür." diyenler küfre saptılar." 
                        ya da; "Üçtür, 
                        demeyin; sakının…"şeklindeki ifadelerin tü-mü, 
                        tek bir anlama, yâni "birliğin üçlenmesi" anlamına 
                        dönüktür ki, Hıristiyanlık içinde ortaya çıkan bütün 
                        mezheplerin ortak görüşüdür. Buna "birliğin üçlenmesi" 
                        anlamı çerçevesinde değindik. Sırf onlar arasında ortak olan bu 
                        nokta üzerinde durulmasının sebebi, onların Hz. İsa ile 
                        ilgili olarak ortaya attıkları birçok görüşün gelip 
                        dayandığı noktanın bu olmasıdır. Kur'an da 
                        eleştirilerinde bunu esas alır. 4- Kur'an'ın Teslis İnancına Karşı ÇıkışıKur'an, teslis inancını çürütürken 
                        iki yöntemi kullanır. Birincisi, genel yöntem. Bu 
                        çerçevede yüce Allah'ın oğul edinmesinin imkansızlığı 
                        vurgulanır. Oğul olduğu iddia edilenin Hz. İsa veya bir 
                        başkası olması önemli değildir. İkincisi, özel yöntem. 
                        Bu çerçevede Meryem oğlu İsa'nın oğul ilah olmadığı, 
                        aksine yaratılmış bir kul olduğu vurgulanır. Birinci yöntemin açıklaması: 
                        Oğulluğun ve doğurulmanın özü şudur: İnsan, hayvan ve 
                        hatta bitki gibi maddi ve canlı varlıkların öz 
                        maddesinden bir parça ayrılır. Sonra bu parça aşamalı 
                        bir eğitimle kendi türünden ve ayrıldığı köke benzeyen 
                        ayrı bir birey haline gelir. Buna bağlı olarak onda 
                        birtakım özellikler ve etkiler söz konusu olur ki, 
                        ayrıldığı kökte bulunan özellikler ve etkilerin 
                        aynısıdır. Hayvandan nutfenin, bitkiden de aşılanmayı 
                        sağlayan unsurun ayrılması gibi. Sonra bu ayrılan 
                        parçanın eğitimine başlanır ve aşamalı olarak, ayrıldığı 
                        köke benzeyen başka bir hayvan ve bitki olması 
                        gerçekleştirilir. Bilindiği gibi, yüce Allah hakkında 
                        böyle bir durumun söz konusu olması mümkün değildir. 
                        Çünkü: Birincisi: Bu durum, maddi 
                        bir cisim olmayı gerektirir. Yüce Allah maddeden ve 
                        hareket, zaman ve mekan gibi maddenin vazgeçilmez 
                        gereklerinden münezzehtir. İkincisi: Yüce Allah mutlak 
                        uluhiyet ve rububiyete sahip olduğu için diğer tüm 
                        varlıklar üzerinde mutlak egemenliğe sahiptir. O'nun 
                        dışındaki her şey, var olmak için O'na muhtaçtır, 
                        varlığının devam etemesi de O'na bağlıdır. Dolayısıyla, 
                        O'nun dışında, tür olarak O'na benzeyen, özü itibariyle 
                        O'ndan ayrı olan bir şeyin varlığı tasavvur edilemez. O 
                        şeyin, O'na muhtaç olmaksızın aynı öze, niteliklere ve 
                        hükümlere sahip olması düşünülemez. Üçüncüsü: Doğurma ve 
                        doğurulmanın yüce Allah hakkında tasavvur edilmesi, 
                        O'nun için aşamalı fiili gündeme getirir. Bu da, O'nun 
                        madde ve harekete hakim olan kanunlarının egemenliği 
                        altına girmesini gerektirir. Bu ise, olacak şey değildir. 
                        Çünkü, Allah'ın iradesi ve dilemesiyle gerçekleşen 
                        şeyler, mühletsiz ve aşamasız gerçekleşirler. Bu açıklamayı şu ayetten de 
                        algılıyoruz: "Dediler 
                        ki: "Allah çocuk edindi." O, (bu tür yakıştırmalardan) 
                        yücedir. Hayır, göklerde ve yerde her ne varsa O'nundur, 
                        tümü O'na gönülden boyun eğmiştir. Gökleri ve yeri bir 
                        örnek edinmeksizin yaratandır. O, bir işin olmasına 
                        karar verirse, ona yalnızca "ol" der, o da hemen 
                        oluverir." (Bakara, 
                        116-117) Yukarıdaki açıklama açısından: 
                        "O, (bu tür 
                        yakıştırmalardan) yücedir." sözü bir kanıttır.
                        "Göklerde ve 
                        yerde her ne varsa O'nundur, tümü O'na gönülden boyun 
                        eğmiştir." ifadesi diğer bir kanıttır. 
                        "Gökleri ve yeri bir 
                        örnek edinmeksizin yaratandır..." diye 
                        baş-layan ifade de üçüncü bir kanıttır. 
                        "Gökleri ve yeri bir 
                        örnek edinmeksizin yaratandır." ifadesi, 
                        sıfatın failine izafe edilmesi şeklinde de algılanabilir. 
                        Bu durumda şöyle bir anlam elde edilir: Yüce Allah'ın 
                        yaratması, daha önce var olan bir örnek üzere değildir. 
                        Dolayısıyla, Hıristiyanların iddia ettiği gibi O'nun 
                        hakkında doğurma düşünülemez. Çünkü doğurma, kendine 
                        benzer ve kendisi gibi bir şey yaratmak demektir. Buna 
                        göre, ayetin bu bölümü, tek başına başka bir kanıt olur. Onların; 
                        "Allah çocuk edindi." 
                        sözlerinin gerçek anlamda değil de, oğul ve çocuk 
                        anlamını geniş tutmayı esas alarak, maddi bir bölünme ve 
                        zamansal bir tedricilik söz konusu olmaksızın hakikati 
                        itibariyle benzer bir şeyin bir şeyden ayrılması 
                        anlamında kullanıldığı varsayılsa da, (Nitekim 
                        Hıristiyanlar, "Mesih, 
                        Allah'ın oğludur." sözünü açıklarken cisim, 
                        madde ve tedrici oluş sorunundan kurtulabilmek için 
                        böyle bir yoruma gidiyorlar.) yine geriye benzeme sorunu 
                        kalır. Şöyle ki: Oğul ve babadan söz etmek, 
                        zorunlu olarak sayıyı gündeme getirir. Bu da, baba ve 
                        oğul arasında türsel birlik olduğu varsayılsa da, gerçek 
                        olarak çokluğu ispat eder. Tıpkı insanlardan olan baba 
                        ve oğul gibi. Bunlar, insanlık gerçekliğinde bir olsalar 
                        da, iki insan bireyi olmak bakımından çokturlar. Bu 
                        durumda; ilahın tekliğinin varsayımı, O'nun dışındaki 
                        her şeyin, bu arada oğulun, O'nun mülkü olmasını, O'na 
                        muhtaç bulunmasını gerektirir. Dolayısıyla artık 
                        varsayılan oğul, onun gibi bir ilah olmaz. O'na benzer, 
                        O'na muhtaç olmayan, O'-nun gibi bağımsız bir oğulun 
                        varsayımı da, şanı yüce ilahın tekliği (tevhit) inancını 
                        geçersiz kılar. Şu ayet de bu anlamı vurgulamaya 
                        dönüktür: "Üçtür, 
                        demeyin; sakının, sizin için daha iyidir. Allah, ancak 
                        bir tek ilahtır. O, çocuk sahibi olmaktan yücedir. 
                        Göklerde ve yerde her ne varsa, O'nundur ve vekil olarak 
                        Allah yeter." (Nisâ, 
                        171) İkinci yöntem kapsamında ise, 
                        Meryem oğlu İsa'nın (a.s), ilahlık gerçeği bakımından 
                        Allah'a ortak ve O'nun oğlu olmadığı, çünkü onun bir 
                        beşer olduğu, beşeri özelliklere sahip olduğu 
                        vurgulanıyor. Şöyle ki: Hz. İsa'ya Meryem hamile 
                        kalmıştır. Bir cenin olarak onu rahminde beslemiştir. 
                        Sonra herhangi bir kadın gibi çocuğunu doğurmuştur. 
                        Ardından onu, herhangi bir kadın gibi kucağında 
                        yetiştirmiştir. Derken İsa büyümüş, hayatın aşamalarını 
                        geçmiş, ömrün merdivenlerini tırmanmış, çocukken genç, 
                        gençken yetişkin olmuştur. Bu durumların tümünde, doğal 
                        hayatını yaşayan herhangi bir insan gibi olmuştur. 
                        Herhangi bir insana arız olan şeyler, ona da arız 
                        olmuştur; acıkmış, doymuş, sevinmiş, üzülmüş, zevk almış, 
                        acı çekmiş, yemiş, içmiş, uyumuş, uyanmış, yorulmuş ve 
                        dinlenmiştir. İnsanlar arasında kaldığı sürece 
                        Hz. İsa'dan bu durumlar gözlemlenmiştir. Hiçbir akıl 
                        sahibi, durumu bundan ibaret olan bir kimsenin diğer 
                        insanlarla aynı türden bir insan olduğundan kuşku duymaz. 
                        Böyle olduğuna göre; o, diğer hemcinsleri gibi 
                        yaratılmış, var edilmiştir. Ölüleri diriltmek, çamurdan 
                        bir kuş şekli yapıp ona can vermek, doğuştan kör ve 
                        alacalıyı iyileştirmek gibi gerçekleştirdiği mucizeler, 
                        aynı şekilde babasız dünyaya gelmesi gibi varoluşuyla 
                        ilgili olağanüstülükler ise, bilinen ve alışılan 
                        kuralların, doğaya egemen olan yasaların dışındaki 
                        şeylerdir. Bunlar, az bulunur, nadir olgulardır. Ancak 
                        imkansız şeyler değildir. Örneğin; semavi kitaplar, Hz. 
                        Adem'in babasız olarak topraktan yaratıldığını 
                        söylemektedirler. Yine Salih, İbrahim ve Musa gibi 
                        peygamberler tarafından da birçok mucizeler 
                        gösterilmiştir. Vahiy yoluyla inen kitapların sayfaları 
                        arasında bunlardan sıkça söz edilir. Ama bunlar, onların 
                        ilah olmalarını, insanlık çerçevesinin dışına 
                        çıkmalarını gerektirmez. Aynı yöntemin şu ayette de esas 
                        alındığını görüyoruz: 
                        "Elbette, "Allah 
                        üçün üçüncüsüdür." diyenler küfre saptılar. Oysa bir tek 
                        ilahtan başka ilah yoktur... Meryem oğlu Mesih, bir 
                        elçiden başka bir şey değildir. Kendisinden öncede 
                        birçok elçi gelip geçti. Annesi de gayet doğru bir 
                        kadındı. İkisi de yemek yerlerdi. Bak, biz ayetlerimizi 
                        onlara nasıl açıklıyoruz? Sonra da bak, onlar nasıl 
                        çevriliyorlar?" 
                        (Mâide, 73-75) Onca eylem içinde yalnızca yemek 
                        yemekten söz edilmesi, bu eylemin, maddiliğe delalet 
                        etme ve ilahlıkla bağdaşmayan ihtiyacı ortaya koyma 
                        bakımından, eylemlerin en güzeli olmasından dolayıdır. 
                        Bilindiği gibi, doğası gereği acıkan ve susayan, sonra 
                        yemekle doyan ve iç-mekle susuzluğunu gideren kimse, 
                        ihtiyaç içindedir ve bunu ancak başkasının yardımıyla 
                        ortadan kaldırabilmektedir demektir. Durumu bundan 
                        ibaret olan bir kimsenin ilahlığından söz etmek doğru 
                        olmaz. Çünkü ihtiyaçla kuşatılmış, bunu gidermek için 
                        başkasına muhtaç olan bir kimse, özü itibariyle eksiktir, 
                        başkası tarafından yönetilmektedir; özü itibariyle 
                        ihtiyaçsız olan ilah değildir. O, ancak bir mahluktur, 
                        yönetimi elinde bulunduran bir gücün rububiyeti altında 
                        yönetilmektedir. Şu ayeti de bu anlama yorumlamak 
                        mümkündür: "Andolsun, 
                        "Allah, Meryem oğlu Mesih'tir." diyenler küfre saptılar. 
                        De ki: "Eğer Allah, Meryem oğlu İsa'yı ve annesini ve 
                        yeryüzünde bulunan her şeyi helak etmek istese, O'ndan 
                        kim bir şey kurtarabilir? Göklerin ve yerin ve 
                        aralarında ne varsa hepsinin mülkü Allah'ındır. 
                        Dilediğini yaratır ve Allah'ın gücü her şeye yeter."
                        (Mâide, 17) Aynı şekilde, bundan önce sunulan 
                        ayetten sonra da Hıristiyanlara yönelik şöyle bir ifade 
                        bulunuyor: "De ki: 
                        Allah'ı bırakıp size ne zarar, ne de yarar dokundurmaya 
                        güç yetiremeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Oysa Allah, 
                        işitendir, bilendir."
                        (Mâide, 76) Bu tür karşı çıkışların, 
                        itirazların özü şudur: Hz. İsa ile ilgili olarak 
                        gözlemlenen durum şundan ibarettir: O, insan hayatına 
                        egemen olan yasa çerçevesinde yaşıyordu. Yemek, içmek ve 
                        diğer insani ihtiyaçlar, beşeri özellikler gibi kendi 
                        türünün tüm niteliklerini, eylemlerini ve durumlarını 
                        üzerinde taşıyordu. Onun bu niteliklere sahip oluşu, 
                        sırf zahiri duyulara veya tasavvura ilişkin değildi. O, 
                        gerçekten bu konumdaydı. Mesih, bu özelliklere, bu 
                        durumlara ve bu fiillere sahip bir insandı. İnciller, 
                        onun kendisini bir insan, bir insan oğlu olarak 
                        isimlendirdiğine ilişkin ifadelerle doludur. İncillerde, 
                        onun yemesini, içmesini, uyumasını, yürümesini, 
                        yolculuğunu, yorulmasını, konuşmasını vs. konu alan 
                        birçok hikaye yer almaktadır. Bunları görmezlikten 
                        gelmek, başka türlü yorumlamak mümkün değildir. Bunları 
                        teslim ettikten sonra da, diğer insanlar için geçerli 
                        olan hususların Hz. İsa için de geçerli olduğu, 
                        başkaları gibi onun da kendi adına bir şeye malik 
                        olmadığı ve diğerleri gibi onun da ölebileceği gerçeği 
                        ortaya çıkar. Aynı şekilde, Hz. İsa'nın ibadet ve 
                        dua edişine ilişkin olarak aktarılan ifadeler de, onun 
                        bunları sırf Allah'a kulluk sunmak, O'na yaklaşmak, 
                        O'nun kutsal egemenliğine boyun eğmek için 
                        gerçekleştirdiğini gösterir. Bunda en ufak bir kuşkuya 
                        yer yoktur. O, bu ibadetleri insanlara öğretmek veya 
                        buna benzer bir amaç için yapıyor değildi. Şu ayet, Hz. İsa'nın ibadet edişine, 
                        kulluktan başka bir nitelemeyi reddettiğine ilişkin bir 
                        işaret içermektedir: 
                        "Ne Mesih Allah'ın 
                        bir kulu olmaktan çekinir, ne de yakınlaştırılmış 
                        melekler. Kim O'na kulluk etmekten çekinir ve büyüklük 
                        taslarsa, (bilmeli ki) Allah, onların tümünü huzurunda 
                        toplayacaktır." 
                        (Nisâ, 172) Hz. İsa'nın ibadet ve kulluk ediyor 
                        olması, onun ilah olmadığının en başta gelen kanıtıdır. 
                        Bu durum gösteriyor ki, ilahlık ondan başkasına aittir 
                        ve o, bunda pay sahibi değildir. Yoksa, bir şeyin, bir 
                        yandan kendisi için kulluk ve kölelik makamını öngörmesi, 
                        diğer yandan da aynı açıdan kendi ayak-ları üstünde 
                        durması ne anlam taşır?! Bu, açık bir husustur. Aynı 
                        şekilde meleklerin de kulluk ediyor olmaları, onların 
                        yüce Allah'ın kızları olamadıklarını, Ruh-ul Kudüs'ün de 
                        ilah olmadığını gözler önüne sermektedir. Çünkü onların 
                        tümü, Allah'a kulluk sunmakta, O'na itaat etmektedirler. 
                        Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: 
                        "Dediler ki: "Rahman, 
                        çocuk edindi." O, (bu tür yakıştırmalardan) yücedir. 
                        Hayır; on-lar, ancak ikrama layık görülmüş kullardır; 
                        sözle O'nun önüne geçmezler ve yalnız O'nun emriyle iş 
                        yaparlar. O, onların önlerindekini de, arkalarındakini 
                        de bilir. Onlar, O'nun razı olduğu kimselerden başkasına 
                        şefaat etmezler ve onlar, O'nun korkusundan titrerler."
                        (Enbiyâ, 26-28) Kaldı ki İnciller, Ruh'un Allah'a 
                        ve elçilerine boyun eğdiğine, emre göre hareket ettiğine, 
                        hükme bağlı olduğuna ilişkin ifadelerle doludur. Oysa 
                        bir şeyin kendisine emretmesinin, kendisine boyun 
                        eğmesinin, kendisi tarafından yaratılanın emrine 
                        girmesinin anlamı yoktur.  Hz. İsa'nın Allah'a kulluk 
                        sunmasının, onun ilah olmadığına delalet etmesi gibi, 
                        onun insanları Allah'a ibadet etmeye davet etmesi de 
                        benzeri bir delalet içermektedir. Yüce Allah bir ayette 
                        konuya ilişkin olarak şöyle buyuruyor: 
                        "Andolsun, "Allah, 
                        Meryem oğlu Mesih'tir." diyenler küfre düşmüşlerdir. 
                        Oysa Mesih demişti ki: "Ey İsrailoğulla-rı, benim de 
                        Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a ibadet edin. 
                        Çünkü kim Allah'a ortak koşarsa, şüphesiz Allah, cenneti 
                        ona haram kılmıştır, onun barınma yeri ateştir ve 
                        zulmedenlere hiçbir yardımcı yoktur."
                        (Mâide, 72) Ayetin 
                        hedefi ve vurguladığı husus gayet açıktır. Yine İnciller, Hz. İsa'nın 
                        insanları Allah'a davet ettiğine ilişkin ifadelerle 
                        doludur. Gerçi bu ifadeler, 
                        
                        "Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a ibadet 
                        edin." şeklindeki kapsamlı ifadeyi içermiyor, 
                        ancak Hz. İsa'nın Allah'a ibadet etmeye yönelik davetini, 
                        Allah'ın kendisinin Rabbi olduğunu, işlerinin O'nun 
                        elinde bulunduğunu, O'nun insanların Rabbi olduğunu dile 
                        getirmesini içeriyor. İncillerde, Hz. İsa'nın insanları 
                        bizzat kendisine kulluk sunmaya çağırdığına ilişkin açık 
                        veya dolaylı tek bir ifade yer almaz. "Ben ve Baba biriz."
