Kur'an, Arapların, İslâm'ın ortaya
çıkışına bitişik dönemini cahili-ye dönemi diye adlandırır.
Bunun tek anlamı, o günün Arapları arasında bilginin değil
de bilgisizliğin, bütün işlerinde hakkın değil de batılın
ve sakat görüşün egemen olduğunu vurgulamaktır. Kur'an'ın
onların hayat tarzlarına ilişkin verdiği bilgiye göre
onların hayatı böyle idi. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Onlar Allah hakkında
cahiliye zihniyetini yansıtan, gerçeğe aykırı bir düşünce
taşıyorlar." (Âl-i
İmrân, 154)
"Onlar yoksa cahiliye yasalarını mı istiyorlar?"
(Mâide, 50)
"O zaman inkâr edenler
kalplerine öfkeli soy koruyuculuğunu, o cahiliye
taassubunu yerleştirdiler."
(Fetih, 26)
"Eski cahiliyenin süs
ve edası ile süslenip kendinizi teşhir etmeyin."
(Ahzâb, 33)
O günkü Araplar güneyde Hıristiyan
Habeşlerle, batıda yine Hıris-tiyan Roma İmparatorluğu ile,
kuzeyde Mecusi Perslerle komşu idiler. Bunların dışındaki
komşuları, putperestlerin yaşadığı Hint ile Mısır idi.
Ayrıca bölgelerinde Yahudi kabileleri yaşıyordu. Bununla
birlikte Araplar putperest idiler ve çoğunluğu kabile
hayatı yaşıyordu. Bütün bu faktörlerin etkisi ile bedevi
bir toplum oluşturmuşlardı. Bu toplumda Yahudi, Hıristiyan
ve Mecusi geleneklerinden bazı unsurlara rastlanıyordu.
Onlar cahilliklerinin sarhoşu idiler. Yüce Allah şöyle
buyuruyor: "Eğer
yeryüzündeki insanların çoğuna uyacak olursan, onlar seni
Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar sadece zanların
peşinden giderler, sırf tahmin yürütürler."
(En'âm, 116)
Bedevi olan aşiretler alçak ve
seviyesiz hayat tarzlarının yanı sıra savaşlarla,
saldırılarla, başkalarının malını ve ırzını çalmakla
yaşıyorlardı. Bu yüzden aralarında güven ve barıştan eser
yoktu. Emir galip gelene ve mülk de ona el koyana aitti.
Erkeklerin arasında erdem kabul
edilen davranışlar kan dökmek, cahiliye taassubu,
büyüklenmek, gurur, zalimlerin yardakçılığını yapmak,
mazlumların haklarını çiğnemek, saldırganlık, kırıcı
rekabet, kumar, içki içmek, zina, ölü eti yemek, kan içmek
ve çürümüş hurma yemekti. Kadınlar ise insan toplumunun
bütün meziyetlerinden yoksun idiler. İradeleri ellerinde
değildi. İstediklerini yapamazlardı. Miras hakları yoktu.
Yahudilerde ve bazı putperestlerde olduğu gibi erkekler
istedikleri sayıda kadınla evlenebilirlerdi, bunun hiçbir
sınırı yoktu. Buna rağmen kadın süslü ve güzel görünmek
için çırpınıyor, sevdikleri erkeklere davetkâr
davranıyorlardı. Aralarında zina ve fuhuş yaygındı. Hatta
evli kadınlar bile böyleydi. Acayip görüntülerinden biri
de kimi zaman hacca çıplak olarak gelmeleriydi.
Çocuklar ise, nesep açısından
babalara nispet ediliyordu. Yalnız küçük yaştaki oğullar
mirasçı olamıyorlardı. Büyük oğullar mirasın hepsini
alıyorlardı. Babanın dul eşi de bu mirasın bir parçası idi.
Küçük yaştaki çocuklar, erkek olsunlar, kız olsunlar
mirasçı olamıyorlardı. Kadınlar da miras hakkından mahrum
idi. Eğer ölen kimse arkasında sadece küçük yaşta erkek
çocuk bırakırsa, çocuk babasının mirasçısı olabiliyordu.
Ama güçlü yakınlar yetimi elleri altına alarak malını
yiyorlardı. Fakat yetim, kız çocuğu ise aile büyükleri
onunla evlenerek malını yiyorlar, sonra onu boşayarak
ortada bırakıyorlardı. O yetim kızcağızın ne geçineceği
bir malı kalıyor ve ne kendisi ile evlenmek isteyecek ve
bu sayede geçimini sağlayacak biri çıkıyordu. Yetim
problemleri ile karşılaşmak onlarda çok yaygın bir sosyal
yara idi. Çünkü aralarında sürekli savaşlar, saldırılar ve
yağmalar görülürdü. Doğallıkla adam öldürmelere de
toplumlarında çok sık rastlanırdı.
Çocuklarının bir bahtsızlığı da
şehirlerin bakımsız ve toprakların verimsiz olduğundan sık
sık kuraklık ve kıtlıkla karşılaşılma olayı idi; bu yüzden
açlık korkusu ile evlatlarını kendi elleri ile
öldürürlerdi.Kız
çocuklarını diri diri toprağa gömerlerdi.
Bir erkek için en istenmez şey, kız çocuğu babası olduğu
haberini alması idi.
Yönetim ve hükümetle ilgili
durumlarına gelince, yarımadanın kenar kesimlerinde zaman
zaman en güçlü ve en yakın komşularının himayesinde olan
krallar hükümet ediyorlardı. Meselâ yarımadanın kuzeyinde
İran'ın, batısında Roma'nın, güneyinde Habeşistan'ın böyle
bağımlı kralları iktidar oluyordu. Fakat yarımadanın orta
kısımlarını oluşturan Mekke, Medine, Taif gibi yöreler
Cumhuriyete benzeyen, fakat aslında Cumhuriyet olmayan bir
yönetim biçimine sahipti. Aşiretler kırsal kesimde, hatta
yerleşim birimlerinde kabile reislerinin yönetimi altında
yaşarlardı. Zaman zaman bu yönetim biçimi saltanata
dönüşürdü. Bu acayip kargaşa Arapların her belirli grubuna
şu ya da bu şekilde egemendi, yarımadanın her yöresinde
çeşitli biçimlerde görülürdü. Üstelik aralarında acayip
gelenekler ve hurafe nitelikli inançlar yaygındı. Bütün
bunlara bir de okuma-yazma bilmeme, öğretim ve eğitimden
yoksun olma belasını eklemek gerekir ki, bu bela aşiretler
ve kabileler bir yana şehir ve kasaba yerlerinde de hüküm
sürüyordu.
