Humus Konusunda Ebubekir ve Ömer'in İçtihadı
Daha önce de dediğimiz gibi, Ebubekir
ve Ömer'in içtihatlarından biri de Ehlibeyt (a.s)'ı
humuslarını almalarıdır; özellikle Resul-i Ekrem (s.a.a)'in
kızı Fatıma-i Zehra'nın hakkını engellemeleridir. Biz
onların bu konuda nasıl içtihat ettiklerini anlamak için
aşağıdaki konuları incelemek zorundayız.
İlk iki halifenin genel olarak humus
konusunda ve özellikle Resulullah (s.a.a)'in kızının
hakkıyla ilgili içtihatlarını kolay bir şekilde
inceleyebilmek için önce zekat, sadaka, fey, safiy, enfal,
ganimet ve humus terimlerinin lügat ve şeriattaki
anlamlarını inceleyecek, daha sonra humus konusu ve Resul-i
Ekrem (s.a.a)'in döneminde kızı Hz. Fatıma-ı Zehra (s.a)'nın
hakkını ele alacağız.
A- Zekat, lügatte olgunlaşmak, temizlik,
bereket ve övgü anlamına gelmiştir.
"Zeka'z-zer'" yani, mahsül olgunlaştı; yetişti.
Allah Teala şöyle buyuruyor: "...Hangi yiyecek daha
temizse... (Kehf, 19)
İmam Muhammed Bâkır (a.s), "Yerin
temizlenmesi kurumasıyla olur" buyurmuştur.
Veya Emirulmüminin Ali (a.s), "İlim diğerlerine
öğretmekle artar" buyurmuştur.
Yine Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Kendilerini
övenler..."
B- Zekat şeriatte, kişinin kendi
malındaki Allah Teala'nın hakkını müstahakka vermesine denir;
bu işe bu ismin verilmesinin nedeni ise, bu amelle kişinin
malına bereket gelmesi, kendini yetiştirmesi, hayır ve
bereketler veya bunların tümü umulduğu içindir. Çünkü
bunların tümü, yani dünya ve ahiret hayırları zekatta vardır
ve "zekkâ", yani malının zekatını verdi.
Lügatçilerin, "zekat"ın anlamında
kaydettikleri özet olarak bundan ibarettir.
Ragıb-ı İsfahanî kendi Müfredat'ında
şöyle yazıyor:
İnsanın, Allah rızası için kendi
malından ayırarak verdiği şeye sadaka denir. Bu aynen zekat
gibidir; fakat sadaka, insanın kendi isteğiyle yaptığı
müstehap bir ameldir; oysa zekat verilmesi farz bir ameldir.
Tabersî, Mecmau'l-Beyan adlı tefsirinde
şöyle yazıyor: Zekatla sadakanın arasındaki fark şudur:
Zekat farz bir ameldir; fakat sadaka farz olabileceği gibi
bağış şeklinde de olabilir.
Gördüğünüz gibi zekat farz bir anlam
içerip Allah Teala'nın insanın malındaki hakkı göz önünde
bulundurulurken sadakada Allah rızası için ve kurbet
kastıyla yapılan mal bağışı dikkate alınmıştır ve bunda
bağışta bulunanın lütuf ve merhamet duygusu göze
çarpmaktadır; Nitekim Kur'an-ı Kerim'de Yusuf (a.s)'ın
kardeşlerinin şöyle dediği geçer: "Bize merhamet ederek
bağışta bulun."
Zekatta, farz olma veya Allah
Teala'nın maldaki hakkı göz önünde bulundurulmasından bu
sözcüğün, her türlü farz sadaka, humus ve Allah Teala'nın
insanın mallarında farz kıldığı her şeyi kapsadığı
anlaşılmaktadır. Bunun en açık delili, Resul-i Ekrem (s.a.a)'in
Humeyr padişahlarına yazdığı mektubundaki şu buyruğudur:
"...Ganimetler, Allah'ın humsu,
peygamberin ve onun kendine has kıldığı payından ibaret olan
elde ettiklerinizin zekatını ve Allah'ın müminlere farz
kıldığı sadakayı ödediğiniz."
Resul-i Ekrem (s.a.a)'in bu
buyruğunda geçen "min = den" edatı zekatın şu kısımlarını
beyan etmektedir:
1- Allah'ın humsundan elde
ettikleriniz.
2- Peygamber (s.a.a) ve onun kendine
has kıldığı kimsenin payı.
3- Allah Teala'nın müminlere farz
kıldığı her türlü sadaka veya farz sadakalar.
Resulullah (s.a.a) böyle bir farz
sadakayı zekat kısımlarından kılmış ve Allah Teala açıkça
sadakanın sekiz yerde harcanmasını vurgulamıştır:
"Sadakalar, Allah'tan bir farz
olarak ancak fakirlere, düşkünlere, onlar üzerinde (toplamaya)
çalışan memurlara, kalpleri (İslam'a) ısındırılacak olanlara,
kölelik altında bulunanlara, zarar görmüşlere, Allah yoluna
ve yolda kalmış olana mahsustur. Allah bilendir, hüküm ve
hikmet sahibidir."
Zekat Kur'an-ı Kerim'in hiçbir yerinde
tek başına geçmemiş, yirmi beş ayette namazla birlikte
gelmiştir.