                        (Yuhanna İncili, Bap 10 : 
                        30.) gibi sözlere gelince; eğer gerçekten Hz. İsa 
                        (a.s) bu gibi sözleri söylemişse, onları şu şekilde 
                        yorumlamak gerekir: "Bana itaat etmek, Allah'a itaat 
                        etmek demektir." Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle 
                        buyuruyor: "Kim 
                        Peygamber'e itaat ederse, gerçekte Allah'a itaat 
                        etmiştir." (Nisâ, 
                        80) 5- 
                        Hz. İsa Allah Katında Bir Şefaatçidir, İnsanların 
                        İşledikleri Günahın Bedeli DeğildirHıristiyanlar, Hz. İsa'nın, değerli 
                        kanını akıtarak kendisini onlara feda ettiğine ve 
                        böylece onları günahların sorumluluğundan kurtarmış 
                        olduğuna inanırlar. Bu yüzden ona "feda olan" adını 
                        vermişlerdir. Diyorlar ki: "Hz. Adem, cennette yasak 
                        ağacın meyvesinden yemek suretiyle Allah'a isyan etme 
                        hatasına düştü ve bu hatanın sorumluluğunu hep üzerinde 
                        taşıdı. Ondan sonra üreyip çoğalan zürriyeti de bu 
                        sorumluluğun altına girdi. Hatanın karşılığı ise 
                        ahirette azaba çarptırılmak ve ebedi helaka mahkum 
                        olmaktı. Öte yandan Allah, hem merhametli, 
                        hem de adil idi. Bu durum, içinden çıkılmaz bir probleme 
                        sebep olmuştu. Eğer Allah, Adem ve zürriyetini 
                        hatalarından dolayı cezalandırsa, bu, onları yaratmasına 
                        neden olan rahmetine aykırı olacaktı. Şayet onları 
                        affetse, bu da, adaletiyle bağdaşmayacaktı. Çünkü adalet, 
                        hata eden suçlunun, hata ve suçunun cezasını çekmesini, 
                        iyilik yapan itaatkâr insanın da, iyiliğinden ve 
                        itaatkârlığından dolayı ödüllendirilmesini öngörür. Bu problem, Mesih'in bereketiyle 
                        çözüldü. (Allah'ın oğlu ve Alla-h'ın kendisi olan) Mesih, 
                        Adem'in zürriyetinden biri olan bakire Meryem'in rahmine 
                        girdi. Oradan herhangi bir insan gibi doğdu. Böylece o, 
                        hem tam bir insandır; çünkü insan oğludur; hem de tam 
                        bir ilahtır; çünkü Allah'ın oğludur; Allah'ın oğlu da 
                        Allah'ın kendisidir. (Allah bu tür yakıştırmalardan 
                        münezzehtir.) Dolayısıyla da bütün günah ve hatalardan 
                        beridir, masumdur. O, kısa bir süre için insanlar 
                        arasında yaşadı, onlarla ilişki kurdu, aralarına karıştı, 
                        onlarla birlikte yedi-içti, onlarla konuştu, aralarında 
                        yürüdü. Sonunda da, kendisini en ağır bir biçimde 
                        öldürsünler diye, kendisini düşmanlarına teslim etti. Bu 
                        ağır öldürme şekli, çarmıha gerilerek asılmaydı ki, 
                        ilahi kitapta böyle bir cezaya uğrayanlar 
                        lanetlenmişlerdir. İsa, laneti ve çarmıha gerilme 
                        eziyetini ve işkenceyi üzerine çekmek suretiyle 
                        kendisini insanlara feda etti. Böylece onları ahiret 
                        azabından ve ebedi helaktan kurtardı. Onun bu şekilde 
                        öldürülüşü, kendisine inananların ve hatta tüm dünyanın 
                        günahlarının kefareti oldu." 
                        Hıristiyanların dedikleri bundan ibarettir. Hıristiyanlar, çarmıh olayını ve 
                        feda edilmeyi çağrılarının esası haline getirmişlerdir. 
                        Söze onunla başlıyor, onunla bitiriyorlar. Tıpkı tevhit 
                        mesajının İslam çağrısının esası olması gibi. Nitekim 
                        yüce Allah Resulüne (s.a.a) hitaben şöyle buyuruyor: 
                        "De ki: "İşte benim 
                        yolum budur. Ben, basiret üzere Allah'a davet ederim; 
                        bana uyanlar da. Allah münezzehtir ve ben müşriklerden 
                        değilim." (Yusuf, 
                        108) Hıristiyanların bu yaklaşımına rağmen, 
                        İncillerden yaptığımız alıntılardan da anlaşıldığı gibi, 
                        Hz. İsa'nın ilk tavsiyesi, yüce Allah'ın birliği ve 
                        sevgisi şeklinde olmuştur. Bu konuda, Müslümanlar ve diğer 
                        bazı araştırmacılar, Hıristiyanlarla tartışmışlar, 
                        onların bu iddialarının yanlışlığını, batıllığını gözler 
                        önüne sermişlerdir. Bu konuda kitaplar ve risaleler 
                        kaleme alınmış, sayfalar ve kağıt tomarları dolusu 
                        yazılarda, söz konusu iddianın akıl ve mantığa aykırı 
                        olduğu, aynı zamanda Eski ve Yeni Ahit'le çeliştiği dile 
                        getirilmiştir. Burada bizi ilgilendiren husus, 
                        kitabımızın kapsamının elverdiği ölçüde, Hıristiyanların 
                        bu iddialarının Kur'an'ın öğretisiyle çelişen yönlerini 
                        sergilemek, bu bağlamda Kur'an'ın gündeme getirdiği 
                        şefaat ile onların Hz. İsa'yla ilgili olarak 
                        savundukları feda edilme arasındaki farklar üzerinde 
                        durmaktır. Kur'an açık bir şekilde, insanlara 
                        akıllarının ufukları kapsamına giren ifadelerle hitap 
                        ettiğini, insanların anlayıp algılayabilecekleri 
                        beyanlar kullandığına delil getirir. Bu sayede insan 
                        hakkı batıldan ayırabilir, hakkı alıp batılı bir kenara 
                        atabilir. Hayrı şerden, yararlıyı zararlıdan ayırıp 
                        hayır ve yararlı olanı alıp zararlı ve şer olanı terk 
                        edebilir. Kur'an'ı inceleyenler, onun aklıselimi 
                        açıklamalarının esası haline getirdiğini rahatlıkla 
                        görebilirler.  Hıristiyanların iddialarına gelince: Birincisi: Onlar, Hz. 
                        Adem'in yasak ağacın meyvesinden yemek suretiyle günah 
                        işlediğinden söz ederler. Kur'an bu iddiayı iki açıdan 
                        reddeder: 1) Buradaki yasak, yol gösterme 
                        amaçlı bir yasaktır. Yasağa muhatap olan kişinin iyiliği 
                        ve durumuyla ilgili olarak işin doğrusunun gösterilmesi 
                        kastedilir. Burada efendiliğin, egemenliğin devreye 
                        sokulması söz konusu değil. Bu tür bir emre uymak, 
                        otorite açısından sevabı, terk etmek de cezayı 
                        gerektirmez. Danışılan kişinin danışana, doktorun 
                        hastaya yönelttiği emir ve yasakları buna örnek olarak 
                        gösterebiliriz. Yol gösterme amaçlı emirlere uymak, 
                        kişiye fiilden beklenen maslahatları kazandırır. Buna 
                        karşılık, bu tür emirlere aykırı hareket etmek de insanı 
                        fiilin zararının etkinliğine duçar eder. Nitekim, Hz. 
                        Adem hakkında cennetten çıkarılma dışında bir şey 
                        yapılmamıştır. Yaptığı işin sonucu olarak ilahi yakınlık 
                        ve hoşnutluğun rahatlık ve neşesini kaybetmiştir. Ahiret 
                        azabına gelince; böyle bir durum gündeme gelmemiştir. 
                        Çünkü o, ilahi otoriteye baş kaldırmak şeklinde bir 
                        günah işlememişti ki, karşılığında bir cezayı hakketmiş 
                        olsun. Geniş bilgi için Bakara, 35-39. ayetlerin 
                        tefsirine bakınız.  2) Hz. Adem (a.s) bir peygamberdi. 
                        Kur'an, peygamberlik misyonuna sahip kimselerin günahtan, 
                        Allah'ın emrinin dışına çıkmaktan münezzeh olduklarını 
                        vurgular. Akli kanıt da bunu destekler. Peygamberlerin 
                        masum oluşlarıyla ilgili olarak Bakara, 213. ayetin 
                        tefsirine bakılabilir. İkincisi: Hıristiyanlar, Hz. 
                        Adem'in, işlediği hatadan sorumlu olduğunu iddia 
                        ediyorlar. Ancak Kur'an bu iddiayı şu şekilde reddeder:
                        "Sonra Rabbi onu 
                        seçti, tövbesini kabul etti ve doğru yola iletti."
                        (Tâhâ, 122) 
                        "Adem, Rabbinden 
                        birtakım kelimeler aldı. Bunun üzerine Allah da 
                        tövbesini kabul etti. Şüphesiz O, tövbeleri kabul 
                        edendir, esirgeyendir."
                        (Bakara, 37) Akıl da bunu destekliyor, daha 
                        doğrusu açık bir değerlendirme olarak ortaya koyuyor. 
                        Şöyle ki: Hata ve günah, sakınılması ve korkulması 
                        gereken bir olgudur. Akıl veya ilahi otorite, bunu karşı 
                        çıkışın ve isyankarlığın bir karşılığı olarak öngörür. 
                        Bununla da yükümlülük olgusunun pekişmesi amaçlanır. 
                        Eğer ceza ve sevap olgusu olmazsa, tanrısal otorite 
                        eksik kalır, etkin olamaz. Herhangi bir emir veya 
                        yasağın da pratik bir değeri olmaz. Ancak, itaatkarlara sevap uygulamak 
                        gibi suçlulara ceza uygulamak, ilahi otoritenin bir 
                        özelliği olduğu gibi, tanrısal egemenlik çerçevesinde 
                        ilahi otoritenin mutlaklığı da bir gerekliliktir. 
                        Dolayısıyla ilahi otoriteye sahip hükümran güç, 
                        hatalıların hatasını ve günahkârların günahını af ve 
                        bağışlama yoluyla görmezlikten gelebilir. Çünkü bu da 
                        bir tür tasarruf ve egemenliktir. Bunun gibi, bunlardan 
                        dolayı söz konusu kişileri cezalandırabilir de. Bu da 
                        bir egemenlik şeklidir. Güç ve egemenlik sahibi 
                        kimselerin hoşgörü, bağışlama ve görmezlikten gelme gibi 
                        yöntemlere başvurdukları kuşku götürmez bir gerçektir. Aklın kurallarına göre hareket eden 
                        insanlar, bugüne kadar hep bu yönteme başvurmuşlardır. 
                        Dolayısıyla insandan sadır olan her hatanın sürekli 
                        olarak onu sorumlu kılmasının bir anlamı yoktur. Aksi 
                        takdirde af ve bağışlama olgularının bir gerçekliği 
                        olmaz. Çünkü bağışlama ve aff etme, hatayı silmeye ve 
                        günahın izini gidermeye yöneliktir. Günah ve hatanın 
                        hiçbir şekilde insandan ayrılmadığının, sorumluluğunun 
                        ka-lıcı olduğunun varsayılması durumunda, af ve 
                        bağışlamanın ilgili olabilecekleri bir objektif alandan 
                        söz edilemez. Oysa vahiy yoluyla bildirilen ilahi 
                        mesajın kapsamında af ve bağışlamadan sıkça söz edilir. 
                        Aynı durum, Eski ve Yeni Ahitler için de geçerlidir. 
                        Hatta Hıristiyanlardan aktardığımız değerlendirmede de 
                        bunu gözlemleyebiliriz. Kısacası, herhangi bir günahın 
                        veya herhangi bir hatanın sürekli olduğunu, tövbe, 
                        pişmanlık, geri dönme ve nedamet yoluyla bile olsa 
                        silinmeyeceğini, bağışlanmayacağını söylemek, aklıselim 
                        ve bozulmamış fıtratın kabul edeceği bir şey değildir. Üçüncüsü: Hıristiyanların; "Adem'in 
                        işlediği hata, kendisini bağladığı gibi, kıyamete kadar 
                        gelecek tüm zürriyetini de bağlar." şeklindeki sözleri, 
                        bir kişinin işlediği günahtan, onun dışında ilahi 
                        otorite açısından günah işlemeyen başkalarının da 
                        sorumlu tutulmasını gerektirmektedir. Bu, bir fiilin bir 
                        kişiden sadır olması, ama isyanının ve sorumluluğunun bu 
                        fiili işlemeyeni de tıpkı faili gibi kuşatması demektir. 
                        Bu durum, bir topluluğun bir günah işlemesinden, 
                        onlardan sonra gelenlerin de buna razı olmalarından, 
                        dolaysıyla günahın tümünü kuşatmasından farklıdır. Buna 
                        günah işlemeden vebalinin altına girmek denir. Kur'an 
                        böyle bir şeyi kabul etmez: 
                        "Doğrusu, hiçbir 
                        günahkâr bir başkasının günah yükünü yüklenmez. Doğrusu, 
                        insana kendi çabasından başkası yoktur."
                        (Necm, 38-39) Bu 
                        konuda akıl da Kur'an'a arka çıkar. Çünkü akıl, bir 
                        kimsenin, işlemediği bir günahtan sorumlu tutulmasını 
                        çirkin karşılar. Daha geniş bilgi için, insanların 
                        fiilleri bağlamında Bakara, 216-218 ayetlerin tefsirine 
                        bakınız. Dördüncüsü: Hıristiyanların 
                        bu sözleri, bütün hata ve günahların, aralarında hiçbir 
                        fark olmaksızın ebedi helakı gerektirdiği anlayışından 
                        kaynaklanıyor. Bu ise, büyük-küçük tüm hata ve 
                        günahların farksız olmasını, hatta tümünün büyük azabı 
                        gerektiren büyük günahlar olmasını gerektirir. Kur'an'ın 
                        öğretisinden anlaşılan ise, onun hata ve günahları 
                        farklı değerlendirdiğidir. Günahların bir kısmı büyük, 
                        bir kısmı küçüktür. Bunların bir kısmı affa uğrayabilir, 
                        şirk gibi bazı günahlar da tövbe etmeksizin affa 
                        uğramazlar. Konuyla ilgili olarak yüce Allah şöyle 
                        buyuruyor: "Size 
                        yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin 
                        kusurlarınızı örteriz."
                        (Nisâ, 31) 
                        "Gerçekten, Allah, 
                        kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışında 
                        kalanı ise dilediğine bağışlar."
                        (Nisâ, 48) 
                        Görüldüğü gibi, yüce Allah, yasaklanan hata ve 
                        günahların bir kısmından büyük, bir kısmından da küçük 
                        günahlar olarak söz ediyor. Bunu, karşılaştırma 
                        karinesinden hareketle anlıyoruz. Bu arada yüce Allah, 
                        bazı günahların bağışlanmayacağını, bazısının 
                        bağışlanacağını belirtiyor. Şu halde, günahlar ve 
                        hatalar arasında bir şekilde farklılık vardır. Her günah 
                        ateşte sonsuza dek kalmayı ebedi helakı gerektirmez. Akıl da, bütün günahların bir yerde 
                        istif edilmesini, aynı sıraya konulmasını kabul etmez. 
                        Söz gelişi, birine tokat atmak, onu öldürmek gibi 
                        değildir. Yabancı bir kadına yönelik rahatsız edici 
                        bakış, zina gibi değerlendirilemez. Bunun gibi daha 
                        birçok örnek bulunabilir. Hiçbir zaman, aklı başında 
                        olan insanların herhangi bir hata veya günahı başkasının 
                        yerine koydukları görülmemiştir. Onlar, değişik suçlar 
                        için farklı cezalar ve sorumluluklar öngörmüşlerdir. 
                        Aralarında onca farklılık varken bütün günahları ve 
                        suçları aynı kategoriye sokmak nasıl düşünülebilir?! 
                        Günahların ve suçların farklılığı kabul edildikten sonra, 
                        sonsuz ceza, ebedi helak ancak bunların bir kısmı için 
                        öngörülebilir. Kur'an-ı Kerim'in de vurguladığı gibi 
                        şirk bu tür bir günahtır. Bilindiği gibi, ağacın 
                        meyvesinden yemekle ilgili yasağı çiğnemek, Allah'ı 
                        inkar etmek veya bu düzeydeki bir başka günah kadar ağır 
                        bir suç değildir. Dolayısıyla ağacın meyvesini yemekle 
                        ilgili yasağı çiğnemenin cezasını ebedi azap şeklinde 
                        öngörmenin bir anlamı yoktur. (Daha önce sözü edilen 
                        insanların fiilleri bölümüne bakınız.) Beşincisi: Hıristiyanların 
                        bir problem olarak gördükleri, rahmet ve adalet 
                        sıfatları arasında bir çelişme olarak değerlendirdikleri, 
                        bundan kurtulmak için Mesih'in yeryüzüne indiğini, sonra 
                        göğe yükseldiğini ileri sürdükleri hususa gelince; bu 
                        sözler ve gerektirdiği hususlar üzerinde düşünenler, 
                        onların bu iddialarının altında şu anlayışın yattığını 
                        kavrayacaktır: "Yüce Allah, yaratıcı bir varlık olarak, 
                        her şeyin nispet edildiği, gelip dayandığı bir güçtür. 
                        Bütün cüzleriyle şu yaratılmış evren, O'nun tarafından 
                        var edilmiştir. Ne var ki, O, bir şeyi kendisinde mevcut 
                        olan bir irade ve ilme dayalı olarak işler. İradesinin 
                        gerçekleşmesi de, bilgiye dayalı tercihine bağlıdır. 
                        Nitekim insan da, bilgisince tercih edilen bir şeyi 
                        irade eder. Allah'ın fiillerinin örtüştüğü olumluluklar 
                        ve olumsuzluklar vardır. Yüce Allah, fiillerinde bunları 
                        izler. Bazen ortüştürme noktasında yanılır ve yaptığı 
                        işten pişman olur. 
                        Bazen bir şeyi düşünür, ama onun yararlı yönünü elde 
                        edecek yolu bulamaz. Bazı şeyleri bilmez." Kısacası, onların anlayışına göre, 
                        yüce Allah sıfatları ve fiilleri itibariyle insan 
                        gibidir. Her ne yaparsa, düşüncesi ve fikriyle yapar. 
                        Bunları yaparken de fiilinin bir maslahatla örtüşmesini 
                        amaçlar. Dolayısıyla O, maslahatın hükmüne tabidir ve 
                        maslahatlar, dışarıdan O'nun işinde etkili 
                        olabilmektedir. Bu arada doğruyu isabet ettirmesi mümkün 
                        olduğu gibi, aynı şekilde şaşırması, olguları birbirine 
                        karıştırması, gaflete düşmesi de mümkündür. Bildiği 
                        şeyler gibi bilmediği şeyler de vardır. Bazen galip, 
                        bazen de mağlup olur. Dolayısıyla ilmi gibi gücü de 
                        sınırlıdır. Bütün bunlar O'nun için geçerli olunca, fiil 
                        işlerken düşünen ve irade eden tüm varlıklarda olduğu 
                        gibi, bir fiilden dolayı sevinmesi, üzülmesi, övünmesi, 
                        pişman olması, heyecanlanması, coşması vb. gibi 
                        tepkimeler de caiz olur. Bu durumda olan bir varlık, 
                        maddi ve cismani olur. Hareket, değişim ve tekamül 
                        yasasına tâbi olur. Böyle bir varlık, olsa olsa mümkün 
                        yaratılışlı, daha doğrusu sonradan var edilmiş bir insan 
                        olabilir. Varlığı zorunlu, her şeyin yaratıcısı yüce 
                        Allah olamaz. Eski ve Yeni Ahit'lere (Tevrat ve 
                        İncil'e) baktığınızda, yüce Allah'a cisimlik 
                        atfettikleri, cismani nitelikleri O'na yakıştırdıkları, 
                        O'nu bir insan gibi gördükleri yönünde onlara nispet 
                        ettiğimiz hususların doğru olduğunu göreceksiniz. Bütün bu hususlarda Kur'an, yüce 
                        Allah'ı bu tür asılsız vehim ve hurafelerden tenzih eder:
                        "Allah, onların 
                        nitelendirdiklerinden yücedir."
                        (Sâffat, 159) Kesin 
                        akli kanıtlar da, yüce Allah'ın tüm kemal sıfatlarına 
                        sahip olduğunu öngörür. O, yoklukla en ufak bir ilintisi 
                        bulunmayan varlığa sahiptir. O, acze düşmeyen kudret 
                        sahibidir. Cehaletin yol bulamadığı mutlak bilgi 
                        O'nundur. O, mutlak hayat sahibidir. Ölüm ve yokluk 
                        O'nun açısından imkansızdır. Böyle olduğuna göre, 
                        varlığı, bilgisi, gücü veya hayatı açsından bir değişime 
                        uğraması düşünülemez.  Şu halde O, cisim ve cismanî bir 
                        varlık değildir. Çünkü cisimler ve cismani varlıklar, 
                        değişimler ve dönüşümlerle kuşatılmışlardır. İmkanların, 
                        yoksunlukların ve ihtiyaçların mahalli konumundadırlar. 
