Bu
konuyu, Şia İmamlarının davetinin en açık özelliği olarak
kabullenmek gerekir. Yüce peygamberimizin (s.a.a) dünyadan
göçtüğü ilk yıllardan başlayarak imametin bütün dönemlerinde
Şiî daveti, Ehlibeytin imametini ispat etmekle başlamıştır...
Bu husus Hüseyin b. Ali'nin (a.s) kıyamında ve hatta Zeyd b.
Ali gibi imamzadelerin hareketlerinde açıkça görülmektedir.
İmam Sadık'ın (a.s) daveti de bu genel strateji dahilinde
gerçekleşmiştir.
Bu
konunun belgelerini sunmadan önce "imametin" İslâm'daki
anlamını ve imamete davetin ne demek olduğunu bilmeliyiz.
İmameti tebliğin gerçek içeriğini anlamak imametin anlamını
anlamaya bağlıdır.
Mutlak önderlik manası ifade eden "imamet" kelimesi, İslâm
kültüründe daha çok özel bir önderlik, yani fikrî ve siyasî
gibi sosyal alanlardaki önderlik hakkında kullanılır.
Kur'ân-ı Kerim'de kullanılan imamet kelimesi ve türevleri bu
özel anlama dönüktür. Yani fikirsel önderlik veya siyasal
önderlik yahut da her iki alanda önderlik anlamınadır. İslâm
Peygamberinin (s.a.a) vefatından sonra Müslümanlar birkaç
fırkaya bölündü ve bu bölünme fikrî ve siyasî alandaki
bölünmelerden kaynaklanmıştı. Bu bölünmenin asıl sebebi ise,
siyasî alanda ümmete önderlik meselesiydi, işte bu bağlamda "imamet
ve imam" terimleri özel bir önlem kazandı. Bu terimler diğer
manalarından daha çok "siyasî önderlik" alanında kullanılır
oldu ve böylece diğer manalar bu boyutun gölgesi altında kaldı.
Durum öyle bir yere vardı ki hicri ikinci yüzyılda İslâm'ın
kelâmî ekolleri bir biri ardınca ortaya çıkıp farklı İslâmî
eğilimleri, farklı ideoloji ve ekollere dönüştürdü. Bu
ekollerin en önemli meselelerinden biri de siyasî önderlik
manasına gelen "imamet" meselesiydi. Bu alanda en çok
konuşulan şey imamın yani toplumu yönetenin şart ve
özellikleriydi ve bu hususta da her ekolün kendisine has inanç
ve görüşü vardı.
Şia
ekolünde de -ki bu ekolün izleyicileri açısından İslâmî
düşünce akımının temelini oluşturan- "İmamet" siyasal önderlik
anlamınaydı. Şia ekolünün imam hakkındaki düşüncesi şöyle
özetleniyordu:
İslâm toplumunun siyasî önder ve imamı Allah tarafından
seçilmeli ve Peygamber tarafından da tanıtılmalıdır. Fikirsel
alanda önder, Kur'ân'ın müfessiri ve herkesten daha çok dinin
inceliklerinden haberdar olmalıdır. Yaratılışsal, ahlâkî ve
sebebî eksiklik ve noksanlıklardan beri ve masum olmalıdır
aynı zamanda. Ve de temiz ve iffetli ailelerden dünyaya gelmiş
olmalıdır...
Birinci ve ikinci asır Müslümanları arasında siyasî önder
manasını barındıran imamet, Şiîler arasında siyasî önderliğin
yanında fikrî ve ahlâkî önderlik manasını da kazanmış oldu.
Şia,
imam olarak tanıdığı ve kabullendiği birinden sosyal işlerin
idaresini beklediği gibi fikirsel kılavuzluk, dinî eğitim ve
ahlâkî tezkiyeyi de bekler. Bu görevleri yerine getiremeyen
birini "hak imam" kabul etmez ve başka ekoller açısından
yeterlilik ölçüsü addedilen siyasî yönetimin iyiliği, askerî
alanda güçlü olmak ve ülke topraklarını genişlet gibi
ölçülerle yetinmezdi.
Şia'nın imamet hususundaki görüş ve anlayışına göre bir
toplumun imamı, o toplumun toplu hareketini ve bireysel
eğilimini yönlendiren, hem din ve ahlakı öğreten, hem de
fertlerin yaşam ve faaliyetine hükmeden üstün güçten ibarettir.
Bu açıklama doğrultusunda Peygamber de bir imamdır. Çünkü
temelini attığı toplumun fikrî ve siyasî önderliği onun
elindedir. Peygamberden sonra da, onun halifesi olacak ve (siyasî
önderlik dahil olmak üzere) yüklendiği sorumlulukları
yüklenecek bir imama ihtiyaç duyulması kaçınılmazdır. Şia
inancı açısından bu halifelik, Peygamberimizin sarih buyruğu
gereği Ebu Talib oğlu Ali'ye (a.s) ve onun soyundan gelen
masum imamlara aittir. (Daha detaylı bilgi edinmek için
konuyla direkt bağlantılı kitaplara bakılabilir.)