Arapların durumları, davranışları,
âdetleri ve gelenekleri hakkındaki bütün açıklamalarımız,
Kur'an-ı Kerim'in ayetlerinden ve kendilerine yönelttiği
hitaplardan açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Önce bu
ayetlerin ve açıklamaların kendilerine Mekke'de sunduğu
mesajların içerdiği maksatlar, sonra da İslâm ortaya
çıktıktan ve güçlendikten sonra Medine'de yaptığı
telkinleri iyi incele. Sonra da onlara yakıştırdığı
sıfatlara bak. Kendilerine yönelttiği eleştirileri ve
kınamaları değerlendir. Onlara getirilen yasakları
şiddetlilikleri ve hafiflikleri açısından gözden geçir.
Bütün bunları düşünce süzgecinden geçirdiğin zaman
anlattıklarımızın doğru olduğunu görürsün. Üstelik tarih
bunları anlatıyor ve bizim vermediğimiz ayrıntılara
giriyor. Çünkü ayetler ele aldıkları hususları uzatmıyor,
haklarında sadece özet bilgi veriyor. Bu konudaki en kısa
ve yeterli söz Kur'an'ın bu döneme değinirken kullandığı "cahiliye
dönemi" deyimidir. Bu deyimin anlamı bütün o ayrıntıları
özetliyor. İşte Arap âleminin o günkü durumu böyle idi.
O gün Arapları çevresindeki
Romalılardan, Perslerden, Habeşlilerden, Hintlilerden ve
başka kavimlerden oluşan âleme gelince, Kur'an bu âlemin
durumunu da kısaca açıklıyor. Bu âlemden önce kitap
ehlinin, yani Yahudilerin, Hıristiyanların ve onlarla aynı
kategoride olanların durumuna bakalım. Bunların toplumları
keyfî monarşilerle ve kişisel tahakkümü benimsemiş krallar,
reisler, imparatorlar ve genel valiler tarafından
yönetiliyordu. Böylece o toplumlar iki kesime bölünmüştü.
Bir tarafta canının istediğini yapan, insanların kendileri
ile, ırzları ile, malları ile oynayan egemen bir kesim
vardı. Öbür tarafta ise köleleştirilen, horlanan bir
yönetilen kesim vardı. Bu kesimin ne ırz, ne mal ve ne can
güvenliği ve ne irade özgürlüğü vardı. Sadece
efendilerinin onayladıkları şeyleri yapabilirlerdi. Egemen
zümre, din adamlarını ve hukuk bilginlerini denetimi
altına almış, onlarla iş birliği yapmıştı. Böylece halkın
kalplerini ve düşüncelerini avucu içine almıştı. Aslında
halkın dininde ve dünyasında egemen olan bu kesimdi.
İnsanların dininde alimlerin dilleri ve kalemleri
aracılığı ile, dünyalarında kamçı ve kılıç aracılığı ile
istedikleri gibi hükmediyorlardı.
Yönetilen kesim de tıpkı yönetenler
ve yönetilenlerde olduğu gibi iki kesime ayrılıyordu. Bu
ayırımın kriteri, yönetilenlerin kendi aralarındaki güç ve
zayıflık derecesi idi. İşte bu kesim bu bakımdan, "İnsanlar
efendilerinin dinindendir." vecizesi uyarınca azgın
zenginler ile zayıflar, güçsüzler ve köleler diye ikiye
ayrılıyordu. Ev reisi ile onun eli altındaki kadınlarda ve
çocuklarda da aynı durum geçerli idi. Hayatın bütün
alanlarında irade ve davranış özgürlüğüne sahip erkekler
ile bütün bunlardan yoksun kadınlar arasındaki durum da
aynı idi. Kadınlar kesinlikle erkeklere bağımlı idiler;
erkekler kendilerinden ne isterlerse, onları yerine
getirmeye mecburdular. En ufak bir bağımsızlıkları yoktu.
Bütün bu gerçekleri şu ayet açıkça
ortaya koyuyor: "De
ki: 'Ey kitap ehli, bizimle sizin aranızda eşit olan bir
kelimeye gelin: Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na
hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp da
bazılarımız bazılarını Rabler edinmesin.' Eğer yüz
çevirirlerse, deyin ki: Şahit olun, biz gerçekten
Müslümanlarız." (Âl-i
İmrân, 64) Resulullah (s.a.a) Roma kralı
Herakliyus'a yazdığı mektupta şu ayete yer verdi.
Denildiğine göre, Peygamberimizin Mısır, Habeşistan, Pers
ve Necran krallarına yazdığı mektup da şu ayeti içeriyordu.
Yüce Allah'ın şu sözü de aynı niteliktedir:
"Ey insanlar, biz sizi
bir erkek ile bir kadından yarattık ve birbirinizi
tanıyasınız diye sizi halklara ve kabilelere ayırdık.
Allah katında en üstününüz O'ndan en çok korkanınızdır."
(Hucurât, 13)
Yüce Allah, köleler ile ve hür
kadınlarla evlenmeyi tavsiye ederken de aynı gerçeği
vurguluyor: "Bazınız
bazınızdandır. O hâlde onlarla... sahiplerinin izniyle
evlenin." (Nisâ,
25) Yine yüce Allah, kadınlardan söz ederken aynı
gerçeğe parmak basıyor:
"Ben, erkek olsun,
kadın olsun, içinizden çalışan hiçbir kimsenin yaptığını
boşa çıkarmam. Bazınız bazınızdan meydana gelmedir."
(Âl-i İmrân, 195) Bu
anlamda daha birçok ayet vardır.
Arapların çevresinde yaşayan ve kitap
ehli olmayan toplumlara gelince, o gün onlar putperestler
ile bu kategoride olanlardan oluşuyordu. Bunlar kitap
ehlinden daha kötü, daha beter bir durumda idiler. Onların
davranış ve tutumlarını kınayan ayetler, onların hayatın
bütün alanlarında ve mutluluğun bütün dallarında nasıl
akıntıya kürek çektiklerini, nasıl işlerinin sonunun
hüsran olduğunu açıklıyor:
"Andolsun biz zikirden
(Tevrat'tan) sonra Zebur'da da 'yeryüzüne mutlaka salih
kullarım vâris olacaktır' diye yazdık. Şüphesiz bunda
kulluk eden kimseler için yeterli bir öğüt vardır. Biz
seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik. De ki: 'Bana
ilâhınız ancak bir tek ilâhtır, diye vahy olunuyor. O'na
teslim olacak mısınız?' Eğer yüz çevirirlerse, de ki: Ben
sizin hepinize eşit biçimde açıkladım."
(Enbiyâ, 105-109)
"Bu Kur'an, gerek sizi
gerekse ulaştığı herkesi uyarayım diye bana vahy edildi."