Ve Allah Teala'nın buyruğunda ve Resulullah (s.a.a)'in
sözünde nerede "zekat" sözcüğü "namaz"la birlikte geçmişse
genel olarak Allah Teala'nın maldaki hakkı göz önünde
bulundurulmuştur. Farz sadaka olan nisap haddine varmış
altın ve gümüş, hayvanlar ve ürünler ve yine humus denilen
insanın kazançtan elde ettiği Allah'ın hakkı veya Allah
Teala'nın bunların dışındaki hakkı bu cümledendir.
Bu sözcük Allah Teala ve
Resulü (s.a.a)'in sözünde "humus" sözcüğüyle birlikte
geçtiğinde, maksat sadece farz sadakalardır. Koyunun veya
altınla gümüşün zekatı gibi zekat kısımlarının biriyle
geçtiğinde de, yine maksat onların farz sadakalarıdır.
Hadislerde, sadakayı toplama memuruna "muzakkî"
değil, "musaddik"
denilmektedir. Sadaka verenlere de "muzekkî" veya "mutezekkî"
değil, "mutesaddik"
denilmektedir.
Haşimoğullarına haram olan, sadakadır;
zekat değil.
Müslim, bu konuyu kavrayamamış olacak ki kendi Sahih'inde
"Resulullah (s.a.a) ve Ehlibeyt'ine zekatın haram oluşu..."
diye bir bölüm açmıştır!
Oysa kendisi, kitabının sekizinci bölümünde onlara zekatın
değil, açıkça sadakanın haram olduğunu bildiren bir takım
hadisler rivayet etmiştir.
Dolayısıyla, Kur'an-ı Kerim'de, "Namazı
kılın ve zekatı verin"
şeklinde geçen ayetler birincisi, günlük namazlar ve ayat
namazı gibi diğer namazları kılmaya emretmekte, ikincisi,
ister farz sadakalarda olsun, ister humus ve benzerlerinde,
mallardaki Allah Teala'nın hakkını ödemeyi buyurmaktadır.
Ve yine Resul-i Ekrem (s.a.a)'ten
nakledilen, "Malının zekatını ödersen üzerinde olan
sorumluluğu yerine getirmiş olursun."
sözünden de maksat ise şudur: Allah Teala'nın senin
mallarında olan tüm haklarını ödersen, borcunu ödemiş ve
vazifesini yerine getirmiş olursun. Resulullah (s.a.a)'ten
nakledilen, "Kim bir malı kullanırsa üzerinden bir yıl
geçinceye kadar onun zekatı yoktur"
hadisinden de maksat budur. Yani Allah Teala'nın onda
hakkı yoktur. Ehlibeyt İmamları (a.s)'dan rivayet edilen
hadislerde ise şöyle geçer: "Mallardaki hak zekattır."
Bu konunun halka gizli kalmasının
nedeni, halifeler Resulullah (s.a.a)'in vefatından sonra
humus mevzusunu ortadan kaldırdıkları için, amelde de
zekatın sadakadan başka bir örneği kalmamış olması olabilir.
Ve böylece tedricen humus konusu unutulmuş; öyle ki, son
zamanlarda "zekat" sözcüğünden sadaka anlamından başka bir
şey anlaşılmamıştır.
Fey, lügatte dönüş anlamına gelir.
Güneşin başın üstünden batıya doğru kaymasından sonraki
gölge dönüşüne "fey" denir. Şeriatte ise, Lisanu'l-Arab'da
geçtiğine göre, savaşmadan kafirlerden alınan mallara denir.
Ve yine Allah Teala'nın dindarlara bağışladığı
muhaliflerinin mallarına da "fey" denmektedir. Savaşmada
elde edilen mallar, ister vatanlarından çıkarak Müslümanlara
verdikleri mallar olsun, ister canlarını korumak için cizye
olarak ödedikleri mallar olsun, tümü "fey" kapsamına girer.
Allah Teala Haşr Suresinde şöyle
buyurmaktadır: "Allah'ın, o kent halkından, Elçisine
verdiği ganimetler, Allah'a, Elçisine, (ona) akraba olanlara,
yetimlere, yoksullara (yolda kalan) yolcuya aittir."
Bu ayet-i şerife ve Haşr süresinin
tamamı Beni Nezir hakkında nazil olmuştur. Benî Nezir
Yahudileri Resul-i Ekrem (s.a.a)'le anlaşmalarını bozup
hileyle, evin damından, ashabından on kişiyle birlikte
duvara yaslanarak oturmuş müzakere etmekte olan Hazret'in
üzerine taş yuvarlayarak onu öldürmek isteyince vahiy
gelerek onların hilesini ifşa etti. Bunun üzerine Resulullah
(s.a.a) acele bir işi varmış gibi oradan ayrılarak direkt
Medine'ye döndü. Dönüşü gecikince, ashap Hazret'in
dönüşünden ümit keserek kalkıp Medine'de Resulullah (s.a.a)'e
ulaştılar. Daha sonra Resul-i Ekrem (s.a.a) birini
Yahudilere göndererek onlara yapmaya yeltendikleri hileyi
haber verdi ve hepsinin Medine'den çıkıp gitmelerini emretti.