Burada değinmemiz gereken bir nokta vardır: Siyasî önderlik,
dinî eğitim ve ruhî arınım mefhumlarının İslâmî imamet ve
hilafette bir arada bulunuşu (ki İslâmî imamet ve hükümete üç
boyut kazandırmıştır), günümüzdeki bazı büyük düşünürlerin
açıkladıkları gibi, İslâm'ın bu üç boyutu birbirinden
ayırmamasından ve bu üç boyuttan oluşan bir programı insana
sunmuş olmasından kaynaklanmıştır.
O
hâlde ümmetin önderliği de mezkur her üç alandaki önderlik
manasında olmalıdır. İmamın Allah tarafından belirlenmesi
gerektiğine inanan Şia'nın, bu inanca gösterdiği delil,
imametin taşıdığı geniş mana olmuştur.
Sonuç şudur: İmameti "hilafet ve hükümet" karşıtı zanneden ve
de onu sadece manevî, ruhî ve fikrî alanlarda bir yardımcı
olarak kabullenen yüzeysel düşünce ve görüşlerin aksine, Şia
kültüründe imam "ümmetin önderidir" hem dünyevî işlerde
insanların yaşamına düzen vermede ve toplumun siyasî ve
içtimaî idaresinde (yani devletin zirvesidir), hem de manevî
ve ruhî eğitimde, fikirsel sıkıntılara çözüm getirmede ve
İslâm ideolojisini açıklamada (yani bir ideolog).
Çok
net ve açık olan bu husus, imamete inananların çoğuna aşina
gelmeyebilir. Kur'ân ve hadis kökenli yüzlerce örnekten bir
kaçına değinmek uygun olur kanısındayız.
Usul-ü Kâfi'nin "Kitab-ul Hüccet" bölümünde imametin tanımı ve
imamın vasıfları hakkında İmam Ali b. Musa er- Rıza'dan (a.s)
nakledilen çok uzun bir hadiste çok değerli ve cezbeli
özelliklere yer verilmiştir.
İmametin tanımı hakkında şöyle buyurmuştur:
"Dinin
ipi, Müslümanların düzeni, dünyayı abad eden, müminlerin izzet
ve yüceliği, peygamberlerin rütbe ve makamı, halifelerin
mirası, Allah'ın hilafeti ve peygamberin halifeliği."
İmamı tanımlarken de şu vasıfları sıralamıştır:
"Genel serveti artıran, ilâhî kanun ve yasaları
uygulayan, sınırların koruyucusu, Allah'ın insanlar arasındaki
emini, yüksek bir tepe üstünde insanları şaşkınlıktan
kurtarmak için yanan bir alev, Allah yolunun davetçisi, ilâhî
sınırın savunucusu, münafıkların öfkesinin sebebi, küfrün
temelini yıkan, müminlere izzet veren, yönetim hususunda uzman
ve tecrübeli, siyaseti çok iyi bilen, Allah'ın emrine uyan,
Allah kullarının hayrını isteyen, Allah'ın dininin bekçisi...."
İmam Sadık'tan (s.a) rivayet edilen başka bir hadiste ise
açıkça şöyle buyrulmuştur:
"Peygamberin (s.a.a) bütün imtiyaz ve
taahhütlerine Ali (a.s) de, diğer imamlar da sahiptir"
İmam Sadık'tan (s.a) rivayet edilen bir başka
hadiste "vasilere" itaat etmenin farz oluşu hatırlatılmış ve
sonra da "vasiler"in, Kur'ân'da "ulu'l emr" tabiriyle anılan
insanlar olduğu ifade edilmiştir.
Değişik kitapların farklı bölümlerinde dağınık hâlde
kaydedilen yüzlerce rivayet, Şia kültüründe imamet teriminin "İslâm
ümmetinin işlerinin idare ve yönetimi" anlamına geldiği ve
yönetimin gerçek sahiplerinin de Ehlibeyt İmamları olduğu
açıkça vurgulanmıştır. Öyle ki araştırma yapacak olan insaf
sahibi insanların bu hususta hiçbir şüphesi kalmayacaktır.
Çünkü Ehlibeyt İmamları tarafından sürdürülen imamet
iddiasının fikrî ve manevî makamın ötesinde ve tam anlamıyla
yönetim hakkı iddiası olduğu çok açıktır. Her yere yayılan
davetleri de hakikatte yönetimi ele almak için siyasî-askerî
mücadeleye davetten ibaretti.
Sonraki dönemlerdeki onlarca yazar ve
araştırmacılarının gözüne görünmeyen
bu gerçek, imamların döneminde yaşayan Müslümanlar arasında en
açık gerçeklerden biri sayılmaktaydı. Meşhur ve çok usta Arap
şairi, en meşhur Şiî şahsiyetlerden biri ve de kararlı Alevi
eğilimlerinin şehidi olan "Kûmeyt", meşhur kasidelerinin
birinde Ehlibeyt İmamlarını şöyle vasfeder: "Ehlibeyt İmamları,
insanları yönetmekle hayvanlara çobanlık etmeyi aynı görmeyen
siyasetçilerdir; zamanın yöneticileri ise bunun aksini
savunuyor ve uyguluyorlardı.
