Yahudi tarihi, insan türünün ömrünün
yaklaşık yedi bin yıldan faz-la olmadığını kaydediyor.
Aklî değerlendirmeler de bu görüşü destekliyor. Çünkü, bu
türün bir erkeği ile bir dişisini (bir çiftini) ele
alırsak ki, bu çift ortalama bir ömür sürmüş olsun; normal
vücut yapısına sahip olsunlar; güvenlik, rahatlık ve refah
gibi faktörleri de ortalama olarak düşünelim; insan
hayatında etkili olan diğer faktörlerin ve şartların
uygunluk derecesini de ortalama olarak kabul edelim; sonra
bu çiftin evlendiğini ve uygun ortalama ortamda çocuk
dünyaya getirdiğini farz edelim; sonra bu sürecin erkek ve
kız çocuklarında da devam ettiğini ve bütün kuşaklarda
aynı ortalama durumun geçerli kaldığını farz edelim; bu
faraziyelerin ışığında yapılacak hesaplarda bir çiftin bir
yüzyılda bin kişiden çok çoğaldığını, yani bir kişinin
yaklaşık beş yüz kişi arttığını buluruz.
Arkasından insanın karşılaştığı,
varlığına zıt faktörleri ele alalım. İnsan türünün
geneline zarar veren sıcaklık, soğukluk, sel, deprem,
kuraklık, veba, kolera, toprak kayması, yıkım ve acı
savaşlar gibi ve yine genele yaygın olmayan musibetleri
göz önüne alalım. Bu belâlara bu türden alıp götürecekleri
payı fazlası ile verelim. Hatta çok fazla boyutlarda
düşünüp bin kişiden dokuz yüz doksan dokuz kişinin bu
afetlerde kayba uğradığını düşünürsek, yüz yıl boyunca bin
kişiden sadece bir kişinin kaldığı sonucuna varırız. Yani
üreme faktörü her yüz yılda iki kişiye sadece bir kişi
ekleyebiliyor. Bu da binde birlik bir nüfus artışı
demektir. Sonra ilk bulduğumuz bu farazi sayıyı bu oranla
yedi bin yıla (yetmiş yüzyıla) yaydığımızda iki buçuk
milyar tutarında bir rakam elde ederiz. Bu da milletler
arası istatistiklerine göre günümüzün dünya nüfusuna
denktir.
Bu aklî değerlendirmeler, insanın
dünyadaki ömrüne ilişkin görüşü teyit ediyor. Fakat
jeoloji bilginleri insanın yeryüzündeki ömrünün
milyonlarca yıldan fazla olduğunu söylüyorlar. Onlar beş
yüz yıl öncesine ait olduğunu söyledikleri insan fosilleri,
insan cesetleri ve kalıntılar bulmuşlardır. Bu onların
görüşüdür. Fakat fosilleri bulunan eski milletler ile bu
neslin ataları arasında kesintisiz bir bağlantının
olduğuna dair insanı tatmin edici ve inandırıcı deliller
gösteremiyorlar. Çünkü, insan türü yeryüzünde belirmiş,
çoğalmış, yaşamış, sonra toptan yok olmuş, sonra tekrar
ortaya çıkıp arkasından yok olmuş ve bu süreç bir kaç
dönem tekrarlanmış ve bizim neslimiz bu dönemlerin
sonuncusu olmuş olabilir.
Kur'an-ı Kerim, insan türünün ortaya
çıkışının bizim şu dönemimizle mi sınırlı olduğu, yoksa
bizim sonuncusunu oluşturduğumuz başka dönemlerin yaşanıp
yaşanmadığı hususuna net bir açıklama getirmiyor. Gerçi
aşağıdaki ayetten insanlığın şimdikinden önce başka bir
dönem geçirdiği yönünde bir izlenim edinilebilir. Yüce
Allah şöyle buyuruyor:
"Hani Rabbin,
meleklere 'ben yeryüzünde bir halife yara-tacağım' demişti.
Melekler 'Ya Rabbi, sen yeryüzünde kargaşa çıkaracak, kan
dökecek birini mi yaratacaksın..." (Bakara, 30)
Bu ayetin tefsiri sırasında bu noktaya işaret edilmişti.
