Erkeklerin Kadınları
Yönetmelerinin Anlamı
Kur'an-ı Kerim'in insandaki aklıselimi
güçlendirmesi; onu hevâ ve hevese, nefsin isteklerine uymaya,
hissiyatın ve coşkun duyguların hükmü karşısında boyun
eğmeye tercih etmesi, ona uymayı özendirip teşvik etmesi ve
bu ilâhî armağanı zayi olmaktan korumayı tavsiye etmesi
gayet açık gerçeklerdendir. Bunun böyle olduğunu kanıtlamak
için Kur'an'dan delil göstermeye ihtiyaç yoktur. Kur'an'da
bu gerçeği kanıtlayan, açıkça ve ima yolu ile belirten ve
bütün ifade biçimleri ile vurgulayan çok sayıda ayet vardır.
Kur'an-ı Kerim bununla birlikte güzel
ve temiz duygular konusunu, onların fertlerin ruhî
gelişmelerindeki olumlu etkilerinin önemini, toplumu ayakta
tutan katkılarını da ihmal etmiş değildir. Aşağıdaki ayetler
bu gerçeğin delilidir:
"Kâfirlere karşı sert,
kendi aralarında merhametlidirler."
(Feth, 29)
"Kaynaşmanız için size
kendi (cinsi)niz-den eşler yaratıp aranıza sevgi ve merhamet
koyması, O'nun (varlığının) delillerindendir."
(Rum, 21)
"De ki: Allah'ın,
kulları için yarattığı süsü ve temiz rızıkları kim haram
kıldı?" (A'râf, 32)
Fakat Allah-u Teâla bu duyguları, aklın hükümleriyle uyum
içerisinde olmakla dengelemiş ve böylece bu duygular ve
eğilimler uyarınca hareket etmek, aklın hükümlerine uymakla
aynı şey olmuştur.
Daha önceki bazı incelemelerde
söylediğimiz gibi İslâm'ın aklı koruduğunun, ortaya koyduğu
hükümleri ona dayandırdığının en önemli delili, aklın hüküm
vermedeki doğruluğunu ortadan kaldıran, hükümlerinin yanlış
olmasına yol açan ve toplumun gelişmelerini
değerlendirmesini engelleyen içki, kumar, aldatıcı alış
veriş çeşitleri, yalan, iftira ve dedikodu gibi bütün eylem,
durum ve davranışların İslâm dininde haram olmasıdır.
Dikkatle araştırma yapan bir kimse, bu
kadarından şunu sezer: Ge-nel kapsamlı meselelerin ve
kamusal alanların dizginleri, akıl fazlalığı ayrıcalığını
taşıyan ve duyguların üzerlerindeki etkisi zayıf olan
insanlara verilmelidir. Bu insanlar da erkeklerdir, kadınlar
değildir. Çünkü bu kamusal meseleleri akıl gücü incelemeli,
bunlarla uğraşılırken duyguların ve nefsanî eğilimlerin
etkisi altında kalmaktan kaçınılmalıdır. Devlet yönetimi,
yargı alanı ve savaş meselesi gibi.
Bu iş böyledir. Çünkü yüce Allah,
"Erkekler kadınların
yöneticisidir." buyuruyor. Kur'an'daki mesajların
tercümanı olan Peygamberimizin (s.a.a) sünneti bunun böyle
olduğunu açıkladığı gibi, Resululla-h'ın (s.a.a)
uygulamaları da bu ilke doğrultusunda olmuştur. Nitekim
Peygamberimiz (s.a.a) hiçbir topluma kadın vali göndermemiş,
hiçbir kadını yargı görevine tayin etmemiş ve hiçbir zaman
fiilen vuruşmak anlamında kadınları savaşlara çağırmamıştır.
Bunların dışında kalan eğitim ve
öğretim, ticaret ve üretim, tıp ve eczacılık gibi duyguların
başarıya ulaşmaya engel oluşturmadığı alanlara gelince,
sünnet bu alanlarda kadınların çalışmasını engellemiyor.
Hatta Peygamberimizin (s.a.a) sireti (gidişatı), bu
alanların çoğunu onaylamıştır. Kur'an'da da bu alanlarda
kadınların çalışabilme haklarının olduğuna delâlet eden
ayetler vardır. Bu hak, hayatın birçok alanında kadınlara
tanınan irade ve çalışma özgürlüğünün gereğidir. Çünkü hem
onları erkeklerin velayeti dışına çıkarıp kendilerine mülk
edinme yetkisi tanımak ve sonra da ellerindeki mülkü
herhangi bir şekilde değerlendirmelerini yasaklamak
anlamsızdır. Tıpkı bunun gibi hem onlara mahkemeye başvurma
ve şahitlik yapma hakkı tanımak ve sonra valinin veya
hâkimin karşısına çıkmalarını engellemek de anlamsız olur.
