üç
bölümde Bilimsel araştırma
1- Et Yemeye
İlişkin İnanışlar
Hiç kuşkusuz insan, diğer canlılar ve
bitkiler gibi beslenme ve sindirim sistemiyle donatılmıştır;
bu yeteneği ve donanımıyla işleyebileceği, bedenine katılımını
sağlayabileceği, böylece varlığını sürdürebileceği maddî
unsurları alır. Diş geçireceği ve midesine indirebileceği
hiçbir şeyi yemesini engelleyen doğal hiçbir mani söz konusu
değildir. Yeter ki bunlar zararlı olmasın veya onlardan
tiksinmesin.
Zararlı olması bir yiyeceğin,
insanın yediği şeyin bedenine zehir veya benzeri bir şeyle
zarar verdiğini fark etmesidir. Bu durumda insan böyle bir
yiyeceği yemekten kaçınır. Ya da bir yiyeceğin manevî açıdan
zararlı olduğunu fark eder. Değişik dinlerde ve şeriatlarda
haram kılınan maddeleri buna örnek verebiliriz. İnsanın bu tür
şeyleri yemekten kaçınmasına düşünsel nitelikli kaçınma
diyoruz.
Tiksinme ise, karşılaşılan maddenin insan
doğasının yaklaşmaktan kaçınacağı oranda pis bilinmesinden
doğan bir tepkimedir. Nitekim insan pis ve iğrenç kabul ettiği
için kendi pisliğini yemez. Ancak bu, bazı çocuklar ve
delilerde görülmüştür. Buna bir de değişik insan
topluluklarında etkin olan dinlerin ve yasaların öngördükleri
inançsal etmenlere dayanan yaklaşımları ekleyebiliriz. Örneğin
Müslümanlar do-muz etini iğrenç kabul ederken Hıristiyanlar
temiz kabul ederler. Batılı toplumlar, doğulu toplumların pis
kabul ettiği yengeç, kurbağa ve fare gibi hayvanların etlerini
yiyebiliyorlar. Bu tür kaçınmayı ikincil doğa ve kazanılmış
doğa kategorisinde değerlendirmek gerekir.
Görüldüğü gibi etle beslenme konusunda
insanlar mutlak serbestlikten mutlak yasaklığa kadar uzanan
geniş bir düzlemde farklı eğilim-lere sahiptirler ve yenmesi
mubah görülenler öz doğaya tâbi olunarak mubah görülmüştür.
Yine yemekten kaçınılanlara yönelik davranışın arka plânında
da ya düşünsel yaklaşım ya da ikincil doğa dediğimiz müktesep
huy vardır.
Buda yasası, bütün hayvanların etlerinin
yenmesini yasaklar. Bu negatif tefritin karşısında da olumsuz
bir ifrat duruyor, Afrika'da ve başka bölgelerde yaşayan kimi
barbar kavimler de her türlü eti, hatta insanın etini bile
yiyorlar.
Araplar dört ayaklı hayvanların ve diğer
hayvanların, bu arada fare ve kurbağa gibi hayvanların
etlerini yedikleri gibi boğazlanarak veya başka bir şekilde
öldürülen hayvanların etlerini de yerlerdi. Bunların dışında
boğulmuş, vurularak öldürülmüş, yüksek bir yerden düşmüş,
boynuzlanmış ve yırtıcı havanlar tarafından parçalanmış gibi
her türlü murdar eti yerlerdi. Derlerdi ki: Siz kendi
öldürdüğünüz hayvanın etini yiyorsunuz da Allah'ın öldürdüğü
hayvanın etini yemiyor musunuz?! Nitekim günümüzde de benzeri
sözleri söyleyenlere rastlamak mümkündür: İkisi de et değil mi,
aralarında ne fark vardır? Önemli olan insan bedenine zarar
vermemesidir. Bunu tıbbi ve kimyasal bir ilaçla da sağlamak
mümkündür. Çünkü sindirim sistemi açısından bunlar arasında
fark yoktur, diyorlar.
Araplar kan da içiyorlardı. Hayvanların
bağırsaklarını kanla doldurarak kızartıyor, sonra da
konuklarına ikram ediyorlardı. Kuraklık zamanında develerini
sivri bir demirle yaralayarak akan kanını içerlerdi. Bugün
Müslüman olmayan birçok toplumlarda kan içmek yaygın bir
gelenektir.
Putperest Çinliler bu konuda mezhebi en
geniş toplumdur. Söylendiğine göre her türlü hayvanın,
köpeklerin, kedilerin, hatta solucanların, sedeflerin ve diğer
haşerelerin etlerini bile yiyorlar.
İslâm bu konuda orta bir yol izlemiştir.