Evet; Ehl-i Beyt İmamlarından gelen
bazı rivayetlerde, insanlığın şimdiki döneminden önce
başka dönemler geçirdiğini ispat eden sözler vardır.
Ayetlerin hadisler ışığında incelenmesi bölümünde, bu
hususa değineceğiz.
şimdiki kuşak, hz. âdem
ve eşi
Şöyle denilmiştir: Bilindiği gibi,
insanlar deri rengi bakımından dört ana guruba ayrılırlar.
Asya'daki ve Avrupa'daki ılıman iklimli yörelerin
insanları beyaz, güney Afrika yöresinin insanları siyah,
Çin'de ve Japonya'da yaşayan insanların renkleri sarı ve
Amerika'da yaşayan Hinduların deri rengi kızıldır. Bu deri
renginde görülen farklılık, her rengi taşıyan insan
neslinin öbür rengi taşıyan insan neslinden farklı bir
kaynağa dayanmasını gerektirir. Çünkü deri rengi
farklılığı beraberinde kan yapısı farklığını taşır. Buna
göre bütün insan fertlerinin kaynağını, dört renk için
dört kaynak hesabı ile dört erkek ve eşten aşağıya
düşürmek mümkün değildir. [Demek ki şimdiki kuşak, Hz.
Âdem ve eşi olmak üzere iki kişiye dayandırılamaz.]
Bu görüş şöyle bir delille
savunulabilir: Bilindiği gibi Amerikan kıtası
keşfedildiğinde boş değildi, orada insanlar yaşıyorlardı.
Bu insanlar doğu yarım küresinde yaşayan insanlardan
kopuktu. Aralarında öyle büyük bir uzaklık vardı ki, bu
uzaklığa rağmen bu iki insan neslinin aynı ana-babadan
gelmede birleşmeleri ihtimali yoktur.
Fakat görüldüğü gibi bu iki delilin
her ikisi de sakattır. Önce, deri rengi farklılığı ile kan
yapısı farklılığı meydana geleceği iddiasını ele alalım.
Günümüzün biyolojik araştırmaları canlı türlerinde
tekâmülün geçerli olduğu faraziyesine dayanır. Bu
faraziyeden hareket edilirse, kan yapısı ve bunun
getirdiği deri rengi farklılığının bu türde tekâmül
meydana gelmiş olmasına dayandırılmamasına nasıl
güvenilebilir? Oysa biyoloji bilginleri at, koyun, fil
gibi çok sayıda canlıda tekâmüller olduğunu kesin bir
dille ileri sürmüşlerdir. İncelemeler ve çok sayıda
jeolojik kalıntılar üzerinde yapılan araştırmalar bu
tekâmül gerçeğini ortaya koyuyor. Üstelik günümüzde ilim
adamları bu farklılığı o kadar önemli görmüyorlar.
İnsanların okyanuslar ötesinde
bulunmalarına gelince, tabiat bilginlerinin söylediklerine
göre insanın yeryüzündeki ömrü milyonlarca yılı aşkındır.
Oysa tarihin kaydettiği insan ömrü altı bin yılı geçmez.
Böyle olunca tarihten önce Amerika kıtasını diğer
kıtalardan koparan birtakım jeolojik olaylar meydana
gelmiş olamaz mı? Zaten birçok jeolojik kalıntılar
yüzyılların geçmesi ile yer yüzeyinde önemli değişmelerin
meydana geldiğini gösteriyor. Meselâ denizler karalara,
dağlar ovalara dönüştüğü gibi bunların tersleri de
olmuştur. Bunlardan daha önemli olarak yerküresinin iki
kutbu ile coğrafi alanlarda değişmeler görülmüştür.
Jeoloji, astronomi ve coğrafya bilginleri bu değişmeleri
açıklıyorlar. Bu durumda bu savunmayı yapanların bu
söylenenleri ihtimal dışı görmekten başka hiçbir
dayanakları kalmıyor. Buna iyice dikkat edilmelidir.
