Hiç şüphesiz Kur'an-ı Kerim, hidayeti yüce Allah'a mahsus
sayar. Yalnız Kur'an'daki hidayet, ahiret ve dünya
mutluluğuna ulaştıran ihtiyarî hidayetten ibaret değildir.
Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Rabbi-miz, her şeye
kendi (özel) yaratılışını veren, sonra da onu (o
doğrultuda) hidayet eden Allah'tır."(Tâhâ, 50)
Görüldüğü gibi yüce Allah
hidayete bilinçli, akıllı olan ve olmayan her varlığı
kapsayacak biçimde genel bir anlam veriyor. Ayrıca amaç
bakımından da hidayeti mutlak sayıyor. O başka bir ayette
şöyle buyuruyor:
"O, yaratıp düzene koyandır. O, takdir edip hidayet
edendir." (A'lâ, 2-3)
Bu ayet de daha önceki ayet
gibi mutlaktır. Bundan anlaşılıyor ki bu hidayet, dalâlete
düşürmenin karşıtı olan özel hidayetten başkadır. Çünkü
yüce Allah hidayetin bu türünün bazı kesimler için söz
konusu olmadığını, onun yerine dalâletin geçtiğini
belirtiyor. Oysa hiçbir varlığı genel anlamlı hidayetin
kapsamı dışına çıkarmıyor. Şöyle buyuruyor:
"Allah zalim toplumu
hidayete erdirmez." (Cum'a, 5)
"Allah fasık toplumu hidayete erdirmez."
(Saf, 5) Bu anlamda
çok sayıda ayet vardır.
Yine ortaya çıkıyor ki söz
konusu hidayet, mümin kâfir bütün insanlara yol gösterme
anlamına gelen hidayetten de başkadır. Yüce Allah'ın şu
ayetlerde buyurduğu gibi:
"Gerçekten biz ona
yolu gösterdik. Artık ya şükreder veya nankör olur."
(İnsan, 3)
"Semud
oğullarına gelince, biz onlara doğru yolu gösterdik. Fakat
onlar körlüğü doğru yola tercih ettiler." (Fussilet,
17) Bu iki ayette ve
benzerlerinde söz konusu edilen hidayet sadece bilinç ve
akıl sahibi canlıları kapsar. Daha önce söylediklerimizden
anlaşılmış olmalıdır ki,
"sonra da onu (o
doğrultuda) hidayet eden Allah'tır." ve
"O, takdir edip
hidayet edendir." ifadelerindeki hidayet, hem
kapsam, hem de amaç bakımından geneldir. Üstelik bu
ayetlerin ikincisinde hidayet, takdirin sonucu olarak
alınıyor. Bir şeyi yaratılış gayesine yönlendirecek
sebepleri ve gerekçeleri hazırlamak anlamını taşıyan
takdir ise, özel hidayet ile bağdaşmaz. Her ne kadar
hidayetin bu türü de evrendeki genel düzen açısından
takdir alanının içinde ise de bu bakış o bakıştan
farklıdır. Bunu iyi anlamak gerekir.
Her ne ise; bu genel hidayet,
yüce Allah'ın her şeyi varlığının kemaline iletmesi, onu
yaratılış gayesine erdirmesidir. Bu hidayet, söz konusu
şeyin varolma, gelişme, fiiller ve hareketler gibi özünün
(zatının) varlığını sürdürmesi için gerekli olan şeylerin
tümüne yönelik eğilimin itici faktörüdür. Bu sözlerin daha
uzun bir devamı vardır. Eğer Allah muvaffak ederse,
ileride bu açıklamayı genişleteceğiz.
Maksat şudur: Yüce Allah'ın
bu konudaki sözleri gösteriyor ki, bütün nesneler genel
ilâhî hidayetle gayelerine ve ecellerine (son noktalarına)
sevk edilirler. Hiçbir nesne (şey) bu kuralın dışında
değildir. Sözünden cayması söz konusu olmayan yüce Allah,
bu hidayeti kendine borç kabul etmiştir. Nitekim O şöyle
buyuruyor: "Gerçekten
hidayet bizim uhdemizdedir ve gerçekten ahiret ve dünya
bize aittir." (Leyl, 12-13)
Görüldüğü gibi, daha önceki
iki ayetin anlamlarına ek anlam katma niteliğindeki bu
ayet, mutlak ifadesi ile, hem toplumlara yönelik içtimaî
hidayeti ve hem ferdî hidayeti kapsamına alır.