Şimdi asıl konuya dönüyoruz, yani İmam Sadık'ın (a.s) da diğer
Şia İmamları gibi davetinin öncelikli konusu olarak "İmamet"i
seçmesi konusuna. Bu tarihî gerçeğin kanıtı hususundaki en
sağlam ve kesin belge, İmam Sadık'tan (a.s) rivayet edilen
hadislerdir. Bu hadisler çok net bir şekilde imamet iddiasını
beyan etmektedir. İlerde açıklayacağımız gibi, İmam Sadık (a.s)
imameti tebliğ ederken, zamanın sultanlarını direkt ve net
olarak reddetmesi, velayet ve imametin gerçek sahibi olarak
insanlara tanıtması gerektiği bir mücadele aşamasında
görüyordu kendini.
Usuller gereği bu hareket, mücadelenin önceki aşamalarının
başarıyla noktalanmasından sonra gerçekleştirilebilirdi ancak.
Siyasî ve içtimaî bilinç büyük bir kitleye yayılmış, bilkuvve
hazırlıklar her yerde hissedilmiş dikkate şayan bir yelpazede
ideolojik ortam oluşturulmuş, hak ve adalet sistemi büyük bir
topluluk açısından kaçınılmaz bir gerçek olarak kabul görmüştü.
İşte bu durum karşısında imam, sarsılmaz kararını nihaî
mücadeleye kilitlemişti. Bu aşamalar gerçekleşmeden önce,
belli birini toplumun hak imamı olarak gündeme getirmek
zamansız ve faydasız olacaktı.
Dikkat edilmesi gereken bir başka husus da, imamın bir çok kez
kendi imametini kanıtlamakla yetinmemesi ve kendisiyle
birlikte önceki hak imamları topluma tanıtması ve Ehlibeyt'in
imamet silsilesinin ayrılık kabul etmeyen bir bütün olduğunu
vurgulamasıdır.
Şia
düşüncesinde, geçmiş zamanların batıl yöneticilerinin
reddedilmesi ve "tağut" kabul edilmesi dikkate alınacak olsa,
İmam Sadık'ın (a.s) bu yöntemi, kendi dönemindeki Şiîlerin
cihadının önceki dönemlerde sürdürülen cihadın devamı olduğuna
işarettir.
Aslında İmam Sadık (a.s) bu beyanıyla kendi imametinin, önceki
imamların imametinin kaçınılmaz sonucu olduğuna vurgu yapıyor
ve böylece de hem imametini temelsizlik şaibesinden kurtarıyor,
hem de kesin ve şüphe götürmez bir kanalla yüce İslâm
Peygamberine (s.a.a) dayandırıyordu.
Şimdi, İmamın davetinin keyfiyetine dönük birkaç örneğe dikkat
ediniz.
Benim bu alanda gördüğüm en mükemmel ve çarpıcı rivayet, Amr
b. Eb'ul Mikdad'ın şu rivayetidir:
"Zilhicce
ayının dokuzuncu günüydü; Arefe günü. Hacılar, günün özel
amellerini yerine getirmek için Arafat'ta mahşerî bir
kalabalık oluşturmuşlardı. Müslümanların yaşadıkları
bölgelerin doğal sözcüleri de bir yerde toplanmıştı. Böyle bir
yerde söylenecek doğru ve yerinde bir söz, zamanın en geniş
toplu iletişim şebekesini oluşturacaktı."
Amr
şöyle devam eder: "İmam Sadık'ı (a.s) gördüm; gelip hacıların
yanında durdu ve İslâm dünyasının her noktasına ulaştırmak
için oradaki herkesin duyabileceği şekilde yüksek bir sesle
mesajını üç defa tekrarladı, başka bir yöne döndü ve aynı
mesajını üç defa olmak üzere yineledi ve bir başka yöne dönüp
yine üç defa tekrar etti. Böylece İmam on iki defa aynı mesajı
tekrarlamış oldu... İmamın mesajı şundan ibaretti:
"Ey insanlar! Allah'ın Resulü imamdı; ondan sonra Ali b. Ebu
Talip, sonra Hasan, sonra Hüseyin, sonra Ali b. Hüseyin, sonra
Muhammed b. Ali ..."
Bir
başka hadis, Ebu's Sabah Kinani'den rivayet edilmiştir. İmam
Sadık (a.s) bu hadiste kendini ve diğer Şia İmamlarını şöyle
tanıtıyor:
"Bizlere itaat etmek yüce Allah tarafından farz kılınmıştır.
Enfal da bizimdir, Safv-ul mal da..."
Safv-ul mal, tağutların kendilerine has kıldıkları ve ihtiyaç
sahiplerini mahrum bıraktıkları mallardır. Müslüman
savaşçıların zaferiyle yenilgiye uğrayan zalimlerin
tasarruflarından kurtarılan bu mallar, diğer savaş ganimetleri
gibi taksim edilmez ve kâzip bir haşmet ve yalan bir iftihar
kazandırması için birinin yetkisine sunulurdu. Oysa ki bu
malların İslâm hakimine sunulması ve onun eliyle Müslümanların
genel maslahatına olan alanlarda kullanılması gerekiyordu.
İmam Sadık (a.s) bu hadiste, enfal ve safv-ul malın sahibi
olarak tanıtıyor kendini.
İmamın bu açıklama ile vurguladığı üç husus vardır:
a) İslâm toplumunun asıl hakimi kendisidir.
b) Mezkur malların kendisine sunulması gerekir.
c) İmamın eliyle de doğru alanlarda kullanılması gerekir.