Kur'an'a gelince, nass [yani tevile
ihtimali olmayan] denecek derecede olan zahirî anlamından
anlaşıldığına göre, şimdi görülen insan nesli bir kadın
ile bir erkeğe varıp dayanır. Bu çift bütün insan
fertlerinin ana-babasıdır. Babayı yüce Allah Kur'an'da
Âdem diye adlandırmıştır. Ama eşinin Kur'an'da adı
geçmiyor. Fakat eldeki Tevrat'ta olduğu gibi, rivayetler
onu Havva adı ile anıyorlar. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"...Allah insanı
başlangıçta çamurdan yarattı. Sonra onun soyunu bayağı bir
sıvıdan var etti." (Secde, 8)
"Allah katında İsa'nın
örneği Âdem'in örneği gibidir. O onu topraktan yarattı,
sonra 'ol' dedi, o da oluverdi." (Âl-i İmrân,
59) "Hani Rabbin
meleklere 'ben yeryüzünde bir halife yaratacağım' dedi.
Melekler 'Ya Rabbi, sen yeryüzünde kargaşa çıkaracak, kan
dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek
tesbih ve takdis ediyoruz' dediler. Allah meleklere 'Ben
sizin bilmediklerinizi bilirim' dedi. Allah, Âdem'e bütün
isimleri öğretti..." (Bakara, 30-31)
"Hani Rabbin meleklere
'Ben çamurdan bir insan yaratacağım. Ona biçim verip
kendisine ruhumdan bir soluk üflediğimde onun için secdeye
kapanın' dedi..." (Sâd, 71-72)
Görüldüğü gibi bu ayetler, yüce
Allah'ın yasası, bu insan neslinin devam etmesi için
meniyi sebep kıldığına ama onun ilk ortaya çıkışının
topraktan yaratılması biçiminde gerçekleştiğine şahitlik
ediyor. Ayrıca bu ayetlere göre Hz. Âdem topraktan
yaratıldı ve insanlar onun evlâtlarıdır. Ayetlerin açık
anlamlarına göre insan neslinin Hz. Âdem ile eşine
dayandığı şüphesizdir. Ama bu gerçek, yoruma ve tevile
kapalı değildir.
Kimi zaman şöyle deniyor: Hilkat ve
secde ayetlerinde sözü geçen Âdem'den maksat bir şahıs
olarak Âdem değil, türün sembolü olarak Âdem'dir. Mutlak
insan, yaratılışının toprağa dayanması, üreme ve doğurma
sürecini gerçekleştirmesi bakımından Âdem olarak
adlandırılmış gibidir. Bu durum, yüce Allah'ın şu sözünden
de anlaşılabilir: "Biz
sizi yarattık. Sonra size şekil verdik. Sonra da meleklere
'Âdem'e secde edin' dedik." (A'râf, 11) Bu ayet,
meleklere, Allah tarafından yaratılarak, biçim verilerek
hazırlanan varlığa secde etmeleri emredildiğine yönelik
bir işaret sayılabilir. Ayette anlatıldığına göre bu
varlık belirli bir insan, bir şahıs değil, bütün insan
fertleridir. Çünkü
"Sizi yarattık, sonra biçimlendirdik"
buyuruluyor. Aşağıdaki ayet de böyledir:
"Allah, ey İblis, iki
elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir?...
İblis, 'ben ondan üstünüm, beni ateşten, onu ise çamurdan
yarattın' dedi... İblis 'senin izzet ve şerefine yemin
ederim ki, onların tümünü yoldan çıkaracağım. Yalnız
onlardan ihlâslı kılınan kulların hariç." (Sâd,
83) Görülüyor ki, Âdem'den ilk başta tekil olarak söz
edilmişken sonra bu ifade çoğula dönüştürüldü.
Bu iddia, naklettiğimiz ayetlerin
zahiri anlamlarına ters olmasına ek olarak şu ayetin zahir
anlamı ile de reddediliyor. Yüce Allah, Âdem ile ilgili
hikâyeyi, meleklerin secde etmesini ve İblis'in secde
etmeyi reddetmesini anlattıktan sonra şöyle buyuruyor:
"Ey Âdemoğulları,
şeytan ana-babanızı ayıp yerlerini kendilerine göstermek
için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizleri
de aldatmasın." (A'râf, 27) Ayette Hz. Âdem'den
şahıs olarak söz edildiğinin açık olduğu hususunda hiç
şüphe edilmemelidir.