Normal insanın öz doğasının benimsediği, temiz gördüğü etleri
mubah saymıştır. Sonra bunu dört ayaklı hayvanlar içinde koyun,
keçi, sığır ve deve gibi açıklamış, at ve eşek gibi bazı dört
ayaklıların etlerinin mekruh olduğunu belirtmiştir. Kuşlarda
ise yırtıcı olmayan, yani kursağı bulunan ve kanat çırparak
uçan ve pençeleri olmayan kuşlar olarak açıklamıştır. Denizde
yaşayan canlılarda da birçok balık türü olarak açıklamıştır.
Buna ilişkin ayrıntılı bilgiler fıkıh kitaplarında yer
almaktadır.
Bunun yanı sıra adı geçen hayvanların
kanlarını, her türlü leşi ve üzerinde yüce Allah'ın adı
anılmadan kesilen hayvanları haram kılmıştır. Bu yaklaşımın
gerisindeki amaç, fıtrat yasasını, yani insanın et yemeye olan
eğilimini diriltmek ve sahih düşünceye, istikamet üzere olan
sağlam öz doğaya saygı göstermektir. Bu ikisi [sahih düşünce
ve istikamet üzere olan öz doğa], tür olarak zararlı olanların,
pis ve tiksindirici kabul edilenlerin mubah sayılmasının
önündeki doğal engellerdir.
2-
Rahmet Sıfatıyla Bağdaşmadığı Hâlde, Hayvanların Öldürülmesi
Nasıl Emredilmiştir?
Biri çıkıp şöyle bir soru
yöneltebilir: Hayvanlar da tıpkı insanlar gibi canlıdır;
insanlar gibi işkencenin, yok oluşun ve ölümün acısını
hissederler. Bizi istenmeyen şeylerden sakınmaya, işkencenin
ve ölümün acısından kaçınmaya sevk eden kendini sevme iç
güdüsü, bu konuda bizim duyduğumuz acıyı duyuyorlar, bize ağır
gelen onlara da ağır geliyor ve bütün nefisler aynı konumdadır
diye, kendi türümüzün bireylerine acımaya yöneltir.
Bu durum, aynen diğer canlı türleri için
de geçerlidir. Öyleyse, bize acı veren bir yöntemle onlara acı
vermemiz, onlar açısından yaşamın tadını ölümün acısıyla
değiştirmemiz, onları en üstün, en onurlu nimetlerden biri
olan var olma, varlığını sürdürme nimetinden yoksun bırakmamız
doğru olabilir mi? Yüce Allah, acıyanların en merhametlisidir.
Her ikisi de O'nun tarafından yaratıldıkları hâlde, O'nun
rahmeti, insan zevk alsın diye hayvanın öldürülüşünü
emretmekle nasıl bağdaşıyor?
Buna verilecek cevap şudur: Bu
sözler, duyguları gerçeklere ve realiteye hakim kılma
türündendir. Oysa yasalarda gerçek maslahatlar esas alınır,
vehim menşeli duygular değil.
Konuyu açacak olursak: Sahip olduğun
yeteneklerle gözlemleme imkânını bulduğun varlık âlemini
inceleyecek olursan, varlık bütününün oluşumu ve varlığını
sürdürme açısından evrensel dönüşüm yasasına tâbi olduğunu
görürsün. Her şey aracılı veya aracısız başka bir şeye,
başkası da ona dönüşme imkânına sahiptir. Biri var oluyorsa,
mutlaka başkası yok oluyordur. Şu yok olmadıkça bu var olmaz.
Maddî âlem, dönüşümler ve değişimler âlemidir. Dilersen, "yiyenler
ve yenilenler âlemi" de diyebilirsin.
Söz gelimi yer bileşikleri, toprağı
yemektedirler, onu kendilerine eklemekle, kendilerine uygun
veya kendilerine özgü şekillere sokmakta ve onlara biçimler
vermektedirler. Sonra toprak onları yemekte, yok etmektedir.
Bitkiler topraktan beslenirler, hava
teneffüs ederler. Ardından toprak tarafından yenilir, asli
unsurlarına ve ilk elementlerine dönüştürülür. Her zaman
birinin diğerine dönüştüğüne tanık olabiliriz.
Hayvanlar bitkilerden beslenirler, su
içerler ve hava teneffüs ederler. Kimi hayvanlar da
hemcinslerini yerler. Yırtıcı hayvanlar avlanarak et yerler.
Yırtıcı kuşlar güvercin ve serçe gibi kuşları yerler. Sahip
olduğu beslenme donanımı yüzünden başka türlü davranamaz.
