1- İsa ve Annesinin Kıssası
Kur'an'da Nasıl Geçer?
İmran'ın karısı, Mesih'in annesi
İmran kızı Meryem'e hamile kalır. Karnındaki bebeği,
doğurduğu zaman özgür kılınmış olarak mescide hizmet
etmek üzere adar. O, karnındaki bebeğin erkek olduğunu
sanır. Çocuğu doğurup kız olduğunu anlayınca üzülür, iç
geçirir. Sonra ona, "hizmet eden kadın" anlamına gelen "Meryem"
adını verir. Meryem doğmadan önce babası ölür. Annesi
onu mescide getirir ve kahinlere teslim eder. Hz.
Zekeriya da aralarındadır. Onun sorumluluğunu yüklenme
hususunda birbirleriyle tartışırlar. Sonunda kura çekme
hususunda anlaşırlar. Kura amacıyla oklar çektiklerinde
kura Zekeriya'ya çıkar. Bunun üzerine Zekeriya onun
sorumluluğunu üstlenir. Erişkinlik çağına gelince, onu
diğer kahinlerden ayıracak şekilde araya bir perde
çekerler. Meryem bu özel bölmede Allah'a ibadet ederdi.
Sadece Zekeriya yanına girebilirdi. Zekeriya mihrapta
onun yanına girdiği her seferinde yanında bir rızk
bulurdu. Zekeriya; "Bunlar sana nereden geldi ey Meryem?"
diye sorardı. O da; "Allah katından. Allah dilediğine
hesapsız rızk verir." cevabını verirdi. Meryem (s.a)
doğru sözlüydü. Allah tarafından günahlardan korunmuştu,
masumeydi. Tertemizdi, arınmış ve seçilmişti. Meleklerin
konuştuğu bir muhaddesti. Melekler ona; "Allah seni
seçti ve arındırdı." demişlerdi. O, Rabbine gönülden
boyun eğendi ve Allah'ın alemlere olan ayetlerindendi.
(Âl-i İmrân, 35-44; Meryem,
16; Enbiya, 91; Tahrim, 12)
O, kendisine ayrılan özel
bölmesinde bulunduğu bir sırada yüce Allah ona Ruh'u (Cebrail)
gönderdi. Ruh ona normal bir insan olarak göründü. Ruh,
Allah tarafından kendisine elçi olarak gönderildiğini ve
görevinin Allah'ın izniyle ona babasız olarak bir çocuk
bahşetmek olduğunu söyledi. Çocuğunun göstereceği göz
kamaştırıcı mucizeleri müjdeledi. Yüce Allah'ın, onun
oğlunu Ruh-ul Kudüs'le destekleyeceğini, ona kitabı,
hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğreteceğini, yüce Allah'ın
apaçık ayetler desteğinde onu İsrailoğullarına elçi
olarak göndereceğini haber verdi. Onun misyonunu ve
kıssasını anlattı. Sonra Ruh ona üfledi. Böylece normal
bir şekilde gebe kalan bir kadın gibi çocuğuna gebe
kaldı. (Âl-i İmrân, 45-51)
Sonra Meryem, onunla ıssız bir yere
çekildi. Doğum sancıları onu bir hurma dalına doğru
sürükledi. "Keşke
bundan önce ölseydim de hafızalardan silinip
unutuluverseydim." dedi. Altından bir ses ona şöyle
seslendi: "Üzülme, Rabbin senin ayağının altında bir ark
akıtmıştır. Hurma dalını kendine doğru salla, üzerine
henüz oluşmuş taze hurma dökülüverir. Ye, iç gözün aydın
olsun. Eğer insanlardan birini görürsen, ona; "Ben
Rahman olan Allah'a oruç adadım, bugün hiç kimseyle
konuşmayacağım." de. Böylece onu taşıyarak kavmine geldi."
(Meryem, 20-27)
Meryem'in İsa'ya hamile kalması, onu doğurması, İsa'nın
konuşması ve diğer varoluşsal özellikleri diğer
insanlardan farklı değildi.
Kavmi onu bu halde görünce, onu
kınamaya, ayıplamaya başladılar. Çünkü karşılarında
gördükleri manzara, bir kadının kocasız olarak gebe
kalıp bir çocuk doğurmuş olmasıydı. Dediler ki:
"Ey Meryem, sen
gerçekten şaşılacak bir iş yaptın. Ey Harun'un kız
kardeşi, senin baban kötü bir kişi değildi ve annen de
azgın, utanmaz bir kadın değildi." Bunun üzerine Meryem
çocuğu gösterdi. Dediler ki: "Henüz beşikte olan bir
çocukla biz nasıl konuşabiliriz?!" Çocuk şunları söyledi:
"Şüphesiz ben, Allah'ın kuluyum. Allah bana kitap verdi
ve beni peygamber kıldı. Nerede olursam olayım, beni
kutlu kıldı ve hayat sürdüğüm sürece, bana namazı ve
zekatı vasiyet etti; anneme itaati de. Ve beni mutsuz
bir zorba kılmadı. Selam üzerimdedir doğduğum gün,
öleceğim gün ve diri olarak yeniden kaldırılacağım gün."
(Meryem, 27-33)
Hz. İsa'nın henüz beşikteyken
yaptığı bu konuşma, ileride zulme ve azgınlığa karşı
gerçekleştireceği hareketin, Musa'nın (a.s) şeriatını
yeniden canlandırıp pekiştireceğinin, silikleşen
kavramları yenileyece-ğinin ve hakkında ihtilafa
düştükleri ayetleri onlara açıklayacağının bir ön
işareti, parlak bir haykırışı niteliğindeydi.
Sonra İsa (a.s) büyüdü,
delikanlılık çağına geldi. O ve annesi, herkes gibi
yiyip içiyorlardı. Yaşadıkları sürece diğer insanlarda
bulunan varoluşsal arazlar, özellikler onlarda da vardı.
Sonra Hz. İsa'ya İsrailoğullarına
tebliğ etmek üzere risalet, peygamberlik verildi. O da
bu misyonu yüklenir yüklenmez, onları tevhit dinine
davet etti. Şöyle diyordu: "Ben size Rabbinizden bir
ayetle geldim. Ben sizin için kuş şeklinde çamurdan bir
şey yapar, sonra onun içine üflerim ve o Allah'ın
izniyle bir kuş oluverir. Allah'ın izniyle doğuştan körü,
alacalıyı iyileştiririm, ölüleri diriltirim.
Yediklerinizi ve evlerinizde depoladıklarınızı size
haber veririm. Bunda sizin için bir ayet vardır. Hiç
kuşkusuz, Allah, benim de, sizin de Rabbinizdir. Şu
halde O'na ibadet edin."
Hz. İsa (a.s) İsrailoğullarını
getirdiği yeni şeriata çağırıyordu. Bu şeriatın özü, Hz.
Musa'nın şeriatını tasdik etmekti. Ancak, Yahudilere
zorluk olsun diye Tevrat'ta haram kılınan bazı şeylere
ilişkin hükümleri de yürürlükten kaldırıyordu. Diyordu
ki: "Ben size hikmet getirdim. Hakkında ihtilafa
düştüğünüz bazı konuları size açıklamak için geldim."
Yine diyordu ki: "Ey İsrailoğulları, ben Allah'ın size
gönderdiği elçisiyim. Benden önceki Tevrat'ı tasdik
etmek ve benden sonra gelecek adı Ahmed olan peygamberi
müjdelemek üzere gönderildim."
Hz. İsa (a.s), kuş yaratmak,
ölüleri diriltmek, doğuştan kör olanları ve alaca
hastalığına yakalananları iyileştirmek ve gizli olan
bazı şeyleri haber vermek gibi sözünü ettiği tüm
mucizeleri, Allah'ın izniyle gerçekleştirdi.
İsrailoğullarının iman etmelerinden
ümidini kesinceye kadar onları Allah'ın birliğine ve
yeni şeriatına davet etti. Soydaşlarının dik
başlılıklarını, inatlarını, kahinlerin ve hahamların
büyüklük taslamalarını görerek inanmalarından ümidini
kesince, kendisine inanan bir avuç havariyi Allah'ın
dininin yardımcıları olarak seçti.
Sonra Yahudiler onu öldürmek
amacıyla ayaklandılar. Bunun üzerine Allah onu aldı ve
katına yükseltti. Yahudiler birilerini ona benzettiler.
Bazıları; "Biz onu öldürdük.", bazıları da; "Biz onu
astık." dediler. Fakat doğrusu onlar karıştırıyorlardı.
(Âl-i İmrân, 45-58; Zuhruf,
63-65; Saff, 6-14; Mâide, 110-111; Nisâ, 157-158)
Kur'an'ın İsa ve annesiyle ilgili değerlendirmesi özetle
bundan ibarettir.
2-
İsa'nın Allah Katındaki Yeri ve Kendisinin
Tanımladığı Konumu
O, Allah'ın bir kuluydu ve
peygamberdi. (Meryem, 30)
İsrailoğulla-rına gönderilmiş bir elçiydi.
(Âl-i İmrân, 49)Şeriat
ve kitap sahibi beş çı-ğır açıcı (ulu'l-azm)
peygamberden biriydi. Kendisine kitap olarak İn-cil
verilmişti. (Ahzab, 7;
Şurâ, 13; Mâide, 46) Yüce Allah onu "Mesih İsa"
olarak isimlendirmişti. (Âl-i
İmrân, 45)Allah'ın kelimesi ve O'ndan bir ruhtu.
(Nisâ, 171) İmamdı.
(Ahzab, 7) Ameller
tanıklarındandı. (Nisâ,
159; Mâide, 117) Resulullah Efendimizin (s.a.a)
müjdeleyicisiydi. (Saff,
6) Dünya ve ahirette gözdeydi,
yakınlaştırılmışlardandı.
(Âl-i İmrân, 45) Se-çilmişlerdendi.
(Âl-i İmrân, 33)
Seçkinlerden ve salihlerdendi.
(En'âm, 85-87)
Nerede olursa olsun mübarek kılınmıştı. İnsanlar için
bir ayet ve Allah'tan bir rahmetti. Annesine karşı
itaatkardı. Üzerine selam edilen-lerdendi.
(Meryem, 19-33)
Allah'ın kitap ve hikmet öğrettiklerindendi.
(Âl-i İmrân, 48)
Velayet makamına ilişkin bu yirmi iki nitelik, yüce
Allah'ın bu ulu peygamber için saydığı ve bunlar
vasıtasıyla derecesini yükselttiği vasıflardır. Bu
nitelikler iki kısımdır. Bir kısmı, kulluk, yakınlık ve
salihlik gibi kesbidir, kazanmaya, çalışmaya bağlıdır.
Diğer bir kısmı ise, vehbidir, ona özgü niteliklerdir.
Bunların her birini, anladığımız kadarıyla kitabın akışı
içinde yeri geldikçe açıklamışızdır. Daha ayrıntılı
bilgi için adı geçen açıklamalara başvurulabilir.
3- Hz. İsa Ne Söyledi? Onun Hakkında Ne Söylendi?
Kur'an, İsa'nın elçi olarak
görevlendirilmiş bir kul olduğunu söyler. Onun
kendisiyle ilgili olarak daha sonraları ortaya atılan
yakıştırmaları kendisine nispet etmediğini vurgular.
Muhataplarına sadece risaletten söz ettiğini belirtir.
"Allah; "Ey
Meryem oğlu İsa!" dedi, "Sen mi insanlara; "Allah'tan
başka, beni ve annemi iki ilah edinin." dedin?" O; "Seni
tenzih ederim." dedi, "Hakkım olmayan bir sözü söylemek
bana yakışmaz. Eğer bunu söylediysem, mutlaka
bilmişsindir. Sen, benim nefsimde olanı bilirsin, ama
ben senin zatında olanı bilmem. Hiç kuşkusuz sen, tüm
gizlilikleri bilensin. Ben onlara, ancak bana
emrettiğini söyledim, "Benim de Rabbim, sizin de
Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin." dedim. İçlerinde
olduğum sürece de onlara şahittim. Sen beni alınca,
üzerlerindeki gözetleyici sendin. Zaten sen her şeye
şahitsin. Onlara azap edersen, hiç şüphesiz onlar senin
kullarındır. Onları bağışlarsan da, şüphesiz sen azizsin,
hikmet sahibisin." Allah; "Bu, doğrulara, doğru
söylemelerinin yarar sağladığı gündür." dedi."
(Mâide, 116-119)
Bu ifadeler son derece ilginçtir.
Kulluğun özünü içeriyor. İsa'nın Rabbi karşısında
kendisine biçtiği yeri yansıtan göz kamaştırıcı edep
tavrını kapsıyor. Onun insanlar ve amelleri karşısında
kendisini nasıl bir yerde gördüğünü ifade ediyor. Bu
ayetlerde çizilen tabloda, onun kendisini Rabbi
karşısında bir kul olarak gördüğü anlatılıyor. Tek
görevi, Rabbinin buyruğunu yerine getirmek ve O'nun
emirlerine uymaktır. Ne yaptıysa ilahi bir emir
doğrultusunda yapmıştır, ne söylediyse Rabbani bir
buyrukla söylemiştir. Tek ve ortaksız Allah'a kulluk
sunmaktan başka bir çağrıda bulunmamıştır. Kendisine ne
emredilmişse, insanlara da onu söylemiştir. "Benim de
Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin."
demiştir.
İnsanlar karşısında, onların
amellerine tanıklık etmekten başka bir yükümlülüğü yoktu.
İnsanların Allah'ın huzuruna döndükleri gün, onlara ne
yapacağı, nasıl davranacağı konusunda yapabileceği bir
şey yoktur. Allah dilerse onları bağışlar, dilerse
onlara azap eder.
Eğer desen ki: Şu halde,
daha önce şefaat konusunu işlerken, Hz. İsa'nın (a.s) da
kıyamet günü şefaat edecek ve şefaati kabul edilecek
kişilerden olduğuna ilişkin söylenen söz ne anlam ifade
eder?
Buna cevap olarak derim ki:
Kur'an'ın bu konudaki ifadesi açık veya açığa yakındır.
Yüce Allah bu hususta şöyle buyuruyor:
"O'nun dışında
taptıkları, şefaatte bulunmaya malik değildirler; ancak
bilerek hakka şahitlik edenler başka."
(Zuhruf, 86) Hz.
İsa hakkında da şöyle buyurmuştur:
"Kıyamet günü de o,
onların aleyhine şahit olacaktır."
(Nisâ, 159)
"Sana kitabı,
hikmeti, Tevrat'ı ve İncili öğrettim."
(Mâide, 110) Daha
önce şefaatin anlamıyla ilgili olarak yeterli
açıklamalarda bulunduk. Bu ise, Hıristiyanların ileri
sürdükleri kendini feda etme olayından tamamen farklıdır.
Çünkü fidye ve karşılık olayında cezanın ortadan
kaldırılması söz konusudur. İleride açıklayacağım gibi
bunun anlamı, mutlak ilahi otoritenin geçersiz
kılınmasıdır. Ayet, bunu olumsuzluyor. Şefaate gelince;
ayette olumlu ve olumsuz yönde bununla ilgili bir
değerlendirmeye yer verilmiyor. Çünkü eğer, ayet
şefaatin ispatıyla ilgili olsaydı, konunun akışıyla
bağdaşmayacağı bir yanda dursun,
ifadenin şu şekilde kurulması gerekirdi: "Onları
bağışlarsan da, şüphesiz sen, bağışlayansın, rahimsin."
Yok eğer, şefaatin olumsuzlaşmasıyla ilgili olsaydı, bu
durumda insanlara şahit olmasından söz edilmesinin bir
anlamı olmazdı. Şimdilik bu şekilde genel bir açıklamada
bulunuyoruz. İnşallah ayetleri tefsir ederken daha
detaylı değerlendirmelere yer vereceğiz.
İnsanların Hz. İsa'yla ilgili
olarak söylediklerine gelince; her ne kadar Hz. İsa'dan
sonra insanlar çeşitli mezheplere bölündüler, inanç ve
ibadet tarzları arasında büyük farklılıklar baş gösterdi,
temel meselelerle ilgili ihtilafları sonucu yetmişi
aşkın grup ortaya çıktı ve mezheplerin kendi içindeki
ayrılıkları sayılmayacak kadar fazla olduysa da, ancak
Kur'an-ı Kerim, sadece onların İsa ve annesiyle ilgili
olarak söylediklerinin üzerinde durur. Çünkü bunların
tevhidin temeliyle ilgisi vardır; Kur'an'ın davetinin ve
dosdoğru fıtrat dininin tek hedefi de tevhittir.
Ayetlerin tahrifi ve İsa'nın insanların günahlarının
bağışlanması için feda edilmesi gibi ayrıntılara gelince;
Kur'an bunların üzerinde pek durmamıştır.
Kur'an-ı Kerim, kitap ehlinin Hz.
İsa'yla ilgili sözlerine veya onlara nispet ettiği
nitelemelere şu şeklide yer verir:
"Hıristiyanlar da; "Mesih,
Allah'ın oğludur." dediler."
(Tevbe, 30) Bu
anlamı içeren daha birçok ayet vardır. Mesela, şu
ayetler gibi: "Dediler
ki: "Rahman, çocuk edindi." O, (bu tür yakıştırmalardan)
yücedir." (Enbiyâ,
26) "And-olsun,
"Allah, Meryem oğlu Mesih'tir." diyenler küfre saptılar."
(Mâi-de, 72)
"Andolsun, "Allah
üçün üçüncüsüdür." diyenler küfre saptılar."
(Mâide, 73)
"...Üçtür, demeyiniz."
(Nisâ, 171)
Yukarıda sunduğumuz ayetler,
zahirleri itibarıyla farklı anlamlar ve içerikler
kapsayan değişik ifadeler ihtiva ediyorlar. Bu yüzden de
bazıları, bunları değişik Hıristiyan mezheplerin
yaklaşımlarına yorumlamışlardır.
Örneğin; Melikaniye mezhebi, Hz. İsa'nın gerçekten
Allah'ın oğlu olduğunu savunur. Nasturiler, inişin ve
oğulluğun nurun billur gibi şeffaf bir cisme yansımasına
benzediğini söylerler. Yakubiler, bunun bir tür dönüşüm
olduğunu savunurlar. Onlara göre, Tanrı kan ve ete
dönüşmüştür. Allah bu tür yakıştırmalardan yücedir.
Ancak Kur'an, doğrudan onların
değişik mezheplerinin ayrıntılı görüşleriyle ilgilenmez.
Onların tümünün üzerinde birleştikleri bir söz, yâni Hz.
İsa'nın Allah'ın oğlu olduğu iddiası üzerinde durur. Hz.
İsa'yı da yüce Tanrı gibi biri olarak
değerlendirmelerini yoğun bir şekilde eleştirir. Yine
buna bağlı olarak geliştirilen "teslis" inancı üzerinde
durur. Bu konuda Hıristiyan mezheplerin farklı yorumlar
getirmeleri önemli değildir; tartışma ve çekişmelerin
girdabına girmiş olmaları da. Bunun kanıtı, Kur'an'da
tümüne birden tek bir eleştiri ve itirazın yöneltilmiş
olmasıdır.
Bunu şöyle açıklayabiliriz: Bugün
mevcut bulunan Tevrat ve İnciller, bir yandan Tanrının
tekliğini açık bir dille ifade ederler; diğer yandan
İncil, Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu ileri sürer ve
oğul babadır, başka değil, der.
Hıristiyanlar, İncil'de geçen "oğul"
kavramını onurlandırma ve kutsama ifadesi olarak
yorumlamaya yanaşmazlar. Oysa İncil'in birçok yerinde,
söz konusu kavram, açıkça bu anlamda kullanılmıştır.
Şurâda olduğu gibi: "Fakat ben size derim:
Düşmanlarınızı sevin ve size eza edenler için dua edin
ki, siz göklerde olan Babanızın oğulları olasınız; zira
o, güneşini kötülerin ve iyilerin üzerine doğdurur; ve
salih olanlar ile olmayanların üzerine yağmurunu
yağdırır. Çünkü eğer sizi sevenleri severseniz, ne
karşılığınız olur? (Romalıların) Vergi mültezimleri de
öyle yapmıyorlar mı? Ve yalnız kardeşlerinizi
selamlarsanız, fazla ne yapmış olursunuz? Putperestler
de öyle yapmıyorlar mı? Bundan dolayı, semavî Babanız
kâmil olduğu gibi siz de kâmil olun."
(Matta İncili, Bap 5 :
44-48.)
Bir başka yerde şöyle der: "Sizin
ışığınız insanların önünde böyle parlasın da, sizin iyi
işlerinizi görsünler, ve göklerde olan Babanıza
hamdetsinler." (Matta
İncili, Bap 5 : 16.)
Yine der ki: "Sakının, insanlara
salâhınızı onların önünde gösteriş için yapmayın; yoksa
göklerde olan Babanızın önünde karşılığınız olmaz."
(Matta İncili, Bap 6 : 1.)
Yine der ki: "İmdi siz şöyle dua
edin: Ey göklerde olan Babamız, İsmin mukaddes olsun."
(Matta İncili, Bap 6 : 9.)
Yine der ki: "Çünkü insanlara
suçlarını bağışlarsanız, semavî Babanız da size bağışlar."
(Matta İncili, Bap 6 :
14.)
Veya der ki: "Babanız nasıl
merhametli ise, siz de merhametli olun."
(Luka İncili, Bap 6 : 36.)
Mecdelli Meryem'e şöyle der: "...fakat
kardeşlerime git, ve onlara söyle: Benim Babamın ve
sizin Babanızın, benim Allahımın ve sizin Allahınızın
yanına çıkıyorum." (Yuhanna
İncili, Bap 20 : 17.)