(En'âm, 19)
İslâm'a çağrının ortaya çıkışı
İnsan toplumunun o günkü (cahiliye
dönemindeki) durumu işittiğin gibi idi. Yani insanlık,
hayatın bütün alanlarında batılın, fesat ve zulmün
pençesine düşmüştü. İslâm ise tevhit dini ve hak din
olarak hakkı hâkim kılmak, onu mutlak anlamda insanlar
üzerinde iktidar yapmak, onların kalplerini şirkin
pisliklerinden temizlemek, davranışlarını arındırmak,
fesadın köklerine, dallarına, içine ve dışına işlediği
toplumlarını ıslah etmek istiyordu.
Sözün kısası yüce Allah insanları
açık gerçeğe iletmek istiyordu. O onlara zorluk çıkarmak
değil, onları arındırmak ve kendilerine yönelik nimetini
tamama erdirmek istiyordu. O günkü insanların içinde
debelendikleri batıl ile hak kelimesinin onlar hakkında
istediği düzen iki karşıt nokta, iki zıt kutup
oluşturuyordu. Acaba 'Gayenin önemi, sakıncalı da olsa
vasıtayı mubah kılar' sözü uyarınca İslâm, ne pahasına
olursa olsun ve hangi vesile ile mümkün olursa olsun hakkı
üstün kılmak arzusu ile batıl yanlılarının bazısını
kullanarak diğerlerini ıslah mı etmeli, arkasından da
başka bir bölümün aracılığı ile başka bir bölümü yola mı
getirmeli idi? Bu, siyasetçilerin kullandığı bir siyasî
yöntemdir.
Hedefe yönelik bu tutum, hangi alanda
kullanılırsa genellikle maksada ulaştırır. Maksada
vardırmadığı durumlar çok azdır. Fakat İslâm çağrısının
bayrak edindiği açık gerçek hakkında geçerli değildi.
Çünkü gaye, onun araçlarının ve ön adımlarının ürünü idi.
Nasıl olur da batıl öncüller hakkı doğurabilir. Nasıl olur
da hasta ve bozuk bir insan, sağlıklı bir insan üretebilir.
Oysa yavru, onu doğuran ana-babadan alınmış bir sentezdir.
Siyasetin özlemi ve arzusu iktidara
gelmek, egemen olmaktı. Nasıl olursa olsun öne geçmek,
başa konmak, mevki ve menfaat elde etmekti. İyi-kötü,
hak-batıl hangi nitelikle bu hedeflere varılsın, önemli
değildi. Fakat hakka yönelik çağrı sadece hak amacı
istiyordu. Eğer o hakka batıl aracılığı ile ulaşsa bu
tutumu ile batılı onaylamış, desteklemiş olurdu. O zaman
hakka çağrı olmaz, batıla çağrı olurdu.
Bu gerçeğin Peygamberimizin (s.a.a)
ve soyundan gelen pâk önderlerin hayatlarında bariz
tezahürleri vardır. Peygamberimiz uzlaşmaya ve (az da olsa)
taviz vermeye çağrıldığı sıralarda Rabbi ona bunu (yukarıda
anlatılan gerçeği) emretti ve Kur'an da bu talimatla indi.
Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"De ki, ey kâfirler,
ben sizin taptıklarınıza tapmam. Siz de benim kulluk
ettiğim Allah'a kulluk etmezsiniz. Ben sizin
taptıklarınıza tapacak değilim. Siz de benim kulluk
ettiğim Allah'a kulluk edecek değilsiniz. Benim dinim bana,
sizin dininiz de sizedir."
(Kâfirûn suresi) Yüce
Allah tehdit izlenimi veren bir üslûp ile şöyle buyuruyor:
"Eğer biz sana
direnme gücü vermeseydik, azıcık onlara yanaşmak üzereydin.
Eğer onlara yanaşsaydın, sana dünya hayatının ve ölüm
ötesinin azabını katlayarak tattırırdık."
(İsrâ, 75)
"Yoldan çıkarıcıları
kendime destek edinmedim."
(Kehf, 51) Yüce Allah
geniş anlamlı bir örnekte şöyle buyuruyor:
"Güzel olan ülkenin
bitkisi, Rabbinin izni ile çıkar; kötü olandan ise,
yararsız bitkiden başka bir şey çıkmaz."
(A'râf, 58)
Hak batıla karışmadığı ve onunla
bağdaşmadığı içindir ki, İslâm çağrısının yükü
Peygamberimizi yorgun düşürünce yüce Allah, çağrının
kendisini, çağrılanları ve benimsenmesine çağrılan mesajı
göz önüne alarak üç sebepten dolayı ona yumuşak bir tutum
benimsemesini ve tedricîlik ilkesini gözetmesini
emretmiştir.
Birinci sebep, dinin toplumun
bütün alanlarını ıslah edebilecek ve fesadın kökünü
kurutacak hak bilgileri ile yasalaştırılmış kanunlarıdır.
Çünkü insanların inançlarını değiştirmek çok zordur.
Özellikle bu inançlar ahlâka ve davranışlara yansımış ise
ve âdetlere dayanak oluşturmuş ise, bu âdetler üzerinde
yüzyıllar geçmiş, eski kuşaklar bunlarla gelip geçmiş ve
yine bunlar ile yeni nesiller yetişmiş ise böyle inançları
değiştirmek son derece zordur.
Bir de eğer önerilen din ve onun
çağrısı hayatın bütün alanlarını kaplıyorsa, açığı ile
gizlisi ile, insanın günün yirmi dört saatindeki bütün
davranışlarını ve tutumlarını, bütün fertleri ve
toplulukları istisnasız olarak bağlayacak biçimde (İslâm'da
olduğu gibi) kapsıyorsa, böyle durumlarda yerleşik inancı
değiştirmek, düşünülmesi bile dehşet veren veya normal
olarak imkânsız olan bir olaydır.
Bu iş davranışlarda, inançlarda
olduğundan daha zordur. Çünkü insanın davranışlarla
arasındaki yakınlık ve alışkanlık, inançlar ile arasındaki
yakınlıktan ve içiçelikten daha öndedir. Davranış,
duyuları için daha bariz, arzu ve istekleri için daha
tercihlidir. Bundan dolayı İslâm çağrısı, işinin başında
hak inançlarını bir bütün hâlinde açıkladı. Fakat ilâhî
kanunlar ve şeriatlar tedricî olarak hüküm hüküm ortaya
çıktı.
Kısacası, İslâm çağrısı mesajını
insanlara sunarken tedricîlik ilkesini gözetmiştir. Bunu
insan tabiatı onu algılamaktan kaçınmasın ve mesajın
unsurlarını birbirlerine ekleme konusunda sıkıntıya
düşmesin diye böyle yaptı. Bu söylediklerimiz, bu
gerçekleri dikkatle irdeleyen araştırıcılar için açıktır.