                        Yüce Allah, cisim ve cismani bir varlık olmadığına göre, 
                        değişik durumlara ve farklı gelişmelere maruz kalmaz. 
                        Gaflet, yanılma, yanlış yapma, pişmanlık, şaşırma, 
                        etkilenme, tepkime, horlaşma, küçülme ve yenilme gibi 
                        hallere duçar olmaz. Kitabımızın kapsamı içinde, yeri 
                        geldikçe konuya ilişkin kanıtlara dayalı açıklamalarda 
                        bulunmuşuzdur. Söz konusu bölümlere başvurulduğunda 
                        detaylı bilgiler bulunacaktır. Gözlemci bir eleştirmen, dikkatli 
                        bir düşünür şu iki görüşü mukayese etmelidir: Kur'an, 
                        evrenin ilahı ile ilgili olarak verdiği bilgilerde, 
                        O'nun bütün kemal sıfatlarına sahip olduğunu belirtir. 
                        O'nu eksik sıfatlardan tenzih eder. Zihinlerimizin 
                        sınırlı aleme ilişkin yargılarına ve değerlendirmelerine 
                        sığmayacak kadar yüce ve büyük olduğunu vurgular. Buna 
                        karşın, Eski ve Yeni Ahit'lerin yüce yaratıcıyla ilgili 
                        değerlendirmelerinin bir benzerini, ancak Yunan 
                        mitolojisinde, eski Hind ve Çin hurafelerinde ve ilkel 
                        insanın zihninde oluşturduğu vehimlerde bulabiliriz. Altıncısı: Hıristiyanlar 
                        diyorlar ki: "Allah, oğlu Mesih'i gönderdi ve ona bir 
                        rahme yerleşmesini, bir ilah olduğu halde insan olarak 
                        oradan doğmasını emretti." Bu, akla sığmayan saçma bir 
                        sözdür. Daha ön-ce açıkladığımız gibi Kur'an-ı Kerim, 
                        bunun asılsızlığını kesin bir dille ifade etmiştir ve 
                        biz o sözleri burada tekrarlamak istemiyoruz. Bilindiği gibi, akıl da böyle bir 
                        iddiaya arka çıkmaz. Yüce Allah i-le ilgili olarak 
                        inanılması ve dile getirilmesi gereken ebedilik, 
                        değişmezlik, sınırsız varlık sahibi olma, her şeyi 
                        kuşatma, zamandan, mekandan ve buna tabi olgulardan 
                        münezzeh olma gibi zorunlu sıfatları düşündüğün zaman, 
                        bunun yanında bir de, önce bir damla su, sonra ana 
                        rahminde bir cenin olarak -ister bu kelimeye 
                        Melikanilerin getirdiği açıklamayı ele alın, ister 
                        Nasturilerin, ister Yakubilerin, ister bir başka grubun- 
                        oluşmaya başlayan bir insanın durumunu düşündüğün zaman, 
                        cisim olan ve tüm cismani nitelik ve etkilere sahip olan 
                        bir varlıkla, cismani olmayan, zaman, mekan ve hareket 
                        gibi maddi bir niteliği bu-lunmayan varlığın hiçbir 
                        şekilde bir olmayacaklarını anlarsın. Yukarıda işaret ettiğimiz iddianın, 
                        akıl açısından doğruluğu zorunlu olan önermelerle 
                        bağdaşmaması, Pavlus gibi önde gelen papazların 
                        değerlendirmeleri kapsamında felsefeyi yermelerinin, 
                        akli yargıları ayıplamalarının altındaki sırrı da 
                        oluşturmaktadır. Pavlus bir yerde şunları söylüyor: "Çünkü 
                        yazılmıştır: "Hikmetlilerin hikmetini yok edeceğim ve 
                        anlayışlıların anlayışını iptal edeceğim." Hikmetli 
                        nerede? Yazıcı nerede? Bu dünyanın bahsedicisi nerede? 
                        Dünyanın hikmetini Allah akılsızlığa döndürmedi mi?... 
                        Çünkü Yahudiler alâmetler isterler ve Yunanlılar hikmet 
                        ararlar; fakat biz... haça gerilmiş Mesih'i... vâzederiz."
                        (Pavlus'un Korintoslulara 
                        1. Mektubu, Bap 1 : 18-24.) Bu tür ifadelere hem onun, hem de 
                        başka Hıristiyan din büyüklerinin sözleri arasında çokça 
                        rastlanır. Bunun gerisindeki tek neden, inancın 
                        yayılması, tebliğ edilmesi ve öğüt politikasıdır. Bu tür 
                        risale ve kitaplarda göz gezdirenler, bunlardaki hitap 
                        şekli ve telkin tarzı üzerinde düşünenler bunu 
                        rahatlıkla fark ederler. Bu açıklamalarımızdan, 
                        Hıristiyanların, "Yüce Allah her türlü günah ve hataya 
                        karşı masumdur." şeklindeki sözleriyle de çeliştikleri 
                        or-taya çıkmaktadır. Çünkü onların tasvir ettikleri 
                        tanrı, kesinlikle hatadan berî değildir. Yâni kavrama ve 
                        fiilde yanılabiliyor.  Bu, itaati farz olan birine 
                        muhalefet etme anlamındaki hatadan farklıdır. Çünkü 
                        itaat ve boyun eğme gerektiren şeylerde serkeşlik etmek 
                        anlamında isyan ve günah, yüce Allah hakkında tasavvur 
                        edilemez. Dolayısıyla bu anlamda masumiyet de O'nun 
                        hakkında düşünülemez. Yedincisi: Hıristiyanlar 
                        diyorlar ki: "İsa, daha sonra insan oldu ve bir insan 
                        gibi diğer insanlarla ilişki içine girdi. Sonunda da 
                        kendisini düşmanlarına teslim etti." Bu sözler, varlığı 
                        zorunlu olan ilahın, varlığı mümkün olan herhangi bir 
                        varlığın niteliklerini alabileceğinin, dolayısıyla aynı 
                        anda ve aynı enlemde hem tanrı, hem de insan 
                        olabileceğinin ifadesidir. Buna göre, varlığı zorunlu 
                        olan tanrı, kendi yarattığı şeylerden biri olabilir. 
                        Yâni, objeler dünyasındaki varlık türlerinden herhangi 
                        birinin vasıflarını gerçekten üzerinde taşıyabilir. 
                        Bazen insan olur, bazen at olur, bazen kuş, böcek vs. 
                        olur; bazen de aynı anda insan, at, böcek gibi bir 
                        türden fazlası olur. Dolayısıyla, varlık türlerinden 
                        sadır olan herhangi bir fiil, ondan da sadır olabilir. 
                        Çünkü o, her an varlık türlerinden herhangi biri olup 
                        ona özgü herhangi bir fiili işleyebilir. Aynı şekilde, 
                        adalet ve zulüm gibi karşıt fiilleri de işleyebilir. 
                        İlim ve cehalet, kudret ve acizlik, hayat ve ölüm, 
                        zenginlik ve fakirlik gibi karşıt niteliklere sahip 
                        olması da mümkündür. (Gerçek hükümranlık sahibi olan 
                        Allah, bu tür yakıştırmalardan münezzehtir.) Bu da, 
                        altıncı maddede geçen sakıncadan ayrı bir husustur. Sekizincisi: Hıristiyanlar 
                        diyorlar ki: "İsa, çarmıha gerilmeyi ve laneti üslendi. 
                        Çünkü çarmıha gerilerek asılan mel'undur." Acaba onlar, 
                        "laneti üslendi" sözleriyle neyi kastediyorlar? "Lanet"ten 
                        maksatları nedir? Geleneksel olarak bilinen ve sözlükte 
                        rahmetten ve saygınlık gibi onur verici şeylerden uzak 
                        olma anlamına gelen laneti mi kastediyorlar? Eğer maksat, 
                        bizim bildiğimiz ve sözlükte tanımlanan lanetse, yüce 
                        Allah'ın -haşa- kendisini veya başkasının O'nu rahmetten 
                        uzaklaştırmasının anlamı nedir?! Rahmet, birini varlık 
                        bağışı, nimet ihsanı ve varoluş meziyetleriyle 
                        donatmaktan başka ne anlam ifade eder?! Bu demektir ki, 
                        söz konusu uzaklaştırma ve lanet, anlam itibariyle mal, 
                        makam gibi herhangi bir hususta dünya veya ahiret ya da 
                        her ikisi bağlamında yoksunluğu ifade eder. Peki, bizzat 
                        ihtiyaçsız ve zengin olan, her şeyin yoksulluğunu 
                        gideren yüce Allah'ın, ne şekilde tasavvur edilirse 
                        edilsin, lanetle irtibatlandırılmasının anlamı nedir?! Kur'an'ın öğretisi, kelimenin tam 
                        anlamıyla bu tuhaf değerlendirmenin karşı noktasındadır. 
                        Yüce Allah buyuruyor ki: 
                        "Ey insanlar, siz 
                        Allah'a muhtaç olanlarsınız; Allah ise, hiçbir şeye 
                        ihtiyacı olmayandır..."
                        (Fatır, 15)Kur'an 
                        fakirlik, yoksulluk, muhtaçlık, noksanlık, yokluk, 
                        kötülük, çirkinlik, horluk ve zelillik gibi yakışıksız 
                        nitelikleri kesinlikle yüce Allah'ın kutsal zatına 
                        yaklaştırmaz; yüce Allah'ı bu niteliklerle asla 
                        bağdaşmayan isimler ve sıfatlarla anar. Eğer denilirse: Yüce 
                        Allah'ın -haşa- horlukla ve lanetlenmeyle ni-telenmesi, 
                        insanla birleştiğinden dolayıdır. Yoksa O'nun zatı böyle 
                        bir durumdan yücedir. Buna cevap olarak denilir ki: 
                        Sözü edilen bu birleşme, acaba gerçek anlamda mı laneti 
                        yüklenmesini ve bu tür meşakkatleri çekmesini gerektirdi, 
                        yoksa burada bir mecaz mı söz konusudur? Eğer gerçek 
                        anlamda böyle bir durumun söz konusu olduğu söylenirse, 
                        sözünü ettiğimiz sakınca gündeme gelir. Eğer bir mecazın 
                        söz konusu olduğu söylenirse, problem yeniden geri döner. 
                        Yâni Mesih'in doğması, rahmet ve adalet olgularının 
                        çelişmesi durumunu ortadan kaldırmaz. Çün-kü yüce 
                        Allah'tan başkasının musibetlere katlanması, azap ve 
                        lanet tür-lerini yüklenmesi, sözü edilen fidye olayının, 
                        yâni Allah'ın insanların fidyesi olması olayının 
                        gerçekleşmesini sağlamaz. Bu, gayet açıktır.  Dokuzuncusu: Hıristiyanlar 
                        diyorlar ki: "Bu, İsa'ya inananların, daha doğrusu tüm 
                        alemin hatalarının kefaretidir." Bu sözler, onların 
                        günah ve hataların gerçekte ne anlama geldiğini 
                        kavramadıklarını, nasıl uhrevi azabı gerektirdiklerini 
                        ve bu azabın nasıl gerçekleştiğini algılayamadıklarını, 
                        bu hatalar ve günahlarla bunlara ilişkin yasamalar 
                        arasındaki irtibatı bilmediklerini, yasamanın bu 
                        konudaki fonksiyonunu anlayamadıklarını ortaya koyuyor. 
                        Kur'an, bütün bunları en net şek-liyle ortaya koyuyor. Daha önce kitabımızın kapsamı 
                        içinde yer alan açıklamalar çerçevesinde, bu arada; 
                        "Şüphesiz Allah, bir 
                        sivrisineği, hatta onun üstünde olanı da örnek vermekten 
                        çekinmez." (Bakara, 
                        26) ayeti ile 
                        "İnsanlar tek bir 
                        ümmetti..." (Bakara, 
                        213) ayetinin tefsiri bağlamında şunları 
                        söy-lemiştik: Muhalefet edilen, baş kaldırılan, 
                        dolayısıyla günah ve hataya düşülen hükümler ve kanunlar, 
                        itibari ve saymaca şeylerdir. Bu hükümler ve kanunların 
                        yasanıp geçerli kabul edilmesinden maksat, onlara göre 
                        hareket etmekle, onların gözetilmesiyle insan toplumunun 
                        maslahatının korunmasıdır. Bu kanunlara başkaldırma ve 
                        muhalefet etmeden dolayı gündeme gelen ceza ise, olumsuz 
                        ve kötü bir sonuçtur ki, insanların bunu öngörmelerinin 
                        ve vâzetmelerinin nedeni, yükümlü konumundaki insanı, 
                        suç işlemekten ve itaat çizgisinin dışına çıkmak-tan 
                        alıkoymaktır. İnsan topluluklarını kuran ve yöneten akıl 
                        sahibi kişilerin yaklaşımı budur. Ancak Kur'an öğretisi, konuya 
                        bundan daha üstün ve daha incelikli bir anlam 
                        getirmektedir. Daha önce de söylediğimiz gibi akli 
                        araştırmaların sonuçları da Kur'an'ı destekler 
                        niteliktedir. Şöyle ki: İnsan, Allah tarafından kendisi 
                        için indirilen şeriata uymak ya da uymamakla, kendi 
                        içinde üstün ve övgüye değer ya da alçak, iğrenç ve pis 
                        sıfatlardan birtakım gerçekler oluşturur. İnsanı cennet 
                        ve cehennem şeklinde somutlaşan uhrevi nimete ya da 
                        uhrevi cezaya muhatap kılan da budur. Cennet ve 
                        cehennemin hakikati ise, Allah'a yakın olmak veya O'ndan 
                        uzak olmaktır. Şu halde iyilikler ve hatalar, itibari ve 
                        saymaca değil, gerçek bir düzene bağlı olan 
                        gerçekliklere dayanmaktadırlar. Şurâsı açıktır ki: İlahi yasama (teşri), 
                        yaratılışa yönelik ilahi kamilleştirmenin bütünleyici 
                        unsurudur. Onunla varoluşsal (tekvini) hidayetin, 
                        yaratılışın amacına ulaştırılması hedeflenmektedir. 
                        Diğer bir ifadeyle: Yüce Allah, her varlık türünü, 
                        varoluşunun kemaline ve zatı için öngörülen hedefe 
                        ulaştırmak istemektedir. Bu bağlamda, dünyada yapıcı ve 
                        elverişli bir sistem içinde hareket etmek, ahirette 
                        mutlu ve nimetlerle bezenmiş bir hayat sürdürmek, insan 
                        türünün varoluşunun kemalinden sayılmaktadır. Bunun yolu 
                        da, toplum yaşamı için elverişli olan yapıcı kanunları 
                        ve insanı Allah'a yakınlaştıracak çeşitli ibadetleri 
                        kapsayan dindir. Bu kanunlara riayet etmek, bu 
                        ibadetleri yerine getirmekle insan hayatı düzene girer, 
                        insan kendi öz benliğinde, zatında ve amelinde ahiret 
                        yurdundaki ilahi onurlandırmaya hazırlanır. Bütün bunlar, 
                        kalbine yerleştirilen nur ve nefsinde oluşan temizlik 
                        sayesinde gerçekleşir. İşin gerçeği budur işte. Böylece insan için Allah'a yakın 
                        olmak veya O'ndan uzak olmak söz konusudur. Bu ikisi, 
                        onun sürekli mutluluğunun veya mutsuzluğunun ve dünya 
                        hayatındaki medeni toplumunun salah veya fesadının özünü 
                        oluşturur. Bu yakınlık ve uzaklığı vücuda getiren tek 
                        etken dindir. Bütün bunlar, gerçekliği olan şeylerdir; 
                        boş, saçma şeyler değildir. Adem'in yasaklanan ağacın 
                        meyvesinden yemesi gibi bir günahı işlemesinin kendisi, 
                        hatta tüm zürriyeti için sürekli bir helakı 
                        gerektirdiğini ve Mesih'in feda edilmesinden başka bunu 
                        tedavi edecek bir ilacın, bu tasayı giderecek bir 
                        kurtuluş yolunun olmadığını varsayarsak, o halde 
                        Mesih'ten önce, Mesih'le birlikte ve Mesih'ten sonra din 
                        gönder-menin, din çerçevesinde kanunlar yasamanın yararı 
                        nedir?!  Söz konusu günahın insandan sadır 
                        olmasıyla daimi helakın ve uhrevi cezanın kaçınılmaz 
                        olacağını, ne amelin, ne de tövbenin insanı bu 
                        sorumluluktan kurtaramayacağını, ancak feda yöntemiyle 
                        ondan kurtu-lacağını kabul etmemiz durumunda, Allah 
                        katından şeriatlar yasalaştırılmasının, kitaplar 
                        indirilmesinin ve resuller gönderilmesinin bir anlamı 
                        olmaz. Bu demektir ki ilahi vaat, tehdit, uyarı ve 
                        müjdeleme, gerçekliği olmayan şeylerdir. Azap zorunlu 
                        olduktan ve fesat kaçınılmaz olduktan sonra bu 
                        saydıklarımız neyi ıslah edecekler ki?!  Bir de, daha önce indirilen 
                        şeriatların hükmü uyarında amel edip kemal düzeyine 
                        ulaşanları, onlara gelen İbrahim ve Musa gibi ulu 
                        peygamberler ve Rabbani kulları düşünün! Bunlar, 
                        Mesih'in feda edilişinden önce ölmüş gitmiş 
                        şahsiyetlerdir. Şimdi ne olacak?! Onlar birer bedbaht 
                        olarak mı, yoksa mutluluğa erişmiş olarak mı yaşamlarını 
                        tamamladılar?! Ölüm anında ve ahiret yurdunda ne ile 
                        karşılaştılar?! Ceza ve helakla mı, yoksa sevap ve mutlu 
                        hayatla mı?!  Kaldı ki Hz. İsa, açıkça 
                        günahkârları ve hata işleyenleri kurtarmak üzere 
                        gönderildiğini, salihlerin ve iyilerinse, buna 
                        ihtiyaçları olmadığını söylüyor.
                         Kısacası, bu durumda Mesih'in feda 
                        edilişinden önce ilahi şeriatların gönderilişinin, 
                        dinsel yasaların bildirilişinin, boş ve anlamsız 
                        olmaktan kurtulmalarını sağlayacak geçerli bir hedefi 
                        olmaz. Bu yakıştırmalardan yüce ve münezzeh olan Allah'a 
                        nispet edilen böylesine tuhaf bir fiil için ancak şöyle 
                        bir izah getirebilirler: Yüce Allah, Adem'in işlediği 
                        hatanın sakıncası ortadan kaldırılmadıkça, bu 
                        şeriatların hiçbir yarar sağlayamayacağını biliyordu. O, 
                        bu şeriatları bir ihtiyat olarak indirdi; bir gün bu 
                        sakıncayı ortadan kaldırabilir ve böylece önceki 
                        şeriatlar da meyvelerini verir, amaçlarına ulaşırlar 
                        umuduyla. Bu demek-tir ki, yüce Allah, yasalaştırdığı 
                        tüm şeriatlar bağlamında hem peygamberlerden, hem de 
                        diğer insanlardan bir şey gizlemiş, ortada bir engelin 
                        bulunduğunu, bu engel bertaraf edilmediği sürece 
                        peygamber-lerin ve tüm mü'minlerin çabalarının boşa 
                        gideceğini, şeriatların heba olacağını onlardan saklamış, 
                        şeriat ve davetin ciddiyet ve gerçeklik üzere bina 
                        edildiğini izhar etmiştir. Bu demektir ki, yüce Allah -haşa- 
                        hem insanları, hem de kendisini kandırmıştır. İnsanları 
                        kandırmıştır; çünkü şeriata göre amel etmeleri durumunda 
                        bağışlanmaya nail olacaklarını, mutluluğa 
                        kavuşacaklarını açıklamıştır. Kendisini kandırmıştır; 
                        çünkü feda yoluyla, engelin kaldırılmasıyla, şeriat 
                        indirmek boş bir iş olur, şeriatın insanların mutluluğu 
                        açısından hiçbir etkisi olmaz; engel kalkmadıkça hiçbir 
                        etkisi olmadığı gibi. Feda zamanına kadar din ve şeriat 
                        yasamanın konumu bundan ibaret olur!  Feda ediliş zamanında ve ondan 
                        sonraki dönemlerde ise, şeriat yasama, dinsel davet ve 
                        ilahi yol göstericilik çok daha anlamsız ve gereksiz 
                        olur. Çünkü işlenen hatadan dolayı oluşan sakınca 
                        bertaraf edildikten, en çekingen insan ile en sapık 
                        insan arasında hiçbir ayırım söz konusu olmaksızın 
                        mü'min-kâfir, iyi-kötü tüm insanlar için bağışlanma ve 
                        rahmet zorunlu olduktan, hatanın devamı durumunda hep 
                        birlikte helak olacakları gibi, feda yoluyla hatanın 
                        silinmesiyle birlikte topluca rahmete kavuşacakları 
                        kesin olduktan sonra, hak bilgilere iman etmenin, onlara 
                        göre amel etmenin ne yararı vardır?! Nasıl olsa feda 
                        olayı olmadan hiçbir amel hatayı ortadan kaldırmıyor!