Nesnelerin Allah üzerindeki
haklarından biri, onları oluşum bakımından kendileri için
takdir edilmiş olan kemale doğru hidayet etmenin yanı sıra
onları teşriî kemale doğru da hidayet etmektir. Teşriin (yasa
koymanın) tekvinin kapsamına nasıl girdiğini, kaza ve
kaderin onu nasıl içerdiğini daha önce yaptığımız nübüvvet
hakkındaki açıklamalarımızdan biliyorsunuz. Bilindiği gibi
insan türünün sahip olduğu varoluş çeşidi, ancak bir dizi
iradi ve ihtiyarî fiiller dizisi ile tamamlanır. Bu iradi
ve ihtiyarî fiiller, ancak birtakım nazari ve pratik
inançlardan meydana gelebilir. Buna göre insanın birtakım
kanunlar altında yaşaması kaçınılmaz bir gerekliliktir. Bu
kanunlar ister hak, is-ter batıl, ister iyi, ister kötü
olsun. Böyle olunca insan oluşumunu sevk ve idare eden
yüce Allah'ın, onun için, adına şeriat dediğimiz birtakım
emirler ve yasaklar dizisi, bunun yanı sıra soysal ve
bireysel olaylar dizisi hazırlaması gerekir. İnsan,
bunlarla karşılaşması sonucunda potansiyelindeki yetenek
ve imkânları fiiliyata çıkarır. Bunun sonucunda ya mutlu
veya bedbaht olur ve dolayısıyla varoluşunda saklı olan ne
varsa meydana çıkar. İşte o zaman bu olaylara ve teşriî
kurallara imtihan ve deneyden geçme ismi uygun düşer.
Bunu şöyle açıklayabiliriz:
İlâhî çağrıya uymayarak kendisi için bedbahtlığı gerekli
kılan kimse, eğer bu tutumu sürdürürse, azap hükmünü kendi
aleyhinde kesinleştirmiş olur. O zaman ilâhî emir ve
yasaklarla ilgili olarak karşılaştığı ve potansiyeli
fiiliyata çıkaran bütün olaylar, o kimse için yeni bir
bedbahtlık pratiği gerçeği ortaya çıkarır. Gerçi aynı
zamanda adam içinde bulunduğu durumdan hoşnut da olabilir,
karşısında çıkan durumdan gurur da duyabilir; ama bu
gerçekte ilâhî tuzaktan başka bir şey değildir. Çünkü bu
durumda yüce Allah, insanların kendileri için mutluluk
sandıkları şeyler ile onları bedbaht etmekte ve kendileri
için başarı saydıkları şeylerde onların emeklerini boşa
çıkarmaktadır.
Nitekim yüce Allah şöyle
buyuruyor: "Tuzak
kurdular, Allah da (buna karşılık) bir tuzak kurdu. Allah,
tuzak kuranların en iyisidir."
(Âl-i İmrân, 54)
"Kötü
tuzak, ancak sahiplerini kuşatır." (Fâtır, 43)
"Onlar
orada tuzak kurarlar. Fakat aslında sadece kendilerine
tuzak kurarlar da farkında olmazlar."
(En'âm, 123)
"Ayetlerimizi
yalan sayanları hiç farkına varmayacakları biçimde yavaş
yavaş kötü akıbetlerine yaklaştırırız ve onlara mühlet
veririm. Benim tuzağım oldukça sağlamdır."
(A'râf, 182-183)
Bu nedenle cahil ve mağrur kimse Allah'a karşı gelmek,
O'nun buyruklarını dinlememek suretiyle O'nun, kendisinden
irade ettiği şeyin önüne geçtiğini sanarak pohpohlanabilir.