Bunu gibi daha nice örnekler vardır.
Ama eğer kadının bu alanlardaki
çalışması kocasının [farz] hakları ile çelişecek olursa, o
zaman durum fark eder. Çünkü erkeğin kendi karısı üzerinde
yetkisi vardır; yanında olduğu zaman kadının ona itaat
etmesi, yanında olmadığı zaman da haklarını koruması gerekir.
Bu nedenle İslâm, kocasının haklarıyla çelişen durumlarda
kadının caiz olan alanlarda bile çalışmasına izin
vermemiştir.
birkaç hadis ve açıklaması
ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde şöyle
deniyor: "Beyhakî Ensar'dan olan Yezid'in kızı Esmâ'dan
rivayet etmiştir ki: 'Bir gün Esmâ Peygamberimizin (s.a.a)
yanına geldi ve o sırada ashabı arasında bulunan Peygambere
şunları söyledi:
"Anam-babam sana feda olsun. Ben
kadınların temsilcisi olarak sana geldim. Canım sana feda
olsun. Bilin ki, benim buraya gelişimden haberdar olan
doğudaki ve batıdaki bütün kadınlar benimle aynı
görüştedirler."
"Yüce Allah seni erkeklere ve kadınlara
hak Peygamber olarak gönderdi. Biz de sana ve seni gönderen
Allah'a inandık. Biz kadınlar, evlerimize kapanıp erkeklerin
egemenliği altında bulunan bir topluluğuz. Siz erkeklerin
evlerinin temelleriyiz. İsteklerinizi karşılayıp
şehvetlerinizi tatmin ediyor, çocuklarınızı karınlarımızda
taşıyoruz. Siz erkekler ise Cuma ve cemaat namazlarına
katılmakla, hastaların ziyaretine gitmekle, cenaze
törenlerine katılmakla, arka arkaya hacca gitmekle bize
üstün kılındınız. Bunların hepsinden üstünü de Allah yolunda
cihat etmenizdir. İçinizden biri hacca veya umreye gitmek ya
da cihada katılmak üzere evinden ayrıldığında sizin
mallarınızı koruruz, sizin için elbise dokuruz, mallarınızı
çoğaltıp artırırız. Ya Resulallah! Acaba biz sizin
sevaplarınıza ortak değil miyiz?"
"Resul-i Ekrem (s.a.a) yüzünü bütünü
ile ashabına dönerek: 'Bugüne kadar bunun gibi dini hakkında
güzel soru soran bir kadın işittiniz mi?' diye sordu. Ashap:
'Böyle güzel bir soruyu sormayı becerebilecek bir kadının
bulunabileceğini sanmıyorduk.' dediler. Arkasından
Peygamberimiz (s.a.a) Esmâ'ya dönerek şöyle buyurdu:
"Ey kadın, geriye dön ve arkandaki
bütün kadınlara şunu bildir: İçinizden birinizin kocasına
karşı görevlerini yapması, onun hoşnutluğunu kazanmaya
çalışması ve onun sözlerini dinlemesi, bütün o saydığın
ibadetlerin sevaplarına denk gelir."
"Bunun üzerine Esmâ sevincinden tehlil
(lâ ilâhe illellah) ve tekbir (Allah-u Ekber) zikirlerini
dile getirerek oradan ayrıldı."
(c.2, s.153)
Ben derim ki: Hadis kitaplarında
Şiî ve Sünnî kanallardan rivayet edilen bu anlamdaki
hadisler çoktur. Bu rivayetlerin en güzellerinden biri
el-Kâfi'de Ebu İbrahim Musa b. Cafer'den (a.s) naklettiği bu
rivayettir: "Kadının cihadı, kocasına karşı görevlerini iyi
yapmaktır." (Füru-u Kâfi, c.5,
s.507, h:4)
Bu anlamı en iyi biçimde ifade eden ve
aynı zamanda bu konudaki kanun koymanın, üzerine kurulu
olduğu temeli de açıklayan söz Nehc-ül Belağa'da
yer alan aşağıdaki sözdür. Bu söz el-Kâfi'de de müellifin
kendi rivayet zinciri ile Abdullah b. Kesir aracılığıyla
İmam Sadık'a (a.s) dayandırılarak Hz. Ali'den (ona selamın
en üstünü olsun) nakledilmiştir. Yine aynı sözü el-Kâfi'de
bir başka kanaldan kendi rivayet zinciri ile Esbağ b.
Nebate'den, Hz. Ali'nin (a.s) kendi oğluna yazdığı bir
mektuptan aktararak nakleder.