Bir başka hadiste ise kendisinden önceki
imamların ismini tek tek sayarak onların imametine ve
emirlerine itaat etmenin farz olduğuna şehadet getirir.
Sıra kendi adına geldiğinde İmam susmayı tercih eder; ama
imamı dinleyenler, İmam Bâkır'dan (a.s) sonra ilim ve hükümet
mirasının İmam Sadık'a (a.s) intikal ettiğini çok iyi bilirler.
Böylece İmam hem hükümetin kendi hakkı olduğunu gündeme
getirir, hem de kanıtsal söz akışıyla yüce babası Ali b. Ebu
Talib (a.s) ile olan bağlılığını açıklar. Usul-ü Kâfi'nin "el-Hüccet"
bölümünün bablarında ve Bihar-ul Envar'ın 47. cildinde, imamet
iddiasını açıkça ve ima yoluyla açıklayan ve imamete davet
eden onlarca hadis bulmak mümkün.
Kesin bir başka belge de İmamın (a.s) İslâm topraklarının her
yerindeki geniş tebliğ şebekesinden bahseden ve bu şebekenin
varlığını kesin kılan şahitlerdir. Bu şahitler öylesine çok ve
delillere dayalıdır ki eğer sarih bir hadis olmasaydı bile,
konunun kesinliğine gölge düşmezdi.
İmamların hayatı hakkında araştırma yapan biri kendine
soruyordu. İmamların, İslâm topraklarında görevli davetçi ve
tebliğcileri yok muydu ki Emevî saltanatının çöküşü
yaklaştığında imamlar için halktan itaat ve destek sözü
alsınlar? Eğer durum bundan ibaretse, imamlar ve Şia
arasındaki malî ve fikrî ilişkiler alanında görülen teşkilatî
bağlılık nasıl yorumlanabilir? Dünyanın her yerinden Medine'ye
taşınan paralar ve mallar, dinî konular hakkında sorulan bunca
sorular, her yere yayılmış olan Şiîliğe davet, İslâm
topraklarının önemli bölümündeki eşi benzeri olmayan Ali ve
Ali oğulları sevgisi neyin nesidir?
Horasanlı, Sistanlı, Kufeli, Basralı, Yemenli ve Mısırlı hadis
alimleri ve ravileri imamın etrafında niye toplanmışlardı?...
Bunları gerçekleştiren hangi güçtü acaba? Birbirine uyumlu ve
bağlı bu gerçekler yoksa tesadüf sonucu mu meydana gelmişti?
Emevî saltanatının bütün İslâm topraklarında istisnasız ve
kesintisiz olarak devam eden karalama propagandalarına, Ali b.
Ebu Talib'in (a.s) minber ve hutbelerde İslâm'ın istenmeyen
şahsiyeti olarak tanıtılmasına rağmen, İslâm topraklarının en
ücra köşelerinde dahi Ali oğullarının eşsiz bir sevgiye mazhar
olmaları, Şia inancına göre din ilmini, siyaset ve yönetim
ilmini onlardan öğrenmek için uzun yolları kat ederek Hicaz ve
Medine'ye yönelmeleri ve de bir çok defa sabırsızlanarak
askerî hareket başlatmaları için izin istemeleri, kuşkusuz
imamların kurmuş olduğu güçlü ve geniş bir iletişim
şebekesinin varlığına bağlıdır.
Eğer Şia'nın silahlanması sadece imamların ilim ve zühdünü
kanıtlama yönünde olsaydı, askerî hareket izni istenmesi ne
anlama geliyordu?
Şöyle bir soruyla karşılaşmak mümkün: Tarihte adı geçen tebliğ
ve iletişim şebekesinden hiç bahsedilmemesinin sebebi nedir?
Ve niye hiçbir faaliyeti açıkça nakletmemiştir?
Buna şöyle cevap verilebilir: Mezkur davet ve tebliğ
şebekesine tarihte rastlanmamasının sebebi, öncelikle İmamın
dostlarının "takiyye" ilkesine fazlasıyla bağlı olmalarıydı.
Bu bağlılık, mahrem olmayanların bu teşkilata sızmasını
engellemek içindi.
Bunun bir başka sebebi de Şia'nın cihadının o aşamada amacına
varamaması ve yönetimi ele alamamasıydı, ki bu da bir takım
etkenlerin sonucuydu... Eğer Abbasîler de yönetimi ele
geçiremeseydiler, onların gizli faaliyetleri ve acı-tatlı
anıları da göğüslerinde kalacak, kimsemin bunlardan haberi
olmayacak ve tarihte de rastlanamayacaktı.
Bütün bunlarla birlikte, Ehlibeyt'in imametine dönük Şiî
davetini açıkça haykıran rivayetlerin sayısı az değil. Bunu
bir hadisle örneklendirmek yeterli olacak kanısındayım.
Kufe halkından biri Horasan'a gider ve insanları Cafer b.