Fakat aslında o, Allah'ın irade ettiği şeyde kendi
aleyhinde O'na yardımcı oluyor da farkında değildir. Yüce
Allah şöyle buyuruyor:
"Yoksa o kötülükleri
yapanlar bizi geçeceklerini mi sandılar? Ne kötü bir
yargıda bulunuyorlar!" (Ankebut, 4)
Bu konuda ayetlerin en
hayret vericilerinden biri, şu ayettir:
"Bütün tuzaklar
Allah'a aittir." (Ra'd, 42)
Buna göre bu adamların dinî
görevleri ile ilgili gösterdikleri bütün hileler, karşı
çıkmalar, zulümler ve haddi aşmalar, yine kalplerinde
sakladıkları kötü duyguların meydana çıkmasını sağlayan
karşılaştıkları bütün olaylar ve nefsanî arzularının
kendilerini sürüklediği bütün durumlar, bir tuzak, bir
mühlet verme ve onları yavaş yavaş kötü akıbetlerine
yaklaştırmadır. Çünkü onları durumlarının akıbeti ve
sonuna doğru hidayet etmek (iletmek), kendilerinin yüce
Allah üzerindeki haklarıdır. Allah da bunu yapıyor. O
hâlde "Allah
işlerinde sürekli galiptir." (Yûsuf, 21)
Bu işler şeytana isnat edildiğinde
ise, küfrün ve günahların türleri şeytanın o adamlara
yönelik azdırması olur. Bu kötülüklere meyletmek ise,
şeytanın çağrısı, vesvesesi, dürtüsü, işareti ve
şaşırtması olur. Bu kötülüklere yol açan olaylar ve bu tür
olayların işlevini gören şeyler de, şeytanın süsleri,
araçları, ipleri ve ağları olur. İnşallah A'râf Suresinde
bunların açıklaması gelecektir.
Buna karşılık, kalbinde
imanın kökleştiği müminin ortaya koyduğu ibadetler, iyi
davranışlar ve bu tür iyiliklerinin ortaya çıkmasını
sağlayan karşılaştığı olaylar da, ilâhî velâyet, ilâhî
tevfik ve özel anlamdaki hidayetin mazharları olur. Yüce
Allah şöyle buyuruyor:
"Allah, dilediğini
yardımıyla destekler." (Âl-i İmrân, 13)
"Allah da müminlerin velisidir." (Âl-i İmrân,
68)
"Allah, müminlerin velisidir; onları karanlıklardan
aydınlığa çıkarır." (Bakara, 257)
"Allah, onları imanlarından dolayı hidayet eder."
(Yûnus, 9)
"Ölü
olup da canlandırdığımız ve insanlar arasında verdiğimiz
nurun aydınlığı ile yürüyen kişi..." (En'-âm,
122) Bu durumlar yüce
Allah'a isnat edildiği zaman hüküm budur. Aynı işler
meleklere isnat edildiğinde ise, onların desteği ve doğru
yola koymaları olarak adlandırılır. Nitekim yüce Allah
şöyle buyuruyor:
"Allah, imanı onların kalplerine yazmış ve onları
kendisinden bir ruh ile desteklemiştir."
(Mücâdele, 22)
Ayrıca bu genel hidayet,
nasıl ki nesnelere, Allah'a dönüş yolculuklarını
sürdürdükçe varoluşlarının başlangıcından varlıklarının
son anlarına kadar eşlik ediyorsa, aynı şekilde ilâhî
takdirler de onları arkalarından öne doğru iterler.
Nitekim, "O Allah
ki, takdir edip hidayet etti." (A'lâ, 3)
ayetinden de bu
anlaşılmaktadır. Yani, nesneleri bir hâlden ikinci hâle,
ikinci hâlden üçüncü hâle dönüştüren etken, onların
varlıklarını saran neden ve sebeplerin taşıdığı
takdirlerdir. Böylece takdirler, nesneleri (eşyayı)
arkalarından sürekli itmektedirler.