Güvercin ve serçeler gibi kuşlar da hububat taneleri, sinek,
tahta kurusu ve sivri sinek yerler. Onlar da insanların ve
başka canlıların kanlarından beslenirler. Sonra toprak hepsini
yer.
Şu hâlde, varlıklar âlemi üzerinde mutlak
egemenliğe sahip, istisnasız hükmüne tâbi olunan varoluş
kanunu, yaratılış yasası, et ve benzeri şeylerle beslenme
hükmünü koymuştur. Sonra varlık bütünün bireylerini buna
yöneltmiş, onlara yol göstericilik yapmıştır. İnsanı hem
hayvanlardan, hem de bitkilerden beslenecek şekilde donatan,
bu evrensel yasadır. İnsanın beslenme donanımının en önünde
dişleri gelmektedir. Dişler kesmeye, kırmaya, ısırmaya ve
öğütmeye uygun bir şekilde dizilmişlerdir. Önde kesici dişler,
arkasında köpek dişleri, onların da arkasında azı dişleri
amacına uygun bir şekilde yer alırlar. İnsan koyunlar ve
sığırlar gibi kesme ve ısırma yeteneğinden, yırtıcı hayvanlar
gibi de öğütme ve çiğneme yeteneğinden yoksun değildir.
Sonra ağız bölgesine yerleştirilen ve
bununla yediği etin tadına vardığı tat alma duygusu ve
sindirim sistemini oluşturan bütün organlarda yerleştirilen
istek ve arzular, eti arzularlar ve iştahları çeker. Bütün
bunlar evrensel hidayetin, yöneltilişin göstergeleridir.
Yaratılış kongresinin serbestlik kararıdır. Evrensel hidayetle,
bu hidayetin etkisiyle oluşan eylemi birbirinden ayırmak,
birini kabul edip diğerini inkâr etmek mümkün müdür?
İslâm fıtrat dinidir. Tek hedefi, insan
bilgisizliğinin yok ettiği fıtratın eserlerini yeniden
diriltmektir. Dolayısıyla yaratılışın işaret ettiği ve
fıtratın öngördüğü bir şeyi mubah saymak bir zorunluluktur.
İslâm, yasama sistemiyle bu fıtrî hükmü
dirilttiği gibi, varoluş çerçevesinde konulan başka hükümleri
de diriltmiştir. Beslenme hususunda sınır tanımazlığı önleyici
unsurlar çerçevesinde buna değindik. Buna göre, akıl bedensel
ya da manevî açıdan zararlı olan etlerden uzak durulmasını
öngörür. Yine insan bünyesinin derinliklerinde yer alan
duyular ve duygular, bozulmamış öz doğanın pis gördüğü ve
tiksindiği şeylerden uzak durmayı gerekli görür. Bu iki hükmün
asılları sonuçta gelip varoluş sisteminin tasarrufuna dayanır.
İslâm bunları dikkate almış, bedenin gelişimine zararlı olan
etleri haram kıldığı gibi, insan toplumunun maslahatı
açısından zararlı olan etleri de haram kılmıştır. Üzerinde
Allah'tan başkasının adı anılarak kesilen hayvanların etlerini,
kumar ve fal okları vb. şeylerle kazanılan etleri buna örnek
gösterebiliriz. İslâm, öz doğanın tiksindiği pislikleri de
haram saymıştır.
İşkence etmeye ve öldürmeye engel olması
gereken acıma ve merhamet duygusuna gelince, merhametin latif
bir varoluşsal bağış olduğu kuşku götürmeyen bir gerçektir.
Varoluş yasası uyarınca insanın ve gözlemlediğimiz kadarıyla
birçok hayvanın ruhsal yapısına yerleştirilmiştir. Fakat
varoluş yasası, her konuda mutlak egemenliği olsun ve mutlaka
sadece ona uyulsun diye bu hükmü koymamıştır. Bir kere varoluş
yasasının kendisi, merhameti mutlak olarak uygulamaz. Öyle
olsaydı, varlık âleminde acıların, afetlerin, musibetlerin ve
türlü azapların izine rastlanmazdı.
Kaldı ki, insanın sahip olduğu merhamet
duygusu, söz gelimi adalet gibi mutlak olarak üstün, faziletli
bir karakter değildir. Öyle olsa, zulmünden dolayı bir zalimi,
bir suçluyu cezalandırmamız, saldırıya misliyle karşılık
vermemiz uygun olmazdı. Neticede bunda yerin ve üzerindeki
varlıkların helâki söz konusu olurdu.
Bununla beraber İslâm, evrensel varoluş
yasasının bir bağışı olarak merhamet duygusunu ihmal
etmemiştir. Genel olarak merhameti yaygınlaştırmayı emretmiş,
hayvanları öldürürken onlara eziyet etmeyi yasaklamıştır.