İncillerden aktardığımız bu
parçalarda, yüce Allah hakkında "baba" ifadesi, İsa ve
diğer insanlara nispet bir onurlandırma niteliği olarak
kullanılıyor.
Bazı yerlerde ise, babalık ve
oğulluğun birbirlerini tamamlar şekilde birleştikleri
anlamına gelen ifadelere yer verilir. Şu sözler gibi: "İsa
bu şeyleri söyledi ve gözlerini göke kaldırıp dedi: "Ey
Baba, saat geldi; Oğlunu taziz eyle ki, Oğul seni taziz
etsin." Sonra öğrencilerinden elçileri için dua eder ve
şöyle der: "Yalnız onlar için değil, fakat onların sözü
ile bana iman edecek olanlar için de, hepsi bir olsunlar
diye, yalvarıyorum; nasıl ki, ey Baba, sen bendesin, ve
ben de sendeyim, onlar da bizde olsunlar da, beni sen
gönderdiğine dünya iman etsin. Bana verdiğin izzeti ben
de onlara verdim ki, biz bir olduğumuz gibi, onlar da
bir olsunlar; ben onlarda, ve sen bende, ta ki, bir
olmak üzere tamamlanmış olsunlar; ve beni sen
gönderdiğini, ve beni sevdiğin gibi onları sevdiğini
dünya bilsin." (Yuhanna
İncili, Bap 17 : 1 ve 20-23.)
Ancak İncillerde yer alan bazı
ifadelerin zahirleri, onları onurlandırmaya yönelik
nitelikler biçiminde yorumlamaya elverişli değildirler.
Şu ifadeler gibi:
"Tomas ona dedi: Ya Rab, nereye
gidiyorsun bilmiyoruz, yolu nasıl biliriz? İsa ona dedi:
"Yol ve hakikat ve hayat benim; ben vasıta olmadıkça,
Babaya kimse gelmez. Eğer beni tanımış olsaydınız,
Babamı da tanımış olurdunuz; şimdiden onu biliyorsunuz,
ve gördünüz. Filipus ona dedi: Ya Rab, Babayı bize
göster, ve bize o yeter." İsa ona dedi: Bu kadar zaman
sizin ile beraberdim de, beni tanımadın mı, ey Filipus?
Beni görmüş olan, Babayı görmüş olur; sen nasıl: Babayı
bize göster, diyorsun? İman etmiyor musun ki, ben
Babadayım Baba da bendedir? Ben size söylediğim sözleri
kendiliğimden söylemem; fakat bende duran Baba kendi
işlerini yapar. Bana iman edin, ben Babadayım, Baba da
bendedir." (Yuhanna İncili,
Bap 14 : 5-11.)
"...çünkü ben Allahtan çıkıp geldim;
çünkü ben kendiliğimden de gelmedim; fakat o beni
gönderdi." (Yuhanna İncili,
Bap 8 : 42.)
"Ben ve Baba biriz."
(Yuhanna İncili, Bap 10 :
30.)
Öğrencilerine der ki: "İmdi, siz
gidip bütün milletleri şakirt edin, onları Baba ve Oğul
ve Ruhülkudüs ismiyle vaftiz
eyleyin." (Matta İncili,
Bap 28 : 19.)
"Kelâm başlangıçta var idi, ve
Kelâm Allah nezdinde idi, ve Kelâm Allah idi. O,
başlangıçta Allah nezdinde idi. Her şey onun ile oldu,
ve olmuş olanlardan hiç bir şey onsuz olmadı. Hayat,
onda idi, ve hayat insanların nuru idi."
(Yuhanna İncili, Bap 1 :
1-4.)
İncillerde yer alan bu ve benzeri
ifadeler, Hıristiyanları birlik içinde teslis inancını
benimsemeye itmiştir.
Bundan maksat, hem Mesih'in
Allah'ın oğlu olduğu iddiasını korumak, hem de Mesih'in,
öğretilerinde açıkça vurguladığı tevhidi korumaktır.
Çünkü Mesih'in tavsiyelerin başında şu gibi ifadeler
gelir: "Dinle, ey İsrail; Allahımız Rab bir olan Rabdir."
(Markos İncili, Bap 12 :
29.)
Makul bir veri olmasa da,
Hıristiyanların dediklerinin özü şudur: Zat bir
cevherdir ve onun üç uknumu vardır. Uknumdan maksat
sıfattır. Ki bir şey onunla belirginleşir, başkalarından
ayrılır. Sıfat mevsuf-tan başka bir şey değildir. Sözü
edilen üç uknum şunlardır: Varlık uknumu, ilim uknumu
-ki bu uknum kelâmdır- ve hayat uknumu, yâni ruh.
Bu üç uknum; baba, oğul ve kutsal
ruhtur. Birincisi, varlık uknumudur. İkincisi, ilim ve
kelâm uknumudur. Üçüncüsü, hayat uknumudur. Oğul, yâni
kelâm ve ilim uknumu, babasının yanından inmiştir. Baba
ise varlık uknumudur. Oğul inerken kutsal ruh onunla
beraberdi. O da, eşyayı aydınlatan hayat uknumudur.
Sonra, Hıristiyanlar arasında bu
genellemenin ayrıntıları üzerinde büyük ihtilaflar baş
gösterdi. Bu yüzden parçalandılar, çeşitli gruplara ve
mezheplere bölündüler. Yetmişin üzerinde mezhep ortaya
çıktı. Ki-tabımızın ölçüleri çerçevesinde bunlara
ilişkin ayrıntılı açıklamalar su-nacağız.
Yukarıda yaptığımız açıklamalar
üzerinde düşünürsen, şunu anlarsın: Kur'an-ı Kerim'in
onlarla ilgili olarak anlattığı ve onlara nispet ettiği;
"Andolsun,
"Allah, Meryem oğlu Mesih'tir." diyenler küfre saptılar."
veya; "Andolsun,
"Allah, üçün üçüncüsüdür." diyenler küfre saptılar."
ya da; "Üçtür,
demeyin; sakının…"şeklindeki ifadelerin tü-mü,
tek bir anlama, yâni "birliğin üçlenmesi" anlamına
dönüktür ki, Hıristiyanlık içinde ortaya çıkan bütün
mezheplerin ortak görüşüdür. Buna "birliğin üçlenmesi"
anlamı çerçevesinde değindik.
Sırf onlar arasında ortak olan bu
nokta üzerinde durulmasının sebebi, onların Hz. İsa ile
ilgili olarak ortaya attıkları birçok görüşün gelip
dayandığı noktanın bu olmasıdır. Kur'an da
eleştirilerinde bunu esas alır.
4- Kur'an'ın Teslis İnancına Karşı Çıkışı
Kur'an, teslis inancını çürütürken
iki yöntemi kullanır. Birincisi, genel yöntem. Bu
çerçevede yüce Allah'ın oğul edinmesinin imkansızlığı
vurgulanır. Oğul olduğu iddia edilenin Hz. İsa veya bir
başkası olması önemli değildir. İkincisi, özel yöntem.
Bu çerçevede Meryem oğlu İsa'nın oğul ilah olmadığı,
aksine yaratılmış bir kul olduğu vurgulanır.
Birinci yöntemin açıklaması:
Oğulluğun ve doğurulmanın özü şudur: İnsan, hayvan ve
hatta bitki gibi maddi ve canlı varlıkların öz
maddesinden bir parça ayrılır. Sonra bu parça aşamalı
bir eğitimle kendi türünden ve ayrıldığı köke benzeyen
ayrı bir birey haline gelir. Buna bağlı olarak onda
birtakım özellikler ve etkiler söz konusu olur ki,
ayrıldığı kökte bulunan özellikler ve etkilerin
aynısıdır. Hayvandan nutfenin, bitkiden de aşılanmayı
sağlayan unsurun ayrılması gibi. Sonra bu ayrılan
parçanın eğitimine başlanır ve aşamalı olarak, ayrıldığı
köke benzeyen başka bir hayvan ve bitki olması
gerçekleştirilir.
Bilindiği gibi, yüce Allah hakkında
böyle bir durumun söz konusu olması mümkün değildir.
Çünkü:
Birincisi: Bu durum, maddi
bir cisim olmayı gerektirir. Yüce Allah maddeden ve
hareket, zaman ve mekan gibi maddenin vazgeçilmez
gereklerinden münezzehtir.
İkincisi: Yüce Allah mutlak
uluhiyet ve rububiyete sahip olduğu için diğer tüm
varlıklar üzerinde mutlak egemenliğe sahiptir. O'nun
dışındaki her şey, var olmak için O'na muhtaçtır,
varlığının devam etemesi de O'na bağlıdır. Dolayısıyla,
O'nun dışında, tür olarak O'na benzeyen, özü itibariyle
O'ndan ayrı olan bir şeyin varlığı tasavvur edilemez. O
şeyin, O'na muhtaç olmaksızın aynı öze, niteliklere ve
hükümlere sahip olması düşünülemez.
Üçüncüsü: Doğurma ve
doğurulmanın yüce Allah hakkında tasavvur edilmesi,
O'nun için aşamalı fiili gündeme getirir. Bu da, O'nun
madde ve harekete hakim olan kanunlarının egemenliği
altına girmesini gerektirir. Bu ise, olacak şey değildir.
Çünkü, Allah'ın iradesi ve dilemesiyle gerçekleşen
şeyler, mühletsiz ve aşamasız gerçekleşirler.
Bu açıklamayı şu ayetten de
algılıyoruz: "Dediler
ki: "Allah çocuk edindi." O, (bu tür yakıştırmalardan)
yücedir. Hayır, göklerde ve yerde her ne varsa O'nundur,
tümü O'na gönülden boyun eğmiştir. Gökleri ve yeri bir
örnek edinmeksizin yaratandır. O, bir işin olmasına
karar verirse, ona yalnızca "ol" der, o da hemen
oluverir." (Bakara,
116-117) Yukarıdaki açıklama açısından:
"O, (bu tür
yakıştırmalardan) yücedir." sözü bir kanıttır.
"Göklerde ve
yerde her ne varsa O'nundur, tümü O'na gönülden boyun
eğmiştir." ifadesi diğer bir kanıttır.
"Gökleri ve yeri bir
örnek edinmeksizin yaratandır..." diye
baş-layan ifade de üçüncü bir kanıttır.
"Gökleri ve yeri bir
örnek edinmeksizin yaratandır." ifadesi,
sıfatın failine izafe edilmesi şeklinde de algılanabilir.
Bu durumda şöyle bir anlam elde edilir: Yüce Allah'ın
yaratması, daha önce var olan bir örnek üzere değildir.
Dolayısıyla, Hıristiyanların iddia ettiği gibi O'nun
hakkında doğurma düşünülemez. Çünkü doğurma, kendine
benzer ve kendisi gibi bir şey yaratmak demektir. Buna
göre, ayetin bu bölümü, tek başına başka bir kanıt olur.
Onların;
"Allah çocuk edindi."
sözlerinin gerçek anlamda değil de, oğul ve çocuk
anlamını geniş tutmayı esas alarak, maddi bir bölünme ve
zamansal bir tedricilik söz konusu olmaksızın hakikati
itibariyle benzer bir şeyin bir şeyden ayrılması
anlamında kullanıldığı varsayılsa da, (Nitekim
Hıristiyanlar, "Mesih,
Allah'ın oğludur." sözünü açıklarken cisim,
madde ve tedrici oluş sorunundan kurtulabilmek için
böyle bir yoruma gidiyorlar.) yine geriye benzeme sorunu
kalır.
Şöyle ki: Oğul ve babadan söz etmek,
zorunlu olarak sayıyı gündeme getirir. Bu da, baba ve
oğul arasında türsel birlik olduğu varsayılsa da, gerçek
olarak çokluğu ispat eder. Tıpkı insanlardan olan baba
ve oğul gibi. Bunlar, insanlık gerçekliğinde bir olsalar
da, iki insan bireyi olmak bakımından çokturlar. Bu
durumda; ilahın tekliğinin varsayımı, O'nun dışındaki
her şeyin, bu arada oğulun, O'nun mülkü olmasını, O'na
muhtaç bulunmasını gerektirir. Dolayısıyla artık
varsayılan oğul, onun gibi bir ilah olmaz. O'na benzer,
O'na muhtaç olmayan, O'-nun gibi bağımsız bir oğulun
varsayımı da, şanı yüce ilahın tekliği (tevhit) inancını
geçersiz kılar.
Şu ayet de bu anlamı vurgulamaya
dönüktür: "Üçtür,
demeyin; sakının, sizin için daha iyidir. Allah, ancak
bir tek ilahtır. O, çocuk sahibi olmaktan yücedir.
Göklerde ve yerde her ne varsa, O'nundur ve vekil olarak
Allah yeter." (Nisâ,
171)
İkinci yöntem kapsamında ise,
Meryem oğlu İsa'nın (a.s), ilahlık gerçeği bakımından
Allah'a ortak ve O'nun oğlu olmadığı, çünkü onun bir
beşer olduğu, beşeri özelliklere sahip olduğu
vurgulanıyor.
Şöyle ki: Hz. İsa'ya Meryem hamile
kalmıştır. Bir cenin olarak onu rahminde beslemiştir.
Sonra herhangi bir kadın gibi çocuğunu doğurmuştur.
Ardından onu, herhangi bir kadın gibi kucağında
yetiştirmiştir. Derken İsa büyümüş, hayatın aşamalarını
geçmiş, ömrün merdivenlerini tırmanmış, çocukken genç,
gençken yetişkin olmuştur. Bu durumların tümünde, doğal
hayatını yaşayan herhangi bir insan gibi olmuştur.
Herhangi bir insana arız olan şeyler, ona da arız
olmuştur; acıkmış, doymuş, sevinmiş, üzülmüş, zevk almış,
acı çekmiş, yemiş, içmiş, uyumuş, uyanmış, yorulmuş ve
dinlenmiştir.
İnsanlar arasında kaldığı sürece
Hz. İsa'dan bu durumlar gözlemlenmiştir. Hiçbir akıl
sahibi, durumu bundan ibaret olan bir kimsenin diğer
insanlarla aynı türden bir insan olduğundan kuşku duymaz.
Böyle olduğuna göre; o, diğer hemcinsleri gibi
yaratılmış, var edilmiştir. Ölüleri diriltmek, çamurdan
bir kuş şekli yapıp ona can vermek, doğuştan kör ve
alacalıyı iyileştirmek gibi gerçekleştirdiği mucizeler,
aynı şekilde babasız dünyaya gelmesi gibi varoluşuyla
ilgili olağanüstülükler ise, bilinen ve alışılan
kuralların, doğaya egemen olan yasaların dışındaki
şeylerdir. Bunlar, az bulunur, nadir olgulardır. Ancak
imkansız şeyler değildir. Örneğin; semavi kitaplar, Hz.
Adem'in babasız olarak topraktan yaratıldığını
söylemektedirler. Yine Salih, İbrahim ve Musa gibi
peygamberler tarafından da birçok mucizeler
gösterilmiştir. Vahiy yoluyla inen kitapların sayfaları
arasında bunlardan sıkça söz edilir. Ama bunlar, onların
ilah olmalarını, insanlık çerçevesinin dışına
çıkmalarını gerektirmez.
Aynı yöntemin şu ayette de esas
alındığını görüyoruz:
"Elbette, "Allah
üçün üçüncüsüdür." diyenler küfre saptılar. Oysa bir tek
ilahtan başka ilah yoktur... Meryem oğlu Mesih, bir
elçiden başka bir şey değildir. Kendisinden öncede
birçok elçi gelip geçti. Annesi de gayet doğru bir
kadındı. İkisi de yemek yerlerdi. Bak, biz ayetlerimizi
onlara nasıl açıklıyoruz? Sonra da bak, onlar nasıl
çevriliyorlar?"
(Mâide, 73-75)
Onca eylem içinde yalnızca yemek
yemekten söz edilmesi, bu eylemin, maddiliğe delalet
etme ve ilahlıkla bağdaşmayan ihtiyacı ortaya koyma
bakımından, eylemlerin en güzeli olmasından dolayıdır.
Bilindiği gibi, doğası gereği acıkan ve susayan, sonra
yemekle doyan ve iç-mekle susuzluğunu gideren kimse,
ihtiyaç içindedir ve bunu ancak başkasının yardımıyla
ortadan kaldırabilmektedir demektir. Durumu bundan
ibaret olan bir kimsenin ilahlığından söz etmek doğru
olmaz. Çünkü ihtiyaçla kuşatılmış, bunu gidermek için
başkasına muhtaç olan bir kimse, özü itibariyle eksiktir,
başkası tarafından yönetilmektedir; özü itibariyle
ihtiyaçsız olan ilah değildir. O, ancak bir mahluktur,
yönetimi elinde bulunduran bir gücün rububiyeti altında
yönetilmektedir.
Şu ayeti de bu anlama yorumlamak
mümkündür: "Andolsun,
"Allah, Meryem oğlu Mesih'tir." diyenler küfre saptılar.
De ki: "Eğer Allah, Meryem oğlu İsa'yı ve annesini ve
yeryüzünde bulunan her şeyi helak etmek istese, O'ndan
kim bir şey kurtarabilir? Göklerin ve yerin ve
aralarında ne varsa hepsinin mülkü Allah'ındır.
Dilediğini yaratır ve Allah'ın gücü her şeye yeter."
(Mâide, 17)
Aynı şekilde, bundan önce sunulan
ayetten sonra da Hıristiyanlara yönelik şöyle bir ifade
bulunuyor: "De ki:
Allah'ı bırakıp size ne zarar, ne de yarar dokundurmaya
güç yetiremeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Oysa Allah,
işitendir, bilendir."
(Mâide, 76)
Bu tür karşı çıkışların,
itirazların özü şudur: Hz. İsa ile ilgili olarak
gözlemlenen durum şundan ibarettir: O, insan hayatına
egemen olan yasa çerçevesinde yaşıyordu. Yemek, içmek ve
diğer insani ihtiyaçlar, beşeri özellikler gibi kendi
türünün tüm niteliklerini, eylemlerini ve durumlarını
üzerinde taşıyordu. Onun bu niteliklere sahip oluşu,
sırf zahiri duyulara veya tasavvura ilişkin değildi. O,
gerçekten bu konumdaydı. Mesih, bu özelliklere, bu
durumlara ve bu fiillere sahip bir insandı. İnciller,
onun kendisini bir insan, bir insan oğlu olarak
isimlendirdiğine ilişkin ifadelerle doludur. İncillerde,
onun yemesini, içmesini, uyumasını, yürümesini,
yolculuğunu, yorulmasını, konuşmasını vs. konu alan
birçok hikaye yer almaktadır. Bunları görmezlikten
gelmek, başka türlü yorumlamak mümkün değildir. Bunları
teslim ettikten sonra da, diğer insanlar için geçerli
olan hususların Hz. İsa için de geçerli olduğu,
başkaları gibi onun da kendi adına bir şeye malik
olmadığı ve diğerleri gibi onun da ölebileceği gerçeği
ortaya çıkar.
Aynı şekilde, Hz. İsa'nın ibadet ve
dua edişine ilişkin olarak aktarılan ifadeler de, onun
bunları sırf Allah'a kulluk sunmak, O'na yaklaşmak,
O'nun kutsal egemenliğine boyun eğmek için
gerçekleştirdiğini gösterir. Bunda en ufak bir kuşkuya
yer yoktur. O, bu ibadetleri insanlara öğretmek veya
buna benzer bir amaç için yapıyor değildi.
Şu ayet, Hz. İsa'nın ibadet edişine,
kulluktan başka bir nitelemeyi reddettiğine ilişkin bir
işaret içermektedir:
"Ne Mesih Allah'ın
bir kulu olmaktan çekinir, ne de yakınlaştırılmış
melekler. Kim O'na kulluk etmekten çekinir ve büyüklük
taslarsa, (bilmeli ki) Allah, onların tümünü huzurunda
toplayacaktır."
(Nisâ, 172) Hz. İsa'nın ibadet ve kulluk ediyor
olması, onun ilah olmadığının en başta gelen kanıtıdır.
Bu durum gösteriyor ki, ilahlık ondan başkasına aittir
ve o, bunda pay sahibi değildir. Yoksa, bir şeyin, bir
yandan kendisi için kulluk ve kölelik makamını öngörmesi,
diğer yandan da aynı açıdan kendi ayak-ları üstünde
durması ne anlam taşır?! Bu, açık bir husustur. Aynı
şekilde meleklerin de kulluk ediyor olmaları, onların
yüce Allah'ın kızları olamadıklarını, Ruh-ul Kudüs'ün de
ilah olmadığını gözler önüne sermektedir. Çünkü onların
tümü, Allah'a kulluk sunmakta, O'na itaat etmektedirler.
Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Dediler ki: "Rahman,
çocuk edindi." O, (bu tür yakıştırmalardan) yücedir.
Hayır; on-lar, ancak ikrama layık görülmüş kullardır;
sözle O'nun önüne geçmezler ve yalnız O'nun emriyle iş
yaparlar. O, onların önlerindekini de, arkalarındakini
de bilir. Onlar, O'nun razı olduğu kimselerden başkasına
şefaat etmezler ve onlar, O'nun korkusundan titrerler."
(Enbiyâ, 26-28)
Kaldı ki İnciller, Ruh'un Allah'a
ve elçilerine boyun eğdiğine, emre göre hareket ettiğine,
hükme bağlı olduğuna ilişkin ifadelerle doludur. Oysa
bir şeyin kendisine emretmesinin, kendisine boyun
eğmesinin, kendisi tarafından yaratılanın emrine
girmesinin anlamı yoktur.