Öte yandan takdirler nasıl
nesneleri arkalarından itiyorlarsa, eceller (yani
nesnelerin varlıklarının son bulduğu son noktalar) de
onları önlerinden çekerler. Nitekim yüce Allah'ın şu sözü
buna delil oluşturur:
"Biz gökleri,
yeryüzünü ve bu ikisi arasındaki varlıkları ancak hak
üzere ve belli bir süre için yarattık. O kâfirler ise
uyarıldıkları gerçeklerden yüz çeviriyorlar."
(Ahkaf, 3) Bu ayet,
nesneleri gayelerine bağlıyor. Bu gayeler ise onların
ecelleri, yani belirlenmiş varolma sürelerinin sonudur.
Birbirine bağlı iki şeyin de biri diğerinden daha güçlü
olursa, güçlü olan taraf, öbür tarafı kendine doğru çeker.
Belirlenmiş eceller de değişmez, sabit şeyler oldukları
için nesneleri önlerinden çekerler. Bu gayet açıktır.
Buna göre nesneler çeşitli
ilâhî güçler tarafından sarılmıştır. Bu güçler, nesneleri
iten güçler, onları çeken güçler, nesnelere eşlik edip
onları yetiştiren güçlerdir. Bunlar Kur'an'da söz konusu
edilen asli güçlerdir. Bunların dışında melekler,
şeytanlar ve başkaları gibi nesneleri koruyan, denetleyen
ve onlarla bir arada olan güçler de vardır.
Bir de nesneler üzerinde
belirli bir maksatla birtakım tasarruflar yapılır. Bu
tasarruflar, eğer söz konusu nesnelerin o maksatla ilgili
durumlarının ortada olmadığı, yani o maksada elverişli
olup olmadığının bilinmemesi hâlinde, bu durumun bilinmesi
veya ortaya çıkması amacıyla yapılırsa, bu tasarruflara
imtihan veya deneme adını veririz. Yani, sen bir nesnenin
durumunun falanca işe elverişli olup olmadığını bilmezsen
veya gizli durumunu bildiğin hâlde o durumun ortaya
çıkmasını istersen, o nesneyi sözü edilen maksatla
bağdaşan şeyler ile karşı karşıya bırakırsın. Böylece
nesnenin o şeylere ilişkin hâli meydana çıkar. Onları
kendine kabul mu ediyor, yoksa kendinden itiyor mu, belli
olur. Bu işleme imtihan, deneme ve nesnelerin durumu
hakkında bilgi edinme denir; ya da bu anlamı taşıyacak
başka bir terim kullanılır.
Yüce Allah'ın insan gibi şuurlu ve
akıllı nesneleri karşı karşıya bıraktığı yasalar ve
olaylara ilişkin tasarrufu da aynen böyledir. Yani insanın
dinî çağrı aracılığı ile çağrıldığı maksada ilişkin durumu
bu yasalar ve olaylar sayesinde ortaya çıkar. O hâlde
ilâhî tasarrufa mazhar olan bu yasalar ve olaylar birer
ilâhî imtihandır.
Yalnız yüce Allah'ın
imtihanı ile biz insanların imtihanı arasında şöyle bir
fark vardır: Biz insanlar çoğunlukla nesnelerin gizli
durumlarını bilmeyiz. Bu yüzden imtihan aracılığı ile
onların bizce meçhul olan durumlarını bilmek isteriz. Oysa
gayb anahtarları elinin altında olan yüce Allah için
bilmemek diye bir şey yoktur. O hâlde insanı iyi akıbete
ve mutluluğa çağırmak yolu ile ona uyguladığı genel eğitim
bir imtihandır. Çünkü bu eğitim, onun durumunun ortaya
çıkmasına, sevap yurdunun mu, yoksa azap yurdunun mu
ehlinden olduğunun belirlenmesine vesile olur.
Bundan dolayı yüce Allah bu
tasarrufu, yani insan için şeriat belirlemeyi ve onu
birtakım olaylarla karşı karşıya bırakmayı kendi açısından
"belâ", "ibtilâ" ve "fitne" (imtihan ve sınama) olarak
adlandırmış ve genel anlamda şöyle buyurmuştur:
"Yeryüzündeki her şeyi
ona süs yaptık ki, insanların hangisinin daha güzel amel
işlediğini ortaya çıkaralım."