Çünkü böyle bir araştırıcı, Kur'an ayetlerinin ilâhî
bilgileri ve şeriat yasalarını sunma konusunda Mekke'de ve
Medine'de inen ayetlerin farklı olduğunu görür. Mekke'de
inen ayetlerde genel ilkeler ayrıntıya girilmeden
sunuluyor. Medine döneminde inen ayetlerde -biz bununla
nerede inmiş olursa olsun hicretten sonra inen ayetleri
kastediyoruz- ise, ayrıntı vardır. Mekke döneminde genel
ve ayrıntısız bir dille sunulan hükümlerin bu dönemde
ayrıntıları verilmiştir. Yüce Allah şöyle buyuruyor.
"Hayır, insan kendini
ihtiyaçsız gördüğü için azar. Oysa dönüş Rabbinedir.
Gördün mü şu engel olan adamı, namaz kılan kula? Gördüm mü?
Ya o kul doğru yolda ise veya başkalarını kötülüklerden
sakınmaya çağırıyorsa? Gördün mü? Ya o adam gerçeği inkâr
etmiş, ayetlerimize sırt dönmüş ise? Allah'ın her şeyi
gördüğünü bilmiyor mu?"
(Alâk, 9-14) Oruç
hakkındaki ayetleri incelerken işaret ettiğimiz gibi
nübüvvetten sonra ilk aşamada inen ayetlerde tevhit,
ahiret, takva ve ibadet konularına ayrıntılara girilmeden
değiniliyor.
Yüce Allah buyuruyor ki:
"Ey örtüye bürünerek
saklanan (Peygamber), kalk da uyar. Rabbinin büyüklüğünü
dile getir."
(Müddessir, 1-3) Bu
da peygamberliğin ilk aşamasında inen ayetlerdendir. Yüce
Allah buyuruyor ki:
"Nefse ve onu
biçimlendirene, ona bozukluğunu ve korunmasını ilhâm edene
andolsun ki: Kim nefsini kötülüklerden arındırırsa
kurtuluşa ermiştir. Kim nefsinin alçaltırsa hüsrana
uğramıştır." (Şems,
7-10) Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Kötülüklerden arınan
ve Rabbinin adını anıp namaz kılan kimse başarıya ermiş,
kurtulmuştur." (A'lâ,
15) "De ki:
Ben sadece sizin gibi bir insanım. İlâhınızın bir tek ilâh
olduğu bana vahy ediliyor. Artık ona yönelin. Ondan af
dileyin. Ona ortak koşanların vay hâline? O müşrikler ki,
zekât vermezler ve ahireti inkâr ederler. İman edip iyi
ameller işleyenler için kesintisiz bir ödül vardır."
(Fussilet, 8) Bu
ayetler peygamberliğin ilk döneminde inen ayetlerdendir.
Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"De ki: Gelin,
Rabbinizin neleri yasakladığını size söyleyeyim: O'na
hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya iyilik edin.
Yoksulluk kaygısı ile çocuklarınızı öldürmeyin. Sizin de
onların da rızkını biz veririz. Kötülüklerin açığına da
gizlisine de yaklaşmayın. Haksız yere Allah'ın (öldürülmesinin)
haram kıldığı cana kıymayın. İşte Allah, düşünesiniz diye
size bunları tavsiye etti. Bulûğ çağına girinceye kadar
yetimin malına en güzel biçimde yaklaşın. Ölçüde ve
tartıda dürüst olun. Biz hiç kimseye gücünün üzerinde bir
sorumluluk yüklemeyiz. Bir söz söylerken, akrabanız bile
olsa doğru konuşun. Allah'a verdiğiniz sözü tutun. İşte
Allah, hatırlayıp öğüt alasınız diye size bunları tavsiye
etti. İşte benim dosdoğru yolum budur. Bu yola girin.
Sakın sizi Allah'ın yolundan ayrı düşürecek yollara
girmeyin. İşte Allah, kötülüklerden sakınasınız diye size
bunları tavsiye etti."
(En'âm, 151-153)
Okuduğumuz ayetlerde ilk önce şer'î
yasakların ve ikinci olarak şer'î emirlerin nasıl
özetlendiğine bir bakalım. Şer'î yasakların hepsi öyle bir
vasıf altında bir araya getirildi ki, sıradan insan aklı
bile onu kabul etmekten kaçınmaz. Bu ortak vasıf çirkin
davranış vasfıdır. Çirkin davranışların kötü olduğu,
bundan kaçınmak ve uzak durmak gerektiği hususunda hiçbir
aklı başında kimse tereddüt etmez. Doğru yolda birleşerek
bölünmekten, zayıf düşmekten ve helâke yuvarlanmaktan emin
olmak da öyledir. Hiç kimse bunun iyi olduğu hususunda
sırf içgüdüsünün yönlendirmesi ile şüphe etmez. İslâm bu
çağrısında seslendiği kimselerin içgüdülerinin desteğinden
yararlanmak istemiştir. Bundan dolayı aynı şekilde ana
babaya asi olmak, onlara kötü davranmak, aç kalır korkusu
ile çocukları öldürmek, haksız yere kanının dökülmesi
haram olan bir insanı öldürmek, yetim malı yemek gibi
yasakları ayrıntılı olarak saymıştır. Çünkü insanın saf
duyguları bu çağrının mesajını destekliyor. Çünkü saf
insanî duygular normal hâlleri ile bu cürümleri, bu
kötülükleri işlemekten tiksinti duyar. Bizim naklettiğimiz
bu ayetlerin benzeri olan başka ayetlere rastlamak
mümkündür.
Her neyse, Mekke dönemi ayetleri,
daha sonra inen Medine dönemi ayetleri tarafından
ayrıntılı olarak açıklanan genel hükümlere çağırırlar.
Bunun yanı sıra Medine dönemi ayetlerinin kendileri de bu
tedricîlik prensibini gözetir. Bu dinin bütün kanunları ve
hükümleri Medine'de bir defasında değil, tedricî olarak ve
peyderpey inmiştir.
Bu konuda sadece bir örnek üzerinde
düşünmek yeterlidir. Bu, daha önce işaret edilen içki
yasağına ilişkin ayetlerdir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Hurmalıkların ve
üzüm bağlarının meyvelerinin suyundan sarhoşluk ve güzel
rızık elde edersiniz."
(Nahl, 67) Mekke
döneminde inen bu ayette içkiye değiniliyor, fakat
hakkında bir şey söylenmiyor. Sadece "güzel rızık" demek
suretiyle içkinin güzel bir yiyecek veya içecek olmadığı
ima ediliyor. Sonra yüce Allah şöyle buyuruyor:
"De ki, Allah sadece
gizli-açık kötülükleri, günahı... haram kıldı."
(A'râf, 33) Yine
Mekke döneminde inen bu ayet, günahları açıkça haram
kılıyor, fakat içki içmenin haram olduğunu belirtmiyor.