                         Eğer 
                        denilse ki: Feda ediliş, yalnızca Mesih'e inananlar 
                        için yarar sağlar. Dolayısıyla, Mesih'in de müjdelerinde 
                        işaret ettiği gibi, dinsel davetin yararı vardır. Ona 
                        cevap olarak denir ki: Bu iddia, daha önce işaret 
                        ettiğimiz Yuhanna'nın Mektubu'nun içeriği ile 
                        çelişmesinin yanı sıra, geçmişteki tüm temelleri de 
                        yıkıyor. Çünkü Hz. Adem'den (a.s) itibaren küçük bir 
                        azınlık dışında hiç kimse için kurtuluş umudu ve 
                        ihtimali bırakılmıyor. Bu azınlık da Hz. İsa'ya ve Ruh'a 
                        inananlardır. Daha doğrusu, onların da temel 
                        prensiplerde ihtilaf eden gruplarından bir tanesidir. 
                        Geride kalanlar ise, daimi helak içindedirler. Bu 
                        durumda, peki Hz. İsa'dan önce gelen peygamberlerin ve 
                        onlara inanan ümmetlerin durumu ne olacak?! O 
                        peygamberlerin getirdikleri kitaplar ve hükümler doğru 
                        olarak mı, yoksa yalan olarak mı nitelendirilecek?! 
                        Bilindiği gibi İnciller, Tevrat'ı ve davetini 
                        onaylıyorlar. Oysa Tevrat'ta Ruh'tan ve feda edilişten 
                        söz edilmez. Şimdi İnciller, bir doğruyu mu tasdik 
                        ediyorlar, yoksa bir yalanı mı?! Şayet 
                        denilse ki: Önceki semavi kitaplar, bildiğimiz 
                        kadarıyla Mesih'i müjdeliyorlar. Bu demektir ki, o 
                        kitaplar, Mesih'in inişinin ve feda edilişinin keyfiyeti 
                        hakkında ayrıntılı bilgiler sunmasalar da, Mesih'e 
                        yönelik icmali bir davet içeriyorlar. Böylece yüce 
                        Allah, sürekli peygamberlerine Mesih'in ortaya 
                        çıkacağını müjdelemiştir ki, ona inansınlar ve onun 
                        yapacağı fedakârlıkla gönülleri hoş olsun. Buna cevap olarak denir ki: 
                        Birincisi: Hz. Musa'dan önceki peygamberlerle ilgili 
                        olarak böyle bir şey söylemek, hiçbir dayanağı 
                        olmaksızın gaybtan haber vermek olur. Kaldı ki, böyle 
                        bir müjde olsa bile, bu, kurtuluşa ilişkin bir müjde 
                        olur, ona iman etmeye ve dinine girmeye ilişkin bir 
                        davet olmaz. İkincisi: Bu durum, bizzat 
                        Mesih açısından bile, İncillerin dolu olduğu ahlak ve 
                        fiiller gibi dinin ayrıntılarına ilişkin davetin 
                        abesliği sakıncasını ortadan kaldırmaz. Üçüncüsü: Hatanın neden 
                        olduğu ilahi amacın hedefine ulaşmaması mahzuru yine de 
                        devam eder. Çünkü yüce Allah, tümüne rahmet etmek, nimet 
                        ve mutluluğu tümüne bahşetmek için insanları yaratmıştır. 
                        Fakat iş tam tersine dönmüş, küçük bir azınlık dışında 
                        herkes ilahi gazap ve cezalandırmayı hakketmiş, ebedi 
                        helaka mahkum olmuşlardır. Yukarıda 
                        sunduğumuz açıklamalar, Hıristiyanların konuya ilişkin 
                        iddialarının aklen yanlış olduğunu ortaya koymaktadır. 
                        Bunu Kur'an da desteklemektedir: 
                        "...Bizim Rabbimiz, 
                        her şeye yaratılışını veren, sonra doğru yolunu 
                        gösterendir." (Tâhâ, 
                        50) Bu 
                        ayette, her şeyin hangi hedefe yöneleceğinin 
                        gösterildiği, her şeye, varlığının gereklerinin 
                        bildirildiği vurgulanıyor. Yol gösterme (hidayet), hem 
                        varoluşsal (tekvini), hem de yasamasal (teşrii) yol 
                        göstermeyi kapsar. Çünkü egemen olan ilahi yasa, hidayet 
                        ve yol göstericiliğin genelleştirilmesi şeklinde işler. 
                        İnsanlar açısından dinsel yol göstericilik de bu 
                        kapsamdadır. Sonra 
                        yüce Allah, cennetten indirdiği sırada Adem'e ve 
                        beraberindekine bir ilk yol göstericilik olarak şöyle 
                        buyuruyor: "Dedik 
                        ki: "Oradan tümünüz inin. Bundan sonra size benden bir 
                        hidayet geldiğinde, kim benim hidayetime uyarsa, onlara 
                        korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır. İnkar edip 
                        de ayetlerimizi yalanlayanlar ise, onlar ateşin 
                        halkıdırlar ve orada süresiz kalacaklardır."
                        (Bakara, 38-39) Bu 
                        ayetlerin kapsamı, kıyamet gününe kadar gönderilecek 
                        şeraitlerin ayrıntılarının bir özeti niteliğindedir. 
                        Bunun içinde, en ufak bir tereddüt ve kuşku söz konusu 
                        olmaksızın, yasama, vaat ve tehdit vardır.  Yüce 
                        Allah şöyle buyuruyor: 
                        "Ben hakkı söylerim."
                        (Sâd, 84) Yine 
                        buyuruyor: "Benim 
                        huzurumda söz değiştirilmez ve ben kullara zulmedici 
                        değilim." (Kâf, 
                        29) Bu ayetlerden anlaşılıyor ki, yüce 
                        Allah, kesinleştirdiği şeylerle ilgili olarak tereddüt 
                        etmez. Uygulamaya koyduğu, geçerli kıldığı şeylerin 
                        tersini yapmaz. Ancak dediğini yapar. O'nun işi, 
                        yönelmesini dilediği mecradan başka bir tarafa yönelmez. 
                        Bir şeyi irade edip de sonra yapıp yapmama hususunda 
                        tereddüde düşmez. Ya da bir şeyi irade edip de sonra onu 
                        yapmaması gerektiğini düşünmesi söz konusu olmaz. 
                        Dilediği bir şeyin önüne engellerin çıkması ve O'nu 
                        bundan vazgeçirmesi düşünülemez. Bir dış etkenin 
                        baskısıyla iradesini geri alması olacak iş değildir. 
                        Yüce Allah şöyle buyuruyor: 
                        "Allah, emrinde 
                        galip olandır." 
                        (Yusuf, 21) 
                        "...Allah, kendi 
                        emrini yerine getirip gerçekleştirendir."
                        (Talak, 3) Bir 
                        ayette de Hz. Musa'dan şu ifadeler aktarılır: 
                        "Dedi ki: "Bunun 
                        bilgisi Rabbimin katında bir kitaptadır. Rabbim şaşırmaz 
                        ve unutmaz." (Tâhâ, 
                        52) "Bugün 
                        her nefis, kendi kazandığıyla kar-şılık görür. Bugün 
                        zulüm yoktur. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir."
                        (Mü'min, 17) Bu ve benzeri ayetler gösteriyor ki, 
                        yüce Allah varlıkları yaratmış, ama hiçbir zaman onların 
                        durumundan gafil olmamış, ileride olabilecek herhangi 
                        bir şeyden habersiz, bilgisiz olmamıştır. Yaptığı hiçbir 
                        şeyden dolayı da pişman olmamıştır. İnsanların hayatına 
                        egemen olsun diye indirdiği şeriatları tam bir 
                        ciddiyetle, şakadan, korkudan ve umuttan berî olarak 
                        yasalaştırmıştır. O, her amel işleyene işlediği amelinin 
                        karşılığını verir. Hayırsa hayır, şerse şer olarak 
                        değerlendirir. Hiç-bir galipten etkilenmez. Hiçbir hakim 
                        güç, O'na hükmedemez. Fidye, dostluk veya şefaatin O'nu 
                        etkilemesi mümkün değildir. O'nun izni ol-madan şefaat 
                        edilemez. Bütün bunlar, O'nun varlıklar üzerindeki 
                        mutlak hükümranlığıyla bağdaşmaz çünkü. Onuncusu: Feda edilme 
                        meselesiyle ilgili sözleri şu açıdan da yanlıştır: 
                        Gerçek anlamıyla feda ve fidye, insanın kendisinin veya 
                        onunla ilintili olan can ve malın öldürme veya yok olma 
                        gibi olumsuz bir durumla karşı karşıya kaldığında, bu 
                        kötü durumu bir karşılık vererek gidermesi demektir. 
                        Tutsak edilmiş bir insanın başka bir tutsak veya mal 
                        karşılığında serbest bırakılması ya da suç ve 
                        cinayetlere karşılık fidye verilmesi gibi. Bu karşılığa 
                        fidye ve feda denir. Fidye ve feda, bir tür muameledir 
                        ki, hak ve egemenlik sahibinin, hakkında fidye verilen 
                        mal veya can üzerindeki hakkı, fidye olarak verilen mal 
                        veya feda edilen cana geçer. Böylece hakkında fidye 
                        verilen mal veya can, maruz kaldığı kötülükten kurtulmuş 
                        olur. Bundan da anlaşılıyor ki, fidye 
                        verme ve feda etme olayı, yüce Allah'la ilgili olarak 
                        makul değildir. Çünkü ilahi egemenlik, -insanla-rın 
                        itibari, saymaca ve anlaşmalı egemenliklerinden farklı 
                        olarak- gerçekliği olan, değiştirilmesi ve elinden 
                        alınması mümkün olmayan gerçek bir egemenliktir. 
                        Varlıklar, zatları ve etkileri itibariyle yüce Allah 
                        tarafından var edilmişler, varlıklarını O'nunla 
                        sürdürmektedirler. Bu gerçeğin değişmesi nasıl tasavvur 
                        edilebilir?! Bu, meydana gelmesi şöyle dursun, 
                        düşünülmesi bile mümkün olmayan bir şeydir. İlahi 
                        ege-menlik, biz insan topluluklarının bireyleri arasında 
                        geçerli olan mülk, egemenlik, hak ve benzeri şeylerden 
                        tamamen ayrı bir şeydir. Bunlar, dizginleri bizim 
                        elimizde olan birtakım itibari ve saymaca şeylerdir ki, 
                        biz toplum bireyleri, hayattaki çıkarlarımızın 
                        değişmesine göre, bazen bunları geçersiz kılar, bazen 
                        değiştiririz. (Daha geniş bilgi için: 
                        "Din günün sahibi."
                        (Fatiha, 4) ve 
                        "De ki: "Ey mülkün 
                        sahibi Allah'ım!..."
                        (Âl-i İmrân, 26) 
                        ayetlerinin tefsirine bakınız.) Yüce Allah, bir ayette özellikle 
                        fidye olayını olumsuzlamaktadır: 
                        "Bugün artık ne 
                        sizden, ne de inkar edenlerden fidye alınmaz. Barınma 
                        yeriniz ateştir..."
                        (Hadid, 15) Daha 
                        önce, yüce Allah'ın Hz. İsa'dan aktardığı şu sözün de bu 
                        kategoride değerlendirilmesi gerektiğini belirtmiştik:
                        "Allah; "Ey 
                        Meryem oğlu İsa!" dedi, "Sen mi insanlara; "Allah'tan 
                        başka, beni ve annemi iki ilah edinin." dedin?" O; "Seni 
                        tenzih ederim." dedi, "Hakkım olmayan bir sözü söylemek 
                        bana yakışmaz... Ben onlara, ancak bana emrettiğini 
                        söylemedim, Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan 
                        Allah'a kulluk edin." dedim. "İçlerin-de olduğum sürece 
                        de onlara şahittim. Sen beni alınca, üzerlerindeki 
                        gözetleyici sendin. Zaten sen her şeye şahitsin. Onlara 
                        azap edersen, hiç şüphesiz onlar senin kullarındır. 
                        Onları bağışlarsan da, şüphesiz sen azizsin, hikmet 
                        sahibisin." (Mâide, 
                        116-118) 
                        "İçlerinde olduğum 
                        sürece de onlara şahittim..." ifadesi şu 
                        anlama gelir: "Benim onlarla ilgili fonksiyonum, bana 
                        verdiğin görevle, benim için tayin ettiğin işle 
                        sınırlıydı. O da, tebliğ ve elçilikti; aralarında 
                        bulunduğum sürece, amellerimin üzerinde gözetleyici 
                        olmaktı. Onların helakı, kurtuluşu, azabı ve 
                        bağışlanmalarına gelince; bütün bunlar, senin elinde 
                        olan şeylerdir. Benim bu konularla ilgili hiçbir 
                        fonksiyonum yoktur. Dolayısıyla onlar için sana karşı 
                        bir şey yapmam, onları senin azabından kurtarmam veya 
                        egemenliğinin altından çıkarmam, asla söz konusu 
                        değildir." Böylece bu ifade de, fedayı 
                        olumsuz-lamaktadır. Çünkü eğer feda edilme durumu söz 
                        konusu olsaydı, Hz. İsa, kendisini onların amellerinin 
                        sorumluluğundan sıyırmaz, onların azaba uğratılmaları 
                        veya bağışlanmaları konusunda kendisinin hiçbir et-kisi 
                        olmadığını ve bunun yüce Allah'a kaldığını belirtmezdi. Şu ayetler de aynı anlamı 
                        vurgulamaya yöneliktir: 
                        "Sakının o gün-den 
                        ki, hiç kimse, kimse adına bir şey ödeyemez, kimseden 
                        şefaat da kabul edilmez, kimseden bedel de alınmaz ve 
                        onlar yardım da görmezler."
                        (Bakara, 48) 
                        "...Ne alış verişin, 
                        ne dostluğun, ne de şefaatin olmadığı gün..."
                        (Bakara, 254) 
                        "O gün arkanızı 
                        dönüp kaçacaksınız, ama sizi Allah'tan koruyacak bir şey 
                        yoktur." (Mü'min, 
                        33) İlk ayette geçen "bedel", ikinci ayette geçen 
                        "alış veriş" ve üçüncü ayette geçen "Allah'tan koruyacak 
                        şey", "fidye" anlamına gelir. Onların olumsuzlan-ması, "fidye"nin 
                        olumsuzlanması demektir.  Hıristiyanların "feda edilme" 
                        iddialarına karşılık Kur'an, Hz. İsa'nın şefaat 
                        edeceğini vurgular. "Feda edilme" ile "şefaat" 
                        arasındaki far-ka gelince; 
                        "...hiç kimse, kimse 
                        adına bir şey ödeyemez..."
                        (Bakara, 48)ayetinin 
                        tefsiri çerçevesinde de vurgulandığı gibi şefaat, şefaat 
                        eden kimsenin, şefaati kabul eden makamın katındaki 
                        yakınlığı ve mevkisinin bir göstergesidir, aslında. 
                        Dolayısıyla şefaatçi, kesinlikle hiçbir şeye malik 
                        değildir. Şefaatçi, şefaati kabul eden yüce zatın 
                        mülkünü ve saltanatını asla olumsuzlamamakta, O'nun 
                        suçlu tarafından çiğnenen hükmünü ve suçlu için koyduğu 
                        ceza kanununu geçersiz kılmamaktadır. Çünkü şefaat, bir 
                        tür dua ve yalvarıştır. Şefaatçi, katında şefaatte 
                        bulunulan Rabbin tasarrufuyla ilgili bir temennide 
                        bulunur. O'ndan, kendi mülkünde kendisi için caiz olan 
                        bir tasarrufta bulunmasını diler. Caiz olan bu tasarruf, 
                        cezalandırma hakkına sahip olduğu halde affetmesidir. 
                        Çünkü efendi, suç işlemesi durumunda kölesini, kanunlara 
                        uygun olarak cezalandırabileceği gibi bağışlayabilir de. Kısacası; şefaatçi, katında 
                        şefaatte bulunulana ricada bulunur, ona dua eder, günah 
                        sebebiyle azabın hakkedildiği durumlarda af ve 
                        bağışlamasını işletmesini ister. Ama kesinlikle onun 
                        egemenliğini sınırlandırmak veya olumsuzlamak söz konusu 
                        olmaz. Feda edilme ve fidye olayında ise, durum 
                        farklıdır. Daha önce de söylediğimiz gibi feda olayında 
                        egemenlik bir şeyden başkasına geçer. Feda edilen, fidye 
                        olarak verilen, fedası ve fidyesi olarak harcandıkları 
                        şeyi, fedayı ve fidyeyi kabul eden otoritenin 
                        egemenliğinden çıkarır. Bu hususa şu ayet de işaret 
                        etmektedir: "O'nun 
                        dışında taptıkları, şefaatte bulunmaya malik değildirler; 
                        ancak bilerek hakka şahitlik edenler başka."
                        (Zuhruf, 86) Bu 
                        ayet, istisna edilenlerin şefaat edeceklerini açıkça 
                        bildirmektedir. Bilindiği gibi Hz. İsa (s.a), 
                        Hıristiyanların Allah'ın dışında taptıkları arasındadır. 
                        Kur'an da, Allah'ın ona kitap ve hikmet öğrettiğini ve 
                        kıyamet gününün şahitlerinden olduğunu bildirmektedir. 
                        Yüce Allah şöyle buyuruyor: 
                        "O'na kitabı ve 
                        hikmeti öğretecek..."
                        (Âl-i İmrân, 48) 
                        Bir diğer ayette onun lisanıyla şöyle buyuruyor: 
                        "İçlerinde olduğum 
                        sürece de onlara şahittim."
                        (Mâide, 117) Başka 
                        bir ayette ise şöyle buyuruyor: 
                        "Kıyamet günü de o, 
                        onların aleyhine şahit olacaktır."
                        (Nisâ, 159) Görüldüğü gibi ayetler, Hz. İsa'nın 
                        şefaatte bulunacak kimselerden olduğunu göstermektedir. 
                        Daha önce, şu ayetin tefsiri çerçevesinde konuya ilişkin 
                        ayrıntılı açıklamalarda bulunduk: 
                        "Sakının o günden ki, 
                        hiç kimse, kimse adına bir şey ödeyemez..." 
                        (Bakara, 48) 6- Bu Görüşler Nereden Kaynaklandı?Kur'an, bu görüşleri Hıristiyanlara 
                        telkin edenin, bu inançları onların arasında 
                        yaygınlaştıranın, Hz. İsa olduğunu kesin bir dille 
                        reddetmektedir. Tersine, bu görüşlerin, onların din 
                        konusunda körü körüne önderlerine uymaları, bu konuda 
                        onlara tam yetki vermeleri, önderleri-nin de bu durumdan 
                        istifade ederek eski dönem putperestlerinin inanç-larını 
                        Hıristiyanlık kalıpları içinde onlara sunmaları 
                        sonucunda ortaya çıktığını vurgulamaktadır. Yüce Allah 
                        şöyle buyuruyor: 
                        "Yahudiler; "Uzeyr, Allah'ın oğludur." dediler. 