(Kehf, 7)
"Biz
insanı imtihan etmek için karışık bir sıvı damlasından
yarattık. Bunun için onu işitme ve göreme yetenekleri ile
donattık."
(İnsân, 2)
"Biz
sizi iyilikle ve kötülükle imtihan ederiz." (Enbiyâ,
35)
Yüce Allah ne kastettiğini
şu ayette daha geniş biçimde açıklıyor gibidir:
"Rabbi, imtihan etmek
için bir insana iyilik edip kendisine nimet verdiği zaman,
"Rabbim beni şerefli kıldı." der. Fakat onu sınamak için
rızkını daraltıp bir ölçüye göre verdiği zaman, "Rabbim
bana hor baktı." der." (Fecr, 15-16)
"Mallarınız
ve evlâtlarınız sizin için imtihan aracıdır."
(Teğâbun, 15)
"Allah sizi birbiriniz aracılığı ile imtihan etmek için..."
(Muhammed, 4)
"Onlar
öteden beri fasık oldukla-rı için biz onları böylece
sınavdan geçiriyoruz."
(A'râf, 163)
"Allah müminleri güzel bir sınavdan geçirmek için bunu
böyle yaptı." (Enfâl, 17)
"İnsanlar
sırf 'inandık' demekle kurtulacaklarını mı sandılar? Biz
onlardan önceki milletleri de sınavdan geçirdik. Allah bu
sınav sonucunda doğru sözlüler ile yalancıları ayrıt
edecektir."
(Ankebut, 3)
Yüce Allah, İbrahim
hikâyesinde şöyle buyuruyor:
"Hani Rabbi, İbrahim'i
birtakım kelimeler ile imtihan etti." (Bakara,
124) O, İsmail'in
boğazlanmasını anlatırken de şöyle buyuruyor:
"Hiç şüphesiz bu açık
bir imtihandı." (Sâffât, 106)
Musa hakkında ise şöyle
buyuruyor: "Biz
seni çeşitli sınavlardan geçirdik." (Tâhâ,
40) Bu konuda bunlar dışında
daha birçok ayet vardır.
Görüldüğü gibi bu ayetler,
insan varlığı ile ilgili şeylerin tümünü; işitme, görme ve
hayat gibi varlığının parçalarını, evlât, eş, aşiret,
arkadaş, mal ve mevki gibi bir biçimde onunla bağlantılı
şeyleri ve bir biçimde faydalandığı şeylerin tümünü ve
bunların yanı sıra ölüm ve insana yönelik diğer musibetler
gibi az önce saydıklarımızın karşıtı olan şeyleri mihnet
ve belâ kapsamına alıyor. Kısacası, okuduğumuz ayetler
insanla bağlantısı olan âlemin parçalarını ve durumlarını
insana göre Allah'tan gelen bir deneme ve bir sınav
sayıyor.
Bu ayetlerde fertler
açısından da genelleme vardır. Yani mümin, kâfir, iyi,
kötü, peygamber ve onun alt düzeyindeki kimseler hepsi
sınava ve denemeye tâbidirler. Bu yürürlükte olan bir
gelenektir; hiç-kimse bundan müstesna değildir.
Bu dediklerimizden açıkça
ortaya çıktı ki imtihan geleneği, sürekli yürürlükte olan
ilâhî bir gelenektir. Bu imtihan geleneği diğer bir
tekvinî geleneğe dayanan pratik bir gelenektir. O tekvinî
gelenek ise, daha önce anlatıldığı üzere insan gibi
yükümlüler ile ilişkisi bakımından genel ilâhî hidayet
geleneği ile bu geleneğin önü ve arkasındaki takdir ve
ecel geleneğidir.