Böylece kötü bir alışkanlığı terk etmeye çağırırken
yumuşak bir biçimde alıştırma yöntemi benimseniyor. Öyle
bir kötü alışkanlık ki, insanlar arzuları tarafından ona
sürüklenmiş, etleri bu alışkanlıkla beslenerek semirmiş ve
kemikleri bu alışkanlıkla sertleşmiştir.
Yüce Allah daha sonra şöyle buyuruyor:
"Sana içki ve kumar
hakkında soru sorarlar. De ki: Bunların ikisinde de büyük
günah vardır. İnsanlara bazı yararları varsa da günahları
yararlarından büyüktür."
(Bakara, 219) Medine
döneminde inen bu ayet, içkinin yukarda naklettiğimiz
A'râf suresinde haram olduğu açıklanan günahlardan
olduğunu bildiriyor. Fakat görüldüğü gibi ayette alıştırma
ve nasihat dili kullanılmıştır. Yüce Allah daha sonra
şöyle buyuruyor: "Ey
müminler içki, kumar, dikili taşlar ve fal okları şeytan
işi iğrençliklerdir. Onlardan uzak durun ki, kurtuluşa
eresiniz. Şeytan içki ve kumar yolu ile aranıza kin ve
düşmanlık tohumları ekmek, sizi Allah'ı anmaktan ve
namazdan alıkoymak ister. Artık bunlardan vazgeçecek
misiniz?" (Mâide,
90-91) Medine döneminde inen bu ayetler içki
konusunda son sözü söyleyerek onu yasaklıyor.
İçki konusunun bir benzeri de miras
meselesidir. Peygamberimiz ilk başta sahabeleri birbirine
kardeş yaptı ve birbirlerinin mirasçıları olmalarını
kararlaştırdı. Bunu, yüce Allah'ın daha sonra
yasallaştıracağı miras düzenlemesine Müslümanları
hazırlamak için yaptı. Daha sonra şu ayet indi:
"Fakat Allah'ın
kitabında akrabalar birbirlerine, diğer müminlerden ve
muhacirlerden daha yakındırlar."
(Ahzâb, 6) İşte
mensuh ve nasih hükümlerin çoğunluğunun durumu bu
şekildedir.
Bu ve benzeri bütün durumlarda İslâm
çağrısı, hüküm koymada ve bu hükümleri uygulamada yumuşak
bir alıştırma yöntemi benimsedi. Bu tutumu, hüküm
yüklemeyi kolaylaştırmak ve güzelce kabul edilmesini
sağlamak için benimsedi. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Biz Kur'an'ı
insanlara ağır ağır okuyasın diye bölümlere ayırdık ve onu
bölüm bölüm indirdik."
(İsrâ, 106) Bir de
bunun tersini düşünelim. Eğer Kur'an, Peygamberimize bir
defada inmiş olsa ve Peygamberimiz de
"Sana da insanlara
indirilen ilâhî mesajı açıklayasın da ola ki düşünürler
diye Kur'an'ı indirdik."
(Nahl, 44) ayetinin
yüklediği görev gereğince, Kur'an'daki ilâhî yasaları
açıklamış ve Kur'an'daki bütün inanca ve ahlâka ilişkin
direktifleri, ibadete ilişkin hükümlerin bütününü,
muamelata, siyasete ve ticarete ilişkin bütün kanunları
ortaya koymuş olsa, böyle bir durumda insanların onları
kabul etmesini, onları uygulamasını, onların kalplerine
egemen olup isteğe dönüşmesini, organlarına ve
organizmalarına egemen olup davranışlara yansımasını bir
yana bırakalım, zihinler bunları kavrayıp benimseyemezdi
bile.
Kur'an'ın ağır ağır inmesi, bu dine,
kabul edilip kalpleri etkileme imkânını vermiştir. Yüce
Allah şöyle buyuruyor:
"Kâfirler, Kur'an
Muhammed'e bir defada topluca indirilseydi ya dediler.
Oysa biz onunla kalbini güçlendirip pekiştirmek için onu
böylece (bölüm bölüm) indirdik ve onu ağır ağır okuduk."
(Furkan, 32)
Bu ayet gösteriyor ki, yüce Allah Kur'an'ı bölüm bölüm
indirmekle hem peygamberimize, hem onun ümmetine kolaylık
sağlamıştır. Bu noktayı ayetin sonunda yer alan
"ve onu ağır ağır
okuduk." cümlesini de dikkate alarak iyi
irdeleyip üzerinde düşünmek gerekir.
Yalnız şunu hatırdan çıkarmamak
gerekir: Kolaylık sağlamak, iyi eğitmek ve faydayı
gözetmek maksadı ile genel hükümlerden ayrıntılı
açıklamaya geçmek ve hükümleri tedricî biçimde insanlara
sunmak, tavizcilikten ve nabza göre şerbet vermekten ayrı
bir şeydir. Bu apaçık bir husustur.
Bu tedricîliğin ikinci yönü;
çağrılanların seçimi ve onlar arasında gözetilen sıra
bakımındandır. Bilindiği gibi Peygamberimiz bütün
insanlığa gönderildi. Onun çağrısı kesinlikle herhangi bir
kavme, yere ve zamana mahsus değildir. Aslında son ikisi (yer
ve zamanla sınırlı olmamak) ilkine yani herhangi bir
kavime sınırlı olmamaya dayanır. Yüce Allah şöyle
buyuruyor: "De ki:
Ey insanlar, ben Allah'ın hepinize gönderilmiş bir
elçisiyim. O ki, göklerin ve yeryüzünün egemenliği
kendisine mahsustur."
(A'râf, 158)
"Bu Kur'an gerek sizi,
gerekse ulaştığı herkesi uyarayım diye bana vahyedildi."
(En'âm, 19)
"Biz seni bütün
âlemlere rahmet olarak gönderdik."
(Enbiyâ, 107)
Nitekim tarihin anlattığına göre
Peygamberimiz İsrail oğullarından olan Yahudiler ile Arap
olmayan Habeşleri ve Mısırlıları İslâm'a çağırdı. Ona
inanan ünlüler arasında Acem asıllı Selman, Habeş asıllı
müezzini Bilal ve Roma asıllı Suheyb vardı. Onun
peygamberliğinin, zamanındaki bütün insanlığa şamil olduğu
şüphesizdir. Az önce okuduğumuz ayetler de genellikleri
ile bütün zamanlara ve yerlere şamildirler. Nitekim şu
ayetler de peygamberliğin genel olduğuna, bütün ülkeleri
ve zamanları kapsadığına delâlet eder:
"Bu Kur'an aziz bir
kitaptır. Ne geçmişte, ne gelecekte ona batıl karışmaz. O
her işi yerinde yapan, övgüye layık Allah tarafından
indirildi." (Fussilet,
42) "Fakat O
Allah'ın elçisi ve peygamberlerin sonuncusudur."