Fakat Benî Nezir kabul etmeyerek kapıyı
üzerlerine kapatarak kalelerinde kaldılar. İslam ordusu on
beş gün boyunca onları kuşattı; nihayet sonunda Hazret'in
emrine uymak zorunda kaldılar ve yanlarına silah almaksızın
bir deve yükü eşyalarını ve yaşam gereçlerini alıp
gitmelerine izin verildi.
Böylece Benî Nezir kabilesi
altı yüz deve yüküyle kaleden çıkıp Hayber ve diğer yerlere
göçtüler ve Allah Teala onların geri bıraktıkları tüm silah,
tarla ve hurmalıkları Resul-i Ekrem (s.a.a)'e has kıldı.
Bunun üzerine Ömer Hazret'e dönerek, "Bu ganimetlerin
humusunu alarak geri kalanını Müslümanlar arasında
bölüştürmeyecek misin?" dedi. Resulullah (s.a.a), "Allah
Teala'nın bana has kıldığı ve diğer Müslümanları mahrum
ettiği şeyi "Allah'ın elçisine verdiği şey" gereğince
bölüştürmeyeceğim" buyurdu.
Vakidî ve diğerleri şöyle
yazmaktalar:
Resulullah (s.a.a), Benî
Nezir'den ele geçirdiği kendine has olan malları ailesine
infak ediyor ve ondan istediği kişiye bağışlıyor,
istemediğine de bir şey vermiyordu. Benî Nezir'in mallarının
idaresini kendisinin azad ettiği kölesi olan Ebu Rafi'e
bıraktı.
Çoğulu "safaya" olan "safi", cahiliye
döneminde, ordu komutanının, düşmandan ele geçirilen
mallardan, ordu arasında bölüştürülmeden önce kendisine
aldığı mallara denirdi. Fakat İslam'ın zunurundan sonra,
humustan Peygamber'in payına düşen dışında, diğer
Müslümanlara ait olmayıp Hazret'in şahsına has olan menkul
ve gayri menkul arazi, ev ve diğer eşyalara denir.
Ebu Davud, kendi Sünen'inde
Ömer b. Hattab'tan şöyle nakletmektedir:
a- Resulullah (s.a.a)'ın üç safisi
vardı: Beni Nezir, Hayber ve Fedek...
b- Diğer bir rivayette ise şöyle geçer:
Allah Teala, Resulullah (s.a.a)'e, hiç kimseye vermediği bir
özellik vermiş ve buyurmuştur ki: "Allah'ın onlardan
Elçisine verdiği ganimetlere gelince siz (onu elde etmek
için) onun üzerine ne at ne de deve sürmediniz. Fakat Allah
elçilerini, dilediği kimselerin üzerine salar (onlara üstün
gelir). Allah her şeye kadirdir.
Benî Nezir'in mallarını Resul-i Ekrem (s.a.a)'e has kılan da
Allah Teala'ydı.
c- Başka bir rivayette, yukarıdaki
ayetten sonra şöyle geçmektedir: Bunlar, yani Fedek'in Arap
kasabaları, falan ve filan yerler Resulullah (s.a.a)'a has
yerlerdendir.
Ebu Davud, Zuhrî'den şöyle rivayet
etmektedir: Resulullah (s.a.a) diğer kasabaları kuşattığı
halde kendisine sulh önerisinde Fedek halkıyla anlaşarak
şöyle buyurdu: Allah Teala'nın, "Allah'ın onlardan
Elçisine verdiği ganimetlere gelince siz (onu elde etmek
için) onun üzerine ne at ne de deve sürmediniz..."
buyruğu gereğince ve Müslümanlar onu ele geçirmek için at
koşturmayıp deve sürmedikleri, savaşılıp ve kan dökülmeden
tasarruf edildiği için Fedek Resulullah (s.a.a)'a has
yerlerden sayıldı. Nitekim savaşmadan ve sulh ederek ele
geçirilen Benî Nezir malları da Hazret'e has şeylerden
sayılmıştı.
Yukarıda söylediklerimizden anlaşılıyor
ki, İbn-i Esir gibi bir araştırmacının, Nihayetu'l-Lügat
adlı eserinde, "safa" sözcüğünde yanılarak şöyle yazıyor:
"Safa", ordu komutanının elde
edilen ganimet bölüştürülmeden önce ondan kendine aldığı
şeydir ve buna "safiyye" denmektedir; onun çoğulu "safaya"dır.
Bunun en açık örneği Aişe'nin sözüdür. Aişe diyor ki,
Safiyye (r.a) Resulullah (s.a.a)'a has olan şeylerdendi;
yani Hayber ganimetlerinden sayılan Hay kızı Safiyye'yi
Resul-i Ekrem (s.a.a) kendisi için seçmiştir, ona has
olmuştur. "Safiy ve safaya" rivyetlerde çok geçmiştir.
Ve yine diyor ki: Rivayette şöyle
geçiyor: "Ali ile Abbas Allah Teala'nın Benî Nezir
mallarından Peygamber'e has kıldığı safiler hakkında
tartışarak Ömer'in yanına gittiler." İbn-i Esir burada bu
sözcüğün anlamını inceleyerek, "savafi" sahipleri başka bir
yere göçen veya mirasçı bırakmadan ölen emlak ve yerlere
denir; bunun tekili ise "safiyye"dir.
Ezherî ise şöyle diyor: "Savafî" ordu
komutanının kendi yakınlarına has kıldığı mallara denir.