Hz. İsa'nın Allah'a kulluk
sunmasının, onun ilah olmadığına delalet etmesi gibi,
onun insanları Allah'a ibadet etmeye davet etmesi de
benzeri bir delalet içermektedir. Yüce Allah bir ayette
konuya ilişkin olarak şöyle buyuruyor:
"Andolsun, "Allah,
Meryem oğlu Mesih'tir." diyenler küfre düşmüşlerdir.
Oysa Mesih demişti ki: "Ey İsrailoğulla-rı, benim de
Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a ibadet edin.
Çünkü kim Allah'a ortak koşarsa, şüphesiz Allah, cenneti
ona haram kılmıştır, onun barınma yeri ateştir ve
zulmedenlere hiçbir yardımcı yoktur."
(Mâide, 72) Ayetin
hedefi ve vurguladığı husus gayet açıktır.
Yine İnciller, Hz. İsa'nın
insanları Allah'a davet ettiğine ilişkin ifadelerle
doludur. Gerçi bu ifadeler,
"Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a ibadet
edin." şeklindeki kapsamlı ifadeyi içermiyor,
ancak Hz. İsa'nın Allah'a ibadet etmeye yönelik davetini,
Allah'ın kendisinin Rabbi olduğunu, işlerinin O'nun
elinde bulunduğunu, O'nun insanların Rabbi olduğunu dile
getirmesini içeriyor. İncillerde, Hz. İsa'nın insanları
bizzat kendisine kulluk sunmaya çağırdığına ilişkin açık
veya dolaylı tek bir ifade yer almaz. "Ben ve Baba biriz."
(Yuhanna İncili, Bap 10 :
30.) gibi sözlere gelince; eğer gerçekten Hz. İsa
(a.s) bu gibi sözleri söylemişse, onları şu şekilde
yorumlamak gerekir: "Bana itaat etmek, Allah'a itaat
etmek demektir." Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle
buyuruyor: "Kim
Peygamber'e itaat ederse, gerçekte Allah'a itaat
etmiştir." (Nisâ,
80)
5-
Hz. İsa Allah Katında Bir Şefaatçidir, İnsanların
İşledikleri Günahın Bedeli Değildir
Hıristiyanlar, Hz. İsa'nın, değerli
kanını akıtarak kendisini onlara feda ettiğine ve
böylece onları günahların sorumluluğundan kurtarmış
olduğuna inanırlar. Bu yüzden ona "feda olan" adını
vermişlerdir. Diyorlar ki: "Hz. Adem, cennette yasak
ağacın meyvesinden yemek suretiyle Allah'a isyan etme
hatasına düştü ve bu hatanın sorumluluğunu hep üzerinde
taşıdı. Ondan sonra üreyip çoğalan zürriyeti de bu
sorumluluğun altına girdi. Hatanın karşılığı ise
ahirette azaba çarptırılmak ve ebedi helaka mahkum
olmaktı.
Öte yandan Allah, hem merhametli,
hem de adil idi. Bu durum, içinden çıkılmaz bir probleme
sebep olmuştu. Eğer Allah, Adem ve zürriyetini
hatalarından dolayı cezalandırsa, bu, onları yaratmasına
neden olan rahmetine aykırı olacaktı. Şayet onları
affetse, bu da, adaletiyle bağdaşmayacaktı. Çünkü adalet,
hata eden suçlunun, hata ve suçunun cezasını çekmesini,
iyilik yapan itaatkâr insanın da, iyiliğinden ve
itaatkârlığından dolayı ödüllendirilmesini öngörür.
Bu problem, Mesih'in bereketiyle
çözüldü. (Allah'ın oğlu ve Alla-h'ın kendisi olan) Mesih,
Adem'in zürriyetinden biri olan bakire Meryem'in rahmine
girdi. Oradan herhangi bir insan gibi doğdu. Böylece o,
hem tam bir insandır; çünkü insan oğludur; hem de tam
bir ilahtır; çünkü Allah'ın oğludur; Allah'ın oğlu da
Allah'ın kendisidir. (Allah bu tür yakıştırmalardan
münezzehtir.) Dolayısıyla da bütün günah ve hatalardan
beridir, masumdur.
O, kısa bir süre için insanlar
arasında yaşadı, onlarla ilişki kurdu, aralarına karıştı,
onlarla birlikte yedi-içti, onlarla konuştu, aralarında
yürüdü. Sonunda da, kendisini en ağır bir biçimde
öldürsünler diye, kendisini düşmanlarına teslim etti. Bu
ağır öldürme şekli, çarmıha gerilerek asılmaydı ki,
ilahi kitapta böyle bir cezaya uğrayanlar
lanetlenmişlerdir. İsa, laneti ve çarmıha gerilme
eziyetini ve işkenceyi üzerine çekmek suretiyle
kendisini insanlara feda etti. Böylece onları ahiret
azabından ve ebedi helaktan kurtardı. Onun bu şekilde
öldürülüşü, kendisine inananların ve hatta tüm dünyanın
günahlarının kefareti oldu."
Hıristiyanların dedikleri bundan ibarettir.
Hıristiyanlar, çarmıh olayını ve
feda edilmeyi çağrılarının esası haline getirmişlerdir.
Söze onunla başlıyor, onunla bitiriyorlar. Tıpkı tevhit
mesajının İslam çağrısının esası olması gibi. Nitekim
yüce Allah Resulüne (s.a.a) hitaben şöyle buyuruyor:
"De ki: "İşte benim
yolum budur. Ben, basiret üzere Allah'a davet ederim;
bana uyanlar da. Allah münezzehtir ve ben müşriklerden
değilim." (Yusuf,
108) Hıristiyanların bu yaklaşımına rağmen,
İncillerden yaptığımız alıntılardan da anlaşıldığı gibi,
Hz. İsa'nın ilk tavsiyesi, yüce Allah'ın birliği ve
sevgisi şeklinde olmuştur.
Bu konuda, Müslümanlar ve diğer
bazı araştırmacılar, Hıristiyanlarla tartışmışlar,
onların bu iddialarının yanlışlığını, batıllığını gözler
önüne sermişlerdir. Bu konuda kitaplar ve risaleler
kaleme alınmış, sayfalar ve kağıt tomarları dolusu
yazılarda, söz konusu iddianın akıl ve mantığa aykırı
olduğu, aynı zamanda Eski ve Yeni Ahit'le çeliştiği dile
getirilmiştir. Burada bizi ilgilendiren husus,
kitabımızın kapsamının elverdiği ölçüde, Hıristiyanların
bu iddialarının Kur'an'ın öğretisiyle çelişen yönlerini
sergilemek, bu bağlamda Kur'an'ın gündeme getirdiği
şefaat ile onların Hz. İsa'yla ilgili olarak
savundukları feda edilme arasındaki farklar üzerinde
durmaktır.
Kur'an açık bir şekilde, insanlara
akıllarının ufukları kapsamına giren ifadelerle hitap
ettiğini, insanların anlayıp algılayabilecekleri
beyanlar kullandığına delil getirir. Bu sayede insan
hakkı batıldan ayırabilir, hakkı alıp batılı bir kenara
atabilir. Hayrı şerden, yararlıyı zararlıdan ayırıp
hayır ve yararlı olanı alıp zararlı ve şer olanı terk
edebilir. Kur'an'ı inceleyenler, onun aklıselimi
açıklamalarının esası haline getirdiğini rahatlıkla
görebilirler.
Hıristiyanların iddialarına gelince:
Birincisi: Onlar, Hz.
Adem'in yasak ağacın meyvesinden yemek suretiyle günah
işlediğinden söz ederler. Kur'an bu iddiayı iki açıdan
reddeder:
1) Buradaki yasak, yol gösterme
amaçlı bir yasaktır. Yasağa muhatap olan kişinin iyiliği
ve durumuyla ilgili olarak işin doğrusunun gösterilmesi
kastedilir. Burada efendiliğin, egemenliğin devreye
sokulması söz konusu değil. Bu tür bir emre uymak,
otorite açısından sevabı, terk etmek de cezayı
gerektirmez. Danışılan kişinin danışana, doktorun
hastaya yönelttiği emir ve yasakları buna örnek olarak
gösterebiliriz. Yol gösterme amaçlı emirlere uymak,
kişiye fiilden beklenen maslahatları kazandırır. Buna
karşılık, bu tür emirlere aykırı hareket etmek de insanı
fiilin zararının etkinliğine duçar eder. Nitekim, Hz.
Adem hakkında cennetten çıkarılma dışında bir şey
yapılmamıştır. Yaptığı işin sonucu olarak ilahi yakınlık
ve hoşnutluğun rahatlık ve neşesini kaybetmiştir. Ahiret
azabına gelince; böyle bir durum gündeme gelmemiştir.
Çünkü o, ilahi otoriteye baş kaldırmak şeklinde bir
günah işlememişti ki, karşılığında bir cezayı hakketmiş
olsun. Geniş bilgi için Bakara, 35-39. ayetlerin
tefsirine bakınız.
2) Hz. Adem (a.s) bir peygamberdi.
Kur'an, peygamberlik misyonuna sahip kimselerin günahtan,
Allah'ın emrinin dışına çıkmaktan münezzeh olduklarını
vurgular. Akli kanıt da bunu destekler. Peygamberlerin
masum oluşlarıyla ilgili olarak Bakara, 213. ayetin
tefsirine bakılabilir.
İkincisi: Hıristiyanlar, Hz.
Adem'in, işlediği hatadan sorumlu olduğunu iddia
ediyorlar. Ancak Kur'an bu iddiayı şu şekilde reddeder:
"Sonra Rabbi onu
seçti, tövbesini kabul etti ve doğru yola iletti."
(Tâhâ, 122)
"Adem, Rabbinden
birtakım kelimeler aldı. Bunun üzerine Allah da
tövbesini kabul etti. Şüphesiz O, tövbeleri kabul
edendir, esirgeyendir."
(Bakara, 37)
Akıl da bunu destekliyor, daha
doğrusu açık bir değerlendirme olarak ortaya koyuyor.
Şöyle ki: Hata ve günah, sakınılması ve korkulması
gereken bir olgudur. Akıl veya ilahi otorite, bunu karşı
çıkışın ve isyankarlığın bir karşılığı olarak öngörür.
Bununla da yükümlülük olgusunun pekişmesi amaçlanır.
Eğer ceza ve sevap olgusu olmazsa, tanrısal otorite
eksik kalır, etkin olamaz. Herhangi bir emir veya
yasağın da pratik bir değeri olmaz.
Ancak, itaatkarlara sevap uygulamak
gibi suçlulara ceza uygulamak, ilahi otoritenin bir
özelliği olduğu gibi, tanrısal egemenlik çerçevesinde
ilahi otoritenin mutlaklığı da bir gerekliliktir.
Dolayısıyla ilahi otoriteye sahip hükümran güç,
hatalıların hatasını ve günahkârların günahını af ve
bağışlama yoluyla görmezlikten gelebilir. Çünkü bu da
bir tür tasarruf ve egemenliktir. Bunun gibi, bunlardan
dolayı söz konusu kişileri cezalandırabilir de. Bu da
bir egemenlik şeklidir. Güç ve egemenlik sahibi
kimselerin hoşgörü, bağışlama ve görmezlikten gelme gibi
yöntemlere başvurdukları kuşku götürmez bir gerçektir.
Aklın kurallarına göre hareket eden
insanlar, bugüne kadar hep bu yönteme başvurmuşlardır.
Dolayısıyla insandan sadır olan her hatanın sürekli
olarak onu sorumlu kılmasının bir anlamı yoktur. Aksi
takdirde af ve bağışlama olgularının bir gerçekliği
olmaz. Çünkü bağışlama ve aff etme, hatayı silmeye ve
günahın izini gidermeye yöneliktir. Günah ve hatanın
hiçbir şekilde insandan ayrılmadığının, sorumluluğunun
ka-lıcı olduğunun varsayılması durumunda, af ve
bağışlamanın ilgili olabilecekleri bir objektif alandan
söz edilemez. Oysa vahiy yoluyla bildirilen ilahi
mesajın kapsamında af ve bağışlamadan sıkça söz edilir.
Aynı durum, Eski ve Yeni Ahitler için de geçerlidir.
Hatta Hıristiyanlardan aktardığımız değerlendirmede de
bunu gözlemleyebiliriz. Kısacası, herhangi bir günahın
veya herhangi bir hatanın sürekli olduğunu, tövbe,
pişmanlık, geri dönme ve nedamet yoluyla bile olsa
silinmeyeceğini, bağışlanmayacağını söylemek, aklıselim
ve bozulmamış fıtratın kabul edeceği bir şey değildir.
Üçüncüsü: Hıristiyanların; "Adem'in
işlediği hata, kendisini bağladığı gibi, kıyamete kadar
gelecek tüm zürriyetini de bağlar." şeklindeki sözleri,
bir kişinin işlediği günahtan, onun dışında ilahi
otorite açısından günah işlemeyen başkalarının da
sorumlu tutulmasını gerektirmektedir. Bu, bir fiilin bir
kişiden sadır olması, ama isyanının ve sorumluluğunun bu
fiili işlemeyeni de tıpkı faili gibi kuşatması demektir.
Bu durum, bir topluluğun bir günah işlemesinden,
onlardan sonra gelenlerin de buna razı olmalarından,
dolaysıyla günahın tümünü kuşatmasından farklıdır. Buna
günah işlemeden vebalinin altına girmek denir. Kur'an
böyle bir şeyi kabul etmez:
"Doğrusu, hiçbir
günahkâr bir başkasının günah yükünü yüklenmez. Doğrusu,
insana kendi çabasından başkası yoktur."
(Necm, 38-39) Bu
konuda akıl da Kur'an'a arka çıkar. Çünkü akıl, bir
kimsenin, işlemediği bir günahtan sorumlu tutulmasını
çirkin karşılar. Daha geniş bilgi için, insanların
fiilleri bağlamında Bakara, 216-218 ayetlerin tefsirine
bakınız.
Dördüncüsü: Hıristiyanların
bu sözleri, bütün hata ve günahların, aralarında hiçbir
fark olmaksızın ebedi helakı gerektirdiği anlayışından
kaynaklanıyor. Bu ise, büyük-küçük tüm hata ve
günahların farksız olmasını, hatta tümünün büyük azabı
gerektiren büyük günahlar olmasını gerektirir. Kur'an'ın
öğretisinden anlaşılan ise, onun hata ve günahları
farklı değerlendirdiğidir. Günahların bir kısmı büyük,
bir kısmı küçüktür. Bunların bir kısmı affa uğrayabilir,
şirk gibi bazı günahlar da tövbe etmeksizin affa
uğramazlar. Konuyla ilgili olarak yüce Allah şöyle
buyuruyor: "Size
yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin
kusurlarınızı örteriz."
(Nisâ, 31)
"Gerçekten, Allah,
kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışında
kalanı ise dilediğine bağışlar."
(Nisâ, 48)
Görüldüğü gibi, yüce Allah, yasaklanan hata ve
günahların bir kısmından büyük, bir kısmından da küçük
günahlar olarak söz ediyor. Bunu, karşılaştırma
karinesinden hareketle anlıyoruz. Bu arada yüce Allah,
bazı günahların bağışlanmayacağını, bazısının
bağışlanacağını belirtiyor. Şu halde, günahlar ve
hatalar arasında bir şekilde farklılık vardır. Her günah
ateşte sonsuza dek kalmayı ebedi helakı gerektirmez.
Akıl da, bütün günahların bir yerde
istif edilmesini, aynı sıraya konulmasını kabul etmez.
Söz gelişi, birine tokat atmak, onu öldürmek gibi
değildir. Yabancı bir kadına yönelik rahatsız edici
bakış, zina gibi değerlendirilemez. Bunun gibi daha
birçok örnek bulunabilir. Hiçbir zaman, aklı başında
olan insanların herhangi bir hata veya günahı başkasının
yerine koydukları görülmemiştir. Onlar, değişik suçlar
için farklı cezalar ve sorumluluklar öngörmüşlerdir.
Aralarında onca farklılık varken bütün günahları ve
suçları aynı kategoriye sokmak nasıl düşünülebilir?!
Günahların ve suçların farklılığı kabul edildikten sonra,
sonsuz ceza, ebedi helak ancak bunların bir kısmı için
öngörülebilir. Kur'an-ı Kerim'in de vurguladığı gibi
şirk bu tür bir günahtır. Bilindiği gibi, ağacın
meyvesinden yemekle ilgili yasağı çiğnemek, Allah'ı
inkar etmek veya bu düzeydeki bir başka günah kadar ağır
bir suç değildir. Dolayısıyla ağacın meyvesini yemekle
ilgili yasağı çiğnemenin cezasını ebedi azap şeklinde
öngörmenin bir anlamı yoktur. (Daha önce sözü edilen
insanların fiilleri bölümüne bakınız.)
Beşincisi: Hıristiyanların
bir problem olarak gördükleri, rahmet ve adalet
sıfatları arasında bir çelişme olarak değerlendirdikleri,
bundan kurtulmak için Mesih'in yeryüzüne indiğini, sonra
göğe yükseldiğini ileri sürdükleri hususa gelince; bu
sözler ve gerektirdiği hususlar üzerinde düşünenler,
onların bu iddialarının altında şu anlayışın yattığını
kavrayacaktır: "Yüce Allah, yaratıcı bir varlık olarak,
her şeyin nispet edildiği, gelip dayandığı bir güçtür.
Bütün cüzleriyle şu yaratılmış evren, O'nun tarafından
var edilmiştir. Ne var ki, O, bir şeyi kendisinde mevcut
olan bir irade ve ilme dayalı olarak işler. İradesinin
gerçekleşmesi de, bilgiye dayalı tercihine bağlıdır.
Nitekim insan da, bilgisince tercih edilen bir şeyi
irade eder. Allah'ın fiillerinin örtüştüğü olumluluklar
ve olumsuzluklar vardır. Yüce Allah, fiillerinde bunları
izler. Bazen ortüştürme noktasında yanılır ve yaptığı
işten pişman olur.
Bazen bir şeyi düşünür, ama onun yararlı yönünü elde
edecek yolu bulamaz. Bazı şeyleri bilmez."
Kısacası, onların anlayışına göre,
yüce Allah sıfatları ve fiilleri itibariyle insan
gibidir. Her ne yaparsa, düşüncesi ve fikriyle yapar.
Bunları yaparken de fiilinin bir maslahatla örtüşmesini
amaçlar. Dolayısıyla O, maslahatın hükmüne tabidir ve
maslahatlar, dışarıdan O'nun işinde etkili
olabilmektedir. Bu arada doğruyu isabet ettirmesi mümkün
olduğu gibi, aynı şekilde şaşırması, olguları birbirine
karıştırması, gaflete düşmesi de mümkündür. Bildiği
şeyler gibi bilmediği şeyler de vardır. Bazen galip,
bazen de mağlup olur. Dolayısıyla ilmi gibi gücü de
sınırlıdır. Bütün bunlar O'nun için geçerli olunca, fiil
işlerken düşünen ve irade eden tüm varlıklarda olduğu
gibi, bir fiilden dolayı sevinmesi, üzülmesi, övünmesi,
pişman olması, heyecanlanması, coşması vb. gibi
tepkimeler de caiz olur. Bu durumda olan bir varlık,
maddi ve cismani olur. Hareket, değişim ve tekamül
yasasına tâbi olur. Böyle bir varlık, olsa olsa mümkün
yaratılışlı, daha doğrusu sonradan var edilmiş bir insan
olabilir. Varlığı zorunlu, her şeyin yaratıcısı yüce
Allah olamaz.
Eski ve Yeni Ahit'lere (Tevrat ve
İncil'e) baktığınızda, yüce Allah'a cisimlik
atfettikleri, cismani nitelikleri O'na yakıştırdıkları,
O'nu bir insan gibi gördükleri yönünde onlara nispet
ettiğimiz hususların doğru olduğunu göreceksiniz.
Bütün bu hususlarda Kur'an, yüce
Allah'ı bu tür asılsız vehim ve hurafelerden tenzih eder:
"Allah, onların
nitelendirdiklerinden yücedir."
(Sâffat, 159) Kesin
akli kanıtlar da, yüce Allah'ın tüm kemal sıfatlarına
sahip olduğunu öngörür. O, yoklukla en ufak bir ilintisi
bulunmayan varlığa sahiptir. O, acze düşmeyen kudret
sahibidir. Cehaletin yol bulamadığı mutlak bilgi
O'nundur. O, mutlak hayat sahibidir. Ölüm ve yokluk
O'nun açısından imkansızdır. Böyle olduğuna göre,
varlığı, bilgisi, gücü veya hayatı açsından bir değişime
uğraması düşünülemez.
Şu halde O, cisim ve cismanî bir
varlık değildir. Çünkü cisimler ve cismani varlıklar,
değişimler ve dönüşümlerle kuşatılmışlardır. İmkanların,
yoksunlukların ve ihtiyaçların mahalli konumundadırlar.
Yüce Allah, cisim ve cismani bir varlık olmadığına göre,
değişik durumlara ve farklı gelişmelere maruz kalmaz.
Gaflet, yanılma, yanlış yapma, pişmanlık, şaşırma,
etkilenme, tepkime, horlaşma, küçülme ve yenilme gibi
hallere duçar olmaz. Kitabımızın kapsamı içinde, yeri
geldikçe konuya ilişkin kanıtlara dayalı açıklamalarda
bulunmuşuzdur. Söz konusu bölümlere başvurulduğunda
detaylı bilgiler bulunacaktır.
Gözlemci bir eleştirmen, dikkatli
bir düşünür şu iki görüşü mukayese etmelidir: Kur'an,
evrenin ilahı ile ilgili olarak verdiği bilgilerde,
O'nun bütün kemal sıfatlarına sahip olduğunu belirtir.