Şu ayet de bu niteliktedir:
"Hani biz meleklere 'Âdem'e
secde edin' dedik. Hepsi secde etti. Yalnız İblis emrimize
karşı geldi ve 'ben çamurdan yarattığın bir varlığa hiç
secde eder miyim?' dedi. İblis dedi ki, 'Benden üstün
tuttuğun şu varlığı görüyor musun? Eğer bana kıyamet
gününe kadar mühlet verirsen onun soyunu, pek az bir
bölümü dışında, avucumun içine alıp mahvederim."
(İsrâ, 63) Şimdi inceleme konumuz olan şu ayet de aynı
niteliktedir: "Ey
insanlar, Rabbinizden korkup-sakının ki O, sizi tek bir
nefisten yarattı, ondan eşini de yarattı ve ikisinden
birçok erkek ve kadın türetip-yaydı. Onun hatırına
birbirinizden bir şey istediğiniz Allah'tan ve akrabaların
haklarını çiğnemekten sakının. Allah, şüphesiz sizin
üzerinizde gözetleyicidir."
Ayeti
yorumlarken bu hususu açıklamıştık.
Görüldüğü gibi bu ayetler insana bir
anlamda Âdem ve başka bir anlamda da Âdemin çocukları
demekten uzak oldukları gibi yaratılmayı bir açıdan
toprağa ve başka bir açıdan da meniye nispet etmekten de
uzaktırlar. Özellikle şu ayette bu gerçek açıktır:
"Allah katında
İsa-'nın örneği, Âdem'in örneği gibidir. Allah onu
topraktan yarattı, sonra 'ol' dedi, o da oluverdi..."
(Âl-i İmrân, 59) Aksi hâlde bu ayetin Hz. İsa'nın
yaratılışının, normal uygulama ile çelişen bir istisna
olduğuna delil gösterilmesi yerinde olmaz. "Âdem türsel
bir semboldür" demek tefrittir. Bu tefritin karşılığı olan
ifrat ise, "Tek Âdem'den daha çok Âdem yaratıldı." demenin
küfür olduğunu söylemektir ki, bu görüşü Sünnî alimlerden
Zeynularab ileri sürmüştür.
İNSANın bağımsız bir tür
olması, tekâmül yoluyla ayrı
türden
oluşmaması üzerine
Yukarıda okuduğumuz ayetler, bu
konuya yeteri derecede cevap vermektedir. Çünkü bu ayetler
meni aracılığı ile üremiş mevcut insan neslinin Hz. Âdem
ile eşine dayandığını, Hz. Âdem ile eşinin ise topraktan
yaratıldıklarını açıklıyor. Buna göre insanlık Hz. Âdem ve
eşine dayanırken onların dayandıkları bir benzerleri veya
hemcinsleri yoktur. Onlar orijinal olarak var
edilmişlerdir. İnsan
varoluşuna ilişkin araştırma yapanlar arasında şimdi şu
görüş yaygındır: İlk insan tekâmül yolu ile insan olmuş
bir ferttir. Bu faraziye herkes tarafından kabul edilmiş
son söz olmamakla ve ilim adamlarının ilgili kitaplarda bu
nazariyeye birçok yönü ile itiraz etmiş olmalarına rağmen
faraziyenin aslını oluşturan "insan, evrim yolu ile insan
olmuş bir hayvandır." nazariyesi, araştırmacıların kabul
ettikleri ve insan varoluşuna ilişkin incelemelerin
hareket noktası sayılan bir görüştür.