Ezherî ve İbn-i Esir'den sonra gelen
lügatçılar bu konuları onlardan alarak lügat kitaplarında
kaydetmişlerdir; örneğin İbn-i Menzur'un, Lisanu'l-Arab
kitabının "safa" maddesinde.
Bu lügatçıların sözleri özet olarak
şöyledir:
Çoğulu "safaya" olan "Safi", ordu
komutanının savaş ganimetlerinden kendisine aldığı gayr-i
menkul mallara denir. Çoğulu "savafi" olan, ordu komutanının
kendine has kıldığı arazi ve mallara denir.
Bilmem nasıl oluyor bu iş; oysa Ömer'in,
Fedek, Hayber ve diğer Arap kasabalarını Resulullah (s.a.a)'in
kendisine has olan "safaya"sı olarak tanıttığını gördük?!
Ve görüyoruz ki Ebu Davud
(ö: 275 hicri) kendi Sünen'inde "Resulullah (s.a.a)'in
safileri" diye bir bölüm açmış ve orada Ömer ve diğerlerinin
değindikleri Resul-i Ekrem (s.a.a)'in kasabalarından
bahsetmiştir.
Ve yine görüyoruz ki, bu taksim,
hicretin 370. yılında veya Ebu Davud'dan yaklaşık bir asır
sonra ölen Ezherî'den
kaynaklanmıştır. Şayet o da bu algılamayı kendi zamanının
örfünden ve özellikle uzun yıllar boyunca ellerinde esir
olup sözlerinden yararlandığı Kıramite'den almış olabilir.
Kısacası; tekili "safi" olan "safaya",
Ebu Davud'un dönemine kadar Resulullah (s.a.a)'a has olan
eşya, mülk ve her türlü mal varlığına deniyordu.
Enfal, "nefel"in çoğulu olup lügatta
bağış anlamındadır. "Nefl" ise fazlalık ve farz olan
miktarın fazlası demektir.
İslam dininde "enfal" sözcüğü ilk
olarak Enfal Suresinde, şu şekilde geçmiştir: "Sana
enfalden (savaş ganimetleri) sorarlar; de ki: Ganimetler,
Allah'ın ve Elçi(si)nindir. Siz, (gerçekten) inanan insanlar
iseniz, Allah'tan korkun, aranızı düzeltin, Allah'a ve
Elçisine itaat edin!"
Bu surenin nüzul sebebi şudur:
Müslümanlar, hicretin ikinci yılında büyük önderleri Hz.
Muhammed (s.a.a)'in bayrağı altında Bedir savaşına
katıldılar ve bu savaşta Kureyş'lere karşı büyük
galibiyetlerinden sonra düşmanla savaştan elde ettikleri
ganimet hakkında birkaç gruba ayrılarak ihtialfa düştüler.
Bunun üzerine hakemlik yapması için Resulullah (s.a.a)'in
huzuruna gidince Enfal Suresi'nin ilk ayetleri nazil oldu:
"Sana enfalden (savaş ganimetleri) sorarlar..."
Sire-i İbn-i Hişam, Tarih-i
Taberî, Sünen-i Ebu Davud'da
ve diğer kaynaklarda şöyle geçmiştir (biz İbn-i Hişam'dan
naklediyoruz):
Resulullah (s.a.a), ordusuna
elde ettikleri ganimetleri bir araya toplamalarını emretti.
Ordu itaat etti; fakat onların kime verilmesi gerektiği
konusunda ihtilafa düştüler.
Onları toplayanlar, "Ganimetler
bizimdir!" diyorlardı. Savaş meydanında düşmanla karşılaşıp
savaşanlar, "Biz olmasaydık siz bu ganimetleri
toplayamazdınız. Onlarla savaşıp kendimizle uğraştıran
bizdik. Onun için sizinle uğraşmaya fırsat bulamadılar. O
halde bu ganimetler bize aittir!" diyorlardı. Fakat düşmanın
Resulullah (s.a.a)'e yaklaşmasından endişelenerek Hazret'i
korumaya alanlar da, "Sizler bu ganimetleri almaya bizden
daha layık değilsiniz; çünkü biz Allah'ın karşımızda
alçalttığı düşmanla savaşabilir ve onların sahipsiz kalan
mallarını rahat bir şekilde ele geçirebilirdik. Fakat
düşmanın Resul-i Ekrem (s.a.a)'e saldırmasından
endişelenerek bu işi yapmayıp Hazret'in korumaya aldık; o
halde sizler bu ganimetleri ele geçirmek için bizden üstün
bir yanınız yoktur" diyorlardı.
İbade b. Samit
şöyle rivayet etmiştir:
Enfal Suresi, biz Bedir
savaşçıları hakkında nazil olmuştur. Biz bu savaşın
ganimetleri konusunda şiddetli bir ihtilafa düşüp çirkin
davranışlar sergileyince Allah Teala onları bizden alıp
Resulullah (s.a.a)'e verdi. Sonunda Hazret onları eşit
olarak aramızda bölüştürdü.
Ebu Useyd-i Saidî'den
şöyle rivayet edilmiştir: Ben Bedir savaşında, kendisine "sınır
bekçisi" söylenilen Beni Aiz-i Mahzumî'nin
kılıcını ganimet aldım. Fakat Resulullah (s.a.a), herkesin
aldığı ganimeti vermesini emredince, bende ileri çıkarak o
kılıcı ganimetler arasına bıraktım.