O'nu eksik sıfatlardan tenzih eder. Zihinlerimizin
sınırlı aleme ilişkin yargılarına ve değerlendirmelerine
sığmayacak kadar yüce ve büyük olduğunu vurgular. Buna
karşın, Eski ve Yeni Ahit'lerin yüce yaratıcıyla ilgili
değerlendirmelerinin bir benzerini, ancak Yunan
mitolojisinde, eski Hind ve Çin hurafelerinde ve ilkel
insanın zihninde oluşturduğu vehimlerde bulabiliriz.
Altıncısı: Hıristiyanlar
diyorlar ki: "Allah, oğlu Mesih'i gönderdi ve ona bir
rahme yerleşmesini, bir ilah olduğu halde insan olarak
oradan doğmasını emretti." Bu, akla sığmayan saçma bir
sözdür. Daha ön-ce açıkladığımız gibi Kur'an-ı Kerim,
bunun asılsızlığını kesin bir dille ifade etmiştir ve
biz o sözleri burada tekrarlamak istemiyoruz.
Bilindiği gibi, akıl da böyle bir
iddiaya arka çıkmaz. Yüce Allah i-le ilgili olarak
inanılması ve dile getirilmesi gereken ebedilik,
değişmezlik, sınırsız varlık sahibi olma, her şeyi
kuşatma, zamandan, mekandan ve buna tabi olgulardan
münezzeh olma gibi zorunlu sıfatları düşündüğün zaman,
bunun yanında bir de, önce bir damla su, sonra ana
rahminde bir cenin olarak -ister bu kelimeye
Melikanilerin getirdiği açıklamayı ele alın, ister
Nasturilerin, ister Yakubilerin, ister bir başka grubun-
oluşmaya başlayan bir insanın durumunu düşündüğün zaman,
cisim olan ve tüm cismani nitelik ve etkilere sahip olan
bir varlıkla, cismani olmayan, zaman, mekan ve hareket
gibi maddi bir niteliği bu-lunmayan varlığın hiçbir
şekilde bir olmayacaklarını anlarsın.
Yukarıda işaret ettiğimiz iddianın,
akıl açısından doğruluğu zorunlu olan önermelerle
bağdaşmaması, Pavlus gibi önde gelen papazların
değerlendirmeleri kapsamında felsefeyi yermelerinin,
akli yargıları ayıplamalarının altındaki sırrı da
oluşturmaktadır. Pavlus bir yerde şunları söylüyor: "Çünkü
yazılmıştır: "Hikmetlilerin hikmetini yok edeceğim ve
anlayışlıların anlayışını iptal edeceğim." Hikmetli
nerede? Yazıcı nerede? Bu dünyanın bahsedicisi nerede?
Dünyanın hikmetini Allah akılsızlığa döndürmedi mi?...
Çünkü Yahudiler alâmetler isterler ve Yunanlılar hikmet
ararlar; fakat biz... haça gerilmiş Mesih'i... vâzederiz."
(Pavlus'un Korintoslulara
1. Mektubu, Bap 1 : 18-24.)
Bu tür ifadelere hem onun, hem de
başka Hıristiyan din büyüklerinin sözleri arasında çokça
rastlanır. Bunun gerisindeki tek neden, inancın
yayılması, tebliğ edilmesi ve öğüt politikasıdır. Bu tür
risale ve kitaplarda göz gezdirenler, bunlardaki hitap
şekli ve telkin tarzı üzerinde düşünenler bunu
rahatlıkla fark ederler.
Bu açıklamalarımızdan,
Hıristiyanların, "Yüce Allah her türlü günah ve hataya
karşı masumdur." şeklindeki sözleriyle de çeliştikleri
or-taya çıkmaktadır. Çünkü onların tasvir ettikleri
tanrı, kesinlikle hatadan berî değildir. Yâni kavrama ve
fiilde yanılabiliyor.
Bu, itaati farz olan birine
muhalefet etme anlamındaki hatadan farklıdır. Çünkü
itaat ve boyun eğme gerektiren şeylerde serkeşlik etmek
anlamında isyan ve günah, yüce Allah hakkında tasavvur
edilemez. Dolayısıyla bu anlamda masumiyet de O'nun
hakkında düşünülemez.
Yedincisi: Hıristiyanlar
diyorlar ki: "İsa, daha sonra insan oldu ve bir insan
gibi diğer insanlarla ilişki içine girdi. Sonunda da
kendisini düşmanlarına teslim etti." Bu sözler, varlığı
zorunlu olan ilahın, varlığı mümkün olan herhangi bir
varlığın niteliklerini alabileceğinin, dolayısıyla aynı
anda ve aynı enlemde hem tanrı, hem de insan
olabileceğinin ifadesidir. Buna göre, varlığı zorunlu
olan tanrı, kendi yarattığı şeylerden biri olabilir.
Yâni, objeler dünyasındaki varlık türlerinden herhangi
birinin vasıflarını gerçekten üzerinde taşıyabilir.
Bazen insan olur, bazen at olur, bazen kuş, böcek vs.
olur; bazen de aynı anda insan, at, böcek gibi bir
türden fazlası olur.
Dolayısıyla, varlık türlerinden
sadır olan herhangi bir fiil, ondan da sadır olabilir.
Çünkü o, her an varlık türlerinden herhangi biri olup
ona özgü herhangi bir fiili işleyebilir. Aynı şekilde,
adalet ve zulüm gibi karşıt fiilleri de işleyebilir.
İlim ve cehalet, kudret ve acizlik, hayat ve ölüm,
zenginlik ve fakirlik gibi karşıt niteliklere sahip
olması da mümkündür. (Gerçek hükümranlık sahibi olan
Allah, bu tür yakıştırmalardan münezzehtir.) Bu da,
altıncı maddede geçen sakıncadan ayrı bir husustur.
Sekizincisi: Hıristiyanlar
diyorlar ki: "İsa, çarmıha gerilmeyi ve laneti üslendi.
Çünkü çarmıha gerilerek asılan mel'undur." Acaba onlar,
"laneti üslendi" sözleriyle neyi kastediyorlar? "Lanet"ten
maksatları nedir? Geleneksel olarak bilinen ve sözlükte
rahmetten ve saygınlık gibi onur verici şeylerden uzak
olma anlamına gelen laneti mi kastediyorlar? Eğer maksat,
bizim bildiğimiz ve sözlükte tanımlanan lanetse, yüce
Allah'ın -haşa- kendisini veya başkasının O'nu rahmetten
uzaklaştırmasının anlamı nedir?! Rahmet, birini varlık
bağışı, nimet ihsanı ve varoluş meziyetleriyle
donatmaktan başka ne anlam ifade eder?! Bu demektir ki,
söz konusu uzaklaştırma ve lanet, anlam itibariyle mal,
makam gibi herhangi bir hususta dünya veya ahiret ya da
her ikisi bağlamında yoksunluğu ifade eder. Peki, bizzat
ihtiyaçsız ve zengin olan, her şeyin yoksulluğunu
gideren yüce Allah'ın, ne şekilde tasavvur edilirse
edilsin, lanetle irtibatlandırılmasının anlamı nedir?!
Kur'an'ın öğretisi, kelimenin tam
anlamıyla bu tuhaf değerlendirmenin karşı noktasındadır.
Yüce Allah buyuruyor ki:
"Ey insanlar, siz
Allah'a muhtaç olanlarsınız; Allah ise, hiçbir şeye
ihtiyacı olmayandır..."
(Fatır, 15)Kur'an
fakirlik, yoksulluk, muhtaçlık, noksanlık, yokluk,
kötülük, çirkinlik, horluk ve zelillik gibi yakışıksız
nitelikleri kesinlikle yüce Allah'ın kutsal zatına
yaklaştırmaz; yüce Allah'ı bu niteliklerle asla
bağdaşmayan isimler ve sıfatlarla anar.
Eğer denilirse: Yüce
Allah'ın -haşa- horlukla ve lanetlenmeyle ni-telenmesi,
insanla birleştiğinden dolayıdır. Yoksa O'nun zatı böyle
bir durumdan yücedir.
Buna cevap olarak denilir ki:
Sözü edilen bu birleşme, acaba gerçek anlamda mı laneti
yüklenmesini ve bu tür meşakkatleri çekmesini gerektirdi,
yoksa burada bir mecaz mı söz konusudur? Eğer gerçek
anlamda böyle bir durumun söz konusu olduğu söylenirse,
sözünü ettiğimiz sakınca gündeme gelir. Eğer bir mecazın
söz konusu olduğu söylenirse, problem yeniden geri döner.
Yâni Mesih'in doğması, rahmet ve adalet olgularının
çelişmesi durumunu ortadan kaldırmaz. Çün-kü yüce
Allah'tan başkasının musibetlere katlanması, azap ve
lanet tür-lerini yüklenmesi, sözü edilen fidye olayının,
yâni Allah'ın insanların fidyesi olması olayının
gerçekleşmesini sağlamaz. Bu, gayet açıktır.
Dokuzuncusu: Hıristiyanlar
diyorlar ki: "Bu, İsa'ya inananların, daha doğrusu tüm
alemin hatalarının kefaretidir." Bu sözler, onların
günah ve hataların gerçekte ne anlama geldiğini
kavramadıklarını, nasıl uhrevi azabı gerektirdiklerini
ve bu azabın nasıl gerçekleştiğini algılayamadıklarını,
bu hatalar ve günahlarla bunlara ilişkin yasamalar
arasındaki irtibatı bilmediklerini, yasamanın bu
konudaki fonksiyonunu anlayamadıklarını ortaya koyuyor.
Kur'an, bütün bunları en net şek-liyle ortaya koyuyor.
Daha önce kitabımızın kapsamı
içinde yer alan açıklamalar çerçevesinde, bu arada;
"Şüphesiz Allah, bir
sivrisineği, hatta onun üstünde olanı da örnek vermekten
çekinmez." (Bakara,
26) ayeti ile
"İnsanlar tek bir
ümmetti..." (Bakara,
213) ayetinin tefsiri bağlamında şunları
söy-lemiştik: Muhalefet edilen, baş kaldırılan,
dolayısıyla günah ve hataya düşülen hükümler ve kanunlar,
itibari ve saymaca şeylerdir. Bu hükümler ve kanunların
yasanıp geçerli kabul edilmesinden maksat, onlara göre
hareket etmekle, onların gözetilmesiyle insan toplumunun
maslahatının korunmasıdır. Bu kanunlara başkaldırma ve
muhalefet etmeden dolayı gündeme gelen ceza ise, olumsuz
ve kötü bir sonuçtur ki, insanların bunu öngörmelerinin
ve vâzetmelerinin nedeni, yükümlü konumundaki insanı,
suç işlemekten ve itaat çizgisinin dışına çıkmak-tan
alıkoymaktır. İnsan topluluklarını kuran ve yöneten akıl
sahibi kişilerin yaklaşımı budur.
Ancak Kur'an öğretisi, konuya
bundan daha üstün ve daha incelikli bir anlam
getirmektedir. Daha önce de söylediğimiz gibi akli
araştırmaların sonuçları da Kur'an'ı destekler
niteliktedir. Şöyle ki: İnsan, Allah tarafından kendisi
için indirilen şeriata uymak ya da uymamakla, kendi
içinde üstün ve övgüye değer ya da alçak, iğrenç ve pis
sıfatlardan birtakım gerçekler oluşturur. İnsanı cennet
ve cehennem şeklinde somutlaşan uhrevi nimete ya da
uhrevi cezaya muhatap kılan da budur. Cennet ve
cehennemin hakikati ise, Allah'a yakın olmak veya O'ndan
uzak olmaktır. Şu halde iyilikler ve hatalar, itibari ve
saymaca değil, gerçek bir düzene bağlı olan
gerçekliklere dayanmaktadırlar.
Şurâsı açıktır ki: İlahi yasama (teşri),
yaratılışa yönelik ilahi kamilleştirmenin bütünleyici
unsurudur. Onunla varoluşsal (tekvini) hidayetin,
yaratılışın amacına ulaştırılması hedeflenmektedir.
Diğer bir ifadeyle: Yüce Allah, her varlık türünü,
varoluşunun kemaline ve zatı için öngörülen hedefe
ulaştırmak istemektedir. Bu bağlamda, dünyada yapıcı ve
elverişli bir sistem içinde hareket etmek, ahirette
mutlu ve nimetlerle bezenmiş bir hayat sürdürmek, insan
türünün varoluşunun kemalinden sayılmaktadır. Bunun yolu
da, toplum yaşamı için elverişli olan yapıcı kanunları
ve insanı Allah'a yakınlaştıracak çeşitli ibadetleri
kapsayan dindir. Bu kanunlara riayet etmek, bu
ibadetleri yerine getirmekle insan hayatı düzene girer,
insan kendi öz benliğinde, zatında ve amelinde ahiret
yurdundaki ilahi onurlandırmaya hazırlanır. Bütün bunlar,
kalbine yerleştirilen nur ve nefsinde oluşan temizlik
sayesinde gerçekleşir. İşin gerçeği budur işte.
Böylece insan için Allah'a yakın
olmak veya O'ndan uzak olmak söz konusudur. Bu ikisi,
onun sürekli mutluluğunun veya mutsuzluğunun ve dünya
hayatındaki medeni toplumunun salah veya fesadının özünü
oluşturur. Bu yakınlık ve uzaklığı vücuda getiren tek
etken dindir. Bütün bunlar, gerçekliği olan şeylerdir;
boş, saçma şeyler değildir.
Adem'in yasaklanan ağacın
meyvesinden yemesi gibi bir günahı işlemesinin kendisi,
hatta tüm zürriyeti için sürekli bir helakı
gerektirdiğini ve Mesih'in feda edilmesinden başka bunu
tedavi edecek bir ilacın, bu tasayı giderecek bir
kurtuluş yolunun olmadığını varsayarsak, o halde
Mesih'ten önce, Mesih'le birlikte ve Mesih'ten sonra din
gönder-menin, din çerçevesinde kanunlar yasamanın yararı
nedir?!
Söz konusu günahın insandan sadır
olmasıyla daimi helakın ve uhrevi cezanın kaçınılmaz
olacağını, ne amelin, ne de tövbenin insanı bu
sorumluluktan kurtaramayacağını, ancak feda yöntemiyle
ondan kurtu-lacağını kabul etmemiz durumunda, Allah
katından şeriatlar yasalaştırılmasının, kitaplar
indirilmesinin ve resuller gönderilmesinin bir anlamı
olmaz. Bu demektir ki ilahi vaat, tehdit, uyarı ve
müjdeleme, gerçekliği olmayan şeylerdir. Azap zorunlu
olduktan ve fesat kaçınılmaz olduktan sonra bu
saydıklarımız neyi ıslah edecekler ki?!
Bir de, daha önce indirilen
şeriatların hükmü uyarında amel edip kemal düzeyine
ulaşanları, onlara gelen İbrahim ve Musa gibi ulu
peygamberler ve Rabbani kulları düşünün! Bunlar,
Mesih'in feda edilişinden önce ölmüş gitmiş
şahsiyetlerdir. Şimdi ne olacak?! Onlar birer bedbaht
olarak mı, yoksa mutluluğa erişmiş olarak mı yaşamlarını
tamamladılar?! Ölüm anında ve ahiret yurdunda ne ile
karşılaştılar?! Ceza ve helakla mı, yoksa sevap ve mutlu
hayatla mı?!
Kaldı ki Hz. İsa, açıkça
günahkârları ve hata işleyenleri kurtarmak üzere
gönderildiğini, salihlerin ve iyilerinse, buna
ihtiyaçları olmadığını söylüyor.
Kısacası, bu durumda Mesih'in feda
edilişinden önce ilahi şeriatların gönderilişinin,
dinsel yasaların bildirilişinin, boş ve anlamsız
olmaktan kurtulmalarını sağlayacak geçerli bir hedefi
olmaz. Bu yakıştırmalardan yüce ve münezzeh olan Allah'a
nispet edilen böylesine tuhaf bir fiil için ancak şöyle
bir izah getirebilirler: Yüce Allah, Adem'in işlediği
hatanın sakıncası ortadan kaldırılmadıkça, bu
şeriatların hiçbir yarar sağlayamayacağını biliyordu. O,
bu şeriatları bir ihtiyat olarak indirdi; bir gün bu
sakıncayı ortadan kaldırabilir ve böylece önceki
şeriatlar da meyvelerini verir, amaçlarına ulaşırlar
umuduyla. Bu demek-tir ki, yüce Allah, yasalaştırdığı
tüm şeriatlar bağlamında hem peygamberlerden, hem de
diğer insanlardan bir şey gizlemiş, ortada bir engelin
bulunduğunu, bu engel bertaraf edilmediği sürece
peygamber-lerin ve tüm mü'minlerin çabalarının boşa
gideceğini, şeriatların heba olacağını onlardan saklamış,
şeriat ve davetin ciddiyet ve gerçeklik üzere bina
edildiğini izhar etmiştir.
Bu demektir ki, yüce Allah -haşa-
hem insanları, hem de kendisini kandırmıştır. İnsanları
kandırmıştır; çünkü şeriata göre amel etmeleri durumunda
bağışlanmaya nail olacaklarını, mutluluğa
kavuşacaklarını açıklamıştır. Kendisini kandırmıştır;
çünkü feda yoluyla, engelin kaldırılmasıyla, şeriat
indirmek boş bir iş olur, şeriatın insanların mutluluğu
açısından hiçbir etkisi olmaz; engel kalkmadıkça hiçbir
etkisi olmadığı gibi. Feda zamanına kadar din ve şeriat
yasamanın konumu bundan ibaret olur!
Feda ediliş zamanında ve ondan
sonraki dönemlerde ise, şeriat yasama, dinsel davet ve
ilahi yol göstericilik çok daha anlamsız ve gereksiz
olur. Çünkü işlenen hatadan dolayı oluşan sakınca
bertaraf edildikten, en çekingen insan ile en sapık
insan arasında hiçbir ayırım söz konusu olmaksızın
mü'min-kâfir, iyi-kötü tüm insanlar için bağışlanma ve
rahmet zorunlu olduktan, hatanın devamı durumunda hep
birlikte helak olacakları gibi, feda yoluyla hatanın
silinmesiyle birlikte topluca rahmete kavuşacakları
kesin olduktan sonra, hak bilgilere iman etmenin, onlara
göre amel etmenin ne yararı vardır?! Nasıl olsa feda
olayı olmadan hiçbir amel hatayı ortadan kaldırmıyor!
Eğer
denilse ki: Feda ediliş, yalnızca Mesih'e inananlar
için yarar sağlar. Dolayısıyla, Mesih'in de müjdelerinde
işaret ettiği gibi, dinsel davetin yararı vardır.
Ona
cevap olarak denir ki: Bu iddia, daha önce işaret
ettiğimiz Yuhanna'nın Mektubu'nun içeriği ile
çelişmesinin yanı sıra, geçmişteki tüm temelleri de
yıkıyor. Çünkü Hz. Adem'den (a.s) itibaren küçük bir
azınlık dışında hiç kimse için kurtuluş umudu ve
ihtimali bırakılmıyor. Bu azınlık da Hz. İsa'ya ve Ruh'a
inananlardır. Daha doğrusu, onların da temel
prensiplerde ihtilaf eden gruplarından bir tanesidir.
Geride kalanlar ise, daimi helak içindedirler. Bu
durumda, peki Hz. İsa'dan önce gelen peygamberlerin ve
onlara inanan ümmetlerin durumu ne olacak?! O
peygamberlerin getirdikleri kitaplar ve hükümler doğru
olarak mı, yoksa yalan olarak mı nitelendirilecek?!
Bilindiği gibi İnciller, Tevrat'ı ve davetini
onaylıyorlar. Oysa Tevrat'ta Ruh'tan ve feda edilişten
söz edilmez. Şimdi İnciller, bir doğruyu mu tasdik
ediyorlar, yoksa bir yalanı mı?!
Şayet
denilse ki: Önceki semavi kitaplar, bildiğimiz
kadarıyla Mesih'i müjdeliyorlar. Bu demektir ki, o
kitaplar, Mesih'in inişinin ve feda edilişinin keyfiyeti
hakkında ayrıntılı bilgiler sunmasalar da, Mesih'e
yönelik icmali bir davet içeriyorlar. Böylece yüce
Allah, sürekli peygamberlerine Mesih'in ortaya
çıkacağını müjdelemiştir ki, ona inansınlar ve onun
yapacağı fedakârlıkla gönülleri hoş olsun.
Buna cevap olarak denir ki:
Birincisi: Hz. Musa'dan önceki peygamberlerle ilgili
olarak böyle bir şey söylemek, hiçbir dayanağı
olmaksızın gaybtan haber vermek olur. Kaldı ki, böyle
bir müjde olsa bile, bu, kurtuluşa ilişkin bir müjde
olur, ona iman etmeye ve dinine girmeye ilişkin bir
davet olmaz.
İkincisi: Bu durum, bizzat
Mesih açısından bile, İncillerin dolu olduğu ahlak ve
fiiller gibi dinin ayrıntılarına ilişkin davetin
abesliği sakıncasını ortadan kaldırmaz.
Üçüncüsü: Hatanın neden
olduğu ilahi amacın hedefine ulaşmaması mahzuru yine de
devam eder. Çünkü yüce Allah, tümüne rahmet etmek, nimet
ve mutluluğu tümüne bahşetmek için insanları yaratmıştır.
Fakat iş tam tersine dönmüş, küçük bir azınlık dışında
herkes ilahi gazap ve cezalandırmayı hakketmiş, ebedi
helaka mahkum olmuşlardır.
Yukarıda
sunduğumuz açıklamalar, Hıristiyanların konuya ilişkin
iddialarının aklen yanlış olduğunu ortaya koymaktadır.