                        Hıristiyanlar da; "Mesih, Allah'ın oğludur." dediler. Bu, 
                        onların ağızlarıyla söyledikleri sözleridir. On-lar, 
                        bundan önceki inkar edenlerin sözlerini taklit ediyorlar. 
                        Allah onları kahretsin! Nasıl da çevriliyorlar?! Onlar, 
                        Allah'ı bırakıp hahamlarını ve rahiplerini Rabler 
                        edindiler ve Meryem oğlu Mesih'i de. Oysa onlara, tek 
                        ilaha ibadet etmekten başka bir şey emredilmemişti. 
                        O'ndan başka ilah yoktur. O, bunların şirk koştukları 
                        şeylerden yücedir."
                        (Tevbe, 30-31) Yüce Allah'ın, 
                        "Onlar, bundan 
                        önceki inkar edenlerin sözlerini taklit ediyorlar." 
                        sözüyle işaret ettiği "inkar edenler"den maksat, 
                        cahi-liye Arapları ve onların putperestlik inançları 
                        değildir. Gerçi cahiliye Arapları da; "Melekler, 
                        Allah'ın kızlarıdır." diyorlardı, ancak Yahudi ve 
                        Hıristiyanların Allah'a oğul nispet ettikleri tarih, 
                        onların Araplarla temas kurmalarının, içlerine 
                        karışmalarının öncesine rastlar. Özellikle Yahudilerin 
                        bu inançları çok daha eskidir. Bu arada, 
                        "bundan önceki"ifadesi, 
                        bu inancın Yahudi ve Hıristiyanlardan önce de 
                        benimsendiğini göstermektedir. Kaldı ki, cahiliye 
                        Arapları da putperestliği başkalarından almışlardır; ilk 
                        defa kendileri onu icat etmiş değillerdir. Üstelik; Roma, Yunan, Mısır, Suriye 
                        ve Hint putperestliği, Filistin ve dolaylarında yaşayan 
                        Ehl-i Kitaba daha yakındı. Putperestlik inanç-ları ve 
                        sanılarının onlara geçişi, hem daha kolay, hem de ortam 
                        buna çok daha uygundu. Dolayısıyla Ehl-i Kitabın, Allah'ın 
                        oğlunun olması konusunda tak-lit ettikleri "inkar 
                        edenler"den maksat, eski Hint ve Çin putperestliğiyle, 
                        Roma, Yunan ve Kuzey Afrika gibi Batı putperestliğidir. 
                        Nitekim tarih de, söz konusu eski putperest 
                        topluluklarda, Yahudi ve Hıristiyan topluluklarda var 
                        olan baba, oğul, teslis, çarmıha gerilme ve feda edilme 
                        gibi inanışların var olduğunu ortaya koymaktadır. Bunlar, 
                        Kur'an'ın dikkat çektiği tarihsel gerçeklerdir. Aşağıdaki ayet de, önceki ayetler 
                        gibi bu gerçeğe delalet etmektedir: 
                        "De ki: "Ey kitap 
                        ehli, haksız yere dininiz konusunda aşırı gitmeyin ve 
                        daha önce sapmış, birçoğunu saptırmış ve dümdüz yoldan 
                        kaymış bir topluluğun hevalarına uymayın."
                        (Mâide, 77) Bu ayet, 
                        Ehl-i Kitabın haksız yere dinlerinde aşırıya 
                        kaçmalarının, daha önce sapmış bulunan bir kavmi taklit 
                        etmelerinden, onlara uymalarından kaynaklanan bir durum 
                        olduğunu ortaya koymaktadır. Bu kavim, kuşkusuz Ehl-i Kitabın 
                        hahamları ve rahipleri değildir. Çünkü ifade mutlaktır 
                        ve kayıtlı değildir. Söz gelişi; "Sizden olan, sizden 
                        birçok kimseyi saptıran bir topluluk" şeklinde bir ifade 
                        kullanılmamıştır. Daha önce söylediğimiz gibi, bunlardan 
                        maksat, cahiliye Arapları da değildir. Dikkat çeken bir 
                        husus, bunların "birçoklarını saptıranlar" olarak 
                        nitelendirilmeleridir. Yâni onlar, taklit edilen ve tâbi 
                        o-lunan önderlerdirler. Oysa Araplar, o dönemde baskıya 
                        uğrayan, okumasız-yazmasız sıradan bir topluluktu. Bilim, 
                        uygarlık ve ilerlemişlik adına, Fars, Roma ve Hint gibi 
                        uygarlıkların onlara uyacağı, onları tak-lit edeceği 
                        herhangi bir şeye sahip değillerdi. Şu halde, daha önce de söylediğimiz 
                        gibi, ayette geçen "topluluk"-tan maksat, Çin, Hint ve 
                        Batı putperestliğidir. 7- 
                        Ehl-i Kitap, Hangi Kitaba Mensuptur? O Kitap, Nasıl Bir 
                        Kitaptır?Bazı rivayetler, Mecusileri de 
                        Ehl-i Kitaptan sayar. Onların da Ehl-i Kitaptan 
                        sayılması için kendilerine özgü bir kitaplarının olması 
                        ya da Kur'an'ın adından söz ettiği bir kitaba bağlı 
                        olmaları gerekir. Hz. Nuh'un Kitabı, Hz. İbrahim'in 
                        Suhuf'u, Hz. Musa'nın Tevrat'ı, Hz. İsa'nın İncil'i ve 
                        Hz. Davud'un Zebur'u gibi. Fakat Kur'an, Mecusilerden 
                        söz etmez, onlara ait bir kitaptan da bahsetmez. 
                        Mecusilerin elinde olan "Avesta"nın da adı Kur'an'da 
                        geçmez. Onların da bundan başka kutsal bir kitapları 
                        yoktur. Kur'an, yüce Allah'ın kendilerine 
                        indirdiği kitaba atfederek Yahudiler ve Hırıtiyanlardan 
                        "Ehl-i Kitap" olarak söz eder. Bugün Yahudilerin elinde otuz beş 
                        tane kutsal kitap vardır. Bunlardan biri, Hz. Musa'ya 
                        indirilen Tevrat'tır ki, beş kitaptan oluşur. 
                        On iki tanesi, tarihçilerin kitaplarıdır.Biri, 
                        Eyyub'un kitabıdır. Biri, Davud'un Zebur'udur (Mezmurlar). 
                        Üçü, Süleyman'ın kitaplarıdır.On 
                        yedi tanesi de "Rüyetler" kitaplarıdır. Kur'an, bunların içinden sadece Hz. 
                        Musa'ya indirilen Tevrat'tan ve Hz. Davud'a indirilen 
                        Zebur'dan söz eder. Hıristiyanların elinde ise, kutsal 
                        kitap olarak dört İncil bulunmaktadır: Matta İncili, 
                        Markos İncili, Luka İncili, Yuhanna İncili. Bir de, "Resullerin 
                        İşleri" kitabı, bazı mektuplar 
                        ve "Yuhanna'nın Vahyi (Rü-yeti)" kitabı var ellerinde. Kur'an, Hıristiyanların elindeki bu 
                        kutsal kitaplardan söz etmez. Yalnızca yüce Allah'ın Hz. 
                        Meryem oğlu İsa'ya indirdiği "İncil" adlı bir kitaptan 
                        bahseder. Bir tek İncil, İnciller değil. Gerçi 
                        Hıristiyanlar tek İncil'i tanımıyor ve bilmiyorlar, 
                        ancak önderlerinin sözleri arasında, İsa'nın "İncil" 
                        adlı bir kitabının bulunduğuna ilişkin itiraflarını 
                        içeren bazı bilgiler bulmak mümkündür. Bununla beraber Kur'an, gerçek 
                        Tevrat'ın bir kısmının Yahudilerin elinde, aynı şekilde 
                        gerçek İncil'in de bir kısmının Hıristiyanların elinde 
                        bulunduğuna ilişkin işaretler içermektedir. Yüce Allah 
                        şöyle buyuruyor: 
                        "İçinde Allah'ın hükmü bulunan Tevrat yanlarında olduğu 
                        halde, seni nasıl hakem kılıyorlar?"
                        (Mâide, 43) Yine 
                        şöyle buyuruyor: 
                        "Biz Hıristiyanlarız, diyenlerden de kesin söz almıştık. 
                        Ama onlar, kendilerine hatırlatılan şeyden bir kısmını 
                        unuttular." (Mâide, 
                        14) Ayetlerin konuya yönelik işaretleri gayet 
                        açıktır. TARİHSEL BİR ARAŞTIRMA1- Bugünkü Tevrat'ın Öyküsü:İsrailoğulları, Hz. Yakub'un 
                        soyundan gelen boylardan oluşmaktadır. Başlangıçta 
                        göçebe kabileler olarak yaşıyorlardı. Sonra Firavun 
                        onları Mısır'a getirdi. Onlara köle muamelesi yapıyordu. 
                        Nihayet yüce Allah, Hz. Musa aracılığı ile onları 
                        Firavun ve uygulamalarından kurtardı. Musa zamanında, bir imam 
                        önderliğinde yaşıyorlardı. Bu imam, Hz. Musa (a.s)'dı. 
                        Ondan sonra Yuşa (Yeşu) önderlik etti. Bir süre de İ-hud 
                        (Ehud), Cid'un (Gideon) gibi yargıçlar (hâkimler) 
                        tarafından yönetildiler. Bunu izleyen süreçte krallar 
                        devri başladı. İlk kralları Şaul (Saul)'du. Kur'an ondan 
                        "Talut" diye söz eder. Ondan sonra Hz. Davut ve Hz. 
                        Süleyman kral oldular. Sonraki dönemlerde krallıkları 
                        parçalandı, güçleri dağıldı. Bununla beraber çeşitli 
                        krallarca yönetildiler. Rehoboam, Abiyam, Yero-boam, 
                        Yehoşafat, Yehoram gibi otuz küsur kral geçti. Bölünmeden sonra güçleri sürekli 
                        olarak zayıflıyordu. Nihayet Ba-bil kralları kendilerine 
                        egemen oldular ve Kudüs'ü ele geçirdiler. Bu olay 
                        yaklaşık olarak İsa'dan önce 600 yıllarında gerçekleşti. 
                        O dönemde Babil kralı, Buhtunnussar (Nebukadnetsar)'dı. 
                        Bir süre sonra Yahudiler ona baş kaldırdılar. 
                        Buhtunnussar üzerlerine askerlerini gönderdi. Onları 
                        kuşatma altına aldı. Ülkeyi fethetti. Krallık 
                        hazinelerini, Havra'-nın (Mescid-i Aksa'nın) 
                        hazinelerini talan ettiler. Sayıları on binleri bulan 
                        zenginlerini, güçlüleri ve sanatkarlarını toplayıp 
                        Babil'e götürdü-ler. Geride zayıflardan ve yoksullardan 
                        başka kimse kalmadı. Buhtun-nussar, son İsrailoğulları 
                        kralı olan Tsedekiya'yı başlarında kral olarak bıraktı. 
                        Tsedekiya, Buhtunnussar'a itaat etmek zorundaydı. Bu durum on yıl kadar bu şekilde 
                        devam etti. Bu sırada Tsedekiya kendini bir ölçüde güçlü 
                        ve caydırıcı hissetmeye başladı. Mısır Firavu-nu'yla 
                        temas kurdu. Ondan cesaret alarak büyüklendi ve 
                        Buhtunnus-sar'a baş kaldırdı.  Bu durum Buhtunnussar'ı 
                        öfkelendirdi. Üzerlerine büyük bir ordu gönderdi. 
                        Ülkelerini kuşatma altına aldı. Yahudiler kalelere 
                        sığındılar. Yaklaşık olarak bir buçuk yıl kalelerde 
                        mahsur kaldılar. Sonunda aralarında kıtlık ve veba 
                        salgını baş gösterdi. Buhtunnussar, kaleler tamamen 
                        teslim oluncaya kadar kuşatmayı kaldırmadı. Bu olay, 
                        İsa'dan önce 586 yılında gerçekleşti. Yahudiler topluca 
                        kılıçtan geçirildi, yurtları yerle bir edildi. Allah'ın 
                        evini de yıktılar. Bütün dini alametleri ve işaretleri 
                        ortadan kaldırdılar. Havra'-larını (Mescid-i Aksa) bir 
                        toprak yığınına dönüştürdüler. Bu hengamede Tevrat ve 
                        içine konulduğu Sandık da kayboldu. Bu durum, yaklaşık olarak 50 yıl 
                        devam etti. Bu süre içinde Babil'de yaşıyorlardı. 
                        Kitaplarından bir işaret, bir belirti yoktu ellerinde. 
                        Mescitlerinden ve evlerinden geriye tümseklerden, toprak 
                        yığınlarından başka bir şey kalmamıştı. Sonra Fars krallarından Koreş tahta 
                        geçti. Ülkesiyle Babilliler arasında da savaş hali devam 
                        ediyordu. Koreş Babil'i fethetti. Kente girdi. Babil'de 
                        tutsak olarak bulunan İsrailoğullarını serbest bıraktı. 
                        Ünlü Ezra, kralın yanında saygın bir yere sahipti. Kral 
                        Ezra'yı İsrailoğulları üzerine emir olarak atadı. 
                        Tevrat'ı yazmasına, Havra'yı (Mescid-i Aksa) onarmasına 
                        ve eski düzenlerine geri dönmlerine izin verdi. Ezra'nın 
                        İsrailoğullarını Kudüs'e geri getirişi İsa'dan önce 457 
                        tarihine rastlar. Bundan sonra Ezra, Eski Ahd'i yazdı ve 
                        tashih etti. Bugün Yahudilerin elindeki Tevrat onun 
                        derlediği bu kitaptır. Bu öykü üzerinde düşündüğün zaman, 
                        bugün Yahudilerin elinde bulunan Tevrat'ın dayanak 
                        zincirinin kopuk olduğunu görürsün. Bu Tevrat, bir tek 
                        kişi (Ezra) aracılığıyla Musa'ya dayandırılıyor. 
                        Öncelikle, onun kim olduğunu bilmiyoruz. İkincisi, 
                        bilgisi ve derinliği hakkında bir malumatınız yok. 
                        Üçüncüsü, güvenirliği boyutu hakkında bilgi sahibi 
                        değiliz. Dördüncüsü, Tevrat'ın tüm bölümlerini nereden 
                        derlediğini bilmiyoruz. Beşincisi, yapılan yanlışlıklar 
                        veya yaygın olan hatalı görüşleri hangi kaynağa göre 
                        belirleyeceğimizi bilmiyoruz.  Maalesef bu uğursuz olay, diğer bir 
                        uğursuz sonuça sebep olmuştur. Şöyle ki: Bir grup batılı 
                        araştırmacı, Musa'nın varlığını inkara yel-tenmiş, Musa 
                        zamanında ve ondan sonra yaşanan olayların hiç 
                        olmadıklarını ileri sürmüş ve "Musa hayali bir 
                        şahsiyetti." demişlerdir. Ben-zeri iddiaları Meryem oğlu 
                        İsa (a.s) hakkında da dile getirenler olmuştur. Ancak 
                        bir Müslümanın böyle şeyler söylemesi mümkün değildir. 
                        Çünkü Kur'an açık bir ifadeyle onun varlığından söz 
                        etmektedir. 2- Hz. İsa'nın ve İncil'in ÖyküsüYahudiler ulusal tarihlerine büyük 
                        önem verirler. Yaşadıkları dönemlerde meydana gelen 
                        belirgin olayları kaydetmeyi ihmal etmezler. Buna rağmen, 
                        kitaplarına, kutsal metinlerine baktığında, Meryem oğlu 
                        İsa ile ilgili olarak, ne nasıl doğuşu, ne peygamber 
                        olarak ortaya çıkışı ve daveti, ne yaşayış tarzı, ne 
                        gösterdiği mucizeler, ne de hayatının ölerek mi, 
                        öldürülerek mi, yoksa çarmıha gerilerek mi son bulduğu 
                        hakkında en ufak bir açıklamaya rastlayamazsın. Nedir 
                        bunun sebebi? İsa'nın durumunun onlara gizli kalmasını 
                        veya onların onun durumunu gizlemelerini gerektiren şey 
                        nedir acaba? Oysa Kur'an-ı Kerim, Yahudilerin 
                        Meryem'e çirkin bir iftira attıklarını, İsa'nın doğuşu 
                        üzerine onu suçladıklarını ve İsa'yı öldürdüklerini 
                        iddia ettiklerini anlatır: 
                        "Bir de inkara 
                        sapmaları ve Meryem'in aleyhinde büyük bir bühtan 
                        söylemeleri ve; "Biz, Allah'ın resulü Meryem oğlu Mesih 
                        İsa'yı öldürdük." demeleri yüzünden (onlara böyle bir 
                        ceza verdik.) Oysa onu öldürmediler ve onu asmadılar. 
                        Ama onlara öyle gösterildi. Gerçekten onun hakkında 
                        anlaşmazlığa düşenler, kesin bir şüphe içindedirler. 
                        Onların zanna uymaktan başka buna ilişkin hiçbir 
                        bilgileri yoktur. Onu kesin olarak öldürmediler."
                        (Nisâ, 156-158) Şimdi, acaba onların bu tür 
                        iddiaları, dilden dile aktardıkları ve fakat 
                        kitaplarında yer vermedikleri ulusal kıssalara mı 
                        dayanıyor? Çünkü bilindiği gibi her ulusun, gerçek 
                        olaylardan ve efsanelerden kaynaklanan sözlü öyküleri 
                        vardır ve bunların sağlam ve sahih bir kaynağı da yoktur.
                         Yoksa onlar, Hıristiyanlardan 
                        defalarca Hz. İsa'yla (a.s), doğumuy-la, peygamber 
                        olarak ortaya çıkışıyla, insanları Allah'a kulluk 
                        sunmaya davet edişiyle ilgili hikayeleri dinlediler de 
                        bunları onların ağızlarından mı aldılar ve Meryem'e 
                        iftira atıp Mesih'i öldürdüklerini mi iddia ettiler? 
                        Bunun kesin olarak belirginleştirmek mümkün değildir. Şu 
                        kadarı var ki, yukarıdaki ayet üzerinde düşünüldüğünde 
                        görüleceği gibi, Kur'an, açık olarak sadece öldürme 
                        -çarmıha germeyi değil- iddiasını onlara isnat ediyor ve 
                        onların bu hususta kuşku içinde olduklarını ve 
                        aralarında ihtilaf olduğunu ifade ediyor. Hz. İsa, İncil ve müjde ile ilgili 
                        olarak Hıristiyanların arasında yaygın olan öykülerin 
                        kaynağı da, onların kutsal kitaplarıdır. Bunlar; dört 
                        incil, -Matta, Markos, Luka ve Yuhanna İncilleri- Luka 
                        tarafından kaleme alınan "Resullerin İşleri" kitabı ve 
                        Pavlus, Petrus, Yakup, Yu-hanna ve Yehuda'nın 
                        mektuplarından oluşur. Bunların tümünün itibarı, 
                        İncillerin itibarına dayanır. Dolayısıyla İnciller 
                        üzerinde durmakta yarar vardır. 
                        Matta İncili: Yazılışı ve yayılışı itibariyle en 
                        eski İncil'dir. Bazıları, Miladi 38 yılında yazıldığını 
                        söylemişlerdir. Diğer bazıları ise, 50 ila 60 yılları 
                        arasında yazıldığı kanaatindedirler. 
                        Görüldüğü gibi bu İncil, Hz. İsa'dan sonra kaleme 
                        alınmıştır.  Eski ve yeni Hıristiyan 
                        araştırmacılar, Matta İncili'nin orijinalinin İbranice 
                        olduğu, daha sonra Yunanca'ya ve başka dillere tercüme 
                        edildiği görüşündedirler. Ancak orijinal İbranice nüsha 
                        kayıptır. Tercümenin ise nasıl olduğu ve kim tarafından 
                        tercüme edildiği bilinmemektedir.