İbn-i Hişam daha sonra şöyle
devam ediyor:
Resulullah (s.a.a) Bedir
savaşının müşrik esirleriyle birlikte Medine'ye döndü. Sefra
boğazından
geçince, bir tepeye inerek orada, müşriklerle savaşta Allah
Teala'nın Müslümanlara verdiği ganimetleri Müslümanlar
arasında eşit olarak bölüştürdü.
Buraya kadar söylenenlerden,
Allah Teala'nın bu ayette "enfal" sözcüğünü kullanırken onun
lügat anlamı olan bağış anlamını kastettiği anlaşılmaktadır.
Şöyle ki: Savaşta düşmandan elde ettiğiniz malları cahiliye
örf ve kuralları (garet etme veya yağmalama) gereğince
sahiplenemezsiniz; bunların tümü Allah'ın bağışları olup
Allah ve Resulü'nündür ve onları kendi görüşüne göre
kullanması için Resulullah (s.a.a)'e vermeniz gerekir.
Ayrıca buradan, Ehlibeyt (a.s)
hadislerinde "enfal" sözcüğünün nerede kullanıldığını da
anlıyoruz: "Enfal, savaş meydanında, savaşıp kan dökmeden
elde edilen şeyler ve sahipleri savaşmadan terkettikleri
yerler, baskı uygulamadan elde edilen padişahların emlak ve
arazileri ve yine kamışlıklar, meşelikler, çöller,
bayındırlaşmayan ölü yerler vb.leridir."
Çünkü bunların tümü Allah Teala'nın Peygamber'e ve o
hazretten sonra da ondan sonraki imamlara bağışlarıdır.
Böyle bir kullanımla, İslam dininde ve Ehlibeyt İmamları (a.s)'a
göre enfal, tırnak içinde açıkladığımız şeye denmektedir.
Ganimet ve meğnemin anlamı, cahiliye
döneminden sonra iki defa değişikliğe uğradı: Biri İslam
yasamasında ve diğeri ise Müslümanlar tarafından. Öyle ki bu
iki sözcük Müslümanlar açısından yağma ve savaşla aynı
anlama geldi. Örneğin dili Arapça olan bir kişi, "selebehu
selben" dediğinde, savaştığı kişiyi soyarak onun elbise,
silah, binek ve beraberine olan her şeyi aldığını
kastetmektedir. Bunun çoğulu da "eslab"dır. "Harebehu harben"
dediğinde ise, sahip olduğu her şeyi aldığı ve ona bir şey
bırakmadığı kastetmektedir. Horibe'r-rical-u maleh"
dendiğinde ise, sahip olduğu her şeyin yağmalandığı anlamına
gelir. Fakat "nehebehu" bir mal birinden zorla alındığı
zaman kullanılır.
Yukarıda geçen sözcükler lügat
kitaplarında
bu şekilde açıklanmış, hadis ve siretlerde de bu anlamda
kullanılmış ve sahabe tarafından da aşağıdaki şekilde
kullanılmıştır:
Hadiste, "Öldürülenin beraberindeki
mallarını selbetmek onu öldürene düşer."
Resul-i Ekrem (s.a.a) kendisinden
Medine'de şarkı söylemek için izin isteyen bir şarkıcıya,
"Medine gençlerine tüm mal varlığını yağmalamaların için
izin veriyorum" buyurdu.
Resulullah (s.a.a), Huneyn savaşında
Ebusüfyan b. Harb,
Safvan b. Ümeyye,
Uyeyne b. Hisn,
Akra b. Habis'e
yüz deve ve Abbas b. Mirdas'a
daha az verince Abbas itirazını şu beyitlerle dile getirdi:
E tecelu nehbî ve nehbe'l Ubeyd
Beyne Uyeynet-i ve'lakra'
Yani;
Ganimetten benimle Ubiyd'in payını
Uyeyne ve Ekra'dan az mı yapıyorsun?!
Yine Kureyş Bedir savaşında diyordu ki:
"Uhrucu ila hirabikum", yani düşmanın mal varlığını ele
geçirmek için ileri!
Veya Resulullah (s.a.a) şöyle
buyurmuştur: "Ve in kaadu kaedu mevturine mehrubin."
Yani, "Eğer oturacak olursanız varınızı yoğunuzu
kaybedersiniz."
Veya Ömer'in şu sözü gibi: İyyakum
ve'd-deyn. Fe inne evvelihi hemmun ve ahirihi harbun" Yani,
"Borç almaktan sakının; çünkü onun başı üzücü ve sonu ise
zavallılıktır."
Ve sahabe dönemi tarihinde ise şöyle
geçmiştir: Muaviye, Şam sınırları dışındaki Müslüman
bölgelere saldırmak için görevlendirdiği Süfyan b. Avf-i
Ğamidî'ye
şöyle tavsiyede bulundu: "Seninle aynı görüşte olmadığını
gördüğün herkesi öldür, yolun üzerindeki şehirlerin
sakinlerinin tüm mallarını yağmala (ve ihribi'l-emval);
çünkü mallarını yağmalamak onları öldürmek gibi yürek
yakıcıdır."
Burada Muaviye'nin maksadı, onların mal
varlıklarını ellerinden almaktır.