Bu araştırmacılar faraziyelerini
şöyle açıklıyorlar: Gezegenlerden biri olan yerküre,
güneşten kopmuş bir parçadır. Önceleri sürekli alev saçan
ve eriyen bir kitle iken zamanla dış faktörlerin etkisi
ile soğumaya yüz tuttu. O sıralar bol yağmurlar alıyor,
üzerinde seller akıyor, yüzeyinde denizler, okyanuslar
oluşuyordu. Sonra üzerinde birtakım su ve toprak kaynaklı
bileşimler oluştu. Bu bileşimlerden su bitkileri meydana
geldi. Bu bitkilerin tekâmül etmeleri ve hayat kırıntıları
içermeleri yolu ile önce balıklar ve diğer suda yaşayan
hayvanlar, arkasından hem suda hem karada yaşayan uçan
balıklar, onların arkasından karada yaşayan hayvanlar,
sonra da insan meydana geldi. Bütün bunlar toprak
bileşiminin geçirdiği tekâmülle oluştu. Her aşamadaki
bileşimin tekâmülü kendi biçimi içinde bir sonraki aşamaya
dönüştü. Böylece bitkiden suda yaşayan hayvana, ondan hem
suda hem karada yaşayan hayvana, ondan karada yaşayan
hayvana, sonra da insana geçildi. Tekâmül süreci bu sırayı
izledi. Bu hususa iyice dikkat edilmelidir.
Bütün bunların delili bu varlıkların yapılarında görülen
düzenli kemal, basitten mükemmele doğru aşamalı olarak
seyreden düzenli geliş-me ile bazı ayrıntılarda deneyler
yolu ile gözlemlenen tekâmüldür. Bu nazariyenin ortaya
atılmasının sebebi, söz konusu türlerde beliren
özellikleri ve etkileri gerekçelendirmek, açıklamaktır.
Ama özellikle bu fara-ziyeyi ispat eden ve onun dışındaki
görüşleri reddeden deliller gösterilememiştir.
Üstelik bu türleri
birbirinden farklı, aralarında tekâmül bağlantısı olmayan
varlıklar olarak kabul etmek ve tekâmülün bu varlıkların
kendilerinde değil, durumlarında geçerli olduğunu düşünmek
de mümkündür. Zaten deneylere konu olan da söz konusu
türlerin çeşitli durum-larıdır. Nitekim bu türlerin hiçbir
ferdinin başka bir türün ferdine dönüş-tüğünü,
Meselâ bir maymunun
insan olduğunu gösteren hiçbir deney, hiçbir yaşanmış
tecrübe yoktur. Sadece bu türlerin bazılarında özellikleri,
gerekleri ve
arazları alanında tekâmül olduğunu kanıtlayan deneyler
vardır.
Bu incelemeyi derinleştirmek için
başka bir fırsata ihtiyaç vardır. Buradaki maksadımız,
araştırmacıların bazı ilgili meseleleri açıklayabilmek
için bu faraziyeyi ortaya attıklarına ve bunu kesin bir
delile bağlayamadıklarına işaret etmektir. Buna göre
insanın diğer türlerden bağımsız ve ayrı bir tür olduğu
yolundaki Kur'an'ın işaret ettiği gerçek hiçbir bilimsel
bulgu ile çatışmalı değildir.
İKİNCİ KUŞAK İNSANIN
ÜREMESİ
İnsanın ilk kuşağı olan Hz. Âdem ile
eşi evlenme yolu ile insan üremesini başlatarak oğullar ve
kızlar (erkek ve kız kardeşler) dünyaya getirdiler. Bu
kardeşler aralarında evlenerek mi, yoksa başka bir yolla
mı ürediler?
"Ve
ikisinden birçok erkek ve kadın türetip-yaydı."
ifadesinin zahirî anlamı yukarıda yapılan
açıklamasında görüldüğü üzere mevcut insan neslinin Hz.
Âdem ile eşine dayandığını, bu konuda bu çifte erkek veya
dişi hiçbir varlığın katkısı olmadığını belirtmektedir.
Kur'an-ı Kerim üreyip yeryüzüne dağılma eyleminde bu
çiftten başkasının rol aldığına değinmiyor. Eğer bu
süreçte bu çiftten başka bir canlının katkısı olsaydı,
Kur'an-ı Kerim "İkisinden ve başkalarından türetip-yaydı."
der veya duruma uygun düşecek başka bir ifade kullanırdı.
İnsan üremesinin başlangıcını sadece Hz. Âdem'e ve eşine
hasretmenin, onların oğulları ile kızları arasında
evliliklerin meydana gelmesini gerektirdiği bilinen bir
gerçektir.