Bunu Kur'an da desteklemektedir:
"...Bizim Rabbimiz,
her şeye yaratılışını veren, sonra doğru yolunu
gösterendir." (Tâhâ,
50)
Bu
ayette, her şeyin hangi hedefe yöneleceğinin
gösterildiği, her şeye, varlığının gereklerinin
bildirildiği vurgulanıyor. Yol gösterme (hidayet), hem
varoluşsal (tekvini), hem de yasamasal (teşrii) yol
göstermeyi kapsar. Çünkü egemen olan ilahi yasa, hidayet
ve yol göstericiliğin genelleştirilmesi şeklinde işler.
İnsanlar açısından dinsel yol göstericilik de bu
kapsamdadır.
Sonra
yüce Allah, cennetten indirdiği sırada Adem'e ve
beraberindekine bir ilk yol göstericilik olarak şöyle
buyuruyor: "Dedik
ki: "Oradan tümünüz inin. Bundan sonra size benden bir
hidayet geldiğinde, kim benim hidayetime uyarsa, onlara
korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır. İnkar edip
de ayetlerimizi yalanlayanlar ise, onlar ateşin
halkıdırlar ve orada süresiz kalacaklardır."
(Bakara, 38-39)
Bu
ayetlerin kapsamı, kıyamet gününe kadar gönderilecek
şeraitlerin ayrıntılarının bir özeti niteliğindedir.
Bunun içinde, en ufak bir tereddüt ve kuşku söz konusu
olmaksızın, yasama, vaat ve tehdit vardır.
Yüce
Allah şöyle buyuruyor:
"Ben hakkı söylerim."
(Sâd, 84) Yine
buyuruyor: "Benim
huzurumda söz değiştirilmez ve ben kullara zulmedici
değilim." (Kâf,
29)
Bu ayetlerden anlaşılıyor ki, yüce
Allah, kesinleştirdiği şeylerle ilgili olarak tereddüt
etmez. Uygulamaya koyduğu, geçerli kıldığı şeylerin
tersini yapmaz. Ancak dediğini yapar. O'nun işi,
yönelmesini dilediği mecradan başka bir tarafa yönelmez.
Bir şeyi irade edip de sonra yapıp yapmama hususunda
tereddüde düşmez. Ya da bir şeyi irade edip de sonra onu
yapmaması gerektiğini düşünmesi söz konusu olmaz.
Dilediği bir şeyin önüne engellerin çıkması ve O'nu
bundan vazgeçirmesi düşünülemez. Bir dış etkenin
baskısıyla iradesini geri alması olacak iş değildir.
Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Allah, emrinde
galip olandır."
(Yusuf, 21)
"...Allah, kendi
emrini yerine getirip gerçekleştirendir."
(Talak, 3) Bir
ayette de Hz. Musa'dan şu ifadeler aktarılır:
"Dedi ki: "Bunun
bilgisi Rabbimin katında bir kitaptadır. Rabbim şaşırmaz
ve unutmaz." (Tâhâ,
52) "Bugün
her nefis, kendi kazandığıyla kar-şılık görür. Bugün
zulüm yoktur. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir."
(Mü'min, 17)
Bu ve benzeri ayetler gösteriyor ki,
yüce Allah varlıkları yaratmış, ama hiçbir zaman onların
durumundan gafil olmamış, ileride olabilecek herhangi
bir şeyden habersiz, bilgisiz olmamıştır. Yaptığı hiçbir
şeyden dolayı da pişman olmamıştır. İnsanların hayatına
egemen olsun diye indirdiği şeriatları tam bir
ciddiyetle, şakadan, korkudan ve umuttan berî olarak
yasalaştırmıştır. O, her amel işleyene işlediği amelinin
karşılığını verir. Hayırsa hayır, şerse şer olarak
değerlendirir. Hiç-bir galipten etkilenmez. Hiçbir hakim
güç, O'na hükmedemez. Fidye, dostluk veya şefaatin O'nu
etkilemesi mümkün değildir. O'nun izni ol-madan şefaat
edilemez. Bütün bunlar, O'nun varlıklar üzerindeki
mutlak hükümranlığıyla bağdaşmaz çünkü.
Onuncusu: Feda edilme
meselesiyle ilgili sözleri şu açıdan da yanlıştır:
Gerçek anlamıyla feda ve fidye, insanın kendisinin veya
onunla ilintili olan can ve malın öldürme veya yok olma
gibi olumsuz bir durumla karşı karşıya kaldığında, bu
kötü durumu bir karşılık vererek gidermesi demektir.
Tutsak edilmiş bir insanın başka bir tutsak veya mal
karşılığında serbest bırakılması ya da suç ve
cinayetlere karşılık fidye verilmesi gibi. Bu karşılığa
fidye ve feda denir. Fidye ve feda, bir tür muameledir
ki, hak ve egemenlik sahibinin, hakkında fidye verilen
mal veya can üzerindeki hakkı, fidye olarak verilen mal
veya feda edilen cana geçer. Böylece hakkında fidye
verilen mal veya can, maruz kaldığı kötülükten kurtulmuş
olur.
Bundan da anlaşılıyor ki, fidye
verme ve feda etme olayı, yüce Allah'la ilgili olarak
makul değildir. Çünkü ilahi egemenlik, -insanla-rın
itibari, saymaca ve anlaşmalı egemenliklerinden farklı
olarak- gerçekliği olan, değiştirilmesi ve elinden
alınması mümkün olmayan gerçek bir egemenliktir.
Varlıklar, zatları ve etkileri itibariyle yüce Allah
tarafından var edilmişler, varlıklarını O'nunla
sürdürmektedirler. Bu gerçeğin değişmesi nasıl tasavvur
edilebilir?! Bu, meydana gelmesi şöyle dursun,
düşünülmesi bile mümkün olmayan bir şeydir. İlahi
ege-menlik, biz insan topluluklarının bireyleri arasında
geçerli olan mülk, egemenlik, hak ve benzeri şeylerden
tamamen ayrı bir şeydir. Bunlar, dizginleri bizim
elimizde olan birtakım itibari ve saymaca şeylerdir ki,
biz toplum bireyleri, hayattaki çıkarlarımızın
değişmesine göre, bazen bunları geçersiz kılar, bazen
değiştiririz. (Daha geniş bilgi için:
"Din günün sahibi."
(Fatiha, 4) ve
"De ki: "Ey mülkün
sahibi Allah'ım!..."
(Âl-i İmrân, 26)
ayetlerinin tefsirine bakınız.)
Yüce Allah, bir ayette özellikle
fidye olayını olumsuzlamaktadır:
"Bugün artık ne
sizden, ne de inkar edenlerden fidye alınmaz. Barınma
yeriniz ateştir..."
(Hadid, 15) Daha
önce, yüce Allah'ın Hz. İsa'dan aktardığı şu sözün de bu
kategoride değerlendirilmesi gerektiğini belirtmiştik:
"Allah; "Ey
Meryem oğlu İsa!" dedi, "Sen mi insanlara; "Allah'tan
başka, beni ve annemi iki ilah edinin." dedin?" O; "Seni
tenzih ederim." dedi, "Hakkım olmayan bir sözü söylemek
bana yakışmaz... Ben onlara, ancak bana emrettiğini
söylemedim, Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan
Allah'a kulluk edin." dedim. "İçlerin-de olduğum sürece
de onlara şahittim. Sen beni alınca, üzerlerindeki
gözetleyici sendin. Zaten sen her şeye şahitsin. Onlara
azap edersen, hiç şüphesiz onlar senin kullarındır.
Onları bağışlarsan da, şüphesiz sen azizsin, hikmet
sahibisin." (Mâide,
116-118)
"İçlerinde olduğum
sürece de onlara şahittim..." ifadesi şu
anlama gelir: "Benim onlarla ilgili fonksiyonum, bana
verdiğin görevle, benim için tayin ettiğin işle
sınırlıydı. O da, tebliğ ve elçilikti; aralarında
bulunduğum sürece, amellerimin üzerinde gözetleyici
olmaktı. Onların helakı, kurtuluşu, azabı ve
bağışlanmalarına gelince; bütün bunlar, senin elinde
olan şeylerdir. Benim bu konularla ilgili hiçbir
fonksiyonum yoktur. Dolayısıyla onlar için sana karşı
bir şey yapmam, onları senin azabından kurtarmam veya
egemenliğinin altından çıkarmam, asla söz konusu
değildir." Böylece bu ifade de, fedayı
olumsuz-lamaktadır. Çünkü eğer feda edilme durumu söz
konusu olsaydı, Hz. İsa, kendisini onların amellerinin
sorumluluğundan sıyırmaz, onların azaba uğratılmaları
veya bağışlanmaları konusunda kendisinin hiçbir et-kisi
olmadığını ve bunun yüce Allah'a kaldığını belirtmezdi.
Şu ayetler de aynı anlamı
vurgulamaya yöneliktir:
"Sakının o gün-den
ki, hiç kimse, kimse adına bir şey ödeyemez, kimseden
şefaat da kabul edilmez, kimseden bedel de alınmaz ve
onlar yardım da görmezler."
(Bakara, 48)
"...Ne alış verişin,
ne dostluğun, ne de şefaatin olmadığı gün..."
(Bakara, 254)
"O gün arkanızı
dönüp kaçacaksınız, ama sizi Allah'tan koruyacak bir şey
yoktur." (Mü'min,
33) İlk ayette geçen "bedel", ikinci ayette geçen
"alış veriş" ve üçüncü ayette geçen "Allah'tan koruyacak
şey", "fidye" anlamına gelir. Onların olumsuzlan-ması, "fidye"nin
olumsuzlanması demektir.
Hıristiyanların "feda edilme"
iddialarına karşılık Kur'an, Hz. İsa'nın şefaat
edeceğini vurgular. "Feda edilme" ile "şefaat"
arasındaki far-ka gelince;
"...hiç kimse, kimse
adına bir şey ödeyemez..."
(Bakara, 48)ayetinin
tefsiri çerçevesinde de vurgulandığı gibi şefaat, şefaat
eden kimsenin, şefaati kabul eden makamın katındaki
yakınlığı ve mevkisinin bir göstergesidir, aslında.
Dolayısıyla şefaatçi, kesinlikle hiçbir şeye malik
değildir. Şefaatçi, şefaati kabul eden yüce zatın
mülkünü ve saltanatını asla olumsuzlamamakta, O'nun
suçlu tarafından çiğnenen hükmünü ve suçlu için koyduğu
ceza kanununu geçersiz kılmamaktadır. Çünkü şefaat, bir
tür dua ve yalvarıştır. Şefaatçi, katında şefaatte
bulunulan Rabbin tasarrufuyla ilgili bir temennide
bulunur. O'ndan, kendi mülkünde kendisi için caiz olan
bir tasarrufta bulunmasını diler. Caiz olan bu tasarruf,
cezalandırma hakkına sahip olduğu halde affetmesidir.
Çünkü efendi, suç işlemesi durumunda kölesini, kanunlara
uygun olarak cezalandırabileceği gibi bağışlayabilir de.
Kısacası; şefaatçi, katında
şefaatte bulunulana ricada bulunur, ona dua eder, günah
sebebiyle azabın hakkedildiği durumlarda af ve
bağışlamasını işletmesini ister. Ama kesinlikle onun
egemenliğini sınırlandırmak veya olumsuzlamak söz konusu
olmaz. Feda edilme ve fidye olayında ise, durum
farklıdır. Daha önce de söylediğimiz gibi feda olayında
egemenlik bir şeyden başkasına geçer. Feda edilen, fidye
olarak verilen, fedası ve fidyesi olarak harcandıkları
şeyi, fedayı ve fidyeyi kabul eden otoritenin
egemenliğinden çıkarır.
Bu hususa şu ayet de işaret
etmektedir: "O'nun
dışında taptıkları, şefaatte bulunmaya malik değildirler;
ancak bilerek hakka şahitlik edenler başka."
(Zuhruf, 86) Bu
ayet, istisna edilenlerin şefaat edeceklerini açıkça
bildirmektedir. Bilindiği gibi Hz. İsa (s.a),
Hıristiyanların Allah'ın dışında taptıkları arasındadır.
Kur'an da, Allah'ın ona kitap ve hikmet öğrettiğini ve
kıyamet gününün şahitlerinden olduğunu bildirmektedir.
Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"O'na kitabı ve
hikmeti öğretecek..."
(Âl-i İmrân, 48)
Bir diğer ayette onun lisanıyla şöyle buyuruyor:
"İçlerinde olduğum
sürece de onlara şahittim."
(Mâide, 117) Başka
bir ayette ise şöyle buyuruyor:
"Kıyamet günü de o,
onların aleyhine şahit olacaktır."
(Nisâ, 159)
Görüldüğü gibi ayetler, Hz. İsa'nın
şefaatte bulunacak kimselerden olduğunu göstermektedir.
Daha önce, şu ayetin tefsiri çerçevesinde konuya ilişkin
ayrıntılı açıklamalarda bulunduk:
"Sakının o günden ki,
hiç kimse, kimse adına bir şey ödeyemez..."
(Bakara, 48)
6- Bu Görüşler Nereden Kaynaklandı?
Kur'an, bu görüşleri Hıristiyanlara
telkin edenin, bu inançları onların arasında
yaygınlaştıranın, Hz. İsa olduğunu kesin bir dille
reddetmektedir. Tersine, bu görüşlerin, onların din
konusunda körü körüne önderlerine uymaları, bu konuda
onlara tam yetki vermeleri, önderleri-nin de bu durumdan
istifade ederek eski dönem putperestlerinin inanç-larını
Hıristiyanlık kalıpları içinde onlara sunmaları
sonucunda ortaya çıktığını vurgulamaktadır. Yüce Allah
şöyle buyuruyor:
"Yahudiler; "Uzeyr, Allah'ın oğludur." dediler.
Hıristiyanlar da; "Mesih, Allah'ın oğludur." dediler. Bu,
onların ağızlarıyla söyledikleri sözleridir. On-lar,
bundan önceki inkar edenlerin sözlerini taklit ediyorlar.
Allah onları kahretsin! Nasıl da çevriliyorlar?! Onlar,
Allah'ı bırakıp hahamlarını ve rahiplerini Rabler
edindiler ve Meryem oğlu Mesih'i de. Oysa onlara, tek
ilaha ibadet etmekten başka bir şey emredilmemişti.
O'ndan başka ilah yoktur. O, bunların şirk koştukları
şeylerden yücedir."
(Tevbe, 30-31)
Yüce Allah'ın,
"Onlar, bundan
önceki inkar edenlerin sözlerini taklit ediyorlar."
sözüyle işaret ettiği "inkar edenler"den maksat,
cahi-liye Arapları ve onların putperestlik inançları
değildir. Gerçi cahiliye Arapları da; "Melekler,
Allah'ın kızlarıdır." diyorlardı, ancak Yahudi ve
Hıristiyanların Allah'a oğul nispet ettikleri tarih,
onların Araplarla temas kurmalarının, içlerine
karışmalarının öncesine rastlar. Özellikle Yahudilerin
bu inançları çok daha eskidir. Bu arada,
"bundan önceki"ifadesi,
bu inancın Yahudi ve Hıristiyanlardan önce de
benimsendiğini göstermektedir. Kaldı ki, cahiliye
Arapları da putperestliği başkalarından almışlardır; ilk
defa kendileri onu icat etmiş değillerdir.
Üstelik; Roma, Yunan, Mısır, Suriye
ve Hint putperestliği, Filistin ve dolaylarında yaşayan
Ehl-i Kitaba daha yakındı. Putperestlik inanç-ları ve
sanılarının onlara geçişi, hem daha kolay, hem de ortam
buna çok daha uygundu.
Dolayısıyla Ehl-i Kitabın, Allah'ın
oğlunun olması konusunda tak-lit ettikleri "inkar
edenler"den maksat, eski Hint ve Çin putperestliğiyle,
Roma, Yunan ve Kuzey Afrika gibi Batı putperestliğidir.
Nitekim tarih de, söz konusu eski putperest
topluluklarda, Yahudi ve Hıristiyan topluluklarda var
olan baba, oğul, teslis, çarmıha gerilme ve feda edilme
gibi inanışların var olduğunu ortaya koymaktadır. Bunlar,
Kur'an'ın dikkat çektiği tarihsel gerçeklerdir.
Aşağıdaki ayet de, önceki ayetler
gibi bu gerçeğe delalet etmektedir:
"De ki: "Ey kitap
ehli, haksız yere dininiz konusunda aşırı gitmeyin ve
daha önce sapmış, birçoğunu saptırmış ve dümdüz yoldan
kaymış bir topluluğun hevalarına uymayın."
(Mâide, 77) Bu ayet,
Ehl-i Kitabın haksız yere dinlerinde aşırıya
kaçmalarının, daha önce sapmış bulunan bir kavmi taklit
etmelerinden, onlara uymalarından kaynaklanan bir durum
olduğunu ortaya koymaktadır.
Bu kavim, kuşkusuz Ehl-i Kitabın
hahamları ve rahipleri değildir. Çünkü ifade mutlaktır
ve kayıtlı değildir. Söz gelişi; "Sizden olan, sizden
birçok kimseyi saptıran bir topluluk" şeklinde bir ifade
kullanılmamıştır. Daha önce söylediğimiz gibi, bunlardan
maksat, cahiliye Arapları da değildir. Dikkat çeken bir
husus, bunların "birçoklarını saptıranlar" olarak
nitelendirilmeleridir. Yâni onlar, taklit edilen ve tâbi
o-lunan önderlerdirler. Oysa Araplar, o dönemde baskıya
uğrayan, okumasız-yazmasız sıradan bir topluluktu. Bilim,
uygarlık ve ilerlemişlik adına, Fars, Roma ve Hint gibi
uygarlıkların onlara uyacağı, onları tak-lit edeceği
herhangi bir şeye sahip değillerdi.
Şu halde, daha önce de söylediğimiz
gibi, ayette geçen "topluluk"-tan maksat, Çin, Hint ve
Batı putperestliğidir.
7-
Ehl-i Kitap, Hangi Kitaba Mensuptur? O Kitap, Nasıl Bir
Kitaptır?
Bazı rivayetler, Mecusileri de
Ehl-i Kitaptan sayar. Onların da Ehl-i Kitaptan
sayılması için kendilerine özgü bir kitaplarının olması
ya da Kur'an'ın adından söz ettiği bir kitaba bağlı
olmaları gerekir. Hz. Nuh'un Kitabı, Hz. İbrahim'in
Suhuf'u, Hz. Musa'nın Tevrat'ı, Hz. İsa'nın İncil'i ve
Hz. Davud'un Zebur'u gibi. Fakat Kur'an, Mecusilerden
söz etmez, onlara ait bir kitaptan da bahsetmez.
Mecusilerin elinde olan "Avesta"nın da adı Kur'an'da
geçmez. Onların da bundan başka kutsal bir kitapları
yoktur.
Kur'an, yüce Allah'ın kendilerine
indirdiği kitaba atfederek Yahudiler ve Hırıtiyanlardan
"Ehl-i Kitap" olarak söz eder.
Bugün Yahudilerin elinde otuz beş
tane kutsal kitap vardır. Bunlardan biri, Hz. Musa'ya
indirilen Tevrat'tır ki, beş kitaptan oluşur.
On iki tanesi, tarihçilerin kitaplarıdır.Biri,
Eyyub'un kitabıdır. Biri, Davud'un Zebur'udur (Mezmurlar).
Üçü, Süleyman'ın kitaplarıdır.On
yedi tanesi de "Rüyetler" kitaplarıdır.
Kur'an, bunların içinden sadece Hz.
Musa'ya indirilen Tevrat'tan ve Hz. Davud'a indirilen
Zebur'dan söz eder.
Hıristiyanların elinde ise, kutsal
kitap olarak dört İncil bulunmaktadır: Matta İncili,
Markos İncili, Luka İncili, Yuhanna İncili. Bir de, "Resullerin
İşleri" kitabı, bazı mektuplar
ve "Yuhanna'nın Vahyi (Rü-yeti)" kitabı var ellerinde.
Kur'an, Hıristiyanların elindeki bu
kutsal kitaplardan söz etmez. Yalnızca yüce Allah'ın Hz.
Meryem oğlu İsa'ya indirdiği "İncil" adlı bir kitaptan
bahseder. Bir tek İncil, İnciller değil. Gerçi
Hıristiyanlar tek İncil'i tanımıyor ve bilmiyorlar,
ancak önderlerinin sözleri arasında, İsa'nın "İncil"
adlı bir kitabının bulunduğuna ilişkin itiraflarını
içeren bazı bilgiler bulmak mümkündür.
Bununla beraber Kur'an, gerçek
Tevrat'ın bir kısmının Yahudilerin elinde, aynı şekilde
gerçek İncil'in de bir kısmının Hıristiyanların elinde
bulunduğuna ilişkin işaretler içermektedir. Yüce Allah
şöyle buyuruyor:
"İçinde Allah'ın hükmü bulunan Tevrat yanlarında olduğu
halde, seni nasıl hakem kılıyorlar?"
(Mâide, 43) Yine
şöyle buyuruyor:
"Biz Hıristiyanlarız, diyenlerden de kesin söz almıştık.
Ama onlar, kendilerine hatırlatılan şeyden bir kısmını
unuttular." (Mâide,
14) Ayetlerin konuya yönelik işaretleri gayet
açıktır.
TARİHSEL BİR ARAŞTIRMA
1- Bugünkü Tevrat'ın Öyküsü:
İsrailoğulları, Hz. Yakub'un
soyundan gelen boylardan oluşmaktadır. Başlangıçta
göçebe kabileler olarak yaşıyorlardı. Sonra Firavun
onları Mısır'a getirdi. Onlara köle muamelesi yapıyordu.
Nihayet yüce Allah, Hz. Musa aracılığı ile onları
Firavun ve uygulamalarından kurtardı.