Ve bir hadiste de şöyle geçmiştir:
Resulullah (s.a.a)'in ashabı birkaç koyun yağmalayarak kesip
pişirdiler. Fakat Resul-i Ekrem (s.a.a) onlara, "Yağmalanmış
malı yemek haramdır; o halde kazanları devirin ve bu eti
yemeyin" buyurdu.
Kabil savaşında ise, İslam ordusu
gördükleri birkaç koyunu yağmaladılar. Abdurrahman
münadinin şöyle bağırmasını emretti: Ben Resulullah (s.a.a)'ten,
"Kim bir malı yağmalarsa bizden değildir" buyurduğunu
duydum. Koyunları geri verin. Onlar da kabul ederek
koyunları geri verince Abdurrahman koyunları onlar arasında
eşit bir şekilde bölüştürdü.
"Selb, nehb ve harb"ın anlamı budur. "Ganimet
ve muğnim"e gelince, Ragıb ve Ezherî "ğunm" sözcüğüyle
ilgili şöyle yazmaktadırlar:
"Ğunm" elde edilen şeye denilmekteydi;
daha sonra düşman ve diğerlerinden elde edilen her şey için
kullanıldı. Kur'an-ı Kerim'de şöyle geçer: "Bilin ki elde
ettiğiniz (ğanimtum) şeylerin..." veya "Elde
ettiğiniz (ğanimtum) helal ve temiz şeylerden yiyin." "Muğnim",
elde edilen şeylere (kâr, yarar) denir; onun çoğulu ise "meğanim"dir.
Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Allah katında çok
yararlar, ganimetler (meğanim) vardır."
İbn-i Menzur'un
Lisanu'l-Arab'ında, Ezherî'nin Tehzibu'l-Lügat'ında, İbn-i
Kesir'in Nihayetu'l-Lügat'ında ve
Mu'cemu'l-Elfazi'l-Kur'an'da "Ğunm"un bir fayda ve ganimet
elde etmek olduğu geçer. Daha sonra düşman ve diğerlerinden
elde edilen her şeye "ğunm" denmiştir.
Ve yine "ğunm", zahmetsiz elde edilen
bir şeye denmektedir.
Yine İbn-i Esir'in
Nihayetu'l-Lügat'ında, "İpotek bırakılan mal, ipotek bırakan
kimsenindir, kârı da onundur zararı da" hadisinin
açıklamasını yaparken, hadiste geçen "ğunmuhu"nun onun
fazlalık, kâr ve fiyat artışı anlamında olduğu
vurgulanmıştır.
Sihah-i Cevherî'de ise "muğnim" ve "ganimet"in
bir anlamda olduğu geçer.
Bu sözcük hadiste elde edilen kar
anlamında geçmiştir. Sünen-i İbn-i Mâce'nin "mâ yukalu inde
ihraci'z-zekat" bölümünde Resul-i Ekrem (s.a.a)'in şöyle dua
ettiği geçer: "Allahumme'c-elha muğnimen ve la tec'elha
muğrimen", yani; "Allah'ım! Onu yarar sebebi kıl, zarar
nedeni değil."
Müsned-i Ahmed'de Resulullah (s.a.a)'ten
şöyle rivayet edilmiştir: "Ğanimetu mecalisi'z-zikr-i,
el-cenne", yani; "Zikir meclisleirnin yararı cennettir."
Mübarek Ramazan ayının tavsifinde ise,
"Huve ğunmun lil mu'min", yani; "O, mümin için bir
yarardır."
Kur'an-ı Kerim'de ise şöyle geçmektedir:
"Allah'ın yanında çok ganimetler var." (Nisâ, 94)
Araplar cahiliye döneminde ve İslam
dininin zuhurundan sonra "selb" sözcüğünü, galip olan kişi
mağlup düşen rakibinin elbise, savaş araçları, bineği gibi
her şeyini aldığı zaman kullanıyorlardı. "Harb" sözcüğünü
ise onun varı-yoku her şeyini sahiplendiği zaman
kullanıyorlardı. "Nuheybe" ve "Nuhbi" de o dönemde onlar
için günümüzde "ganimet" ve muğnim" sözcüklerinin ifade
ettiği anlamı ifade ediyordu.
Gördüğünüz gibi onlar "ğunm" ve "ganimet"
sözcüğünü zahmetsiz olarak bir şeyi ele geçirmek şeklinde
mana ediyorlardı. "Eğtinam"ı, kâr etme ve yararlanma, "munğim"i
ise çoğulu "meğanim" olan elde edilen ganimet şeklinde
anlamlandırıyorlardı. Hadiste de, "Lehu ğunmuh" diye geçmiş
ve "ğunm" artış, kâr ve fiyat artışı anlamında
kullanılmıştır. Ramazan ayı hakkında ise, "O, müminler için
bir yarardır ve artıştır" diye geçmiş ve zekat verilince
okunan duada da döyle geçer: "Allahumme icelha müğnimen" (Allah'ım!
Onu yarar ve artış vesilesi kıl). Ve yine, "Zikir
meclislerinin ganimeti cennettir" diye geçmiştir.
Demişlerdir ki: Ğunm, aslında ganimet
elde etmek anlamındaydı; daha sonra düşmanla savaşta ve
diğer yerlerde elde edilen her şeye dendi.