(Ahzâb, 40) Bu
ayetlere ilişkin ayrıntılı incelemeleri bilmek isteyen
kimse, yerlerinde yapılacak olan tefsirine bakmalıdır.
Her hâlükârda, peygamberlik bütün
insanlığa şamildir. Eğer insan İslâmî bilgilerin ve
kanunların geniş çaplılığını ve İslâm'ın ortaya çıktığı
günlerdeki dünyanın cehalet karanlığını, fesat pisliğini
ve sapıklığını iyi düşünürse bütün dünyayla yüz yüze
gelmenin, şirk ve fesadı birden bire top yekün karşıya
almanın mümkün olmayacağından şüphe etmez. Bunun yerine
hikmet açısından gerekli olan şuydu: İslâm çağrısı işe
bazı insanlarla başlamalı ve bu bazı insanlar
Peygamberimizin kendi kavmi olmalı, sonra İslâm'ın bu
kimseler arasına yerleşmesi ile başkalarına açılmalıydı.
Nitekim böyle oldu. Yüce Allah buyuruyor ki:
"Biz her peygamberi
mesajımızı açıklayabilsin diye mutlaka kavminin dili ile
gönderdik." (İbrâhim,
4) "Eğer biz
Kur'an'ı ana dili Arapça olmayan birine indirseydik de onu
onlara okusaydı, ona inanmazlardı."
(Şuarâ, 198-199)
Çağrının ve uyarının Araplarla olan ilişkisini vurgulayan
ayetler, onların çağrının ve uyarının ilişkili olduğu
kimselerin bir parçası olduklarından öte bir mesaj
vermiyorlar.
Kur'an'ın meydan okuması hakkında
inen ayetlere gelince, bazı ayetlerde bu meydan okuma sırf
belağat bakımından ise bu, Kur'an'ın mucizevi niteliğine
dayalı meydan okuyuşunun bir yönünü belağatının teşkil
etmesindendir. Yoksa bu meydan okuma İslâm çağrısının
sadece Arap milletini hedef aldığını ispat etmez. Evet,
açıklamanın gerçekleş-mesi için bizzat Arap dili bilerek
seçildi. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Biz her peygamberi
mesajımızı açıklayabilsin diye mutlaka kavminin dili ile
gönderdik." (İbrâhim,
4) "Biz bu
Kur'an'ı vahyetmekle sana eski milletlerle ilgili
hikâyelerin en güzelini anlatıyoruz."
(Yûsuf, 3)
"Hiç şüphesiz Kur'an
Rabbin tarafından indirildi. Onu, 'güvenilir ruh (Cebrail)'
indirdi, senin kalbine. Uyaranlardan biri olasın diye.
Açık, yalın bir Arapça ile."
(Şuarâ, 192-195) Arap
dili anlamları, zihni maksatları en eksiksiz biçimde
açıklayan bir dil olduğu için Allah bu dili diğer diller
arasından aziz kitabı için seçti ve
"Biz düşünüp idrak
edesiniz diye bu kitabı Arapça bir Kur'an yaptık."
(Zuhruf, 3) buyurdu.
Kısacası, Peygamberimiz çağrı
görevini üstlenince yüce Allah kendisine kendi aşireti ile
işe başlamasını emrederek
"En yakın aşiretini
uyar" buyurdu. Peygamberimiz bu ilâhî emir
uyarınca aşiretini toplayarak onları kendisine gelen
mesajı kabul etmeye çağırdı ve çağrısına ilk olumlu
karşılığı verenin kendisinden sonra halifesi olacağını
vaat etti. Hz. Ali onun bu çağrısına olumlu cevap verdi.
Peygamber bunu ona tebrik etti. Aşiretinin diğer
mensupları Hz. Ali'yi alaya aldılar. Bu bilgiler sahih
rivayetlerde, tarih ve siyer kitaplarında vardır.
Arkasından Peygamberimizin ailesinden bir kaç kişi de
örneğin eşi Hatice, amcası Hamza ve Şia'nın rivayet
ettiğine göre amcası Ebu Talib, Hz. Ali'ye katıldılar. Ebu
Talib'in iman ettiğine ilişkin onun şiirlerinde açık ve
imalı deliller vardır.
(İman ettiğini ilan etmemiş olması Peygamberimizi himaye
edebilmek içindi.)
Arkasından yüce Allah, Peygamberimize
bütün kavmini çağrısının kapsamına almasını emretti. Bunu
aşağıdaki ayetlerden açıkça anlıyoruz:
"İşte böylece sana
Arapça bir Kur'an vahyettik ki, ana şehri (Mekke'yi) ve
çevresindekileri uyarasın."
(Şûrâ, 7)
"Senden önce
kendilerine uyarıcı gelmeyen bir toplumu, doğru yola
gelsinler diye, uyarman için inmiştir."
(Secde, 3)
"Bu Kur'an, gerek sizi
gerekse ulaştığı herkesi uyarayım diye bana vahyedildi."
(En'âm, 19) Bu son
ayet belirgin bir şekilde gösteriyor ki, İslâm çağrısı
sadece Araplarla sınırlı değildir. Belirli bir hikmete ve
faydaya dayalı olarak onlardan işe başlamıştır.
Yüce Allah daha sonra İslâm
çağrısının dünyadaki kitap ehli olan ve olmayan bütün
milletlere yaygınlaştırmasını emretti. Yukarıda okuduğumuz
ayetler buna delildir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Ey insanlar, ben
sizin hepinize gönderilmiş bir Allah elçisiyim."
(A'râf, 158)
"Fakat o Allah'ın
elçisi ve peygamberlerin sonuncusudur."
(Ahzâb, 4) Yukarıdaki
diğer ayetler de bu gerçeği gösteriyor.
İslâm çağrısındaki tedricîliğin
üçüncü yönü; çağrı, irşat ve icra bakımından sırayı
gözetmektir. Bu sıralama sözlü çağrı, pasif çağrı ve cihat
şeklindedir. Sözlü çağrı, bütün Kur'an'ın açık bir şekilde
ifade ettiği bir yöntemdir. Yüce Allah, Peygamberimize bu
konuda insan onurunu ve güzel ahlâk ilkelerini gözetmeyi
emrediyor. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"De ki, ben de tıpkı
sizin gibi bir insanım. Yalnız bana vahiy geliyor."
(Kehf, 110)
"Müminlere karşı alçak
gönüllülük kanatlarını indir."
(Hicr, 88)
"İyilik ile kötülük
bir değildir. Kötülüğe en güzel karşılığı ver. O zaman
seninle arasında düşmanlık olan kimsenin cana yakın bir
dost gibi olduğunu görürsün."