Musa zamanında, bir imam
önderliğinde yaşıyorlardı. Bu imam, Hz. Musa (a.s)'dı.
Ondan sonra Yuşa (Yeşu) önderlik etti. Bir süre de İ-hud
(Ehud), Cid'un (Gideon) gibi yargıçlar (hâkimler)
tarafından yönetildiler. Bunu izleyen süreçte krallar
devri başladı. İlk kralları Şaul (Saul)'du. Kur'an ondan
"Talut" diye söz eder. Ondan sonra Hz. Davut ve Hz.
Süleyman kral oldular.
Sonraki dönemlerde krallıkları
parçalandı, güçleri dağıldı. Bununla beraber çeşitli
krallarca yönetildiler. Rehoboam, Abiyam, Yero-boam,
Yehoşafat, Yehoram gibi otuz küsur kral geçti.
Bölünmeden sonra güçleri sürekli
olarak zayıflıyordu. Nihayet Ba-bil kralları kendilerine
egemen oldular ve Kudüs'ü ele geçirdiler. Bu olay
yaklaşık olarak İsa'dan önce 600 yıllarında gerçekleşti.
O dönemde Babil kralı, Buhtunnussar (Nebukadnetsar)'dı.
Bir süre sonra Yahudiler ona baş kaldırdılar.
Buhtunnussar üzerlerine askerlerini gönderdi. Onları
kuşatma altına aldı. Ülkeyi fethetti. Krallık
hazinelerini, Havra'-nın (Mescid-i Aksa'nın)
hazinelerini talan ettiler. Sayıları on binleri bulan
zenginlerini, güçlüleri ve sanatkarlarını toplayıp
Babil'e götürdü-ler. Geride zayıflardan ve yoksullardan
başka kimse kalmadı. Buhtun-nussar, son İsrailoğulları
kralı olan Tsedekiya'yı başlarında kral olarak bıraktı.
Tsedekiya, Buhtunnussar'a itaat etmek zorundaydı.
Bu durum on yıl kadar bu şekilde
devam etti. Bu sırada Tsedekiya kendini bir ölçüde güçlü
ve caydırıcı hissetmeye başladı. Mısır Firavu-nu'yla
temas kurdu. Ondan cesaret alarak büyüklendi ve
Buhtunnus-sar'a baş kaldırdı.
Bu durum Buhtunnussar'ı
öfkelendirdi. Üzerlerine büyük bir ordu gönderdi.
Ülkelerini kuşatma altına aldı. Yahudiler kalelere
sığındılar. Yaklaşık olarak bir buçuk yıl kalelerde
mahsur kaldılar. Sonunda aralarında kıtlık ve veba
salgını baş gösterdi.
Buhtunnussar, kaleler tamamen
teslim oluncaya kadar kuşatmayı kaldırmadı. Bu olay,
İsa'dan önce 586 yılında gerçekleşti. Yahudiler topluca
kılıçtan geçirildi, yurtları yerle bir edildi. Allah'ın
evini de yıktılar. Bütün dini alametleri ve işaretleri
ortadan kaldırdılar. Havra'-larını (Mescid-i Aksa) bir
toprak yığınına dönüştürdüler. Bu hengamede Tevrat ve
içine konulduğu Sandık da kayboldu.
Bu durum, yaklaşık olarak 50 yıl
devam etti. Bu süre içinde Babil'de yaşıyorlardı.
Kitaplarından bir işaret, bir belirti yoktu ellerinde.
Mescitlerinden ve evlerinden geriye tümseklerden, toprak
yığınlarından başka bir şey kalmamıştı.
Sonra Fars krallarından Koreş tahta
geçti. Ülkesiyle Babilliler arasında da savaş hali devam
ediyordu. Koreş Babil'i fethetti. Kente girdi. Babil'de
tutsak olarak bulunan İsrailoğullarını serbest bıraktı.
Ünlü Ezra, kralın yanında saygın bir yere sahipti. Kral
Ezra'yı İsrailoğulları üzerine emir olarak atadı.
Tevrat'ı yazmasına, Havra'yı (Mescid-i Aksa) onarmasına
ve eski düzenlerine geri dönmlerine izin verdi. Ezra'nın
İsrailoğullarını Kudüs'e geri getirişi İsa'dan önce 457
tarihine rastlar. Bundan sonra Ezra, Eski Ahd'i yazdı ve
tashih etti. Bugün Yahudilerin elindeki Tevrat onun
derlediği bu kitaptır.
Bu öykü üzerinde düşündüğün zaman,
bugün Yahudilerin elinde bulunan Tevrat'ın dayanak
zincirinin kopuk olduğunu görürsün. Bu Tevrat, bir tek
kişi (Ezra) aracılığıyla Musa'ya dayandırılıyor.
Öncelikle, onun kim olduğunu bilmiyoruz. İkincisi,
bilgisi ve derinliği hakkında bir malumatınız yok.
Üçüncüsü, güvenirliği boyutu hakkında bilgi sahibi
değiliz. Dördüncüsü, Tevrat'ın tüm bölümlerini nereden
derlediğini bilmiyoruz. Beşincisi, yapılan yanlışlıklar
veya yaygın olan hatalı görüşleri hangi kaynağa göre
belirleyeceğimizi bilmiyoruz.
Maalesef bu uğursuz olay, diğer bir
uğursuz sonuça sebep olmuştur. Şöyle ki: Bir grup batılı
araştırmacı, Musa'nın varlığını inkara yel-tenmiş, Musa
zamanında ve ondan sonra yaşanan olayların hiç
olmadıklarını ileri sürmüş ve "Musa hayali bir
şahsiyetti." demişlerdir. Ben-zeri iddiaları Meryem oğlu
İsa (a.s) hakkında da dile getirenler olmuştur. Ancak
bir Müslümanın böyle şeyler söylemesi mümkün değildir.
Çünkü Kur'an açık bir ifadeyle onun varlığından söz
etmektedir.
2- Hz. İsa'nın ve İncil'in Öyküsü
Yahudiler ulusal tarihlerine büyük
önem verirler. Yaşadıkları dönemlerde meydana gelen
belirgin olayları kaydetmeyi ihmal etmezler. Buna rağmen,
kitaplarına, kutsal metinlerine baktığında, Meryem oğlu
İsa ile ilgili olarak, ne nasıl doğuşu, ne peygamber
olarak ortaya çıkışı ve daveti, ne yaşayış tarzı, ne
gösterdiği mucizeler, ne de hayatının ölerek mi,
öldürülerek mi, yoksa çarmıha gerilerek mi son bulduğu
hakkında en ufak bir açıklamaya rastlayamazsın. Nedir
bunun sebebi? İsa'nın durumunun onlara gizli kalmasını
veya onların onun durumunu gizlemelerini gerektiren şey
nedir acaba?
Oysa Kur'an-ı Kerim, Yahudilerin
Meryem'e çirkin bir iftira attıklarını, İsa'nın doğuşu
üzerine onu suçladıklarını ve İsa'yı öldürdüklerini
iddia ettiklerini anlatır:
"Bir de inkara
sapmaları ve Meryem'in aleyhinde büyük bir bühtan
söylemeleri ve; "Biz, Allah'ın resulü Meryem oğlu Mesih
İsa'yı öldürdük." demeleri yüzünden (onlara böyle bir
ceza verdik.) Oysa onu öldürmediler ve onu asmadılar.
Ama onlara öyle gösterildi. Gerçekten onun hakkında
anlaşmazlığa düşenler, kesin bir şüphe içindedirler.
Onların zanna uymaktan başka buna ilişkin hiçbir
bilgileri yoktur. Onu kesin olarak öldürmediler."
(Nisâ, 156-158)
Şimdi, acaba onların bu tür
iddiaları, dilden dile aktardıkları ve fakat
kitaplarında yer vermedikleri ulusal kıssalara mı
dayanıyor? Çünkü bilindiği gibi her ulusun, gerçek
olaylardan ve efsanelerden kaynaklanan sözlü öyküleri
vardır ve bunların sağlam ve sahih bir kaynağı da yoktur.
Yoksa onlar, Hıristiyanlardan
defalarca Hz. İsa'yla (a.s), doğumuy-la, peygamber
olarak ortaya çıkışıyla, insanları Allah'a kulluk
sunmaya davet edişiyle ilgili hikayeleri dinlediler de
bunları onların ağızlarından mı aldılar ve Meryem'e
iftira atıp Mesih'i öldürdüklerini mi iddia ettiler?
Bunun kesin olarak belirginleştirmek mümkün değildir. Şu
kadarı var ki, yukarıdaki ayet üzerinde düşünüldüğünde
görüleceği gibi, Kur'an, açık olarak sadece öldürme
-çarmıha germeyi değil- iddiasını onlara isnat ediyor ve
onların bu hususta kuşku içinde olduklarını ve
aralarında ihtilaf olduğunu ifade ediyor.
Hz. İsa, İncil ve müjde ile ilgili
olarak Hıristiyanların arasında yaygın olan öykülerin
kaynağı da, onların kutsal kitaplarıdır. Bunlar; dört
incil, -Matta, Markos, Luka ve Yuhanna İncilleri- Luka
tarafından kaleme alınan "Resullerin İşleri" kitabı ve
Pavlus, Petrus, Yakup, Yu-hanna ve Yehuda'nın
mektuplarından oluşur. Bunların tümünün itibarı,
İncillerin itibarına dayanır. Dolayısıyla İnciller
üzerinde durmakta yarar vardır.
Matta İncili:
Yazılışı ve yayılışı itibariyle en
eski İncil'dir. Bazıları, Miladi 38 yılında yazıldığını
söylemişlerdir. Diğer bazıları ise, 50 ila 60 yılları
arasında yazıldığı kanaatindedirler.
Görüldüğü gibi bu İncil, Hz. İsa'dan sonra kaleme
alınmıştır.
Eski ve yeni Hıristiyan
araştırmacılar, Matta İncili'nin orijinalinin İbranice
olduğu, daha sonra Yunanca'ya ve başka dillere tercüme
edildiği görüşündedirler. Ancak orijinal İbranice nüsha
kayıptır. Tercümenin ise nasıl olduğu ve kim tarafından
tercüme edildiği bilinmemektedir.
Markos İncili:
Markos, Petrus'un öğrencisidir.
Havari değildir. İncilini Petrus'un işareti ve emriyle
yazdığını söyleyenler vardır. İsa'nın Tanrı olduğuna
inanmazdı.
Bu yüzden bazıları; onun, İncilini kabileler ve köylüler
için yazdığını ve İsa'yı Allah'ın şeriatını tebliğ eden
bir elçi olarak tanıttığını söylemişlerdir.
O da, İncilini Miladi 61 yılında yazmıştır.
Luka İncili:
Luka, havari değildir. İsa'yı da
görmemiştir. Hıristiyanlığı Pavlus'-tan öğrenmiştir.
Pavlus ise, Hıristiyanlığa düşmanlık besleyen fanatik
bir Yahudi'ydi. İsa'ya inananlara eziyet eden birisiydi,
onların aleyhine çalışırdı. Sonra ne olduysa aniden sara
nöbetine tutulduğunu, bu nöbet esnasında Mesih'in (a.s)
kendisine dokunduğunu, izleyicilerine kötülük yaptığı ve
eziyet ettiği için kendisini kınadığını, hırpaladığını
ve bunun üzerine Mesih'e inandığını ve onun tarafından
İncilini müjdeleme üzere elçi olarak gönderildiğini
iddia etti.
Bugünkü Hıristiyanlığın temellerini
sözünü ettiğimiz bu Pavlus at-mıştır.
Öğretisinin temeli şudur: "Sadece Mesih'e inanmak
kurtuluş için yeterlidir. Ayrıca amel etmeye gerek
yoktur." O, murdar eti ve do-muz etini yemeyi helal
kıldı. Sünnet olmayı ve Tevrat'ta yer alan birçok hükmü
yasakladı.
Oysa İncil kendisinden önceki Tevrat'ı tasdik etmek
üzere indirilmiştir. Sadece Tevrat'ta haram sayılan
belli bazı şeylerin helal olduğunu belirtmiştir.
Kısacası Hz. İsa, Tevrat'ın içerdiği şeriatı egemen
kılmak üzere gönderilmişti. Sapıkları ve fasıkları
yeniden Tevrat'a uymaya çağırmak üzere gelmişti.
Tevrat'a göre amel etmeyi iptal etmek ve kuru bir imanla
kurtuluşun gerçekleşeceğini vaat etmek üzere değil.
Luka, İncilini Markos'un İncilincen
sonra yazdı. Bu da Petrus ve Pavlus'un ölümünden
sonradır. Birçokları, bu İncilin diğer İnciller gibi
ilhama dayalı bir kitap olmadığını belirtmişlerdir.Nitekim
İncilinin giriş kısmındaki ifadeler de bunu ortaya
koymaktadır.
Yuhanna İncili:
Hıristiyanların birçoğu bu
Yuhanna'nın, Hz. İsa'nın çok sevdiği on iki havariden
biri olan avcı Zebedi oğlu Yuhanna olduğuna inanmaktadır.
Diyorlar ki: "Şirintus", "Ebisun"
ve bu ikisinin cemaatleri, Mesih'in yaratılmış bir
insandan başka bir şey olmadığını, annesinin varlığından
önce varolmadığını savundukları için, Asya ve başka
bölgelerin keşişleri Miladi 96 tarihinde Yuhanna'nın
yanında toplandılar ve ondan başkalarının İncillerinde
yazmadıkları şeyleri yazmasını ve Mesih'in lahuti
varlığını özel bir tarzda açıklamasını istediler.
Yuhanna onların isteklerine cevap vermekten başka çare
bulamadı.
Bu İncil'in yazıldığı tarih
hakkında ihtilaf vardır. Kimisi Miladi 65 tarihinde,
kimisi 96 tarihinde, kimisi de 98 tarihinde yazıldığını
söylemiştir.
Bazı Hıristiyanlar, bu İncil'in
Havari Yuhanna tarafından yazılmadığı inancındadırlar.
Bunlardan bazıları, onun İskenderiye Medresesi
talebelerinden biri tarafından kaleme alındığını
düşünüyorlar.Diğer
bazıları da, bu İncil'le beraber Yuhanna'nın
mektuplarının da onun tarafından yazılmadığını, bazı
şahıslar tarafından ikinci yüzyılın başlarında yazılıp
insanlarca kabul görmesi için Yuhanna'ya isnat
edildiğini söylemişlerdir.
Bazılarına göre de, Yuhanna İncili aslında yirmi bap-mış.
Yuhanna'nın ölümünden sonra "Efes Kilisesi" yirmi
birinci babı eklemiştir.
Dört İncil'in durumu bundan
ibarettir. Bu rivayetlerin içinde, üzerinde görüş
birliği sağlanan kanalların yedi kişiye dayandığını
görürüz. Matta, Markos, Luka, Yuhanna, Petrus, Pavlus ve
Yehuda. Bunların tümünün dayanağı, bu dört İncil'dir.
İncillerin dördü de bir tanesine dayanıyor. Yâni en
eskileri olan Matta İncili'ne. Daha önce bunun bir
çeviri olduğunu, aslının kaybolduğunu, kimin tarafından
tercüme edildiğinin bilinmediğini, orijinalinin nasıl
olduğunu, öğretisinde İsa'nın bir elçi mi, yoksa ilah mı
oluğunu esas alındığının bilinmediğini belirtmiştik.
Bu mevcut İncil'de ise şöyle
deniyor: "İsrailoğulları arasında Marangoz Yusuf oğlu
İsa adında bir kişi ortaya çıktı. İnsanları Allah'a
davet etti. O, kendisinin Allah'ın oğlu olduğunu,
beşerden bir babası olmaksızın dünyaya geldiğini,
babasının kendisini çarmıha gerilmek ve öldürülmek
suretiyle insanları günahlarından kurtarmak üzere
gönderdiğini, ölüleri dirilttiğini, doğuştan kör ve
alacalı olanı iyileştirdiğini, cin çarpmışların
bedenlerindeki cinleri çıkararak onları iyileştirdiğini
söylüyordu. Onun on iki tana öğrencisi vardı. Bunlardan
birisi İncil'in yazarı Matta'ydı. İsa onları kutsamış ve
Mesih dinini tebliğ etmeleri için birer davetçi olarak
görevlendirmişti..."
Hıristiyanlık çağrısının temeli ile
ilgili bilgilerin özü budur. Yeryüzünün doğusuna ve
batısına yayılmış bulunan böyle bir davet, gelip sonuçta
tek bir habere (haber-i vahid) dayanıyor. İsmi, cismi
bilinmeyen, kimliği ve vasfı hakkında net bir bilgiye
sahip olunmayan bir adamda noktalanıyor.
Öykünün temelindeki bu ilginç
gevşeklik, bazı özgür fikirli Avrupalı araştırmacıları
şu iddiayı ortaya atmaya yöneltmiştir: "Meryem oğlu İsa
Mesih, hayali bir kişiliktir. Dönemin yönetimine karşı
duyulan bazı dinsel tepkiler böyle bir şahsiyetin
tasavvur edilişine yol açmıştır." Tıpatıp benzeyen bir
diğer hayali şahsiyetin olması da bu düşünceyi
savunanlara cesaret vermiştir. O da "Kirişna"dır. Eski
Hint putperestliğine göre, o, Allah'ın oğludur. Allah'ın
lahutundan inmiştir. Asılmak suretiyle insanların günah
yüklerinden ve hatalarından kurtulmalarını sağlamıştır.
Kısacası, Hıristiyanların İsa Mesih hakkındaki
iddialarını onlar, harfiyen "Kirişna" hakkında
söylüyorlar. İleride buna değineceğiz.
Diğer bazı eleştirmen
araştırmacılarsa, Mesih adında iki kişinin olduğunu
söylemişlerdir. Çarmıha gerilmeyen Mesih ve çarmıha
gerilip öldürülen Mesih. Bu ikisinin arasında ise beş
yüz yılı aşkın bir zaman olduğunu söylemişlerdir.
Bu iddiaya göre bugün bin dokuz yüz
elli altıncı yılında bulunduğumuz Miladi tarih ise, bu
iki Mesih'ten hiçbirinin yaşadığı döneme denk
düşmemektedir. İlk Mesih, en az bu tarihten iki yüz elli
yıl önce, yaklaşık olarak altmış yıl yaşamıştır. İkinci
ve asılan Mesih ise, ondan sonra yaklaşık olarak iki yüz
doksan yıl sonra ve yaklaşık olarak otuz üç yıl
yaşamıştır.
Miladi tarihle, Hz. İsa'nın
doğumunun tam olarak örtüşmediğini Hıristiyanlar da
inkar edemiyorlar.Bu
da, tarihsel bir sektedir.
Kuşkuları arttıran başka şeyler de
vardır. Anlatıldığına göre, Miladın ilk iki yüzyılında,
dört İncil'in dışında başka birçok İncil vardı.
Kimilerine göre bunların sayısı yüz küsuru buluyordu.
Şimdiki dört İn-cil de bunlar arasındaydı. Kilise
yönetimi bu dördünün dışındakileri yasakladı. Metinleri
kilisenin anlayışıyla bağdaştığı için sadece dört
İncil'in yasal olduğunu ilan etti.
Kilise tarafından yasaklanan ve
terk edilen İncillerden birisi de Barnaba İncili'dir. Bu
İncil'in bir nüshası yıllar önce bulundu ve Arapça ve
Farsçaya da tercüme edildi. Bu İncil'in içerdiği
kıssalar genel olarak Kur'an'ın Meryem oğlu İsa Mesih
ile ilgili olarak aktardığı kıssalarla örtüşmektdir.
Şaşırtıcı olan bir diğer husus da,
Yahudilerin dışındaki toplumların tarihsel kaynaklarında,
İncil'de İsa'nın davetiyle, tanrının oğlu oluşuyla, feda
edilmek suretiyle insanları kurtarmış olmasıyla ilgili
olarak anlatılanlardan ayrıntılı olarak söz edilmemiş
olmasıdır. Ünlü Amerikalı tarihçi Hendrik William Van
Loan "İnsanlığın Tarihi" adlı eserinde Romalı Doktor
Skola Biyus Kultlus'un, Miladi 62 yılında Filistin'deki
Roma ordusunda bir asker olarak görev yapan yeğeni
Cladiyus Ensa'ya yazdığı bir mektuptan söz eder.
Mektubunda, Roma'da Pavlus adına bir hastayı ziyaret
ettiğini ve onun sözlerinden etkilendiğini anlatır.
Pavlus'un kendisine Hıristiyanlık çağrısından, İsa'nın
davetiyle ilgili bazı hususlardan söz ettiğini yazar.
Sonra Pavlus'tan ayrıldığını ve bir
daha onu görmediğini, bir süre sonra da onun "Usti"
yolunda öldürüldüğünü haber aldığını belirtir. Sonra
yeğeninden, Pavlus'un sözünü ettiği bu İsrailli
peygamber ve Pavlus'un kendisi hakkında bilgi edinmesini
ve elde ettiği bilgileri kendisine yazmasını ister.
Cladiyus Ensa, altı hafta sonra
Yeruşalim'deki (Kudüs) Roma askeri karargahından ona şu
mektubu gönderir:
"Kentin ihtiyar ve yaşlı
adamlarından birkaçına İsa Mesih'i sordum. Sorduğum şey
hakkında yeterli bilgiye sahip olamadıklarından iyi
cevap veremediklerini gördüm. (Tarihin Miladi 62,
sorulan kişilerin de yaşlılar olduğuna dikkat edin!)