Buradan anlaşılıyor ki, bu
geleneğin yürürlükten kaldırılması, mümkün değildir. Çünkü
onun yürürlükten kaldırılması, tekvinin bozulması ile aynı
şey olur ki, bu da imkansızdır. Yaratılışın ve ölüm
sonrası dirilişin hak olduğunu, hak ilkesine dayandığını
kanıtlayan ayetler bu geleneğin değişmezliğine işaret
ediyor. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Biz gökleri,
yeryüzünü ve ikisi arasındaki varlıkları hak üzere ve
belirli bir süre için yarattık." (Ahkaf,
3)
"Yoksa
sizi boşu boşuna yarattığımızı ve bize dönmeyeceğinizi mi
sandınız?"
(Mü'minûn, 115)
"Biz
gökleri, yeryüzünü ve ikisi arasındaki varlıkları eğlenmek
için yaratmadık. Onları kesinlikle hak üzere yarattık.
Fakat onların çoğu bunu bilmezler." (Duhân,
38-39)
"Kim
Allah'a kavuşmayı arzu ediyorsa, (bilsin ki,) Allah'ın
belirlediği süre (ecel) mutlaka gelecektir." (Ankebut,
5) Bu gerçeği dile getiren
daha birçok ayet vardır.
Bu ayetlerin tümü
yaratılışın hak ilkesine dayalı olduğunu, amaçtan kopuk ve
dayanaksız olmadığını kanıtlar. Nesnelerin önünde hakka
dayalı amaçlar ve eceller, arkalarında hak ilkesine dayalı
takdirler ve beraberlerinde hak ilkesine dayalı hidayet
olunca, genel olarak bütün nesnelerin çatışması, özel
olarak da bu nesnelerin içinde insan gibi yükümlülük
taşıyan varlıkların birtakım hususlarla sınavdan
geçirilmeleri kaçınılmazdır. Bu hususlar, kendileri ile
ilişkili olan yükümlülerin potansiyel kemallerini,
eksikliklerini, mutluluklarını ve bedbahtlıklarını
fiiliyata çıkarır. İşte din yükümlülüğü ile yükümlü olan
insanda bu, imtihan ve deneme anlamına gelir. Bunu iyi
kavramak gerekir.
Bu anlattıklarımızdan (ilâhî
gelenek açısından) yok etme ve arındırmanın ne demek
olduğu da ortaya çıkıyor. Şöyle ki: Mümin imtihan ile
karşılaşıp da bu imtihan onun gizli erdemlerinin
rezilliklerinden ayrıt edilmesini gerektirdiği veya bir
toplum imtihanla karşılaşıp da bu imtihan müminlerin,
münafıklardan ve kalplerinde hastalık olanlardan
seçilmesini gerektirdiği zaman bu imtihana arındırma adını
vermek yerinde olur ki, bu işlem, bir ayırt etme işidir.
Yine görünüşlerinde güzel ve
imrenilir sıfatlar ve durumlar bulunan kâfire ve münafığa
yönelik ilâhî imtihanlar devam edip de bu imtihanlar yavaş
yavaş onlarda saklı duran pisliklerin ortaya çıkmasını
gerektirdikçe ve her ortaya çıkan pislik görünüşteki bir
erdemi giderdikçe, bu süreç o kişi için bir yok etme
işlemi, yani iyiliklerini yavaş yavaş tüketme işlemi olur.
Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Biz bu günleri
insanlar arasında dolaştırırız. Bu, Allah'ın kimlerin
mümin olduğunu belirlemesi ve aranızdan bazı şahitler
edinmesi içindir. Allah zalimleri sevmez. Bir de (böylece)
Allah, müminleri arındırmak ve kâfirleri yok etmek ister."
(Âl-i İmrân, 140-141)
Kâfirler için bir başka yok
etme türü daha vardır. Bu da yüce Allah'ın bildirdiği
üzere evrenin, insan soyunun salâhına ve dinin sırf
Allah'a has olacağı bir güne doğru gittiği gerçeğidir.
Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"İyi sonuç
takvanındır."(Tâhâ, 132)
"Yeryüzüne
benim iyi kullarım vâris olacaktır." (Enbiyâ,
105) |