(Fussilet, 34)
"Yaptığın iyiliği çok
görüp başa kakma."
(Müddessir, 6) Bu
anlamda daha birçok ayet örnek gösterilebilir.
Ayrıca yüce Allah, Peygamberimize
farklı anlayışlara ve şahsi yeteneklere uygun bütün ifade
sanatlarını kullanmayı emrediyor. Yüce Allah buyuruyor ki:
"İnsanları Rabbinin
yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır. Onlarla en güzel
biçimde tartış."
(Nahl, 1252)
Pasif çağrıya gelince; müminlerin,
kâfirleri sapık dinleri ve davranışları ile baş başa
bırakarak onlardan ayrı bir İslâm toplumu oluşturmalarıdır.
Bu topluma Müslümanların dışındaki Allah'ın birliğine
inanmayanların dinleri, gayrimüslimlerin günahları ile
ahlâkî rezillikleri sızmayacaktır. Yalnız hayatın zorunlu
kıldığı ilişkilerle yetinilecek-tir. Yüce Allah şöyle
buyuruyor: "Sizin
dininiz size, benim dinim ise banadır."
(Kâfirûn, 6)
"Ey Muhammed, sana
emredildiği gibi dosdoğru ol. Yanındaki eski
sapıklıklarından tövbe edenler de öyle olsunlar. Sakın
ölçüleri aşmayın. Hiç şüphesiz Allah yaptıklarınızı görür.
Sakın zalimlere eğilim göstermeyin. Yoksa cehennem ateşi
yakalar sizi. Allah'tan başka bir dostunuz, bir
sığınağınız yoktur. o zaman onun yardımını göremezsiniz."
(Hûd, 112-113)
"Bu yüzden sen hakka
çağır. Sana emredildiği gibi dosdoğru ol. Onların keyfî
arzularına uyma ve de ki: Allah'ın indirdiği bütün
kitaplara inandım. Aranızda adaletle hükmetmem emredildi.
Allah bizim de sizin de Rabbimizdir. Bizim yaptıklarımız
bize, sizin yaptıklarınız sizedir. Aramızda bir düşmanlık
yoktur. Allah hepimizi bir araya getirecektir. Dönüş
O'nadır." (Şûrâ,
15) "Ey
müminler, benim de sizin de düşmanlarımızı dost edinmeyin.
Onlar size gelen gerçeği inkâr ettikleri hâlde siz onlara
sevgi gösteriyorsunuz... Allah dininiz yüzünden sizinle
savaşmayan, sizi yurtlarınızdan çıkarmayan
hemşehrilerinize iyilik etmenizi, onlara adil davranmanızı
yasaklamıyor. Çünkü Allah adil davrananları sever. Allah
sadece dininiz yüzünden sizinle savaşan, sizi
yurtlarınızdan çıkaran veya çıkarılmanıza destek veren
hemşehrilerinizi dost edinmenizi yasaklıyor. Onları dost
edinenler zalimlerin ta kendileridir."
(Mümtehine, 9) Din
düşmanları ile ilgiyi kesmeyi, onlardan ayrı olmayı ifade
eden ayetler çoktur. Gördüğünüz gibi bu ayetler bu ilgi
kesmenin anlamını, şeklini ve özelliklerini açıklıyor.
Cihada gelince, bu konuda Bakara Suresinin cihat
ayetlerinin arkasından bir inceleme yaptık.
Bu üç basamak İslâm dininin
ayrıcalıklarından ve iftihar sebeplerindendir. İlk basamak,
son iki basamak için gerekli olduğu gibi, ikinci basamak
da üçüncü basamakta gereklidir. Peygamberimiz savaşa
girişmeden önce düşmanlarına çağrıda bulunuyor, öğüt
veriyordu. Böyle yapmayı ona yüce Allah emretmişti. Yüce
Allah şöyle buyuruyor:
"Eğer bu çağrına sırt
dönerlerse onlara de ki: Ben hepinize eşit biçimde
açıkladım." (Enbiyâ,
109)
En asılsız iddialardan biri, İslâm'ın
çağrı dini değil, kılıç dini olduğu yolundaki sataşmadır.
Oysa Kur'an, Peygamberimizin uygulamaları ve tarih bu
konuda şahitlik ediyor ve meseleyi aydınlatıyor. Fakat
yüce Allah'ın nur bağışlamadığı kimselerin nuru olmuyor.
Bu eleştiriyi yapanların bir bölümü Hıristiyan kilisesi
mensubudur. O Hıristiyan kilisesi ki, yüzyıllarca önce
bünyesinde dinî mahkeme kurdu. Bu mahkemede kıyamet günü
yüce Allah'ın kuracağı mahkemeye özenilerek
Hıristiyanlıktan dönenler ateşte yakılma cezasına
çarptırıldı. Bu mahkemenin görevlileri Hıristiyan
ülkelerde dolaşıyor ve Hıristiyanlıktan çıkmakla itham
ettikleri kimseleri toplayıp bu mahkemeye sevk ediyordu.
Bu dinden dönme suçlaması, kimi zaman kilise tarafından
desteklenen skolastik felsefeye aykırı düşen tabiat
bilgisi ve matematik ile ilgili yeni görüşlere
yöneltiliyordu.
Keşke şunu birileri açıklasa. Acaba
aklı selim açısından tevhit inancını yaygınlaştırmak,
putperestliğin köklerini kurutmak, dünyayı fesat
pisliklerinden arındırmak mı önemlidir, yoksa dünyanın
döndüğünü, Batlamyus kozmolojisinin aslı olmadığını
söyleyenleri susturmak ve boğmak mı?
Hıristiyan kilisesi putperestlikle
savaşmak adına Hıristiyanları Müslümanlara karşı
kışkırtarak yaklaşık iki yüzyıl boyunca haçlı savaşları
yürüttü, bu savaşlar sırasında nice ülkeleri yıktı,
milyonlarca insanı yok etti ve nice ırzları çiğnedi.
Bu iddiayı ileri sürenlerin bir
bölümü de, uygarlık ve özgürlük taraftarı olduğunu iddia
eden bazı kilise dışı çevrelerdir. Bunlar maddî
çıkarlarına yönelik en ufak bir tehlike sezdiklerinde
bütün dünyada savaş ateşi tutuşturarak dünyayı alt üst
eden çevrelerdir. Acaba dünyada şirkin yerleşmesi, ahlâkın
bozulması, erdemlerin ölmesi, uğursuzluğun ve kargaşanın
yeryüzünü ve bütün insanları sarması mı daha zararlıdır,
yoksa bir kaç karış toprağı kaybetmek veya bir kaç
kuruşluk zarara uğramak mı? Evet, hiç şüphesiz insan
Rabbine karşı nankördür.
Büyük bir düşünce adamının bir küçük
kitabında yer verdiği bu konu hakkındaki sözlerini
sevinerek nakletmek istiyorum.