Muhammed'in (a.s) velayetine davet eder. İnsanların bir grubu
bu davete olumlu cevap verir ve itaat ederler. Diğer bir grup
ise buna muhalefet edip tekzip yolunu seçerler. Üçüncü bir
grup ise ihtiyatlı davranırlar; ne icabet, ne de tekzip
ederler... Bir gün ihtiyat edenlerden birinin yolu Medine'den
geçer ve bu arada İmam ile görüşür. İmam (a.s) bu adamı
zemmederek şöyle buyurur: "Takva ve ihtiyat ehli idiysen,
filan yerde hıyanet ederek filan işi niye yaptın, niye ihtiyat
etmedin peki!?
Gördüğümüz gibi davetçi Kufe halkındandır; tebliğ bölgesi
Horasan, davetçinin adı gizli ve davetin içeriği ise İmam
Sadık'ın (a.s) velayetine itaat.
İmametin tebliği alanında imamların ve Şia'nın görüşünü
belirleme açısından dikkate şayan bir diğer belge de, imamlar
ve siyasî rakipleri (Emevîler ve Abbasîler) arasında
gerçekleşmiş olan tartışmalar ve sözlü mücadelelerdir. Hem
kelâmî ve mezhebî deliller diliyle, hem de daha açık ve net
bir dille –şiir dili- gerçekleşmiş olan bu tartışmalar,
Şia'nın imamet hususundaki tebliğ amacının, yönetimin Ehlibeyt
İmamlarının hakkı olduğunu çok net bir şekilde kanıtlamaktadır.
Bunun doğal sonucu şudur: Ehlibeyt'in velayetine davetin en
açık boyutu, siyasî gücü ehil olmayanlardan geri alıp hak
sahiplerine iade etmek için mücadeleye davetten ibaretti.
İmam Sadık'ın (a.s) dönemi, Abbasîlerin hareket başlatması ve
sonra da hükümeti ele geçirmeleriyle muasır olması bakımından
bu tür tartışmaların en hassas dönemiydi. İmamın bakış
açısından Şiî ve Abbasî şairlerin şiirleri de aynı konumdaydı.
Abbasî şairleri, yönetimi ele alma yolunda Şiîlerce sürdürülen
faaliyetleri kınıyor ve egemen güçlerin, kendilerini haklı
göstermek için sarıldıkları temelsiz ve kof delillere
sarılarak Abbasîleri, yönetimin gerçek sahipleri olarak
tanıtıyorlardı. Bunun tam karşısında ise Ehibeyt aşığı
şairleri görmekteyiz, ki mağlup ve öfkeli kesime mahsus dil ve
çıkışlarla galip güçleri (Abbasîleri), işledikleri
cinayetlerden ve batıla eğilimlerinden dolayı yerden yere
vurup yönetim hakkının Ali oğullarına mahsus olduğunu
haykırıyorlardı.
Bir
hareketi temsil eden şiirin hicri 1 ve 2. asırdaki yüce konumu
ve de bir harekete mensup şairin, hareket bağlamında kendi
eğilimlerini yaymada ve ülküleri açıklamadaki öncülüğü ve en
etkili rolü oynadığı göz önünde bulunduracak olsa, siyasî
hareketlere mensup şairlerin açıklamaları için özel bir defter
açılmış olması çok doğaldır.
"el-Abbasiyyun
el-Evail" kitabının yazarı Dr. Faruk Ömer, Arapça şiir ve
hitabet sanatının filizlendiği dönem olan 1. ve 2. yüzyıldaki
edebiyatın hassas ve belirleyici rolünü, mezkur kitabında iyi
bir şekilde işlemiştir. O şöyle yazıyor:
"...Edebiyat kalpleri etkiliyor ve insanların
sempatisini şu veya bu akıma yönlendiriyordu. Şairler ve
hatipler, kendi siyasî düşüncelerini toplumun gündemine
oturtan, bunun savunuculuğunu yapan, etkin bir dil ve açık bir
yöntem ile siyasî eğilimlerin hakkaniyetini delillere
dayandıran ve rakiplerinin delillerini çürütmeye çalışan
gazeteler konumundaydı."
Mesela Abbasoğulları taraftarları olan bir şair, hilafetin,
Abbasoğullarının meşru hakkı olduğunu kanıtlamak için onların
Peygamberle olan akrabalığını dile getiriyor ve Peygamberin
mirasının, bu soya ait doğal mülk olduğunu iddia ediyordu.
Bunu da şöyle kanıtlıyordu: Miras hususunda İslâm'ın emri
şudur: Amcalar varken, kız yoluyla dünyaya gelen çocuklar
mirastan pay alamazlar. O hâlde Peygamberin yönetim mirası,
amcası Abbas'a ve ondan sonra da oğullarına intikal eder. Bir
şair şöyle diyordu: "Nasıl mümkün olur, olacak iş mi ki, kızın
çocukları amcaların mirasını sahiplensin!?"
Şunu diyenler de vardı: "Amca varken, amca oğulları mirası
sahiplenemez."
Ehlibeyt aşığı şairler ise, bunun karşısında çoğunlukla
mazlumiyet hissinden kaynaklanan coşturucu duygularla
yoğrulmuş şiir ve kasideleriyle bu tür kanıtları reddediyor ve
Şia İmamlarının hakkaniyetine dair deliller getiriyorlardı.
Mesela Seyyid Himyeri meşhur kasidesinde Gadir-i Hum olayını
haykırıyor ve şöyle diyordu: "...Ben kimin mevlası isem, bu
(Ali) onun mevlasıdır; ama günümüz muhalifleri buna razı ve
ikna olmadılar..."