                         
                        Markos İncili: Markos, Petrus'un öğrencisidir. 
                        Havari değildir. İncilini Petrus'un işareti ve emriyle 
                        yazdığını söyleyenler vardır. İsa'nın Tanrı olduğuna 
                        inanmazdı. 
                        Bu yüzden bazıları; onun, İncilini kabileler ve köylüler 
                        için yazdığını ve İsa'yı Allah'ın şeriatını tebliğ eden 
                        bir elçi olarak tanıttığını söylemişlerdir. 
                        O da, İncilini Miladi 61 yılında yazmıştır. 
                        Luka İncili: Luka, havari değildir. İsa'yı da 
                        görmemiştir. Hıristiyanlığı Pavlus'-tan öğrenmiştir. 
                        Pavlus ise, Hıristiyanlığa düşmanlık besleyen fanatik 
                        bir Yahudi'ydi. İsa'ya inananlara eziyet eden birisiydi, 
                        onların aleyhine çalışırdı. Sonra ne olduysa aniden sara 
                        nöbetine tutulduğunu, bu nöbet esnasında Mesih'in (a.s) 
                        kendisine dokunduğunu, izleyicilerine kötülük yaptığı ve 
                        eziyet ettiği için kendisini kınadığını, hırpaladığını 
                        ve bunun üzerine Mesih'e inandığını ve onun tarafından 
                        İncilini müjdeleme üzere elçi olarak gönderildiğini 
                        iddia etti. Bugünkü Hıristiyanlığın temellerini 
                        sözünü ettiğimiz bu Pavlus at-mıştır. 
                        Öğretisinin temeli şudur: "Sadece Mesih'e inanmak 
                        kurtuluş için yeterlidir. Ayrıca amel etmeye gerek 
                        yoktur." O, murdar eti ve do-muz etini yemeyi helal 
                        kıldı. Sünnet olmayı ve Tevrat'ta yer alan birçok hükmü 
                        yasakladı. 
                        Oysa İncil kendisinden önceki Tevrat'ı tasdik etmek 
                        üzere indirilmiştir. Sadece Tevrat'ta haram sayılan 
                        belli bazı şeylerin helal olduğunu belirtmiştir. 
                        Kısacası Hz. İsa, Tevrat'ın içerdiği şeriatı egemen 
                        kılmak üzere gönderilmişti. Sapıkları ve fasıkları 
                        yeniden Tevrat'a uymaya çağırmak üzere gelmişti. 
                        Tevrat'a göre amel etmeyi iptal etmek ve kuru bir imanla 
                        kurtuluşun gerçekleşeceğini vaat etmek üzere değil. Luka, İncilini Markos'un İncilincen 
                        sonra yazdı. Bu da Petrus ve Pavlus'un ölümünden 
                        sonradır. Birçokları, bu İncilin diğer İnciller gibi 
                        ilhama dayalı bir kitap olmadığını belirtmişlerdir.Nitekim 
                        İncilinin giriş kısmındaki ifadeler de bunu ortaya 
                        koymaktadır. 
                        Yuhanna İncili: Hıristiyanların birçoğu bu 
                        Yuhanna'nın, Hz. İsa'nın çok sevdiği on iki havariden 
                        biri olan avcı Zebedi oğlu Yuhanna olduğuna inanmaktadır. Diyorlar ki: "Şirintus", "Ebisun" 
                        ve bu ikisinin cemaatleri, Mesih'in yaratılmış bir 
                        insandan başka bir şey olmadığını, annesinin varlığından 
                        önce varolmadığını savundukları için, Asya ve başka 
                        bölgelerin keşişleri Miladi 96 tarihinde Yuhanna'nın 
                        yanında toplandılar ve ondan başkalarının İncillerinde 
                        yazmadıkları şeyleri yazmasını ve Mesih'in lahuti 
                        varlığını özel bir tarzda açıklamasını istediler. 
                        Yuhanna onların isteklerine cevap vermekten başka çare 
                        bulamadı. Bu İncil'in yazıldığı tarih 
                        hakkında ihtilaf vardır. Kimisi Miladi 65 tarihinde, 
                        kimisi 96 tarihinde, kimisi de 98 tarihinde yazıldığını 
                        söylemiştir. Bazı Hıristiyanlar, bu İncil'in 
                        Havari Yuhanna tarafından yazılmadığı inancındadırlar. 
                        Bunlardan bazıları, onun İskenderiye Medresesi 
                        talebelerinden biri tarafından kaleme alındığını 
                        düşünüyorlar.Diğer 
                        bazıları da, bu İncil'le beraber Yuhanna'nın 
                        mektuplarının da onun tarafından yazılmadığını, bazı 
                        şahıslar tarafından ikinci yüzyılın başlarında yazılıp 
                        insanlarca kabul görmesi için Yuhanna'ya isnat 
                        edildiğini söylemişlerdir. 
                        Bazılarına göre de, Yuhanna İncili aslında yirmi bap-mış. 
                        Yuhanna'nın ölümünden sonra "Efes Kilisesi" yirmi 
                        birinci babı eklemiştir.
                         Dört İncil'in durumu bundan 
                        ibarettir. Bu rivayetlerin içinde, üzerinde görüş 
                        birliği sağlanan kanalların yedi kişiye dayandığını 
                        görürüz. Matta, Markos, Luka, Yuhanna, Petrus, Pavlus ve 
                        Yehuda. Bunların tümünün dayanağı, bu dört İncil'dir. 
                        İncillerin dördü de bir tanesine dayanıyor. Yâni en 
                        eskileri olan Matta İncili'ne. Daha önce bunun bir 
                        çeviri olduğunu, aslının kaybolduğunu, kimin tarafından 
                        tercüme edildiğinin bilinmediğini, orijinalinin nasıl 
                        olduğunu, öğretisinde İsa'nın bir elçi mi, yoksa ilah mı 
                        oluğunu esas alındığının bilinmediğini belirtmiştik. Bu mevcut İncil'de ise şöyle 
                        deniyor: "İsrailoğulları arasında Marangoz Yusuf oğlu 
                        İsa adında bir kişi ortaya çıktı. İnsanları Allah'a 
                        davet etti. O, kendisinin Allah'ın oğlu olduğunu, 
                        beşerden bir babası olmaksızın dünyaya geldiğini, 
                        babasının kendisini çarmıha gerilmek ve öldürülmek 
                        suretiyle insanları günahlarından kurtarmak üzere 
                        gönderdiğini, ölüleri dirilttiğini, doğuştan kör ve 
                        alacalı olanı iyileştirdiğini, cin çarpmışların 
                        bedenlerindeki cinleri çıkararak onları iyileştirdiğini 
                        söylüyordu. Onun on iki tana öğrencisi vardı. Bunlardan 
                        birisi İncil'in yazarı Matta'ydı. İsa onları kutsamış ve 
                        Mesih dinini tebliğ etmeleri için birer davetçi olarak 
                        görevlendirmişti..." Hıristiyanlık çağrısının temeli ile 
                        ilgili bilgilerin özü budur. Yeryüzünün doğusuna ve 
                        batısına yayılmış bulunan böyle bir davet, gelip sonuçta 
                        tek bir habere (haber-i vahid) dayanıyor. İsmi, cismi 
                        bilinmeyen, kimliği ve vasfı hakkında net bir bilgiye 
                        sahip olunmayan bir adamda noktalanıyor. Öykünün temelindeki bu ilginç 
                        gevşeklik, bazı özgür fikirli Avrupalı araştırmacıları 
                        şu iddiayı ortaya atmaya yöneltmiştir: "Meryem oğlu İsa 
                        Mesih, hayali bir kişiliktir. Dönemin yönetimine karşı 
                        duyulan bazı dinsel tepkiler böyle bir şahsiyetin 
                        tasavvur edilişine yol açmıştır." Tıpatıp benzeyen bir 
                        diğer hayali şahsiyetin olması da bu düşünceyi 
                        savunanlara cesaret vermiştir. O da "Kirişna"dır. Eski 
                        Hint putperestliğine göre, o, Allah'ın oğludur. Allah'ın 
                        lahutundan inmiştir. Asılmak suretiyle insanların günah 
                        yüklerinden ve hatalarından kurtulmalarını sağlamıştır. 
                        Kısacası, Hıristiyanların İsa Mesih hakkındaki 
                        iddialarını onlar, harfiyen "Kirişna" hakkında 
                        söylüyorlar. İleride buna değineceğiz. Diğer bazı eleştirmen 
                        araştırmacılarsa, Mesih adında iki kişinin olduğunu 
                        söylemişlerdir. Çarmıha gerilmeyen Mesih ve çarmıha 
                        gerilip öldürülen Mesih. Bu ikisinin arasında ise beş 
                        yüz yılı aşkın bir zaman olduğunu söylemişlerdir. Bu iddiaya göre bugün bin dokuz yüz 
                        elli altıncı yılında bulunduğumuz Miladi tarih ise, bu 
                        iki Mesih'ten hiçbirinin yaşadığı döneme denk 
                        düşmemektedir. İlk Mesih, en az bu tarihten iki yüz elli 
                        yıl önce, yaklaşık olarak altmış yıl yaşamıştır. İkinci 
                        ve asılan Mesih ise, ondan sonra yaklaşık olarak iki yüz 
                        doksan yıl sonra ve yaklaşık olarak otuz üç yıl 
                        yaşamıştır. Miladi tarihle, Hz. İsa'nın 
                        doğumunun tam olarak örtüşmediğini Hıristiyanlar da 
                        inkar edemiyorlar.Bu 
                        da, tarihsel bir sektedir. Kuşkuları arttıran başka şeyler de 
                        vardır. Anlatıldığına göre, Miladın ilk iki yüzyılında, 
                        dört İncil'in dışında başka birçok İncil vardı. 
                        Kimilerine göre bunların sayısı yüz küsuru buluyordu. 
                        Şimdiki dört İn-cil de bunlar arasındaydı. Kilise 
                        yönetimi bu dördünün dışındakileri yasakladı. Metinleri 
                        kilisenin anlayışıyla bağdaştığı için sadece dört 
                        İncil'in yasal olduğunu ilan etti. Kilise tarafından yasaklanan ve 
                        terk edilen İncillerden birisi de Barnaba İncili'dir. Bu 
                        İncil'in bir nüshası yıllar önce bulundu ve Arapça ve 
                        Farsçaya da tercüme edildi. Bu İncil'in içerdiği 
                        kıssalar genel olarak Kur'an'ın Meryem oğlu İsa Mesih 
                        ile ilgili olarak aktardığı kıssalarla örtüşmektdir. Şaşırtıcı olan bir diğer husus da, 
                        Yahudilerin dışındaki toplumların tarihsel kaynaklarında, 
                        İncil'de İsa'nın davetiyle, tanrının oğlu oluşuyla, feda 
                        edilmek suretiyle insanları kurtarmış olmasıyla ilgili 
                        olarak anlatılanlardan ayrıntılı olarak söz edilmemiş 
                        olmasıdır. Ünlü Amerikalı tarihçi Hendrik William Van 
                        Loan "İnsanlığın Tarihi" adlı eserinde Romalı Doktor 
                        Skola Biyus Kultlus'un, Miladi 62 yılında Filistin'deki 
                        Roma ordusunda bir asker olarak görev yapan yeğeni 
                        Cladiyus Ensa'ya yazdığı bir mektuptan söz eder. 
                        Mektubunda, Roma'da Pavlus adına bir hastayı ziyaret 
                        ettiğini ve onun sözlerinden etkilendiğini anlatır. 
                        Pavlus'un kendisine Hıristiyanlık çağrısından, İsa'nın 
                        davetiyle ilgili bazı hususlardan söz ettiğini yazar. Sonra Pavlus'tan ayrıldığını ve bir 
                        daha onu görmediğini, bir süre sonra da onun "Usti" 
                        yolunda öldürüldüğünü haber aldığını belirtir. Sonra 
                        yeğeninden, Pavlus'un sözünü ettiği bu İsrailli 
                        peygamber ve Pavlus'un kendisi hakkında bilgi edinmesini 
                        ve elde ettiği bilgileri kendisine yazmasını ister. Cladiyus Ensa, altı hafta sonra 
                        Yeruşalim'deki (Kudüs) Roma askeri karargahından ona şu 
                        mektubu gönderir: "Kentin ihtiyar ve yaşlı 
                        adamlarından birkaçına İsa Mesih'i sordum. Sorduğum şey 
                        hakkında yeterli bilgiye sahip olamadıklarından iyi 
                        cevap veremediklerini gördüm. (Tarihin Miladi 62, 
                        sorulan kişilerin de yaşlılar olduğuna dikkat edin!) Nihayet bir zeytin satıcısıyla 
                        karşılaştım ve onu tanıyıp tanımadığını sordum. Bana 
                        cevap verme lütfünde bulundu. Sonra bana Yusuf adlı bir 
                        adamı gösterdi. Onun İsa'nın izleyicisi ve seveni 
                        olduğunu, onun yaşam öyküsü hakkında bilgi sahibi 
                        olduğunu, onunla ilgili haberler hakkında uzman olduğunu, 
                        sorduğum sorulara doyurucu cevap-lar verebilceğini 
                        söyledi. Günlerce araştırdıktan sonra o gün 
                        Yusuf isimli şahısla karşılaştım. Yaşı geçkin bir 
                        ihtiyardı. Eskiden bölgedeki bazı göllerde balık 
                        avlarmış. Adamın ilerlemiş yaşına rağmen, duyguları 
                        sağlam ve hafızası yerindeydi. O dönemde, kargaşa ve 
                        fitne döneminde yaşanan tüm olayları ve haberleri 
                        anlattı. Dedi ki: Fontiyus Filatus, Kayser Tiprius 
                        zamanında Samiriye ve Yahudiye bölgelerinin hakimiydi.
                         Onun döneminde Yeruşalim'de bir 
                        kargaşa çıktı. Fontiyus Filatus, fitne ateşini söndürmek 
                        için Yeruşalim'e geldi. O günlerde yayılan fitne şuydu: 
                        Nasıra halkından bir marangozun oğlu halkı davet ediyor 
                        ve onları hükümete karşı ayaklanmaya kışkırtıyor. İşi iyice araştırdıklarında 
                        anladılar ki, suçlanan marangozun oğlu akıllı ve sağlam 
                        görüşlü bir gençtir. Hakkında takibatı gerektiren bir 
                        suç işlememiştir. Ancak Yahudilerin mezhep liderleri 
                        onun görüşlerine karşı çıkıyorlardı. Ona karşı büyük bir 
                        kin besliyorlardı. Filatus'a; "Bu Nasıralı genç; "Bir 
                        Yunanlı, bir Romalı veya bir Filistinli, insanlara 
                        adaletle davranırsa, onlara karşı şefkatli olursa, o, 
                        Allah katında bütün ömrünü Allah'ın kitabını mütalaa 
                        etmekle, ayetlerini okumakla geçiren kimse kadar sevap 
                        alır." diyor." demişlerdi. Onların karşı çıkmaları ve itiraz 
                        etmeleri, Filatus üzerinde etkili olmamıştı. Fakat bir 
                        gün halkın büyük bir kalabalık halinde mabette 
                        toplandığını ve İsa (marangozun oğlu) ve arkadaşlarını 
                        ele geçirip lime lime doğramayı düşündüklerini haber 
                        aldı. Bunun üzerine bu marangoz genci bir süre zindana 
                        atmayı, böylece halkın onu linç etmesine engel olmayı 
                        düşündü. Filatus, halkın neden İsa'ya karşı 
                        öfkeye kapıldığını tam olarak anlayamamıştı. Onun 
                        hakkında kiminle konuştuysa, bir soru sorduysa, açıklama 
                        yapmasını istediyse, ağız birliği etmişçesine şunu 
                        söylediler: "O bir kafirdir. O bir dinsizdir. O bir 
                        haindir." Ama bunun nedenini söyleyen kimse çıkmadı. Nihayet Filatus, bizzat İsa ile 
                        konuşmaya karar verdi. Onu yanına çağırttı. Onunla 
                        konuştu ve tebliğ ettiği dinle neyi amaçladığını sordu. 
                        İsa, devlet ve siyasetle ilgilenmediğini, böyle bir 
                        amacının bulunmadığını söyledi. Daha çok manevi hayatla 
                        ilgilendiğini, cismani hayatın onun için ikinci planda 
                        kaldığını belirtti. Bir insanın insanlara iyi davranması 
                        gerektiğine, tek ve ortaksız Allah'a kulluk etmesinin 
                        zorunluluğuna inandığını vurguladı. Allah'ın hayattaki 
                        diğer tüm yöneticiler, terbiye ediciler (Rabler) 
                        karşısında baba konumunda olduğunu ifade etti. Filatus, Revakiler ve diğer Yunan 
                        filozoflarının görüşleri hakkında bilgi sahibiydi. 
                        İsa'nın söylediklerinde bir art niyet, bir kovuşturma 
                        gerekçesi görmemişti. Bu yüzden bir kez daha bu sağlam 
                        görüşlü, aklıselim sahibi peygamberi Yahudilerin 
                        şerrinden kurtarmaya karar verdi. Ölüm cezasının 
                        uygulanmasını erteledi. Fakat Yahudiler buna razı olmadılar. 
                        Onu rahat bırakmadılar. Fila-tus'un İsa'nın yalanlarına 
                        kandığını, Kayser'e ihanet etmek istediğini yaydılar. 
                        Buna tanıklık etmeye ve buna ilişkin şikayetleri içeren 
                        tomar-ları imparatora göndermeye başladılar. Bundan önce 
                        de Filistin'de kar-gaşa ve isyanlar çıkmıştı. Kayser'in 
                        güvenilir güçlerinin sayısı azdı. İnsanları susturmaya 
                        yetmiyordu. Valilerin ve Kayser adına görev yapan diğer 
                        memurların halkın şikayetine, hoşnutsuzluğuna neden 
                        olacak davranışlardan kaçınmaları gerekiyordu. Bu nedenlerden dolayı Filatus, 
                        genel güvenlik adına bu tutuklu genci feda etmekten, 
                        öldürülmesine ilişkin genel isteğe cevap vermek-ten 
                        başka seçenek bulamadı. İsa'ya gelince, ölümden kesinlikle 
                        korkmadı. Ölümü onurlu bir kişilikle karşıladı. 
                        Ölümünden önce katline sebep olan Yahudileri affetti. 
                        Sonra çarmıha gerildi. İnsanlarsa, onunla alay ediyor, 
                        ona sövüp sayıyorlardı. Cladiyus Ensa devamla şöyle der: 
                        Yusuf'un bana anlattığı İsa kıssası budur. O, bunları 
                        anlatırken yanaklarından aşağıya göz yaşları süzülüyordu. 
                        Ayrılmak istediğini belirtirken kendisine bir altın para 
                        uzattım. Ancak o, parayı almayı kabul etmedi ve bana; "Burada 
                        benden çok daha yoksul kimseler var. Bu parayı onlara 
                        ver." dedi. Sözünü ettiğin arkadaşın Pavlus'u 
                        da ona sordum. Onu tam olarak tanımıyordu. Onunla ilgili 
                        olarak kesinlik kazanan husus, başlangıçta çadır 
                        yapmakla uğraştığı, sonra işini bırakarak bu yeni dini 
                        tebliğ etmekle meşgul olduğudur. Şefkatli ve merhametli 
                        olan Rabbin dinini. Onunla, Yahudi bilginlerinden 
                        duyduğumuz "Yehova" arasındaki fark, yerle gök 
                        arasındaki fark kadardır. Anlaşıldığı kadarıyla Pavlus önce 
                        Küçük Asya'ya gitmiş, sonra Yunanistan'a geçmiştir. 
                        Kölelere ve tutsaklara şöyle diyormuş: "Hepiniz, sizi 
                        seven ve size acıyan bir babanın çocuklarısınız. 
                        Mutluluk, insanlar içinde sadece bir gruba özgü değildir. 
                        Tersine zengin, fakir tüm insanlar mutluluğu 
                        yakalayabilirler. Tek şart, kardeşçe geçinmeleri, 
                        temizlik ve doğruluk esaslı bir hayat sürdürmeleridir." 