Bizce, "ğunm" sözcüğünün bu anlamda,
yani ister savaşta olsun ve ister olması elde edilen her şey
anlamında kullanılışı İslam'ın zuhurundan sonraki döneme
tesadüf eder ve daha önce bu anlamda kullanılmıyordu. Bunun
neden ise şudur: Müslümanlar, ilk defa Resulullah (s.a.a)'in
bayrağı altında Bedir savaşına katılarak zafer elde edince,
düşmandan elde ettikleri mallar konusunda ihtilafa düştüler.
Bunun üzerine Allah Teala, düşmandan aldıkları şeylerin
malikiyetini onlardan alarak kendisi ve Resulullah (s.a.a)'in
malikiyetine geçireip ona "Enfal" adını verdi. Enfal
süresinden bu hüküm inince İslam savaşçıları savaşlarda elde
ettikleri her şeyi kendi görüşüne göre kullanması için
komutanlarına veriyorlardı. Böylece hiçbir İslam askerinin
bir şeyi açıkça yağmalamaya veya gizlice ihanet etmeye hakkı
yoktu; çünkü İbn-i Mace ve Ahmed b. Hanbel'in naklettikleri
rivayet gereğince Resulullah (s.a.a) yağmalamayı haram
kılmıştı. İbn-i Mâce Resul-i Ekrem (s.a.a)'ten şöyle rivayet
ediyor: "Yağmalanan mal helal değildir." Ve yine
buyurmuştur ki: "Yağma yapan kimse bizden değildir."
Sahih-i Buharî ve Müsned-i Ahmed'de
İbade'den, "Biz hiçbir malı yağmalamayacağımıza dair
Peygamber (s.a.a)'e söz verdik" dediği rivayet edilmiştir.
Sahih-i Buharî'de Resulullah (s.a.a)'ten
şöyle rivayet edilmiştir: "Şerefli hiçbir mümin bir şeyi
yağmalamaz."
Sünen-i Ebu Davud'da "en-nehy-u
ani'n-nuhbe" bölümünde ensardan olan bir kişiden şöyle
rivayet edilmiştir. Biz bir yolculukta Resulullah (s.a.a)'in
yanındaydık. Azığımız bitince beraberimizdekilere açlık
musallat olunca araştırıp bir koyun yağmaladılar. Yemek
kazanlarımız kaynıyordu; Resul-i Ekrem (s.a.a) yayına
yaslandığı halde gelerek elindeki yayla yemek kazanlarımızı
devirip etlerimizi yere döktü ve peşinden, "Yağma malı,
meyteden daha helal değildir" buyurdu.
Allah ve Resulü hıyaneti haram
kılmıştır. Allah Teala Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurmaktadır:
"Kim emanete hıyanet eder, aşırırsa kıyamet günü aşırdığını
boynuna yüklenip getirilir." (Âl-i İmrân, 161)
Resulullah (s.a.a) bir hadiste şöyle
buyurmaktadır: "Ne yağmalama, ne hıyanet, ne aşırmak, ne
de hırsızlık helaldir. Kim hıyanet eder de gizlice bir şey
çalarsa, kıyamet günü -mahşere- onunla gelir."
Bu hadiste, yağmalama, aşırma ve
gizlice hırsızlık yapmak, bunların tümü hırsızlıkla aynı
ölçüdedir. Yağmalama, gizlice hırsızlık ve aşırmak da
hırsızlıktır.
Resul-i Ekrem (s.a.a)'ten diğer bir
hadiste ise şöyle geçer: İğne ve ipliği; bundan fazlasını
veya daha azını bile iade edin. Çünkü gizlice hırsızlık,
kıyamet günü onu yapanın rezil, rüsva ve başı aşağı olmasına
neden olur."
İbn-i Esir, Nihayetu'l-Lügat adlı
kitabında şöyle yazmaktadır: "Ğulul" ganimette ihanet etmek
ve bölüştürülmeden önce onda hırsızlık yapmak, "şenar" ise
ar ve rezilliktir.
Abdullah b. Amr b. As'tan şöyle rivayet
edilmektedir: Resulullah (s.a.a), bir ganimet elde
edildiğinde, humusunu alıp geri kalanını halk arasında
bölüştürmek için Bilal'a, bağırarak herkesin topladıkları
ganimetleri kendi huzuruna getirmelerini emrederdi. Bir
savaşta ganimetler bölüştürüldükten sonra bir kişi elinde
bir at yuları olduğu halde Resulullah (s.a.a)'in huzuruna
gelerek, "Ya Resulullah (s.a.a)! Biz ganimet olarak bunu
aldık!" dedi. Resul-i Ekrem (s.a.a), "Bilal'in üç defa
bağırdığını duydun mu?" buyurdu. Adam, "Evet" dedi. Hazret,
"O halde neden hemen getirmedin?" diye sordu. Adam özür
dileyince Resulullah (s.a.a) ona, "Hiçbir zaman onu kabul
etmem; onu kıyamet günü getirirsin" buyurdu.
Sünen-i Ebu Davud, "cihad" kitabının "el-Ğulul"
bölümünde şöyle geçmektedir: Hayber'de Eş'ce' kabilesinden
bir kişi öldü. Resulullah (s.a.a), "Arkadaşınıza kendiniz
namaz kılın" buyurdu. Halk Resulullah (s.a.a)'in bu
sözüne üzülüp yüzlerinin rengi değişti. Hazret onların bu
durumunu görünce, "Sizin bu arkadaşınız gizli bir
hırsızlık yapmıştır" buyurdu.