Abbasî şairin dile getirdiği "amcanın miras alması" olayına
Cafer b. Osman-ı Taî şöyle cevap veriyordu: "...Kız mirastan
tam yarım pay alır, oysa ki bu mirastan amcaya hiçbir şey
verilmez..."
Peygamberden miras alma hususunda ise Di'bil-i Hüzaî
kasidesinde şöyle diyordu: "...Peygamberin mirası onları
hüsrana uğrattı, çünkü her yönden korku ve ölüme yem oldular!..."
Abbasoğullarının yaşamıyla ilgili kitaplarda ve hicri 2.
yüzyıl tarihinde yüzeysel bir araştırma yapan herkes, şiir
diliyle yapılan bu tür siyasî tartışmaların yüzlercesini
bulacaktır. İmamlar dönemindeki Şiî edebiyatının genellikle
siyasî ve kelâmî konuları içerdiği rahatlıkla söylenebilir. O
şiirlerde, bugün yaygın olan Farsça methiyelerdeki gibi hayal
ürünlerinden bir eser bulunamaz.
Her
iki tarafın (Abbasî, Ehlibeyt aşıklarının), kendi iddialarının
hakkaniyeti hususunda söylediği kanıtsal şiirlerin içeriğinin
ne derece sağlam ve güvenilir olduğu hiç önemli değil; önemli
olan, o günün toplumunda siyasî ve itikadî olarak tamamen
saflarını ayıran bu iki hasım hareket ve kanadın ne dediği ve
neyi savunduğuydu.
Açıkça görüldüğü gibi her iki tarafın kanıtlamaya çalıştığı
şey, hükümet ve yönetim hakkının kendilerine ait olduğudur.
Her iki tarafın şiirinde "Peygamberin mirası" olarak
vurgulanan şey ilim, takva ve züht gibi Peygamberin manevî
mirası değildir. Çünkü bunların hiç biri de ihtilaf ve çekişme
olduğunda "mirasta önceliklilik" kuralıyla çözümlenecek türden
bir "hak" değildir. Sahiplenilmek istenen tek şey
Müslümanların velayet ve yönetim hakkıdır.
Bunu, İmam Sadık (a.s) dönemindeki Seyyid Himyeri, Cafer b.
Osman ve Kumeyt gibi şairlerin şiirlerinde görmekteyiz. Bunlar,
şiirlerinde "imamet" temasını işleyerek ve bu hususta
Abbasîleri savunan şairlere cevap vererek kaybedilmiş siyasî
gücü geri kazanmak ve ehil olmayan rakiplerini siyaset
alanından uzaklaştırmak doğrultusunda her yönlü bir faaliyet
sürdürüyorlardı...
Bu
sözümüze, Kumeyt, Di'bil ve Farazdak gibi büyük Ehlibeyt aşığı
şairlerin ustalıkla yoğrulmuş şiirlerinde bir hayli örnek
bulmak mümkündür. Ancak biz konunun aydınlanması açısından
birkaç örnekle yetindik.
Bu
bölümü bitirmeden önce, iki hasım hareketin manevra alanının
ne kadar geniş olduğunu göstermek için şiir alanı dışında
gerçekleşen başka bir yönteme de dikkat çekmek istiyorum.
Abbasî hükümetinin başladığı günlerde, Abbasîlere karşı askerî
bir hareketi komuta eden ve meşhur Alevi simalarından biri
olan Muhammed b. Abdullah-i Hüseyni (Sahib-i Nefs-i Zekiyye
lakabıyla meşhur olmuştur), Abbasî halifesi Mansur'a bir
mektup gönderir.
O
günün şartlarında hasım tarafların hatta sıcak savaş
aşamasında bile hazırladıkları kanıtsal mektuplar, hedefe
yaklaşmada önemli bir rol oynuyordu. Çok seri bir şekilde
halka dağıtılan ve içeriği herkes tarafından bilinen bu
mektuplar, halkın desteğini kazanmada ve moralleri
güçlendirmede göz ardı edilemeyecek bir etkiye sahipti. Bu
yüzden de halkın beğeneceği ve kabul edeceği deliller
içermekteydi.
Muhammed'in Mansur'a yazmış olduğu mektupların birinde,
Alevilerin yönetimi ele almak dışında bir taleplerinin
olmadığını ve bu hedefe varmak için de insanları imamet
ilkesine davet etmekle hakim düzene karşı mücadeleye
çağırdıklarını vurgular. Altını çizmek istediğim asıl cümle
şudur:
"Şüphesiz ki babamız Ali, Peygamberin vasiyyi
ve Müslümanların imamıydı; onun çocukları hayatta olduğu hâlde
hükümet hakkını ondan miras almanız nasıl düşünülebilir?"
Bu
cümlenin, mektupta getirilen Abbasîlerin yaygın sözüne cevap
mahiyetinde olabileceği ihtimali yüksektir. Abbasîlere göre
hilafet, Allah ve Resulünden (s.a.a) Abbas kanalıyla
kendilerine intikal eden mirastı. Peygamberle akrabalıktan
başka hiçbir meziyeti olmayan bu silsile, mantıksal dayanaktan
yoksun bu kanıtı öne sürerek yönetimlerinin insanlar nezdinde
kabul görmesini sağlamaya çalışıyordu.