Söz şudur: "Kadın bir çiçektir; kahraman değildir."
Bunun gibi bu konuda Peygamberimizden (s.a.a)
de şöyle bir rivayet nakledilmiştir: "Kadın tatlı bir
oyuncaktır, onu elde eden kaybetmesin."
Öte yandan Peygamberimizin (s.a.a), "Bir kadın, dövüldüğü
elle nasıl kucaklanabilir?" diye hayret ettiği
nakledilmiştir. el-Kâfi'de kendi rivayet zinciri ile Ebu
Meryem'e dayandırdığı bir rivayette İmam Muhammed Bâkır'ın (a.s)
şöyle dediğini nakleder: Resulullah (s.a.a) buyurmuştur ki:
"Nasıl olur da içinizden biri karısını döver, daha sonra
onunla kol boyun olur?!"
Bu tür açıklamaların yer aldığı
hadisler çoktur. Eğer bunlar üzerinde düşünülürse, İslâm'ın
bu konudaki görüşü net bir şekilde meydana çıkar.
Şimdi yukarıda Yezid'in kızı Esmâ'dan
nakledilen rivayete dönüyoruz. Bu hususta şunları
söylemeliyiz ki: Kadınların Peygamberimizin (s.a.a) yanına
gelmelerini, Peygamberin onlarla İslâm dininin yasalarına
ilişkin konular ve İslâm'ın kadınlar için belirlediği
çeşitli hükümler hakkında konuştuğunu anlatan bu ve benzeri
hadislerin değerlendirilmesiyle şu gerçek ortaya çıkıyor:
Kadınlar hicap zorunluluğuna ve hayat sorumluluklarından
çoğunlukla sadece ev işleri ile meşgul olmalarına rağmen
devlet başkanının huzuruna çıkmalarına ve kafalarındaki
problemleri çözmeye çalışmalarına engel olunmamıştır. Bu da
inanç özgürlüğü demektir. Biz Âl-i İmrân suresinin sonunda,
İslâm'da insanlar arasındaki ilişkileri incelerken bu konuya
değinmiştik.
Bu ve benzeri rivayetlerden şu sonuçlar
çıkar:
1) İslâm'a göre kadın için en
iyi hayat biçimi, evin iç işleri ile ve çocuk yetiştirmekle
meşgul olmasıdır. Bu her ne kadar farz olmayan bir sünnet
idiyse de, ancak İslâm -ortama dinin ve takvanın hâkim
olduğunu, insanların Allah'ın rızasını kazanma peşinde koşup
ahiretteki sevabı dünya varlığına tercih ettiklerini,
kadınların iffet, hayâ, çocuk sevgisi ve aile hayatına
bağlılık gibi iyi ahlâk örneklerine bağlı olarak
yetiştirildiklerini göz önünde bulundurarak- buna yönelik
bulunduğu müstehap nitelikli özendirme ve teşviki ile bu
sünneti koruyordu.
Kadınların bu hususlarla meşgul
olmaları ve kendilerini yapılarına tevdi edilen temiz
duyguları canlı tutmaya adamaları, onları erkekler arasına
girmekten, hatta kendilerine izin verildiği kadarı ile bile
erkeklerle karışık olmaktan alıkoyuyordu. Bu geleneğin
birçok yüzyıllar boyunca Müslümanlar arasında yaşaması bunun
bir göstergesidir. Ancak sonraları batıdaki başıboşluk, "Kadın
özgürlüğü" adı altında İslâm toplumuna girdi. Bu akımın
etkisi ile kadınların da, erkeklerin de ahlâkı bozuldu,
hayat düzenleri alt üst oldu. Onlar bunun farkında
değillerdi; ama daha sonra tabi ki [neleri kaybettiklerini]
anlayacaklardır. Eğer o ülkelerin halkı iman edip
kötülüklerden sakınsalardı, elbette Allah onların üstüne
gökten ve yerden nice bereket kapıları açardı. Fakat onlar
yalanladılar ve bu yüzden (Allah tarafından azaba)
yakalanıverdiler.
2) İslâm'a göre kadını yargı ve
devlet yönetimi alanlarında görevlendirmemek farz olduğu
gibi, cihatla yükümlü kılmamak da farz olan bir gelenektir.
3) İslâm kadına getirdiği bu
kısıtlamaları -meselâ kadının cihadın faziletinden yoksun
bırakılması gibi- gerçek övünçlere sahip olan meziyetler ve
faziletlerle onlara denk gelecek ve eksiklerini tamamlayacak
şekilde telafi etmeyi de ihmâl etmemiştir. Örnek olarak,
kocaya karşı görevini iyi yapmasını kadın için cihat
saymıştır. İslâm tarafından kadına sunulan bu üstünlükler ve
takdirler -ortamımıza bozuk hayat düzeninin hâkim olduğunu
göz önünde bulundurarak- neredeyse bizim gözümüzde değersiz
gibi görünmektedir.