Nihayet bir zeytin satıcısıyla
karşılaştım ve onu tanıyıp tanımadığını sordum. Bana
cevap verme lütfünde bulundu. Sonra bana Yusuf adlı bir
adamı gösterdi. Onun İsa'nın izleyicisi ve seveni
olduğunu, onun yaşam öyküsü hakkında bilgi sahibi
olduğunu, onunla ilgili haberler hakkında uzman olduğunu,
sorduğum sorulara doyurucu cevap-lar verebilceğini
söyledi.
Günlerce araştırdıktan sonra o gün
Yusuf isimli şahısla karşılaştım. Yaşı geçkin bir
ihtiyardı. Eskiden bölgedeki bazı göllerde balık
avlarmış. Adamın ilerlemiş yaşına rağmen, duyguları
sağlam ve hafızası yerindeydi. O dönemde, kargaşa ve
fitne döneminde yaşanan tüm olayları ve haberleri
anlattı. Dedi ki: Fontiyus Filatus, Kayser Tiprius
zamanında Samiriye ve Yahudiye bölgelerinin hakimiydi.
Onun döneminde Yeruşalim'de bir
kargaşa çıktı. Fontiyus Filatus, fitne ateşini söndürmek
için Yeruşalim'e geldi. O günlerde yayılan fitne şuydu:
Nasıra halkından bir marangozun oğlu halkı davet ediyor
ve onları hükümete karşı ayaklanmaya kışkırtıyor.
İşi iyice araştırdıklarında
anladılar ki, suçlanan marangozun oğlu akıllı ve sağlam
görüşlü bir gençtir. Hakkında takibatı gerektiren bir
suç işlememiştir. Ancak Yahudilerin mezhep liderleri
onun görüşlerine karşı çıkıyorlardı. Ona karşı büyük bir
kin besliyorlardı. Filatus'a; "Bu Nasıralı genç; "Bir
Yunanlı, bir Romalı veya bir Filistinli, insanlara
adaletle davranırsa, onlara karşı şefkatli olursa, o,
Allah katında bütün ömrünü Allah'ın kitabını mütalaa
etmekle, ayetlerini okumakla geçiren kimse kadar sevap
alır." diyor." demişlerdi.
Onların karşı çıkmaları ve itiraz
etmeleri, Filatus üzerinde etkili olmamıştı. Fakat bir
gün halkın büyük bir kalabalık halinde mabette
toplandığını ve İsa (marangozun oğlu) ve arkadaşlarını
ele geçirip lime lime doğramayı düşündüklerini haber
aldı. Bunun üzerine bu marangoz genci bir süre zindana
atmayı, böylece halkın onu linç etmesine engel olmayı
düşündü.
Filatus, halkın neden İsa'ya karşı
öfkeye kapıldığını tam olarak anlayamamıştı. Onun
hakkında kiminle konuştuysa, bir soru sorduysa, açıklama
yapmasını istediyse, ağız birliği etmişçesine şunu
söylediler: "O bir kafirdir. O bir dinsizdir. O bir
haindir." Ama bunun nedenini söyleyen kimse çıkmadı.
Nihayet Filatus, bizzat İsa ile
konuşmaya karar verdi. Onu yanına çağırttı. Onunla
konuştu ve tebliğ ettiği dinle neyi amaçladığını sordu.
İsa, devlet ve siyasetle ilgilenmediğini, böyle bir
amacının bulunmadığını söyledi. Daha çok manevi hayatla
ilgilendiğini, cismani hayatın onun için ikinci planda
kaldığını belirtti. Bir insanın insanlara iyi davranması
gerektiğine, tek ve ortaksız Allah'a kulluk etmesinin
zorunluluğuna inandığını vurguladı. Allah'ın hayattaki
diğer tüm yöneticiler, terbiye ediciler (Rabler)
karşısında baba konumunda olduğunu ifade etti.
Filatus, Revakiler ve diğer Yunan
filozoflarının görüşleri hakkında bilgi sahibiydi.
İsa'nın söylediklerinde bir art niyet, bir kovuşturma
gerekçesi görmemişti. Bu yüzden bir kez daha bu sağlam
görüşlü, aklıselim sahibi peygamberi Yahudilerin
şerrinden kurtarmaya karar verdi. Ölüm cezasının
uygulanmasını erteledi.
Fakat Yahudiler buna razı olmadılar.
Onu rahat bırakmadılar. Fila-tus'un İsa'nın yalanlarına
kandığını, Kayser'e ihanet etmek istediğini yaydılar.
Buna tanıklık etmeye ve buna ilişkin şikayetleri içeren
tomar-ları imparatora göndermeye başladılar. Bundan önce
de Filistin'de kar-gaşa ve isyanlar çıkmıştı. Kayser'in
güvenilir güçlerinin sayısı azdı. İnsanları susturmaya
yetmiyordu. Valilerin ve Kayser adına görev yapan diğer
memurların halkın şikayetine, hoşnutsuzluğuna neden
olacak davranışlardan kaçınmaları gerekiyordu.
Bu nedenlerden dolayı Filatus,
genel güvenlik adına bu tutuklu genci feda etmekten,
öldürülmesine ilişkin genel isteğe cevap vermek-ten
başka seçenek bulamadı.
İsa'ya gelince, ölümden kesinlikle
korkmadı. Ölümü onurlu bir kişilikle karşıladı.
Ölümünden önce katline sebep olan Yahudileri affetti.
Sonra çarmıha gerildi. İnsanlarsa, onunla alay ediyor,
ona sövüp sayıyorlardı.
Cladiyus Ensa devamla şöyle der:
Yusuf'un bana anlattığı İsa kıssası budur. O, bunları
anlatırken yanaklarından aşağıya göz yaşları süzülüyordu.
Ayrılmak istediğini belirtirken kendisine bir altın para
uzattım. Ancak o, parayı almayı kabul etmedi ve bana; "Burada
benden çok daha yoksul kimseler var. Bu parayı onlara
ver." dedi.
Sözünü ettiğin arkadaşın Pavlus'u
da ona sordum. Onu tam olarak tanımıyordu. Onunla ilgili
olarak kesinlik kazanan husus, başlangıçta çadır
yapmakla uğraştığı, sonra işini bırakarak bu yeni dini
tebliğ etmekle meşgul olduğudur. Şefkatli ve merhametli
olan Rabbin dinini. Onunla, Yahudi bilginlerinden
duyduğumuz "Yehova" arasındaki fark, yerle gök
arasındaki fark kadardır.
Anlaşıldığı kadarıyla Pavlus önce
Küçük Asya'ya gitmiş, sonra Yunanistan'a geçmiştir.
Kölelere ve tutsaklara şöyle diyormuş: "Hepiniz, sizi
seven ve size acıyan bir babanın çocuklarısınız.
Mutluluk, insanlar içinde sadece bir gruba özgü değildir.
Tersine zengin, fakir tüm insanlar mutluluğu
yakalayabilirler. Tek şart, kardeşçe geçinmeleri,
temizlik ve doğruluk esaslı bir hayat sürdürmeleridir."
(Mektup özetle burada sona erdi.)
Söz konusu mektubun araştırmamızla
ilgili parçaları böyle işte. Bu mektubun satırları
üzerinde düşünüldüğünde, şu sonucuna varılır:
İsra-iloğulları arasında Hıristiyanlık davetinin
yaygınlaşması Hz. İsa'dan sonra olmuştur ve bu davet,
nebevi bir davetti, Allah tarafından görev alan bir
peygamberin davetiydi; iddia edildiği gibi Lahuti bir
zuhur ediş, yeryüzüne iniş ve insanları günahlardan
kurtarış şeklinde ilahi bir davet değildi.
Daha sonra Hz. İsa'nın bazı
talebeleri ve Pavlus gibi kendini ona mensup bilenler ve
talebelerinin talebeleri, çarmıha gerilme olayından
sonra Hindistan, Afrika ve Roma gibi dünyanın değişik
bölgelerine yolculuk yaptılar ve Hıristiyanlığın
mesajını yaydılar. Ancak çok geçmeden Hıristiyanlık
öğretisinin temel meseleleri hakkında aralarında
ihtilaflar baş gösterdi. İsa'nın Tanrısal (Lahuti) bir
varlık oluşu, sadece ona inanmanın yeterli olacağı,
Musa'nın şeriatıyla amel etmenin gerekmediği, İncil'in
getirdiği dinin Musa'nın dinini neshettiği veya bu dinin
Tevrat'ın içerdiği şeriatın tamamlayıcı tâbisi
olduğu gibi konularda ihtilaf ederek çeşitli gruplara
ayrıldılar.
Bu arada şu husus üzerinde önemle
durmak gerekir: Hıristiyanlık mesajının yayıldığı,
etkinlik gösterdiği Roma ve Hindistan gibi topluluklar
bundan önce Sabiilik, Brahmanizm veya Budizm gibi
putperestlik esaslı inanç sistemlerine bağlıydılar. Bu
dinlerin temelinde tasavvufa özgü mistik hazlar, öbür
yanda Brahmanizm felsefesi yatıyordu. Bu inançlarda
Lahuti (Tanrısal) varlığın Nasuti (Beşeri) varlık
şeklinde ortaya çıkması anlayışı önemli bir yer tutar.
Birlik (tevhit) şeklinde üçlük (teslis), Lahuti varlığın
Nasuti varlık suretinde inmesi ve asılarak ve işkence
görerek kendini feda etmesi inancı eski Hint, Çin, Mısır,
Keldan, Aşur ve Fars putperestliklerinde temel bir
anlayış olarak göze çarpmaktadır.
Eski dinler ve mezhepler üzerine yazılan eserlerde
vurgulandığı gibi, benzeri inançlara Roma ve
İskandinavya gibi eski batı putperestliklerinde de
rastlanmaktadır.
Duwan, "Tevrat'taki Hurafeler ve
Diğer Dinlerdeki Benzerleri" adlı kitabında der ki: "Hindistan'a
göz attığımızda, en büyük ve en ünlü Lahuti
ibadetlerinin "teslis" esaslı olduğunu görürüz. Bu
öğretiyi ana dillerinde "Tıri Morti" olarak
adlandırırlardı. Bu isim, Sanskritçe iki kelimeden
meydana gelmiştir. "Tıri" üç demektir. "Morti" ise,
şekiller veya uknumlar anlamına gelir. Bunlar "Brahma",
"Vişno" ve "Siva"dır. Birlikten ayrılmayan üç birleşik
uknum. İddialarına göre o, tek ilahtır."
Sonra şöyle der: "Onlara göre,
Brahma Baba'dır, Vişno Oğul'dur, Siva ise Ruh-ul
Kudüs'tür."
Sonra şöyle der: "Onlar, Siva'ya "Krişna"
yâni "Kurtarıcı Rab" ve "Büyük Ruh" derler. "Vişno"
ondan doğmuş ve Nasut şeklinde yeryüzünde zuhur etmiş ki,
insanları kurtarsın. O, bir tek ilah olan "üç uk-num"dan
biridir."
Devamla şöyle der: "Onlar,
Hıristiyanlarda olduğu gibi, üçüncü uknumu güvercin
şeklinde sembolize ederler."
Mr. Faber, "Putperestliğin Kökü"
adlı eserinde şöyle der: "Hintliler "Brahma", "Vişno" ve
"Siva"dan oluşan bir teslise inandıkları gibi, Budistler
de teslise inanırlar. Onlara göre "Buda" üç uknumdan
oluşan bir ilahtır. Aynı şekilde Ginistler de "Civa"nın
üç uknumdan ibaret olduğunu söylemektedirler."
Devamla şöyle der: "Çinliler de
Buda'ya taparlar ve ona "Fu" adını verirler. Hintliler
gibi onlar da, onun üç uknumdan ibaret olduğunu
söylerler."
Duwan, yukarıda adı geçen eserinde
şöyle der: "Mısır'daki Munfis Tapınağı'nın rahipleri,
dini eğitime yeni başlayanlara "kutsal üçlü"yü şöyle
tarif ederlerdi: "İlk olanı ikincisini yarattı, ikincisi
de üçüncüsünü yarattı. Böylece kutsal üçlü tamamlandı."
Mısır Kralı Toliso, kâhin
Tenuşiki'ye sorar: "Benden önce daha büyük biri var
mıydı? Ve benden sonra daha büyük biri olacak mıdır?"
Kâhin şu cevabı verir: "Evet, daha büyük olan vardır. O,
her şeyden önce gelen Allah'tır. Sonra "Kelâm" gelir. O
ikisiyle birlikte de "Ruh-ul Kudüs" yer alır. Bu üçlünün
doğaları birdir. Onlar zat olarak birdirler. Ebedi
kuvvet onlardan sadır olur. Git ey fani! Ey kısa hayatın
sahibi!"
Bunoyik, "Eski Mısır İnançları"
adlı eserinde şöyle der: "Mısır dininde yaygın olan en
ilginç husus, "Kelâm"ın Lahuti oluşuna inanmalarıdır.
Onlara göre, varolan her şey onun aracılığı ile
varolmuştur. O, Allah'tan kaynaklanmıştır. O, Allah'tır.
Yuhanna İncili de bu ifadelerle başlar."
Heigen, "Angello-Sakson" adlı
eserinde der ki: "Farslar Metrus'u kelâm, aracı ve
Farsların kurtarıcısı olarak isimlendirirlerdi."
"Avrupa'nın İlk Sakinleri"
kitabından da şunları nakleder: "Eski putperestler, "Tanrı
üç uknumdan meydana gelmiştir." derlerdi."
Ayrıca, eski Yunanlıların,
Romalıların, Finlandiyalıların ve İskandinavyalıların da
biraz önce sözünü ettiğimiz teslise inandıklarını
anlatır. Keldanilerin, Aşurluların ve Finikelilerin de "kelâm"
ile ilgili olarak benzeri bir inanca sahip oldukları
rivayet edilir.
Duwan, "Tevrat'taki Hurafeler ve
Diğer Dinlerdeki Benzerleri" ad-lı eserinin 181-182.
sayfalarında özetle şunları der:
"İnsanların işledikleri bir günahın
sorumluluğundan kurtulmaları için tanrılardan birinin
kurban olarak sunulması fikri, Hintlilerin ve diğer
ulusların arasında kökü çok eskilere dayanan bir
anlayıştır."
Ardından buna ilişkin kanıtlara yer
verir: "Hintlilerin inanışına göre, ilk çocuk olduğu
halde, başlangıcı ve sonu olmayan tanrı Vişno'nın
kendisi olan Krişna'nın şefkat duyguları kabardı ve
yeryüzünü yükünün ağırlığından kurtarmak istedi.
Yeryüzüne geldi ve insan tarafından bir kurban sunarak
insanı kurtardı."
Mr. Moor der ki: "Hintlilerin
kitaplarında "Krişna" çarmıha gerilmiş vaziyette
resmedilmiştir. Elleri ve ayakları çivilerle tahtaya
çakılı olduğu halde gömleğinin üzerinde bir insan kalbi
asılı olarak çizilmiştir. Bir diğer resimde de çarmıha
gerilmiş ve başının üzerinde altın bir taç olduğu halde
gösterilmiştir. Hıristiyanlar da; "İsa çarmıha gerilerek
asıldığı zaman başının üzerinde dikenli bir taç vardı."
derler."
Hauk, Seyahatnamesi'nin 1. cildinin
326. sayfasında der ki: "Putperest Hintliler, bazı
ilahların insan şekline girdiklerine ve insanların
günahlarından kurtulmaları için kurban olarak
sunulduklarına inanırlar."
Morivor Leims, "Hintliler" adlı
eserinde (s. 26)
şöyle der: "Putperest Hintliler, temel bir günaha
inanırlar. Bunun kanıtı da "Kiyatri"den sonra gelen
yakarışları ve tevessülleridir: Ben günahkârım. Hata
ettim. Kötü tabiatlıyım. Annem günah işleyerek bana
hamile kaldı. Kurtar beni ey yonca gözlü! Ey
günahkârları hatalarından ve günahlarından kurtaran!"
Papaz Gorge Kuks, "Eski Dinler"
adlı eserinde Hintlilere ayırdığı bölümde şunları söyler:
"Onlar, Krişna'yı serkeş olmayan lahut dolu bir kahraman
olarak tasvir ederler. Çünkü o kendini kurban olarak
sunmuştur."
Heigen, Tibal ve Tibet topraklarına
ayak basan ilk Avrupalı olan "Andara Da el Kurozopos"tan
şunları nakleder: "Onların taptıkları tanrı "Endra"
şöyle tasvir edilir: "Onun kanı çarmıha gerilmek ve
çiviye vurulmak suretiyle dökülmüştür ki, insanları
günahlarından kurtarsın. Bu çarmıha gerilişin resmi,
kitaplarında mevcuttur."
Rahip Corciyus'un kitabında tanrı "Endra"
şu şekilde tasvir edilir: "Çarmıha gerildiği tahtaların
ikisi en bakımdan eşit, ama uzunluk bakımdan farklıdır.
Baş tarafı daha kısadır. Burada yüzü tasvir edilmiştir.
Buna karşılık aşağı tarafı daha uzundur. Eğer yüzün
şekli olmasaydı, kimsenin aklına onun bir kişiyi temsil
için yapıldığı gelmezdi."
Budistlerin bu husustaki
tasavvurları Hıristiyanların Hz. İsa'yla ilgili
anlayışlarına daha çok benzemektedir. Bu benzerlik her
açıdan söz konusudur. Hatta onlar Buda'yı "Mesih", "tek
evlat", "alemin kurtarıcısı" olarak adlandırırlar. Onun
kamil bir insan ve kamil bir ilah olduğunu, Nasut
bedenine büründüğünü, insanların günahlarına kefaret
olmak, onları günahlardan kurtarmak, azaba
çarptırılmalarını önlemek ve göklerin melekutuna varis
olmalarını sağlamak için kendini kurban ettiğini
söylerler. Birçok batılı yazar buna dikkat çekmiştir.
Bill, kendi kitabında, Hauk, Seyahatnamesi'nde ve
Mauller "Sanskrit Edebiyat Tarihi" adlı eserinde bu
konuları işlemişlerdir.
Şimdiye kadar anlattıklarımız, eski
dinlerdeki Lahut ile Nasut karışımına, çarmıha gerilme
ve insanların günahlarına karşılık feda edilme inancına
ilişkin pasajlar ve örneklerdi. Görüldüğü gibi,
Hıristiyanlığın yeryüzünde yayılmaya başladığı ve
Hıristiyan davetçilerin gezindiği bölgelerde
Hıristiyanlık davetinin gönülleri fethettiği dönemde
birçok toplum bu akideye sahipti. Acaba bu durum,
Hıristiyan davetçilerin Hıristiyanlığın temel
prensiplerini putperestlik kalıpları içinde sunarak
insanların kalplerini dinlerine yöneltme ve öğretilerini
onlara kabul ettirme çabasında olduklarını göstermiyor
mu?
Bunu Pavlus'un ve diğer Hıristiyan
din ulularının hikmet ehlinin hikmetini, akli kanıtları
esas alan felsefelerini yermelerinde, Rab ilahın ahmağın
ahmaklığını, akıllının aklına tercih ettiğini
söylemelerinde gözlemleyebiliyoruz.
Bunu şöyle açıklayabiliriz:
Hıristiyan davetçiler mesajlarını sunar-larken akıl ve
kanıtı esas alan düşünce ekollerinin karşısında yer
aldılar. Bunun üzerine söz konusu ekollerin mensupları,
böyle bir şeyi kabul etmeye, daha doğrusu kanıt
açısından sahih bir şekilde algılamaya imkan yoktur,
diyerek onlara karşı çıktılar. Hıristiyan davetçiler de
söylemlerini keşif ve kutsal ruhla dolup taşma üzerine
oturttular. Onlar bu açıdan, tarikatlarının akıl
yolundan ve tarzından ayrı bir yol ve tarz olduğunu
söyleyen cahil tasavvufçulara benzerler.
Bu davetçilerin bir kısmı, "Resullerin
İşleri" kitabında ve tarih kitaplarında belirtildiği
üzere, ruhbanlığı benimseyerek dünyayı dolaşmaya ve
Hıristiyanlık mesajını yaymaya başladılar. Dünyanın
çeşitli bölgelerindeki halk kitleleri de onları olumlu
karşıladılar. Özellikle Roma İmparatorluğu topraklarında
başarılı olmalarının altındaki sır, halk kitlelerinin
mevcut durumdan bezmiş olmalarıydı. Bütün ülkede zulüm
ve haksızlık kol geziyordu. Sıkıcı ve boğucu bir manevi
baskı egemendi. Kölelik yasaları hakimdi. Yöneten ve
yönetilen, amir ve memur sınıflar arasındaki fark bir
uçurum kadardı. Zenginlerin, konfor içinde yüzen
varlıklıların hayatı ile yoksulların, düşkünlerin ve
kölelerin yaşayışları arasında korkunç bir fark vardı.
Hıristiyan davetçileri ise
insanları kardeşliğe, eşitliğe, insanlarla iyi geçinmeye,
dünyayı ve onun sıkıntı verici, fani ve kirli hayatından
yüz çevirmeye, göklerin melekutunda bulunan mutlu ve
berrak hayata yönelmeye çağırıyorlardı. Sırf bundan
dolayı da, yönetici sınıflar, krallar ve kayserler,
onlarla pek ilgilenmiyorlar, onlara eziyet etmeyi,
onların aleyhinde politikalar geliştirmeyi veya onları
ülkelerinden sür-meyi düşünmüyorlardı.
Böylece gösteri yapmadan, kimseyle
kavga etmeden günbegün sayıları artıyordu. Her gün biraz
daha güçleniyorlardı. Nihayet Roma İmparatorluğu'nda,
Afrika'da ve Hindistan gibi ülkelerde büyük bir
ka-labalığa ulaştılar. Bir kilise yapıp kapılarını halka
açtıkları her seferinde bir put evini yıkmış, kapılarına
kilit vurmuş oluyorlardı.