Muhammed ise mektubunda buna cevap vererek rakibin delilini
çürütüyor. Bu mektubunda ilk olarak imam tabiri, mefhumu ve
kullanım alanı ve ikinci olarak da Alevi büyüklerinden olan
Muhammed'in iddiası açık bir biçimde görülmektedir.
İmam Sadık'ın (a.s) faaliyetinde görülen net ve ana hatlardan
biri de budur; hem de diğer imamların yaşantısında görülenden
daha belirgin, daha sarih ve daha sahih bir şekilde. Öyle ki
Şia fıkhı "Caferi fıkhı" adını almıştır. İmamın siyasî
faaliyetlerini görmezlikten gelenler bile, dönemin en geniş
ilmî ve fıkhî havzasına veya bu havzalarından birine sahip
olduğunu kabullenmişlerdir. Bu arada, İmam Sadık (a.s)
hakkında araştırma yapanların çoğunun gözünden kaçan şey bu
işin siyasî mefhumu olmuştur. Benim amacım ise bu boyutu ele
almak ve aydınlatmaktır.
Öncelikle hilafetin İslâm'daki yerini iyi tespit etmek gerekir.
İslâm'da hilafet, sadece siyasî boyutla sınırlı değil;
siyasî-dinî önderliktir. İslâmî hakime (yöneticiye) halife
lakabının verilmesi de bu gerçeği vurgulayacak niteliktedir.
Halife, Peygamberin yerinde oturan şahıstır; Peygamber ise
dini getiren, ahlakı öğreten ve aynı zamanda da siyasî önder
ve yöneticidir.
O
hâlde İslâm'da halife, siyasetle birlikte insanların dinî
işlerini de yüklenen önderdir.
İlk
halifelerden sonraki yöneticiler, dinî bilgilerinin az olması
veya tümüyle bundan yoksun olmaları sonucu doğan boşluğu
kendilerine bağlı din alimleriyle doldurma gayreti içinde
olmuşlardır. Satılmış fıkıh, tefsir ve hadis alimlerini
kendilerine bağlayarak mevcut boşluğu doldurmuşlardır.
Hükümetin emrine amade bu zümrenin, yöneticilere sağladığı bir
başka yarar da, zalim yöneticilerin isteğine uygun olarak
dinin hükümlerini "maslahatlar gereği" bahanesiyle
değiştirmeleri olmuştur. İlahları uğruna, Allah'ın hükümlerini
içtihat adı altında tahrif etmeleri işin ne denli vahim
olduğunu göstermeğe yeter de artar bile.
Eski yazar ve tarihçiler, genellikle siyasî güçlerin isteğiyle
gerçekleşen hadis uydurma ve reye göre tefsirin tüyler
ürperten bazı örneklerine değinmişlerdir. Bunların bazılarına
ileriki sayfalarda değineceğiz. Hicri birinci yüzyılın
sonlarına kadar daha çok rivayet şeklinde gerçekleşen bu
hizmet, yavaş yavaş fetva şekli de almıştı artık. Emevî
dönemin sonlarında ve Abbasî dönemin de başlarında bir çok
fakihin kıyas ve istihsan gibi bidat yöntemlerini kullanarak
kendi görüşlerine göre -daha doğrusu egemen güçlerin isteğine
göre- İslâm'ın hükümlerini yorumlaması bundan kaynaklanıyordu.
Kur'ân tefsiri alanında da aynı hiyanet gerçekleşiyordu.
Müfessirin, kendi görüşüne göre Kur'ân'ı tefsir etmesi,
insanlar nezdindeki ilâhî hükümleri rahatlıkla
değiştirebilecek ve insanları egemen güçlerin isteğine
inandıracak bir yöntemdi.
Fıkıh, hadis ve tefsirin iki temel akıma bölünmesi çok eski
dönemlere dayanır. Bunlardan biri az bir para karşılığında bir
çok gerçeği kendi çıkarları uğruna tahrif eden gasıp
hükümetlerce yönetiliyordu; diğeri ise, ilâhî hükümleri doğru
şekilde açıklama maslahatı üstünde maslahat görmeyen ve ister
istemez her adımda egemen güçle ve de satılmış fakihleriyle
karşılaşan asil ve emin bir akımdı. İşte bu akım, o günden bu
yana çoğunlukla gayr-i resmi ve illegal görülmüştür.
Bu
bilgiler ışığında İmam Sadık (a.s) dönemine bakacak olsak "Caferî
fıkıhla" resmî ve legal tanınmış fakihlerin fıkhı arasındaki
farkın, sadece yüzeysel dinî inanç farklılığı olmadığı daha
belirginleşecektir.
Caferî fıkhı iki yönden ataktaydı: Birincisi ve önemlisi,
egemen güçlerin dinî bilgilerden yoksun oluşu ve tabiatıyla da
insanların fikrî işlerini yönetme alanındaki acizliğiydi;
diğeri ise, yöneticilerin çıkarı uğruna oluşturulan resmî
fıkıhtaki tahrif ve sapma konularını belirlemekti.