                        (Mektup özetle burada sona erdi.) Söz konusu mektubun araştırmamızla 
                        ilgili parçaları böyle işte. Bu mektubun satırları 
                        üzerinde düşünüldüğünde, şu sonucuna varılır: 
                        İsra-iloğulları arasında Hıristiyanlık davetinin 
                        yaygınlaşması Hz. İsa'dan sonra olmuştur ve bu davet, 
                        nebevi bir davetti, Allah tarafından görev alan bir 
                        peygamberin davetiydi; iddia edildiği gibi Lahuti bir 
                        zuhur ediş, yeryüzüne iniş ve insanları günahlardan 
                        kurtarış şeklinde ilahi bir davet değildi. Daha sonra Hz. İsa'nın bazı 
                        talebeleri ve Pavlus gibi kendini ona mensup bilenler ve 
                        talebelerinin talebeleri, çarmıha gerilme olayından 
                        sonra Hindistan, Afrika ve Roma gibi dünyanın değişik 
                        bölgelerine yolculuk yaptılar ve Hıristiyanlığın 
                        mesajını yaydılar. Ancak çok geçmeden Hıristiyanlık 
                        öğretisinin temel meseleleri hakkında aralarında 
                        ihtilaflar baş gösterdi. İsa'nın Tanrısal (Lahuti) bir 
                        varlık oluşu, sadece ona inanmanın yeterli olacağı, 
                        Musa'nın şeriatıyla amel etmenin gerekmediği, İncil'in 
                        getirdiği dinin Musa'nın dinini neshettiği veya bu dinin 
                        Tevrat'ın içerdiği şeriatın tamamlayıcı tâbisi 
                        olduğu gibi konularda ihtilaf ederek çeşitli gruplara 
                        ayrıldılar.  Bu arada şu husus üzerinde önemle 
                        durmak gerekir: Hıristiyanlık mesajının yayıldığı, 
                        etkinlik gösterdiği Roma ve Hindistan gibi topluluklar 
                        bundan önce Sabiilik, Brahmanizm veya Budizm gibi 
                        putperestlik esaslı inanç sistemlerine bağlıydılar. Bu 
                        dinlerin temelinde tasavvufa özgü mistik hazlar, öbür 
                        yanda Brahmanizm felsefesi yatıyordu. Bu inançlarda 
                        Lahuti (Tanrısal) varlığın Nasuti (Beşeri) varlık 
                        şeklinde ortaya çıkması anlayışı önemli bir yer tutar. 
                        Birlik (tevhit) şeklinde üçlük (teslis), Lahuti varlığın 
                        Nasuti varlık suretinde inmesi ve asılarak ve işkence 
                        görerek kendini feda etmesi inancı eski Hint, Çin, Mısır, 
                        Keldan, Aşur ve Fars putperestliklerinde temel bir 
                        anlayış olarak göze çarpmaktadır. 
                        Eski dinler ve mezhepler üzerine yazılan eserlerde 
                        vurgulandığı gibi, benzeri inançlara Roma ve 
                        İskandinavya gibi eski batı putperestliklerinde de 
                        rastlanmaktadır. Duwan, "Tevrat'taki Hurafeler ve 
                        Diğer Dinlerdeki Benzerleri" adlı kitabında der ki: "Hindistan'a 
                        göz attığımızda, en büyük ve en ünlü Lahuti 
                        ibadetlerinin "teslis" esaslı olduğunu görürüz. Bu 
                        öğretiyi ana dillerinde "Tıri Morti" olarak 
                        adlandırırlardı. Bu isim, Sanskritçe iki kelimeden 
                        meydana gelmiştir. "Tıri" üç demektir. "Morti" ise, 
                        şekiller veya uknumlar anlamına gelir. Bunlar "Brahma", 
                        "Vişno" ve "Siva"dır. Birlikten ayrılmayan üç birleşik 
                        uknum. İddialarına göre o, tek ilahtır." Sonra şöyle der: "Onlara göre, 
                        Brahma Baba'dır, Vişno Oğul'dur, Siva ise Ruh-ul 
                        Kudüs'tür." Sonra şöyle der: "Onlar, Siva'ya "Krişna" 
                        yâni "Kurtarıcı Rab" ve "Büyük Ruh" derler. "Vişno" 
                        ondan doğmuş ve Nasut şeklinde yeryüzünde zuhur etmiş ki, 
                        insanları kurtarsın. O, bir tek ilah olan "üç uk-num"dan 
                        biridir." Devamla şöyle der: "Onlar, 
                        Hıristiyanlarda olduğu gibi, üçüncü uknumu güvercin 
                        şeklinde sembolize ederler." Mr. Faber, "Putperestliğin Kökü" 
                        adlı eserinde şöyle der: "Hintliler "Brahma", "Vişno" ve 
                        "Siva"dan oluşan bir teslise inandıkları gibi, Budistler 
                        de teslise inanırlar. Onlara göre "Buda" üç uknumdan 
                        oluşan bir ilahtır. Aynı şekilde Ginistler de "Civa"nın 
                        üç uknumdan ibaret olduğunu söylemektedirler." Devamla şöyle der: "Çinliler de 
                        Buda'ya taparlar ve ona "Fu" adını verirler. Hintliler 
                        gibi onlar da, onun üç uknumdan ibaret olduğunu 
                        söylerler." Duwan, yukarıda adı geçen eserinde 
                        şöyle der: "Mısır'daki Munfis Tapınağı'nın rahipleri, 
                        dini eğitime yeni başlayanlara "kutsal üçlü"yü şöyle 
                        tarif ederlerdi: "İlk olanı ikincisini yarattı, ikincisi 
                        de üçüncüsünü yarattı. Böylece kutsal üçlü tamamlandı." Mısır Kralı Toliso, kâhin 
                        Tenuşiki'ye sorar: "Benden önce daha büyük biri var 
                        mıydı? Ve benden sonra daha büyük biri olacak mıdır?" 
                        Kâhin şu cevabı verir: "Evet, daha büyük olan vardır. O, 
                        her şeyden önce gelen Allah'tır. Sonra "Kelâm" gelir. O 
                        ikisiyle birlikte de "Ruh-ul Kudüs" yer alır. Bu üçlünün 
                        doğaları birdir. Onlar zat olarak birdirler. Ebedi 
                        kuvvet onlardan sadır olur. Git ey fani! Ey kısa hayatın 
                        sahibi!" Bunoyik, "Eski Mısır İnançları" 
                        adlı eserinde şöyle der: "Mısır dininde yaygın olan en 
                        ilginç husus, "Kelâm"ın Lahuti oluşuna inanmalarıdır. 
                        Onlara göre, varolan her şey onun aracılığı ile 
                        varolmuştur. O, Allah'tan kaynaklanmıştır. O, Allah'tır. 
                        Yuhanna İncili de bu ifadelerle başlar." Heigen, "Angello-Sakson" adlı 
                        eserinde der ki: "Farslar Metrus'u kelâm, aracı ve 
                        Farsların kurtarıcısı olarak isimlendirirlerdi." "Avrupa'nın İlk Sakinleri" 
                        kitabından da şunları nakleder: "Eski putperestler, "Tanrı 
                        üç uknumdan meydana gelmiştir." derlerdi."  Ayrıca, eski Yunanlıların, 
                        Romalıların, Finlandiyalıların ve İskandinavyalıların da 
                        biraz önce sözünü ettiğimiz teslise inandıklarını 
                        anlatır. Keldanilerin, Aşurluların ve Finikelilerin de "kelâm" 
                        ile ilgili olarak benzeri bir inanca sahip oldukları 
                        rivayet edilir. Duwan, "Tevrat'taki Hurafeler ve 
                        Diğer Dinlerdeki Benzerleri" ad-lı eserinin 181-182. 
                        sayfalarında özetle şunları der: "İnsanların işledikleri bir günahın 
                        sorumluluğundan kurtulmaları için tanrılardan birinin 
                        kurban olarak sunulması fikri, Hintlilerin ve diğer 
                        ulusların arasında kökü çok eskilere dayanan bir 
                        anlayıştır."  Ardından buna ilişkin kanıtlara yer 
                        verir: "Hintlilerin inanışına göre, ilk çocuk olduğu 
                        halde, başlangıcı ve sonu olmayan tanrı Vişno'nın 
                        kendisi olan Krişna'nın şefkat duyguları kabardı ve 
                        yeryüzünü yükünün ağırlığından kurtarmak istedi. 
                        Yeryüzüne geldi ve insan tarafından bir kurban sunarak 
                        insanı kurtardı." Mr. Moor der ki: "Hintlilerin 
                        kitaplarında "Krişna" çarmıha gerilmiş vaziyette 
                        resmedilmiştir. Elleri ve ayakları çivilerle tahtaya 
                        çakılı olduğu halde gömleğinin üzerinde bir insan kalbi 
                        asılı olarak çizilmiştir. Bir diğer resimde de çarmıha 
                        gerilmiş ve başının üzerinde altın bir taç olduğu halde 
                        gösterilmiştir. Hıristiyanlar da; "İsa çarmıha gerilerek 
                        asıldığı zaman başının üzerinde dikenli bir taç vardı." 
                        derler." Hauk, Seyahatnamesi'nin 1. cildinin 
                        326. sayfasında der ki: "Putperest Hintliler, bazı 
                        ilahların insan şekline girdiklerine ve insanların 
                        günahlarından kurtulmaları için kurban olarak 
                        sunulduklarına inanırlar." Morivor Leims, "Hintliler" adlı 
                        eserinde (s. 26) 
                        şöyle der: "Putperest Hintliler, temel bir günaha 
                        inanırlar. Bunun kanıtı da "Kiyatri"den sonra gelen 
                        yakarışları ve tevessülleridir: Ben günahkârım. Hata 
                        ettim. Kötü tabiatlıyım. Annem günah işleyerek bana 
                        hamile kaldı. Kurtar beni ey yonca gözlü! Ey 
                        günahkârları hatalarından ve günahlarından kurtaran!" Papaz Gorge Kuks, "Eski Dinler" 
                        adlı eserinde Hintlilere ayırdığı bölümde şunları söyler: 
                        "Onlar, Krişna'yı serkeş olmayan lahut dolu bir kahraman 
                        olarak tasvir ederler. Çünkü o kendini kurban olarak 
                        sunmuştur."  Heigen, Tibal ve Tibet topraklarına 
                        ayak basan ilk Avrupalı olan "Andara Da el Kurozopos"tan 
                        şunları nakleder: "Onların taptıkları tanrı "Endra" 
                        şöyle tasvir edilir: "Onun kanı çarmıha gerilmek ve 
                        çiviye vurulmak suretiyle dökülmüştür ki, insanları 
                        günahlarından kurtarsın. Bu çarmıha gerilişin resmi, 
                        kitaplarında mevcuttur."  Rahip Corciyus'un kitabında tanrı "Endra" 
                        şu şekilde tasvir edilir: "Çarmıha gerildiği tahtaların 
                        ikisi en bakımdan eşit, ama uzunluk bakımdan farklıdır. 
                        Baş tarafı daha kısadır. Burada yüzü tasvir edilmiştir. 
                        Buna karşılık aşağı tarafı daha uzundur. Eğer yüzün 
                        şekli olmasaydı, kimsenin aklına onun bir kişiyi temsil 
                        için yapıldığı gelmezdi." Budistlerin bu husustaki 
                        tasavvurları Hıristiyanların Hz. İsa'yla ilgili 
                        anlayışlarına daha çok benzemektedir. Bu benzerlik her 
                        açıdan söz konusudur. Hatta onlar Buda'yı "Mesih", "tek 
                        evlat", "alemin kurtarıcısı" olarak adlandırırlar. Onun 
                        kamil bir insan ve kamil bir ilah olduğunu, Nasut 
                        bedenine büründüğünü, insanların günahlarına kefaret 
                        olmak, onları günahlardan kurtarmak, azaba 
                        çarptırılmalarını önlemek ve göklerin melekutuna varis 
                        olmalarını sağlamak için kendini kurban ettiğini 
                        söylerler. Birçok batılı yazar buna dikkat çekmiştir. 
                        Bill, kendi kitabında, Hauk, Seyahatnamesi'nde ve 
                        Mauller "Sanskrit Edebiyat Tarihi" adlı eserinde bu 
                        konuları işlemişlerdir. Şimdiye kadar anlattıklarımız, eski 
                        dinlerdeki Lahut ile Nasut karışımına, çarmıha gerilme 
                        ve insanların günahlarına karşılık feda edilme inancına 
                        ilişkin pasajlar ve örneklerdi. Görüldüğü gibi, 
                        Hıristiyanlığın yeryüzünde yayılmaya başladığı ve 
                        Hıristiyan davetçilerin gezindiği bölgelerde 
                        Hıristiyanlık davetinin gönülleri fethettiği dönemde 
                        birçok toplum bu akideye sahipti. Acaba bu durum, 
                        Hıristiyan davetçilerin Hıristiyanlığın temel 
                        prensiplerini putperestlik kalıpları içinde sunarak 
                        insanların kalplerini dinlerine yöneltme ve öğretilerini 
                        onlara kabul ettirme çabasında olduklarını göstermiyor 
                        mu? Bunu Pavlus'un ve diğer Hıristiyan 
                        din ulularının hikmet ehlinin hikmetini, akli kanıtları 
                        esas alan felsefelerini yermelerinde, Rab ilahın ahmağın 
                        ahmaklığını, akıllının aklına tercih ettiğini 
                        söylemelerinde gözlemleyebiliyoruz. Bunu şöyle açıklayabiliriz: 
                        Hıristiyan davetçiler mesajlarını sunar-larken akıl ve 
                        kanıtı esas alan düşünce ekollerinin karşısında yer 
                        aldılar. Bunun üzerine söz konusu ekollerin mensupları, 
                        böyle bir şeyi kabul etmeye, daha doğrusu kanıt 
                        açısından sahih bir şekilde algılamaya imkan yoktur, 
                        diyerek onlara karşı çıktılar. Hıristiyan davetçiler de 
                        söylemlerini keşif ve kutsal ruhla dolup taşma üzerine 
                        oturttular. Onlar bu açıdan, tarikatlarının akıl 
                        yolundan ve tarzından ayrı bir yol ve tarz olduğunu 
                        söyleyen cahil tasavvufçulara benzerler. Bu davetçilerin bir kısmı, "Resullerin 
                        İşleri" kitabında ve tarih kitaplarında belirtildiği 
                        üzere, ruhbanlığı benimseyerek dünyayı dolaşmaya ve 
                        Hıristiyanlık mesajını yaymaya başladılar. Dünyanın 
                        çeşitli bölgelerindeki halk kitleleri de onları olumlu 
                        karşıladılar. Özellikle Roma İmparatorluğu topraklarında 
                        başarılı olmalarının altındaki sır, halk kitlelerinin 
                        mevcut durumdan bezmiş olmalarıydı. Bütün ülkede zulüm 
                        ve haksızlık kol geziyordu. Sıkıcı ve boğucu bir manevi 
                        baskı egemendi. Kölelik yasaları hakimdi. Yöneten ve 
                        yönetilen, amir ve memur sınıflar arasındaki fark bir 
                        uçurum kadardı. Zenginlerin, konfor içinde yüzen 
                        varlıklıların hayatı ile yoksulların, düşkünlerin ve 
                        kölelerin yaşayışları arasında korkunç bir fark vardı. Hıristiyan davetçileri ise 
                        insanları kardeşliğe, eşitliğe, insanlarla iyi geçinmeye, 
                        dünyayı ve onun sıkıntı verici, fani ve kirli hayatından 
                        yüz çevirmeye, göklerin melekutunda bulunan mutlu ve 
                        berrak hayata yönelmeye çağırıyorlardı. Sırf bundan 
                        dolayı da, yönetici sınıflar, krallar ve kayserler, 
                        onlarla pek ilgilenmiyorlar, onlara eziyet etmeyi, 
                        onların aleyhinde politikalar geliştirmeyi veya onları 
                        ülkelerinden sür-meyi düşünmüyorlardı. Böylece gösteri yapmadan, kimseyle 
                        kavga etmeden günbegün sayıları artıyordu. Her gün biraz 
                        daha güçleniyorlardı. Nihayet Roma İmparatorluğu'nda, 
                        Afrika'da ve Hindistan gibi ülkelerde büyük bir 
                        ka-labalığa ulaştılar. Bir kilise yapıp kapılarını halka 
                        açtıkları her seferinde bir put evini yıkmış, kapılarına 
                        kilit vurmuş oluyorlardı. Putperestlik liderlerinin 
                        kendilerine karşı çıkmalarına, temellerini yıkmak 
                        istemelerine, zamanın kralları ve hükümdarlarının, 
                        kendilerine boyun eğmemelerine, hükümlerine ve 
                        yasalarına muhalefet etmelerine de asla itina 
                        etmiyorlardı. Zira aksi takdirde, ortadan kaldırılma, 
                        öldürülme, zindana atılma ve türlü işkencelerden 
                        geçirilme tehlikesiyle karşılaşabilirlerdi; bir kısmı 
                        öldürülür, bir kısmı zindana atılır ve bir kısmı da 
                        sürgün edilirdi. Bu durum, "Kral Konstantinus" 
                        zamanına kadar devam etti. Nihayet Kral, Hıristiyanlığa 
                        inandı ve bu dine girdiğini açıkça duyurdu. Ondan sonra 
                        Hıristiyanlık, devletin resmi dini haline geldi. Roma'da 
                        ve İmparatorluğa bağlı ülkelerde kiliseler yapıldı. Bu 
                        gelişmeler, Miladi dördüncü yüzyılın son yarısına denk 
                        geliyordu. O dönemde, Roma Kilisesi 
                        Hıristiyanlığın merkezi haline geldi ve papazları 
                        İmparatorluğa bağlı topraklara göndererek kiliseler, 
                        manastırlar ve İncil'in mesajının öğretildiği okullar 
                        açtırmaya başladı. Bu arada şunu göz önünde 
                        bulundurmak gerekir ki, Hıristiyan davetçiler, tüm 
                        öğretilerini, tartışmasız kabul ettikleri bazı ilkeler 
                        üzerine oturttular. Böylece, Baba, Oğul, Ruh-ul Kudüs, 
                        çarmıha gerilme ve gü-nahların karşılığı olarak 
                        öldürülme gibi meseleleri tartışma götürmeyen ilkeler 
                        olarak ele alıp, diğer tüm öğretilerini bu temellere 
                        dayandırdılar. Bu da, onların dinsel öğretilerinin 
                        ilk ve önemli çürük noktasıdır. Çünkü bir duvar ne kadar 
                        düzgün ve sağlam örülürse örülsün, eğer temel çürükse bu 
                        düzgünlük ve sağlamlık ona bir yarar sağlamaz. Kaldı ki, 
                        buna dayalı olarak geliştirdikleri "biri üçleme=teslis", 
                        çarmıha gerilme ve feda olma konuları da akılla 
                        bağdaşmamaktadır. Nitekim bazı Hıristiyan 
                        araştırmacılar da, "teslis" düşüncesinin akılla 
                        bağdaşmadığını ikrar etmişlerdir; ancak şunu da 
                        eklemeden edememişlerdir: "Bu, dinsel bir meseledir. 
                        Böyle meseleleri kulluk duygusu içinde kabul etmek 
                        gerekir. Ne dinlerde nice akılla bağdaşmayan konular 
                        vardır!" Oysa bu, çürük bir temelden 
                        hareketle varılan çürük bir çıkarsamadır. Hak bir dinin 
                        akılla bağdaşmayan bir ilkeyi içermesi düşünülebilir mi? 
                        Biz, bir dini aklımızla kabul eder, onun hak din 
                        olduğunu aklımızla belirleriz. Akıl, hak nitelikli bir 
                        inanç sisteminin batıl ve imkansız bir ilkeyi 
                        kapsamasını kabul eder mi? Bu açık bir çelişki değil 
                        midir? Kuşkusuz hak bir din, egemen doğa yasalarıyla 
                        izah edilemeyen, olağanüstü ama mümkün nitelikli 
                        hususları içerebilir; fakat özü itibariyle muhal olan 
                        bir şeyi asla! Hıristiyan davetçilerin dinsel 
                        öğretiler konusunda tuttukları bu araştırma yöntemi, 
                        düşünürler arasında yoğun tartışmaların ve ihtilafların 
                        baş göstermesine yol açmıştır. Özellikle Roma ve 
                        İskenderiye okullarında, dinsel araştırmaların 
                        yoğunlaşmaya başladığı dönemlerde bu durum ayyuka 
                        çıkmıştır. Bu nedenle de kilise, söylem 
                        birliğini korumak ve bütünlüğü sağlamak için 
                        denetimlerini her gün biraz daha sıklaştırıyordu. 