Putperestlik liderlerinin
kendilerine karşı çıkmalarına, temellerini yıkmak
istemelerine, zamanın kralları ve hükümdarlarının,
kendilerine boyun eğmemelerine, hükümlerine ve
yasalarına muhalefet etmelerine de asla itina
etmiyorlardı. Zira aksi takdirde, ortadan kaldırılma,
öldürülme, zindana atılma ve türlü işkencelerden
geçirilme tehlikesiyle karşılaşabilirlerdi; bir kısmı
öldürülür, bir kısmı zindana atılır ve bir kısmı da
sürgün edilirdi.
Bu durum, "Kral Konstantinus"
zamanına kadar devam etti. Nihayet Kral, Hıristiyanlığa
inandı ve bu dine girdiğini açıkça duyurdu. Ondan sonra
Hıristiyanlık, devletin resmi dini haline geldi. Roma'da
ve İmparatorluğa bağlı ülkelerde kiliseler yapıldı. Bu
gelişmeler, Miladi dördüncü yüzyılın son yarısına denk
geliyordu.
O dönemde, Roma Kilisesi
Hıristiyanlığın merkezi haline geldi ve papazları
İmparatorluğa bağlı topraklara göndererek kiliseler,
manastırlar ve İncil'in mesajının öğretildiği okullar
açtırmaya başladı.
Bu arada şunu göz önünde
bulundurmak gerekir ki, Hıristiyan davetçiler, tüm
öğretilerini, tartışmasız kabul ettikleri bazı ilkeler
üzerine oturttular. Böylece, Baba, Oğul, Ruh-ul Kudüs,
çarmıha gerilme ve gü-nahların karşılığı olarak
öldürülme gibi meseleleri tartışma götürmeyen ilkeler
olarak ele alıp, diğer tüm öğretilerini bu temellere
dayandırdılar.
Bu da, onların dinsel öğretilerinin
ilk ve önemli çürük noktasıdır. Çünkü bir duvar ne kadar
düzgün ve sağlam örülürse örülsün, eğer temel çürükse bu
düzgünlük ve sağlamlık ona bir yarar sağlamaz. Kaldı ki,
buna dayalı olarak geliştirdikleri "biri üçleme=teslis",
çarmıha gerilme ve feda olma konuları da akılla
bağdaşmamaktadır.
Nitekim bazı Hıristiyan
araştırmacılar da, "teslis" düşüncesinin akılla
bağdaşmadığını ikrar etmişlerdir; ancak şunu da
eklemeden edememişlerdir: "Bu, dinsel bir meseledir.
Böyle meseleleri kulluk duygusu içinde kabul etmek
gerekir. Ne dinlerde nice akılla bağdaşmayan konular
vardır!"
Oysa bu, çürük bir temelden
hareketle varılan çürük bir çıkarsamadır. Hak bir dinin
akılla bağdaşmayan bir ilkeyi içermesi düşünülebilir mi?
Biz, bir dini aklımızla kabul eder, onun hak din
olduğunu aklımızla belirleriz. Akıl, hak nitelikli bir
inanç sisteminin batıl ve imkansız bir ilkeyi
kapsamasını kabul eder mi? Bu açık bir çelişki değil
midir? Kuşkusuz hak bir din, egemen doğa yasalarıyla
izah edilemeyen, olağanüstü ama mümkün nitelikli
hususları içerebilir; fakat özü itibariyle muhal olan
bir şeyi asla!
Hıristiyan davetçilerin dinsel
öğretiler konusunda tuttukları bu araştırma yöntemi,
düşünürler arasında yoğun tartışmaların ve ihtilafların
baş göstermesine yol açmıştır. Özellikle Roma ve
İskenderiye okullarında, dinsel araştırmaların
yoğunlaşmaya başladığı dönemlerde bu durum ayyuka
çıkmıştır.
Bu nedenle de kilise, söylem
birliğini korumak ve bütünlüğü sağlamak için
denetimlerini her gün biraz daha sıklaştırıyordu.
Papazların, keşişlerin söyledikleri her yeni sözü,
ortaya atılan her bidatı bastır-mak, genel anlayışa
uydurmak için yoğun bir çaba harcıyordu. Kon-siller
düzenliyordu. Bu tür söylemlerle ortaya çıkanları, ikna
olmadıkları takdirde, tekfir ediyor, sürgün ediyor,
aforoz ediyor veya öldürüyordu.
İlk konsil, Arius'un; "Oğul uknumu,
Baba uknumuna eşit değildir. Çünkü Allah kadimdir,
öncesizdir. Mesih ise mahluktur, sonradan var edilmiştir."
demesi üzerine toplanan "İznik Konsili"ydi.
Patrikler, kardinaller ve papazlar
Konstantiniye'de (İstanbul), Kral Konstantinus huzurunda
bir araya geldiler. Üç yüz on üç kişiydiler. So-nunda şu
ortak karara vardılar: "Biz her şeyin maliki, görülen ve
görülmeyen her şeyin yaratıcısı, tek Baba Allah'a ve tek
Allah'ın oğlu tek Oğul İsa Mesih'e inanıyoruz. O, tüm
yaratılanların ilkidir, ama yaratıl-mış değildir. Hak
ilahtan olma hak ilahtır. Alemlerin ve her şeyin düzeni
elinde sağlam bir temele dayanan Baba'nın cevherindendir.
O, bizim için ve bizim kurtuluşumuz için gökten indi,
Ruh-ul Kudüs'ten ayrılarak insan görünümüne girdi ve
Bakire Meryem'den doğdu. Filatus zamanında asıldı ve
gömüldü. Sonra ölümünün üçüncü gününde kalktı, göğe
yükseldi ve babasının sağına oturdu. O, ölüler ve
diriler arasında hükmetmek üzere bir kez daha dönmeye
hazırdır. Aynı şekilde biz, babasından çıkan, hakkın
ruhu, tek Ruh-ul Kudüs'e, günahları bağışlanması için
tek bir vaftize,
tek kutsal Hıristiyan-Katolik cemaate, bedenlerimizin
tekrar kalkacağına
ve sonsuz hayata inanıyoruz."
Bu, ilk konsüldü. Ancak bundan
sonra da birçok konsüller toplandı. Amaç oluşan yeni
mezheplerle bir ilgilerinin olmadığını, onların din dışı
olduğunu vurgulamaktı. Nesturi, Yakubi, Elyani,
Yelyarisi, Makdanosi, Sabalyusi, Nutosi ve Pavlusi
mezhepleri gibi.
Böylece kilise, denetim görevini
aksatmadan yürütüyordu. Davet misyonunu gevşetmiyordu.
Günbegün gücü ve otoritesi artıyordu. Bu durum, Fransa,
İngiltere, Avusturya, Prusya (Almanya), İspanya,
Portekiz, Belçika ve Hollanda gibi Rusya dışında tüm
Avrupa devletlerinin Hıristiyan olmalarına yol açtı.
Rusya ise, Miladi beşinci yüzyılın sonlarında, yâni 496
yılında bu dini benimsedi.
Kilise
günbegün gelişmesine, güçlenmesine devam ederken, kuzey
halkları ve barbar kabileler de Roma'ya saldırıyorlardı.
Savaşlar ve iç karışıklıklar Kayserlerin saltanatını
zayıflatıyordu. Sonunda Romalılar ve galip toplumlar
dini otorite gibi memleket yönetiminin de kiliseye
devredilmesinde birleştiler. Böylece o gün manevi
egemenlikle maddi egemenlik, kilisenin başkanı olan Papa
Gregorius'da birleşti. Tarih, Miladi 590'ı gösteriyordu.
Böylece Roma Kilisesi, Hıristiyanlık dünya-sı üzerinde
mutlak bir egemenliğe sahip oldu.
Fakat İmparatoluk, başkenti Roma
olan Batı Roma Devleti ve başkenti Konstantiniye
(İstanbul) olan Doğu Roma Devleti olmak üzere ikiye
ayrılınca, Doğu Roma Devleti'nin kralları, kendilerini
ülkelerinin dini liderleri olarak da ilan ettiler ve
Roma Kilisesi'ne tâbi olmadılar. Bu, Hıristiyanlığın
Roma Kilisesi'ne bağlı olan Katolikler ve ora-ya bağlı
olmayan Ortodokslar şeklindeki bölünmesinin
başlangıcıydı.
Konstantiniye (İstanbul) kenti
Osman Oğulları'nın eline geçinceye ve Kral Poli Olokos
öldürülünceye kadar bu durum böyle devam etti. O, Doğu
Roma Devleti'nin son kralı ve o günkü kilisenin
keşişiydi. (Ayasofya Kilisesi'nde öldürüldü.)
Ondan sonra Rus çarları, Roma
Kayserleriyle aralarındaki hısımlık dolaysıyla, bu dini
makamın, yâni kilise başkanlığının miras olarak
kendilerine yetiştiğini iddia ettiler. Ruslar Miladi
onuncu yüzyılda Hıristiyan olmuşlardı. Böylece Rus
çarları, Roma Kilisesi'ne bağlanmadan kendi
topraklarının kilise keşişleri de oldular. Tarih, 1454
yılını gösteriyordu.
Bu durum, Çar Nikola'nın
öldürülmesine kadar yaklaşık olarak beş asır devam etti.
Nikola son Rus çarıydı. O ve ailesi 1918 tarihinde
ko-münistler tarafından öldürüldü. Böylece Roma Kilisesi
aşağı yukarı, bölünmeden önceki konumuna gelmiş oldu.
Fakat kilise, yönetimdeki
liderlerinin çabalarıyla ortaçağda insan hayatının tüm
alanlarına müdahale ediyordu. Bu dönemde kilise, gücünün
doruğundaydı. Bu kilise baskısından kurtulmak isteyen
dindarlar kiliseye baş kaldırdılar, onca baskıdan azat
olmak istediler.
Sonuçta bir grup, kilise liderleri
ve papaların hükümlerine tâbi ol-mayı reddetti. Ancak
İncil'in öğretilerine ve konsillerinin çıkarsamalarına,
alimlerinin ve papazlarının üzerinde ittifak ettikleri
hükümlere tâ-bi olmaya devam ettiler. Bunlara
Ortodokslar adı verilir.
Bir diğer grup ise, kesin bir
şekilde Roma Kilisesi'ne tâbi olmaktan vazgeçti. Bunlar
İncil'in öğretisi hususunda da Roma Kilisesi'ne bağlı
değildirler. Roma Kilisesi'nin emirleri de onları
bağlamaz. Bunlara Protestanlar denir.
Böylece bugün Hıristiyanlık dünyası
üçe bölünmüş durumdadır: Katolikler: Bunlar Roma
Kilisesi'ne ve öğretisine tâbidirler. Ortodokslar:
Roma Kilisesi'nin öğretisine tâbidirler, ama kilisenin
kendisine tâbi değildirler. Bu mezhebin oluşumu,
kilisenin bölünmesinden sonradır. Özellikle kilisenin
İstanbul'dan Moskova'ya taşınmasından sonra. (Daha önce
bu hususa değindik.) Protestanlar: Ne kiliseye,
ne de öğretisine tâbi değildirler. Kendilerine özgü
bağımsız bir yolları vardır. Miladi on beşinci yüzyılda
ortaya çıktı.
Yaklaşık olarak yirmi asırdan bu
yana Hıristiyanlık dininin yaşadığı serüvenin özeti
budur. Bu kitabın ana fikrini kavrayanlar, rahatlıkla
bilirler ki, Hıristiyanlık tarihini özetlememizin
gerisindeki amacı şu şekilde sıralamak mümkündür:
Birincisi: Araştırmacılar,
Hıristiyanlığın tarih boyunca yaşadığı gelişmeleri
bilsinler. Miras, sirayet, etkilenme, karışma veya
gelenek yoluyla, inanç sistemlerine girmiş olması
muhtemel olan putperestlik inançları, düşünceleri ve
geleneklerinin farkında olsunlar.
İkincisi: Kilisenin,
özellikle Roma Kilisesi'nin egemenliği, Miladi
ortaçağlarda aşamalı olarak doruğa çıkmıştı. Din ve
dünya işlerinin egemenliği kilisenin elindeydi.
Avrupa'daki tüm krallıklar kiliseye boyun eğiyordu.
İstedikleri kralı azlediyor, istediklerini
atayabiliyorlardı.
Rivayete göre, bir keresinde Papa,
işlediği bir günahtan dolayı bağışlanmak dileğiyle,
günah çıkarmak isteyen Alman İmparatoru'na kış
mevsiminde sarayının kapsında üç gün boyunca yalın ayak
durmasını emretmiştir.
Bir keresinde Papa, dizleri üstünde
gelerek bağışlanmak dileyen kralın tacını tekmelemiştir.
Kilise, Müslümanları bağlılarına
öyle tanıtmıştı ki, İslam'ı bir putperestlik dini olarak
görüyorlardı. Bunu, Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında
uzun yıllar devam eden haçlı savaşları sırasında
Hıristiyanları savaşa teşvik amacıyla söylenen şiirlerde
ve sloganlarda görüyoruz.
Hıristiyanlar, Müslümanları putlara
tapanlar olarak görüyorlardı.
Güya Müslümanların üç tane tanrısı vardı. Bunlar
sırasıyla "Mahom", diğer adlarıyla da "Bafomid" ve "Mahomend"dir.
Bu ilk tanrıdır ve o, "Muhammed"dir. Ondan sonra "İlin"
gelir. Bu da ikinci tanrıdır. Sonra "Tarfacan" gelir. Bu
da üçüncü tanrıdır. Hıristiyanların bazı
açıklamalarından, Müslümanların iki tane daha
tanrılarının olduğuna inandıkları anlaşılıyor. Bunlar, "Martuvan"
ve "Cubin"dir. Ancak bunlar, derece bakımdan sözü edilen
ilk üç tanrıdan sonra gelirler. "Muhammed, çağrısını
kendisinin tanrılığı esasına dayandırmıştır." diyorlardı.
Bazen de; "O, kendisine altından bir put edinmiştir."
diyorlardı.
Richard, Frenkleri Müslümanlara
karşı kışkırtmak için söylediği şiirlerinin birinde
şöyle der: "Kalkın ve Mohomend'i ve Tarfacan'ı devirin.
Tanrınıza yakın olmak için onları ateşe atın."
Roland, Müslümanların Tanrısı "Mahom"u
şöyle betimler: "O, bü-tünüyle altın ve gümüşten
yapılmıştır. Onu görsen, hiçbir sanatkârın, ondan daha
güzel bir şey tasavvur edip de yapmasının mümkün
olmadığını tasdik edersin. İri bir cüssesi, güzel bir
yapısı vardır. Yüzünden ululuk izleri okunur. Altın ve
gümüşten yapılan Mahom'un göz alıcılığı görenlerin
gözlerini kamaştırır. En güzel ve en sağlam sanat
eserlerinden biri olan bir filin üzerine oturtulmuştur.
Karnı boştur. Ona bakan, karnından bir ışık hisseder.
Pahalı ve ışık saçan taşlarla yaldızlanmıştır. Dışarıdan
bakınca içi görülebilecek şekilde şeffaftır. Bir sanat
eseri olarak eşsizdir.
Müslümanlar zora düştükleri
zamanlarda tanrılarının onlara ilham ettiklerine şahit
oldukları için, bir savaşta Müslümanların yenilgiye
uğraması üzerine, komutanları, Müslümanların Mekke'deki
tanrılarını (yâni Hz. Muhammed'i) görmek üzere birini
gönderir. Olaya şahit olanlardan biri şöyle anlatır: "Tanrı
(yâni Hz. Muhammed) bulundukları yere geldi. Etrafını
bağlılarından oluşan büyük bir kalabalık sarmıştı.
Davullar, zurnalar, utlar ve gümüşten yapılma borular
çalıyorlar, şarkılar söyleyip raks ediyorlardı. Sonunda
onu coşku, eğlence ve çığlıklar içinde karargaha
getirdiler. Halifesi onun gelmesini bekliyordu. Onu
görünce, dizlerinin üzerine kalktı ve huzu ve huşu
içinde ona tapmaya başladı."
Richard, yukarıda betimlenen tanrı
"Mahom"un vahyedişini de şu şekilde tasvir eder: "Büyücüler,
bir cini emirleri altına almışlar. Onu sözü edilen putun
içine koymuşlar. Bu cin orada bağırıp çağırır, gürültü
çıkarır, sonra konuşmaya başlar. Müslümanlar onu büyük
bir sessizlik içinde dinlerler."
Buna benzer mesnetsiz yakıştırmalar
haçlı savaşları yıllarında yazılan veya o dönemi anlatan
kitaplarda büyük oranda yer almaktadır. Öyle ki bunları
okuyan bir kimse afallayıp kalır. Okuduklarına inanamaz,
şaşkınlıktan dehşet içinde donakalır. Yapılan naklin
doğru olmayabileceğini düşünür. Çünkü bunlar öyle
iddialardır ki, bir Müslüman ne uyanıkken, ne uykusunda,
ne de uyuklamasında bunlara tanık olmuştur.
Üçüncüsü: Düşünce sahibi
araştırmacılar, Hıristiyanlık çağrısının geçmişten
günümüze kadar geçirdiği evrimin çizgisini somut bir
şekilde algılasınlar; putperestlik inançlarının, nasıl
başlangıçta, Hz. İsa (a.s) hakkında aşırı tasvirlerde
bulunma şeklinde, sonra da "Baba, Oğul, Ruh-ul Kudüs"
üçlemi kalıbında, haça gerilme ve günahlara bedel olma,
bunun gereği olarak da sırf inanmakla yetinip amel
etmekten vazgeçme fikri şeklinde sinsice Hıristiyanlık
çağrısına sirayet ettiğini bilsinler.
Başlangıçta sapma, dini kalıplar
içinde gelişme gösteriyordu. Karşılaştıkları buhranlar
oruç, namaz ve vaftiz gibi ameller vasıtasıyla kilise
tarafından çözüme kavuşturuluyordu. Ancak öte yandan
dinsizlik de her gün biraz daha gelişiyor, güç kazanıyor
ve Hıristiyanlık bütünü içinde çeşitli bölünmeler
oluyordu. Sonunda Protestanlık ortaya çıktı, kanun (uygulanmak
üzere konulan pratik hükümler) ötesi özgürlüğü esas alan
resmi yasalar siyasal kargaşanın yerini aldı. Buna bağlı
olarak da dinsel eğitimin etkisi zayıflıyor, bu yöndeki
çabalar beklenen sonuçları vermiyordu. Sonuçta tam
özgürlüğü doğuran materyalizmin yaygınlaşmasıyla zaman
içinde insani değerler ve ahlakın temelleri çöktü.
Diyalektik materyalizme, fizik
ötesinin, değişmez üstün ahlakın ve dini eylemlerin
inkarına dayalı komünizm ve sosyalizm ideolojileri etkin
olmaya başladı. Manevi insanlık çöktü, yerini yırtıcılık
ve çıkarcılık karışımı materyalist hayvanlık aldı, dünya
hızla o yönde ilerlemeye başladı.
Son zamanlarda dünya çapında etkin
olmaya başlayan dinsel gelişimler ise, politik oyunların
bir tezahüründen başka bir şey değildir. Politikacılar,
siyasal amaçlarına ve arzularına ulaşmak için bu oyunu
tezgahlıyorlar. Çünkü bugün etkin olan politika, her
kapıyı çalmayı, her taşın altına ve her deliğe elini
sokmayı öngörmektedir.
Şikago Le Teran Fakültesi, Dini
İlimler Profesörü Josef Schitler konuya ilişkin olarak
şöyle der: "Amerika'da etkin olmaya başlayan yeni dinsel
uyanış, dinin çağdaş uygar yaşama uyarlanmasından ve
çağdaş medeniyetin din karşıtı olmadığının
kanıtlanmasından başka bir şey değildir. Bunun büyük bir
tehlikesi vardır, o da şudur: İnsanların büyük çoğunluğu,
çağdaş uygarlığın verilerine inandıkları halde dindar
olduklarını sanırlar. Böylece bir gün ortaya çıkabilecek
gerçek bir dinî çağrıya teveccüh etmez, ona katılma
gereğini duymazlar."
Amerika'da Rus Ortodoksluğunun en
büyük savunucularından biri olan Florovski der ki: "Amerika'daki
dinsel eğitim, toplumun gönlünü hoş tutmaktan başka bir
anlam ifade etmiyor. Çünkü eğer gerçek bir dinsel uyanış
olsaydı, derin ve pratik öğretilere dayanıyor olması
gerekirdi."
Din kervanının nereden yola
çıktığına ve nerede konakladığına ba-kın! Çağrı, dini (akideyi),
ahlakı (güzel huyları) ve şeriatı (pratik amel-leri)
ihya etmek adına başlamıştı, gelip dayandığı son nokta,
bu saydıklarımın tümünün geçersiz kılınması ve yerini
hayvani yaşantının alması oldu.
Bu durum, "Kıddis" ve "Havari"
dedikleri Pavlus ve destekçilerinin eliyle gerçekleşen
ilk sapmanın gelişiminin sonucundan başka bir şey
değildir. Bugün bütün dünyanın insanlığı yok oluşla
tehdit ettiğini haykırdığı çağdaş uygarlık, "Pavlus
Uygarlığı" olarak tanımlansa yeridir. "Çağdaş uygarlığın
önderi, bayraktarı İsa'dır." iddiasındansa, "Pav-lus
Uygarlığı" nitelemesi daha gerçekçidir.
-
a.g.e.
-
a.g.e.
-
Buradan başlamak üzere bölümün sonuna kadarki kısım,
Henry De Castry'-nin "İslam Dini" adlı kitabının
tercümesinden (Birinci Bölüm) nakledilmiştir.
|