Kesilen hayvanın canı çıkmadıkça organlarının kesilmesini,
derisinin yüzülmesini yasaklamıştır. -Boğulmuş ve vurulmuş
hayvanın etinin haram kılınması da bu yüzdendir.- Diğer bir
hayvanın gözünün önünde başka bir hayvanın boğazlanmasını da
nehyetmiştir. Kesilen hayvanın kesimine ilişkin olarak son
derece şefkatli hükümler koymuştur. Suyun sunulmasını
emretmiştir. Daha bunun gibi fıkıh kitaplarında ayrıntılı
biçimde açıklanan birçok hükmü örnek gösterebiliriz.
Bütün bunların yanında, İslâm akıl
dinidir; duygu dini değil. Duygusal hükümleri, toplumun
maslahatına uygun olan hükümlerin üzerine çıkarmaz. Bunlar
arasından yalnızca aklın benimsediklerini esas alır. Akla
uygun oldukça duygusal hükümlere itibar eder. Bu da aslında
aklın hükümlerine uymak sayılır.
İlâhî rahmet ve yüce Allah'ın acıyanların
en merhametlisi oluşu meselesine gelince, şunu bilmek gerekir
ki: Yüce Allah, acıyanı acınana lütfetmeye iten kalp inceliği,
yufka yüreklilik ve duygusallık anlamında bir rahmet sıfatıyla
muttasıf değildir. Bu söylediğimiz maddî ve cismanî bir
niteliktir. Ulu Allah bundan münezzehtir. Bilâkis ilâhî
rahmetin anlamı, yüce Allah'ın hakkedene hak ettiği kadar
hayır indirmesidir. Bu nedenle, bizim azap saydığımız bir şey
yüce Allah açısından rahmet, bizim rahmet saydığımız bir şey
de O'nun açısından azap olabilir. Dolayısıyla sahip olduğumuz
sanal merhamet duygusuna kapılarak şeriatın öngördüğü yasama
çerçevesinde esas maslahatları göz ardı etmemiz veya yasaların
realiteye uygun olması gerçeğinden ödün vermemiz, ilâhî hikmet
açısından caiz değildir.
Şimdiye kadar yaptığımız açıklamalardan
şu ortaya çıkıyor: İslâm hayvanların etlerinin yenmesini
serbest bırakırken ve bu serbestliği birtakım kayıtlarla ve
koşullarla sınırlandırırken, fıtratın direktiflerini esas
almakta ve onları yansıtmaktadır bize. Allah'ın insanların
yaratılışına esas kıldığı fıtratı yani. Allah'ın yaratma
yasasında değişme, başkalaşma olmaz. İşte dimdik ayakta duran
dosdoğru din budur.
3- İslâm Neden Hayvanın Boğazlanmasını Öngörür?
Yukarıdaki sorunun bir devamı olarak
sorulan bir diğer soru da budur: Et yemenin, fıtratın ve
yaratılış yasasının serbest kıldığı bir husus olduğunu kabul
ettik. Acaba bu konuda tesadüf ve benzeri ölümlerle
yetinilemez mi? Söz gelimi et yemek için hayvanın
kendiliğinden ölmesi ya da bizim dışımızda başka bir etkenle
can vermesi beklenemez mi? Böylece evrensel caizlikle, hayvana
eziyet etmeyi ve öldürerek işkence etmeyi hoş karşılamayan
merhamet duygusunun hükmü bir noktada buluşturulur;
boğazlamaya ve kesmeye gerek kalmaz.
İkinci bölümdeki açıklamalar, bu soruya
da cevap teşkil edecek niteliktedir. Çünkü bu anlamda merhamet
duygusunun gereğini yapmak zorunlu değildir. Aksine bu tarz
bir merhametin gereğini yapmak gerçeklere ilişkin hükümlerin
geçersiz kılınmasına yol açabilir. Öte yandan İslâm, mümkün
olduğu kadarıyla tür arasındaki bu latif duygusallığın
korunmasına yönelik tedbirleri almaktan geri kalmamış ve
bunları tavsiye etmiştir.
Kaldı ki, mizaçların bozulması ve
bedenlerin zarara uğramasıyla sonuçlanan leş ve benzeri
şeylerin yenilmesiyle yetinmek ve sadece onları yemeği mubah
kılmak, merhamet duygusuyla çelişmektedir. Bütün bunların yanı
sıra bertaraf edilmesi gereken genel bir zorluk ve sıkıntıyı
beraberinde getirir. [Sadece leş ve benzerini mubah kılmak,
genel bir sıkıntıya sebep olur.]
|