                        Papazların, keşişlerin söyledikleri her yeni sözü, 
                        ortaya atılan her bidatı bastır-mak, genel anlayışa 
                        uydurmak için yoğun bir çaba harcıyordu. Kon-siller 
                        düzenliyordu. Bu tür söylemlerle ortaya çıkanları, ikna 
                        olmadıkları takdirde, tekfir ediyor, sürgün ediyor, 
                        aforoz ediyor veya öldürüyordu. İlk konsil, Arius'un; "Oğul uknumu, 
                        Baba uknumuna eşit değildir. Çünkü Allah kadimdir, 
                        öncesizdir. Mesih ise mahluktur, sonradan var edilmiştir." 
                        demesi üzerine toplanan "İznik Konsili"ydi. Patrikler, kardinaller ve papazlar 
                        Konstantiniye'de (İstanbul), Kral Konstantinus huzurunda 
                        bir araya geldiler. Üç yüz on üç kişiydiler. So-nunda şu 
                        ortak karara vardılar: "Biz her şeyin maliki, görülen ve 
                        görülmeyen her şeyin yaratıcısı, tek Baba Allah'a ve tek 
                        Allah'ın oğlu tek Oğul İsa Mesih'e inanıyoruz. O, tüm 
                        yaratılanların ilkidir, ama yaratıl-mış değildir. Hak 
                        ilahtan olma hak ilahtır. Alemlerin ve her şeyin düzeni 
                        elinde sağlam bir temele dayanan Baba'nın cevherindendir. 
                        O, bizim için ve bizim kurtuluşumuz için gökten indi, 
                        Ruh-ul Kudüs'ten ayrılarak insan görünümüne girdi ve 
                        Bakire Meryem'den doğdu. Filatus zamanında asıldı ve 
                        gömüldü. Sonra ölümünün üçüncü gününde kalktı, göğe 
                        yükseldi ve babasının sağına oturdu. O, ölüler ve 
                        diriler arasında hükmetmek üzere bir kez daha dönmeye 
                        hazırdır. Aynı şekilde biz, babasından çıkan, hakkın 
                        ruhu, tek Ruh-ul Kudüs'e, günahları bağışlanması için 
                        tek bir vaftize, 
                        tek kutsal Hıristiyan-Katolik cemaate, bedenlerimizin 
                        tekrar kalkacağına 
                        ve sonsuz hayata inanıyoruz." Bu, ilk konsüldü. Ancak bundan 
                        sonra da birçok konsüller toplandı. Amaç oluşan yeni 
                        mezheplerle bir ilgilerinin olmadığını, onların din dışı 
                        olduğunu vurgulamaktı. Nesturi, Yakubi, Elyani, 
                        Yelyarisi, Makdanosi, Sabalyusi, Nutosi ve Pavlusi 
                        mezhepleri gibi. Böylece kilise, denetim görevini 
                        aksatmadan yürütüyordu. Davet misyonunu gevşetmiyordu. 
                        Günbegün gücü ve otoritesi artıyordu. Bu durum, Fransa, 
                        İngiltere, Avusturya, Prusya (Almanya), İspanya, 
                        Portekiz, Belçika ve Hollanda gibi Rusya dışında tüm 
                        Avrupa devletlerinin Hıristiyan olmalarına yol açtı. 
                        Rusya ise, Miladi beşinci yüzyılın sonlarında, yâni 496 
                        yılında bu dini benimsedi. Kilise 
                        günbegün gelişmesine, güçlenmesine devam ederken, kuzey 
                        halkları ve barbar kabileler de Roma'ya saldırıyorlardı. 
                        Savaşlar ve iç karışıklıklar Kayserlerin saltanatını 
                        zayıflatıyordu. Sonunda Romalılar ve galip toplumlar 
                        dini otorite gibi memleket yönetiminin de kiliseye 
                        devredilmesinde birleştiler. Böylece o gün manevi 
                        egemenlikle maddi egemenlik, kilisenin başkanı olan Papa 
                        Gregorius'da birleşti. Tarih, Miladi 590'ı gösteriyordu. 
                        Böylece Roma Kilisesi, Hıristiyanlık dünya-sı üzerinde 
                        mutlak bir egemenliğe sahip oldu. Fakat İmparatoluk, başkenti Roma 
                        olan Batı Roma Devleti ve başkenti Konstantiniye 
                        (İstanbul) olan Doğu Roma Devleti olmak üzere ikiye 
                        ayrılınca, Doğu Roma Devleti'nin kralları, kendilerini 
                        ülkelerinin dini liderleri olarak da ilan ettiler ve 
                        Roma Kilisesi'ne tâbi olmadılar. Bu, Hıristiyanlığın 
                        Roma Kilisesi'ne bağlı olan Katolikler ve ora-ya bağlı 
                        olmayan Ortodokslar şeklindeki bölünmesinin 
                        başlangıcıydı. Konstantiniye (İstanbul) kenti 
                        Osman Oğulları'nın eline geçinceye ve Kral Poli Olokos 
                        öldürülünceye kadar bu durum böyle devam etti. O, Doğu 
                        Roma Devleti'nin son kralı ve o günkü kilisenin 
                        keşişiydi. (Ayasofya Kilisesi'nde öldürüldü.) Ondan sonra Rus çarları, Roma 
                        Kayserleriyle aralarındaki hısımlık dolaysıyla, bu dini 
                        makamın, yâni kilise başkanlığının miras olarak 
                        kendilerine yetiştiğini iddia ettiler. Ruslar Miladi 
                        onuncu yüzyılda Hıristiyan olmuşlardı. Böylece Rus 
                        çarları, Roma Kilisesi'ne bağlanmadan kendi 
                        topraklarının kilise keşişleri de oldular. Tarih, 1454 
                        yılını gösteriyordu. Bu durum, Çar Nikola'nın 
                        öldürülmesine kadar yaklaşık olarak beş asır devam etti. 
                        Nikola son Rus çarıydı. O ve ailesi 1918 tarihinde 
                        ko-münistler tarafından öldürüldü. Böylece Roma Kilisesi 
                        aşağı yukarı, bölünmeden önceki konumuna gelmiş oldu. Fakat kilise, yönetimdeki 
                        liderlerinin çabalarıyla ortaçağda insan hayatının tüm 
                        alanlarına müdahale ediyordu. Bu dönemde kilise, gücünün 
                        doruğundaydı. Bu kilise baskısından kurtulmak isteyen 
                        dindarlar kiliseye baş kaldırdılar, onca baskıdan azat 
                        olmak istediler.  Sonuçta bir grup, kilise liderleri 
                        ve papaların hükümlerine tâbi ol-mayı reddetti. Ancak 
                        İncil'in öğretilerine ve konsillerinin çıkarsamalarına, 
                        alimlerinin ve papazlarının üzerinde ittifak ettikleri 
                        hükümlere tâ-bi olmaya devam ettiler. Bunlara 
                        Ortodokslar adı verilir. Bir diğer grup ise, kesin bir 
                        şekilde Roma Kilisesi'ne tâbi olmaktan vazgeçti. Bunlar 
                        İncil'in öğretisi hususunda da Roma Kilisesi'ne bağlı 
                        değildirler. Roma Kilisesi'nin emirleri de onları 
                        bağlamaz. Bunlara Protestanlar denir. Böylece bugün Hıristiyanlık dünyası 
                        üçe bölünmüş durumdadır: Katolikler: Bunlar Roma 
                        Kilisesi'ne ve öğretisine tâbidirler. Ortodokslar: 
                        Roma Kilisesi'nin öğretisine tâbidirler, ama kilisenin 
                        kendisine tâbi değildirler. Bu mezhebin oluşumu, 
                        kilisenin bölünmesinden sonradır. Özellikle kilisenin 
                        İstanbul'dan Moskova'ya taşınmasından sonra. (Daha önce 
                        bu hususa değindik.) Protestanlar: Ne kiliseye, 
                        ne de öğretisine tâbi değildirler. Kendilerine özgü 
                        bağımsız bir yolları vardır. Miladi on beşinci yüzyılda 
                        ortaya çıktı. Yaklaşık olarak yirmi asırdan bu 
                        yana Hıristiyanlık dininin yaşadığı serüvenin özeti 
                        budur. Bu kitabın ana fikrini kavrayanlar, rahatlıkla 
                        bilirler ki, Hıristiyanlık tarihini özetlememizin 
                        gerisindeki amacı şu şekilde sıralamak mümkündür:  Birincisi: Araştırmacılar, 
                        Hıristiyanlığın tarih boyunca yaşadığı gelişmeleri 
                        bilsinler. Miras, sirayet, etkilenme, karışma veya 
                        gelenek yoluyla, inanç sistemlerine girmiş olması 
                        muhtemel olan putperestlik inançları, düşünceleri ve 
                        geleneklerinin farkında olsunlar. İkincisi: Kilisenin, 
                        özellikle Roma Kilisesi'nin egemenliği, Miladi 
                        ortaçağlarda aşamalı olarak doruğa çıkmıştı. Din ve 
                        dünya işlerinin egemenliği kilisenin elindeydi. 
                        Avrupa'daki tüm krallıklar kiliseye boyun eğiyordu. 
                        İstedikleri kralı azlediyor, istediklerini 
                        atayabiliyorlardı. Rivayete göre, bir keresinde Papa, 
                        işlediği bir günahtan dolayı bağışlanmak dileğiyle, 
                        günah çıkarmak isteyen Alman İmparatoru'na kış 
                        mevsiminde sarayının kapsında üç gün boyunca yalın ayak 
                        durmasını emretmiştir. Bir keresinde Papa, dizleri üstünde 
                        gelerek bağışlanmak dileyen kralın tacını tekmelemiştir. Kilise, Müslümanları bağlılarına 
                        öyle tanıtmıştı ki, İslam'ı bir putperestlik dini olarak 
                        görüyorlardı. Bunu, Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında 
                        uzun yıllar devam eden haçlı savaşları sırasında 
                        Hıristiyanları savaşa teşvik amacıyla söylenen şiirlerde 
                        ve sloganlarda görüyoruz. Hıristiyanlar, Müslümanları putlara 
                        tapanlar olarak görüyorlardı. 
                        Güya Müslümanların üç tane tanrısı vardı. Bunlar 
                        sırasıyla "Mahom", diğer adlarıyla da "Bafomid" ve "Mahomend"dir. 
                        Bu ilk tanrıdır ve o, "Muhammed"dir. Ondan sonra "İlin" 
                        gelir. Bu da ikinci tanrıdır. Sonra "Tarfacan" gelir. Bu 
                        da üçüncü tanrıdır. Hıristiyanların bazı 
                        açıklamalarından, Müslümanların iki tane daha 
                        tanrılarının olduğuna inandıkları anlaşılıyor. Bunlar, "Martuvan" 
                        ve "Cubin"dir. Ancak bunlar, derece bakımdan sözü edilen 
                        ilk üç tanrıdan sonra gelirler. "Muhammed, çağrısını 
                        kendisinin tanrılığı esasına dayandırmıştır." diyorlardı. 
                        Bazen de; "O, kendisine altından bir put edinmiştir." 
                        diyorlardı.  Richard, Frenkleri Müslümanlara 
                        karşı kışkırtmak için söylediği şiirlerinin birinde 
                        şöyle der: "Kalkın ve Mohomend'i ve Tarfacan'ı devirin. 
                        Tanrınıza yakın olmak için onları ateşe atın." Roland, Müslümanların Tanrısı "Mahom"u 
                        şöyle betimler: "O, bü-tünüyle altın ve gümüşten 
                        yapılmıştır. Onu görsen, hiçbir sanatkârın, ondan daha 
                        güzel bir şey tasavvur edip de yapmasının mümkün 
                        olmadığını tasdik edersin. İri bir cüssesi, güzel bir 
                        yapısı vardır. Yüzünden ululuk izleri okunur. Altın ve 
                        gümüşten yapılan Mahom'un göz alıcılığı görenlerin 
                        gözlerini kamaştırır. En güzel ve en sağlam sanat 
                        eserlerinden biri olan bir filin üzerine oturtulmuştur. 
                        Karnı boştur. Ona bakan, karnından bir ışık hisseder. 
                        Pahalı ve ışık saçan taşlarla yaldızlanmıştır. Dışarıdan 
                        bakınca içi görülebilecek şekilde şeffaftır. Bir sanat 
                        eseri olarak eşsizdir. Müslümanlar zora düştükleri 
                        zamanlarda tanrılarının onlara ilham ettiklerine şahit 
                        oldukları için, bir savaşta Müslümanların yenilgiye 
                        uğraması üzerine, komutanları, Müslümanların Mekke'deki 
                        tanrılarını (yâni Hz. Muhammed'i) görmek üzere birini 
                        gönderir. Olaya şahit olanlardan biri şöyle anlatır: "Tanrı 
                        (yâni Hz. Muhammed) bulundukları yere geldi. Etrafını 
                        bağlılarından oluşan büyük bir kalabalık sarmıştı. 
                        Davullar, zurnalar, utlar ve gümüşten yapılma borular 
                        çalıyorlar, şarkılar söyleyip raks ediyorlardı. Sonunda 
                        onu coşku, eğlence ve çığlıklar içinde karargaha 
                        getirdiler. Halifesi onun gelmesini bekliyordu. Onu 
                        görünce, dizlerinin üzerine kalktı ve huzu ve huşu 
                        içinde ona tapmaya başladı."  Richard, yukarıda betimlenen tanrı 
                        "Mahom"un vahyedişini de şu şekilde tasvir eder: "Büyücüler, 
                        bir cini emirleri altına almışlar. Onu sözü edilen putun 
                        içine koymuşlar. Bu cin orada bağırıp çağırır, gürültü 
                        çıkarır, sonra konuşmaya başlar. Müslümanlar onu büyük 
                        bir sessizlik içinde dinlerler." Buna benzer mesnetsiz yakıştırmalar 
                        haçlı savaşları yıllarında yazılan veya o dönemi anlatan 
                        kitaplarda büyük oranda yer almaktadır. Öyle ki bunları 
                        okuyan bir kimse afallayıp kalır. Okuduklarına inanamaz, 
                        şaşkınlıktan dehşet içinde donakalır. Yapılan naklin 
                        doğru olmayabileceğini düşünür. Çünkü bunlar öyle 
                        iddialardır ki, bir Müslüman ne uyanıkken, ne uykusunda, 
                        ne de uyuklamasında bunlara tanık olmuştur. Üçüncüsü: Düşünce sahibi 
                        araştırmacılar, Hıristiyanlık çağrısının geçmişten 
                        günümüze kadar geçirdiği evrimin çizgisini somut bir 
                        şekilde algılasınlar; putperestlik inançlarının, nasıl 
                        başlangıçta, Hz. İsa (a.s) hakkında aşırı tasvirlerde 
                        bulunma şeklinde, sonra da "Baba, Oğul, Ruh-ul Kudüs" 
                        üçlemi kalıbında, haça gerilme ve günahlara bedel olma, 
                        bunun gereği olarak da sırf inanmakla yetinip amel 
                        etmekten vazgeçme fikri şeklinde sinsice Hıristiyanlık 
                        çağrısına sirayet ettiğini bilsinler. Başlangıçta sapma, dini kalıplar 
                        içinde gelişme gösteriyordu. Karşılaştıkları buhranlar 
                        oruç, namaz ve vaftiz gibi ameller vasıtasıyla kilise 
                        tarafından çözüme kavuşturuluyordu. Ancak öte yandan 
                        dinsizlik de her gün biraz daha gelişiyor, güç kazanıyor 
                        ve Hıristiyanlık bütünü içinde çeşitli bölünmeler 
                        oluyordu. Sonunda Protestanlık ortaya çıktı, kanun (uygulanmak 
                        üzere konulan pratik hükümler) ötesi özgürlüğü esas alan 
                        resmi yasalar siyasal kargaşanın yerini aldı. Buna bağlı 
                        olarak da dinsel eğitimin etkisi zayıflıyor, bu yöndeki 
                        çabalar beklenen sonuçları vermiyordu. Sonuçta tam 
                        özgürlüğü doğuran materyalizmin yaygınlaşmasıyla zaman 
                        içinde insani değerler ve ahlakın temelleri çöktü. Diyalektik materyalizme, fizik 
                        ötesinin, değişmez üstün ahlakın ve dini eylemlerin 
                        inkarına dayalı komünizm ve sosyalizm ideolojileri etkin 
                        olmaya başladı. Manevi insanlık çöktü, yerini yırtıcılık 
                        ve çıkarcılık karışımı materyalist hayvanlık aldı, dünya 
                        hızla o yönde ilerlemeye başladı. Son zamanlarda dünya çapında etkin 
                        olmaya başlayan dinsel gelişimler ise, politik oyunların 
                        bir tezahüründen başka bir şey değildir. Politikacılar, 
                        siyasal amaçlarına ve arzularına ulaşmak için bu oyunu 
                        tezgahlıyorlar. Çünkü bugün etkin olan politika, her 
                        kapıyı çalmayı, her taşın altına ve her deliğe elini 
                        sokmayı öngörmektedir. Şikago Le Teran Fakültesi, Dini 
                        İlimler Profesörü Josef Schitler konuya ilişkin olarak 
                        şöyle der: "Amerika'da etkin olmaya başlayan yeni dinsel 
                        uyanış, dinin çağdaş uygar yaşama uyarlanmasından ve 
                        çağdaş medeniyetin din karşıtı olmadığının 
                        kanıtlanmasından başka bir şey değildir. Bunun büyük bir 
                        tehlikesi vardır, o da şudur: İnsanların büyük çoğunluğu, 
                        çağdaş uygarlığın verilerine inandıkları halde dindar 
                        olduklarını sanırlar. Böylece bir gün ortaya çıkabilecek 
                        gerçek bir dinî çağrıya teveccüh etmez, ona katılma 
                        gereğini duymazlar." Amerika'da Rus Ortodoksluğunun en 
                        büyük savunucularından biri olan Florovski der ki: "Amerika'daki 
                        dinsel eğitim, toplumun gönlünü hoş tutmaktan başka bir 
                        anlam ifade etmiyor. Çünkü eğer gerçek bir dinsel uyanış 
                        olsaydı, derin ve pratik öğretilere dayanıyor olması 
                        gerekirdi." Din kervanının nereden yola 
                        çıktığına ve nerede konakladığına ba-kın! Çağrı, dini (akideyi), 
                        ahlakı (güzel huyları) ve şeriatı (pratik amel-leri) 
                        ihya etmek adına başlamıştı, gelip dayandığı son nokta, 
                        bu saydıklarımın tümünün geçersiz kılınması ve yerini 
                        hayvani yaşantının alması oldu. Bu durum, "Kıddis" ve "Havari" 
                        dedikleri Pavlus ve destekçilerinin eliyle gerçekleşen 
                        ilk sapmanın gelişiminin sonucundan başka bir şey 
                        değildir. Bugün bütün dünyanın insanlığı yok oluşla 
                        tehdit ettiğini haykırdığı çağdaş uygarlık, "Pavlus 
                        Uygarlığı" olarak tanımlansa yeridir. "Çağdaş uygarlığın 
                        önderi, bayraktarı İsa'dır." iddiasındansa, "Pav-lus 
                        Uygarlığı" nitelemesi daha gerçekçidir. 
                          
 
 
                        
                        - 
                        a.g.e. 
                        
                        - 
                        a.g.e. 
                        
                        - 
                        Buradan başlamak üzere bölümün sonuna kadarki kısım, 
                        Henry De Castry'-nin "İslam Dini" adlı kitabının 
                        tercümesinden (Birinci Bölüm) nakledilmiştir. |