Fakat davranışları ve kavramları hakikî
değerleri ile değerlendiren, gerçekte İslâmî ortamdır. Böyle
bir ortamda, yarışlar ancak yüce Allah'ın razı olduğu insanî
faziletlerde yapılır. Bu faziletleri gerçek değerlerine göre
değerlendiren de yüce Allah'tır. Yüce Allah ise, her bir
insanın kendisinin özendirdiği yolda hareket etmesini ve
onun için çizilen hayat yolunu izlemesini, değer olarak
çeşitli hizmetlere ve davranışlara denk gelecek biçimde
değerlendirebilir. Buna göre İslâm'da taşıdığı bütün
fazilete rağmen savaş alanında şehit olmak ve cömertçe can
vermek, kadının eşlik görevini titizlikle yerine
getirmesinden daha faziletli değildir.
Toplumu yöneten bir devlet başkanının
ve yargı koltuğunda oturan bir hâkimin de durumu böyledir.
Onların da kocalarına karşı görevini yapan bir kadına karşı
övünecekleri bir üstünlükleri yoktur. Oysa bu iki görevi
üstlenenler, eğer görevlerini gerçek anlamı ile yaparlarsa,
yapacakları işlerde hep hakka bağlı kalırlarsa, yönetimin ve
yargının ağır yükünü taşımaktan başka bir şey ellerinde
kalmaz. Üstelik her an âlemlerin Rabbinden başka koruyucusu
olmayan kimseler hakkında bunları tehdit eden haksızlık
yapma tehlikesi ile de karşı karşıyadırlar. [Unutmamak
gerekir ki, haksızlık edecekleri kimselerin tek koruyucusu
Allah'tır] ve "Rabbin
(her an) gözetlemededir."
(Fecr, 14)
Şimdi bu kimselerin, dinin emri ile
onların çalışma alanlarına girmesi yasaklanan, kendileri
için başka yol çizilen ve devamlı bu yolu izlemeleri
emredilen kimselere (kadınlara) karşı ne gibi bir övünme
gerekçeleri olabilir?!
Bu övülen değerleri ancak fertlerini
herhangi bir çelişki söz konusu olmaksızın istediği amaçlara
uygun biçimde yetiştiren türdeki toplumlar, halkı harekete
geçirerek ihya eder ve onları sağlamlaştırır. Toplumlardaki
ortam değişikliklerine bağlı olarak sosyal mevkilerin ve
insan davranışlarının da değişik olacağını hiç kimse inkâr
edemez.
Meselâ kendisini tehlikelerin en
büyüğüne atan şu askeri düşünelim. Adam bombaların arka
arkaya patladıkları bir alanda ölümün kucağına atılıyor.
Maksadı, onurlu ve artış vesilesi olarak gördüğü şeyi
kazanmaktır. Bu ise adının kendini vatanına feda edenler
arasında anılmasıdır. Böylece övülen herkesten daha çok
övüneceği bir konum kazanacağını düşünüyor. Oysa ölümün
kesin bir yok oluş olduğunu öngören bir inanca sahiptir.
Buna göre onun bu arzusu, asılsız bir amaç ve hayalî bir
onur arayışından başka bir şey değildir.
Bunun yanı sıra şu sinema yıldızlarının
bıraktığı etkilere bakalım. Bunlar bu yaptıkları işler
sayesinde büyük devletlerin başkanlarının göremedikleri
itibarı görüyorlar. Fakat onların mesleğinin ve uzun süre
insanlara verdiklerinin, kadınların değerini en çok alçaltan
ve en çirkin şekilde kınanmalarını gerektiren şey olduğunu
görürüz.
Bunların hepsinin gösterdiği tek şey
şudur: Yaşama hâkim olan belirli şartlar belirlediği her
şeyi, halk kitlelerinin beğenisini kazanma, önemsiz şeyleri
büyütme, önemli ve saygın şeyleri de küçültme amacıyla
belirler. Buna göre bizim böylesine bir karışık ortamda
önemsiz gördüğümüz bazı şeyleri İslâm'ın önemli sayması veya
önemli gördüğümüz ve uğrunda birbirimizle yarıştığımız bazı
şeyleri küçümsemesi uzak bir ihtimal değildir. Şunu hiç
unutmamak gerekir ki, İslâm'ın ilk dönemindeki ortam takva
ve ahireti dünyaya tercih etme ortamı idi.