Yukarıdaki ayetin mesajına dikkat
edildiği ve insandaki doğal duygularla karşılaştırıldığı
takdirde, ayetin sergilendiği muhteşem ilâhî edebe hayret
etmemek mümkün değildir.
Hiç şüphesiz insan yapısında onu
çocuklar, kadınlar, kişisel şeref ve itibar gibi saygı
gösterdiği ve önem verdiği değerleri savunmaya sevk eden
bir içgüdü vardır. Bu, insan fıtratının gerektirdiği ve
ferde ilham ettiği bir hükümdür. Bu savunma eğer hak ve
hak uğruna olursa, övülecek bir tutum olabileceği gibi,
eğer batıl ve hakka karşı olursa toplumsal hayatta kötü ve
yıkıcı sonuçlar getiren kınanacak bir tutum olabilir.
İslâm ilk başta bu hükmün fıtratın
lehine olan özünü korur; ama ayrıntılarını, uzantılarını
geçersiz sayar. Sonra o hükmü diğer bütün hedeflerden
vazgeçirerek sadece Allah'a doğru yöneltir. Arkasından
onun çok sayıdaki alanlarına döner ve bu tezahür
örneklerinin hepsini bir olan Allah'a inanma kalıbına
döker ve sonuçta insanı yakını olan erkekler, kadınlar,
çocuklar ve hak olan her dava hakkında mutaassıp olmaya
çağırır; ama bütün bunlarda Allah'a yönelik olmayı esas
almayı şart koşar.
Kısacası, İslâm fıtratın hükmünü onaylar; fakat onu bozuk
arzulardan ve amellerden arındırır, onu bütün tezahür
biçimlerinde saflığa kavuşturur. Onu bir bütün olarak
insanın fıtrat uyarınca uygulayacağı insanî bir yöntem,
bir şeriat yapar; onu çatışma karanlığından kurtararak
uyuşma ve barışma aydınlığına kavuşturur. Çünkü İslâm'ın
benimsemeye çağırdığı ve yasallaştırdığı bir tutumun, bir
ilkenin parçaları ve uzantıları arasında çelişme ve
çatışma olmaz. Bunların hepsi tevhide dayalı olmakta
ortaktırlar ve hepsi hakka bağlılık ilkesinde birleşirler.
Bunun sonucu olarak bu durumda bütün hükümler genel,
sürekli ve değişmez olurlar, bu hükümlerde sapma,
tutarsızlık ve uyuşmazlık görülmez. |