Kardeşlerin birbirleri ile
evlenmelerine ilişkin İslâm'da varolan ve bize gelen
bilgilere göre eski şeriatlerde de mevcut olan yasak hükme
gelince, bu hüküm maslahat ve zarara bağlı bir teşriî
hükümdür, yoksa değişmesi mümkün olmayan bir tekvinî hüküm
değildir. Bu konuda dizginler yüce Allah'ın elindedir. O
istediğini yapar ve dilediği hükmü verir. Zaruret gereği
ile bir gün bu uygulamayı serbest ilan ederken başka bir
gün ihtiyaç kalmadığı ve toplumda fuhşun yayılmasına yol
açtığı gerekçesi ile onu yasaklayabilir.
Bazıları bu uygulamanın insan fıtratı
ile ve Allah'ın peygamberlerine ilettiği fıtrî dinin
hükümleri ile bağdaşmayacağını ileri sürüyorlar. Yüce
Allah, insanlar için ortaya koyduğu dinin fıtrata
uygunluğunu şöyle anlatıyor:
"Ey Muhammed, Allah'ı
bir bilici olarak yüzünü doğruca dine çevir. Allah'ın
yaratma kanununa uygun olarak dine dön ki, O insanları ona
göre yarattı. Allah'ın yaratması değiştirilemez. İşte
doğru din budur."
(Rum, 30) Söz konusu uygulamanın fıtrata aykırı olduğu
yolundaki görüş dayanaksız ve geçersizdir. Çünkü insan
fıtratı bu uygulamayı yani kardeşlerin birbirleri ile
cinsel ilişki kurmaları uygulamasını sırf tiksindirici
bulduğu için reddedip yerine başka tür bir uygulama
önermiyor. Fıtratın onu reddetmesi, onu nefretle
karşılamasının asıl gerekçesi bu uygulama yüzünden
toplumda fuhşun ve ahlâksızlığın yayılması, iffet
içgüdüsünün etkisini yitirip ortadan kalkmasıdır. Hep
biliyoruz ki, bu tür cinsel ilişkiye günümüz toplumlarında
ah-lâksızlık ve fuhuş düşkünlüğü damgası vurmak uygundur.
Ama yüce Allah'ın
yaratma kanununun gereği olarak sadece erkek ve kız
kardeşlerin varolduğu ve yüce Allah'ın bunların çoğalıp
yeryüzüne dağılmalarını dilediği o günün toplumuna böyle
bir damga vurmak uygun değildir.
İnsan fıtratının söz konusu
uygulamayı içgüdüsel bir tiksinti ile reddetmediğinin
delili şudur: Bu uygulama tarihin anlattığına göre
yüzyıllarca Mecusiler arasında geçerli olmuş,
anlatıldığına göre Rusya'da yasal bir hâl almış ve batıda
yasal evlilik dışı ve kanuna dayalı olmayan bir ilişki
biçimi olarak günden güne yayılmaya başlamıştır.
Şöyle denilebilir: Bu uygulama
tabiat kanunlarına terstir. Bu kanunlar, insanın kendini
mutlu etmek için toplum oluşturduğu günlerin öncesinde
geçerli olmuş doğal kurallardır. Çünkü aile içinde
kardeşler arasında geçerli olan kaynaşma ve sıkı yakınlık
biçimi, onların arasında aşk duygularının ve cinsel ilişki
kurma arzusunun yeşermesine engel olur. Buna ünlü bir
hukuk bilgini olan Fransız Montesqıu "Kanunların Ruhu"
adlı eserinde değinmiştir.
Cevabım şudur: Bir defa bu
görüş, az önce açıkladığımız üzere, doğru değildir. İkinci
olarak bu görüş, sadece bu uygulamaya zorunlu olarak
ihtiyaç duyulmadığı durumlarda geçerlidir ve doğal olmayan
mevzu kanunların korunması gerekli olan toplumsal
maslahatı koruya-madığı ve toplumda yaşayan fertlerin
mutluluğunu sağlayamadığı durumlara mahsustur. Yoksa
günümüzün hayatında uygulanan kanunların ve geçerli olan
prensiplerin çoğunluğu doğal değil, toplumun
ihtiyaçlarının ürünü olan mevzu kanunlardır.
|