İmam Sadık (a.s) fıkıh, İslâmî öğretiler ve Kur'ân tefsiri
gibi ilmî faaliyetiyle hükümete savaş açmıştı. Halifelerin
hükümetinde önemli bir yeri olan dinî kurum ve resmî içtihat,
İmam Sadık (a.s) tarafından suçlanıyor ve hükümet de dinî
alanda fakir ilan ediliyordu. İmam tarafından sürdürülen
mücadelenin bu boyutuna, Emevîlerin ne kadar dikkat ettikleri
hususunda açık ve kesin bir belge mevcut değil. Ancak Abbasî
halifelerin ve özellikle de yeterince zeki olan, ömrünü
Emevîlere karşı mücadeleyle geçiren ve de Ehlibeyt
taraftarlarının mücadele yöntemi hususunda önemli bilgilere
sahip olan Mansur'un, İmam Sadık (a.s) tarafından yürütülen
dolaylı mücadelenin etkin rolüne dikkat ettiği açıktır.
Bir
çok rivayette de belirtildiği üzere, İmamın ilmî ve fıkhî
faaliyetlerine dönük Mansur'un sınırsız baskı, tehdit ve
sınırlamaları bu duyarlılıktan kaynaklanıyordu. Ayrıca
Mansur'un, Hicaz ve Irak'ın meşhur müçtehitlerini kendi
hükümetinin çatısı altında toplamaya dönük aşırı tekit ve
ısrarının da bu ihtiyaçtan kaynaklandığı bilinen bir gerçektir.
İmam Sadık (a.s), dostlarıyla olan konuşmalarında "halifelerin
dinî bilgiden yoksun oluşlarını", İslâm açısından yönetim
hakkına sahip olmadıklarına delil gösteriyordu. Yani imamın
fıkıh ve Kur'ân derslerinin ana mesajı gerektiğinde açık
olarak da dile getiriliyordu.
İmam Sadık (a.s) bir hadisinde şöyle buyuruyor: "Biz itaat
edilmesi Allah tarafından farz kılınan insanlarız. Oysa ki
sizler, o insanlara itaat ediyorsunuz ki insanlar, onların
cehaleti yüzünden Allah katında mazur olmayacaklardır."
İmam bu hadisinde şuna dikkat çekmektedir: Ehil
olmayan yöneticilerin cahillikleri yüzünden yoldan sapmış ve
Allah'ın yolu dışında başka bir yola koyulmuş olan insanlar,
Allah katında "Biz kendi isteğimizle yanlış yola düşmedik,
yöneticilerimizin cahilliği bizi bu yola itti" türünde bir
mazeret getiremeyecekler. Çünkü böyle önderlere uymanın
kendisi ilk hatadır ve sonraki hatalara mazeret olamaz.
İslâmî toplum önderliğinin siyasî, fikrî ve ideolojik
boyutları içermesi gerektiği hususu, hem İmam Sadık'tan (a.s)
önceki, hem de sonraki imamların eğitsel faaliyetlerinde
açıkça görülen bir gerçektir.
Bir
rivayette, İmam Ali b. Musa er-Rıza (a.s) yüce ceddi İmam
Muhammed Bâkır'ın (a.s) dilinden, imamet silsilesindeki silahı,
İsrailoğulları arasındaki tabuta benzeterek şöyle buyurur:
"Bizim aramızdaki silah, İsrailoğulları arasındaki tabuta
benzer; o kimin yanında olsaydı, peygamberlik (bir başka
rivayette ise hükümet) onlara ait olurdu. Bizim aramızda da
silah kimin yayında ise, imamet ve önderlik ona ait olur."
(Hadisin sembolik yönüne ve tabirin derinliğine dikkat ediniz.)
Bu
hadisi rivayet eden şahıs İmama sorar:
"Silahın, dinin ideolojik bilgisine sahip
olmayan birinin yanında olması mümkün mü?"
İmam bunun cevabında buyurur:
"Hayır"
İmam bir yandan din bilgisini ve Kur'ân'ı doğru anlamayı
imametin şartı olarak vurgularken, diğer yandan da ilmî
faaliyetiyle din bilgisine ilgi duyan insanları etrafında
toplayarak ve dini –hükümetin satılmış alimlerinin saptırarak
öğrettiği gibi değil- olması gerektiği gibi öğreterek kendi
din bilgisini ve hilafetin de cahilliğini kanıtlar. Böylelikle
de sürekli, derin ve sessiz saldırısıyla mücadelesine yeni bir
boyut kazandırır.
Önceden de değindiğimiz gibi önce yıllarını Alevi mücadelesi
ortamında ve Ali (a.s) oğullarının dostlarıyla geçiren ve de
onların bir çok sırlarını bilen ilk Abbasî halifeleri, bu
derslerin saldırı ve atak yönünü Emevî seleflerinden daha iyi
anlıyorlardı. Bu yüzden Mansur, İmam Sadık'ın (a.s) insanlarla
bir arada bulunmasını, onlara dini öğretmesini ve halkın da
İmamın yanına gelip soru sormasını uzun bir süre yasaklamıştı.
Büyük ve meşhur Şia şahsiyeti Mufazzal b. Ömer bu baskı ve
yasağın boyutunu şöyle özetler:
"Evlilik ve boşanma gibi hususlarda sorusu
olanlar bile, İmamın cevabına kolaylıkla ulaşamıyorlardı."
|