Merhum şöyle diyor: "Toplumsal düzenlemeyi ve ıslahı
sağlamak, adaleti gerçekleştirmek, zulmü ortadan kaldırmak,
kötülüğe ve fesada karşı koymak için izlenilen sadece üç
türlü yol ve araç söz konusudur:
1- Konuşmalarla, makalelerle,
kitaplarla, yayınlarla gerçekleştirilecek olan çağrı ve
irşat yolu. Bu yol, yüce Allah'ın şu ayetlerde işaret
ettiği şerefli yöntemdir:
"İnsanları Rabbinin
yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır. Onlarla en güzel
biçimde tartış."
(Nahl, 125)
"Kötülüğe en güzel karşılığı ver. O zaman seninle arasında
düşmanlık olan kimsenin cana yakın bir dost gibi olduğunu
görürsün." (Fussilet,
34) İşte İslâm'ın bisetin ilk yıllarında kullandığı
yöntem budur...
2- Gösteriler, grevler,
ekonomik boykot, zalimlerle işbirliği yapmama, onların
işlerine ve hükümetlerine katılmama gibi barışçı ve pasif
direnme yolları. Bu yöntemi benimseyenler savaş, adam
öldürme ve şiddet yöntemlerini reddederler. Bu yönteme
yüce Allah şöyle işaret ediyor:
"Sakın zalimlere
eğilim göstermeyin. Yoksa cehennem ateşi yakalar sizi."
(Hûd, 113)
"Yahudileri ve
Hıristiyanları dost, müttefik edinmeyin."
(Mâide, 51) Kur'an'da
bu yönteme işaret eden çok sayıda ayet vardır. Bu yöntemi
benimseyip onu vurgulayan en ünlü şahsiyetler Hindu
dininin önderi Buda, Hz. İsa (a.s), edebiyatçı Rus yazar
Tolstoy, Hintli manevî önder M. Gandi'dir.
3- Savaş, baş kaldırma ve
vuruşma.
İslâm bu üç yöntemi tedricî olarak
sıralar. İlk yöntem güzel sözlü öğüt ve barışçı çağrıdır.
Eğer bu yöntem zalimlerin şerrini gidermede, fesatlarını
ve baskılarını ortadan kaldırmada başarılı olamazsa, sıra
ikinci yönteme gelir. Bu yöntem barışçı ya da pasif boykot,
zalimlerle işbirliği ve ortaklık yapmama yöntemidir. Eğer
bu yöntem işe yaramaz, fayda sağlamaz ise, sıra üçüncü
yönteme gelir ki silahlı karşı koyma yöntemidir. Çünkü
yüce Allah asla zulme razı olmaz. Hatta zulme karşı susan,
ona rıza gösteren kimse, zalimin suç ortağıdır.
İslâm, inanç sistemidir. İslâm'ın
çağrısını kılıçla, savaşla yaydığını söyleyenler yanılgıya
düşmüşlerdir. Çünkü İslâm inanç ve akidedir. İnanç ise
cebirle, zorlama ile meydana gelmez. Ancak delile ve
burhana boyun eğer. Kur'an çok ayetlerde bunu açıkça dile
getirir. Bunlardan biri
"Dinde zorlama yoktur;
doğru ile sapıklık birbirinden kesinlikle ayrılmıştır."
(Bakara, 256)
ayetidir.
İslâm, kılıcı ve silahı sadece
ayetlerle ve delillerle ikna olmayan zalimlere karşı
kullandı. Hakka yönelik çağrının yoluna taş koyanlara
karşı güç kullandı. İnatçıları İslâm'a girmeye zorlamak
için değil, onların şerrini gidermek için silaha başvurdu.
Yüce Allah "Fitne
ortadan kalkıncaya kadar onlarla savaşın."
(Bakara, 193)
buyuruyor. Demek ki savaşın amacı, dini ve inancı dayatmak
değil, fitneyi ortadan kaldırmaktır. İslâm durup dururken
ve isteyerek savaşa girişmez. Düşmanlarının zorlaması ile
savaşa başvurur. Savaşa başvurunca da onurlu yöntemleri
gözetir. Savaşta ve barışta yıkmayı, yakmayı, zehirlemeyi
ve düşmanın üzerine suyu kesmeyi yasaklar. Aynı zamanda
kadınları, çocukları ve esirleri öldürmeyi de yasaklar.
Bunlar Müslümanlara karşı ne kadar kin ve düşmanlık
besleseler de onlara karşı yumuşak ve iyi davranmayı
tavsiye eder. Savaşta ve barışta teröre başvurmayı;
yaşlıları, güçsüzleri ve savaşı başlatmayanları öldürmeyi
yasaklar. Düşmana gece baskını düzenlemeyi yasaklar.
"Aranızdaki antlaşmayı
aynı şekilde yüzlerine fırlat."
(Enfâl, 58) buyurur.
Tahmine ve ithama dayanarak adam öldürmeyi, henüz suç
işlemeden cezalandırmayı ve bunlar gibi şerefe ve mertliğe
sığmayan; acımasızlıktan, alçaklıktan ve vahşetten
kaynaklanan birçok davranışı yasaklar.
Tarihte meydana gelen bütün
savaşlarda İslâm'ın şerefi, bütün bu davranışların
hiçbirini yapmayı kendine yakıştırmamıştır. Oysa uygar
ülkeler aydınlanma çağı dedikleri bu çağda bu
davranışların en feci biçimlerini, en korkunç türlerini
işlemişlerdir. Evet. Bu sözde aydınlanma çağı, kadınları,
çocukları, hastaları öldürmeyi; gece baskınları
düzenlemeyi; sivillere, masum halk yığınlarına geceleyin
silahlarla, bom-balarla saldırmayı, toplu kıyımlar yapmayı
mubah saydı.
İkinci Dünya Savaşında Almanlar,
Londra'ya füze saldırıları düzenleyerek binaları
yıkmadılar mı; kadınları, çocukları, masum sivilleri
öldürmediler mi? Almanlar binlerce esiri öldürmedi mi?
Yine o savaşın sırasında müttefikler binlerce bombardıman
uçağını Almanların çeşitli şehirlerini yıkmak için
kullanmadı mı? Amerika, Japonya'nın şehirlerine atom
bombası atmadı mı? Füzeler, atom ve hidrojen bombaları
gibi modern kitle imha silahlarının icadından sonra eğer
üçüncü bir dünya savaşı çıkar da savaşa katılan devletler
bu silahlara baş vururlarsa, dünyanın ne yıkımlar, acılar,
ıstıraplar yaşayacağını sadece Allah bilir. Yüce Allah,
insanlara doğru yolu göstersin, onları sırat-ı müstakime
iletsin." (Alıntı burada sona erdi.)
|