Seyr-i Sünen-i Daremî, kitabının "Müsned-i
Ahmed, cae fi'l ğulul-i min şidde" bölümünde, Ömer b.
Hattab'tan şöyle rivayet edilmiştir: Hayber savaşında İslam
savaşçılarından birkaçı öldürüldü. Askerler kendi aralarında
birbirlerine, falanca ve filanca şehittir dediler. Nihayet
birinin de adını getirerek, o da şehit oldu! dediler. Bunun
üzerine Resulullah (s.a.a), "Hayır öyle değil; ben onu
gizlice aşırdığı ateşten bir cüppe veya örtünün içinde
görüyorum" buyurdu.
Sünen-i İbn-i Mâce'de, "cihad"
kitabının "el-ğulul" bölümünde şöyle geçer:
Resulullah (s.a.a)'in ordusu arasında
"Kerkere" denilen bir kişi vardı. Bu adam ölünce Resulullah
(s.a.a), "O, ateştedir!" buyurdu. Halk araştırınca
onun üzerinde diğerlerinden gizlice aldığı cüppe olduğunu
gördüler.
Sahih-i Buharî, Sahih-i Müslim ve
Sünen-i Ebu Davud'da bu hadis diğer sözcüklerle geçmiştir ve
sonunda ise şöyle kaydedilmiştir: O topluluktan bir kişi
bunu görünce bir veya iki ayakkabı bağını Resulullah (s.a.a)'in
huzuruna getirdi. Hazret -onu görünce- "Ateşli bağ veya
bağlar" dedi.
* * *
Evet, İslam dini, askerlerini, savaş ve
zorbalıkla elde ettikleri malları açıkça yağmalamaktan
engellemiştir. Resulullah (s.a.a), yağmaladıkları koyunları
pişiren açların kazanlarını devirerek etleri yere dökmüştür.
İster açıkta olsun, ister gizlice diğerlerinin malını
kullanmayı yasaklayarak onu hıyanet ve açık bir hırsızlık
diye adlandırmış, iğneyi, ipliği ve hatta ondan az bile olsa
sahibine geri verin, buyurmuş, hıyanet ve gizli hırsızlık
yapan kimsenin cenazesine namaz kılmamış ve bir cüppe
yağmalayan ihanetkâr kişinin ölüsünü şehit saymamıştır.
Allah Teala, savaş kanalıyla elde edilen malların
mülkiyetini, ister açık olsun, ister gizli ne olursa olsun,
hatta bir ayakkabı bağı olsa bile İslam askerlerinden alarak
Kur'an-ı Kerim ona "enfal" ismini vermiş, Resulullah (s.a.a)
uygun gördüğü şekilde kullansın diye Allah ve Resulü'nün
emrine bırakmıştır.
Şimdi, Resulullah (s.a.a)'in düşmanla
savaşarak elde edilen malları ne yaptığına bakalım:
Resulullah (s.a.a) savaşlardaki
ganimetlerden, ister ganimetlerin toplanmasına doğrudan
katılsın ve ister katılmasın, uygun gördüğü miktarını piyade
askerlere, uygun gördüğü kadarını süvarilere ve bir
miktarını da kadınlara veriyordu.
Dahası; bazen Resul-i Ekrem (s.a.a)
hiçbir şekilde savaşa katılmayanlara ganimetten bir pay
veriyordu; nitekim Bedir savaşında Osman'a ve Hayber
savaşında da Cafer b. Ebutalib'in arkadaşlarına bu şekilde
vermiştir. Bu konu Sahih-i Buharî, Müsned-i Tayalesî,
Müsned-i Ahmed ve Tabakat-ı İbn-i Sa'd'da şu şekilde geçer:
Resul-i Ekrem (s.a.a), Osman'ı Bedir
savaşına katmayıp hasta olan eşi, peygamberin kızı
Rukiyye'ye bakmak için Medine'de bırakmıştı. Savaştan sonra,
Resulullah (s.a.a) ona, savaş meydanındaki bir askerin
aldığı kadar bir pay verdi.
Ve yine Sahih-i Buharî'nin aynı
sayfasında Ebu Musa Eş'arî'den şöyle rivayet edilmiştir:
Yemen'deyken Resul-i Ekrem (s.a.a)'in
Hayber'e doğru hareket ettiğini öğrenince o hazrete katılmak
için kabilemizden elli küsur kişiyle birlikte Yemen'den
hareket edip gemiyle Habeş'e ve oradan Cafer b. Ebutalib ve
arkadaşlarıyla birlikte Medine'ye gittik. Resulullah
(s.a.a)'in huzuruna vardığımızda Hazret Hayber'i
fethetmişti. Sonra Resul-i Ekrem (s.a.a) bizimle gemideki
arkadaşlarımıza ve yine Cafer'le arkadaşlarına Hayber
ganimetlerinden bir pay verdi.
Daha önce de dediğimiz gibi, Resul-i
Ekrem (s.a.a) Huneyn savaşında gönüllerini almak, sevgi ve
muhabbetlerini kazanmak ve İslam'a yönelmelerini sağlamak
amacıyla Kureyş'in ileri gelenlerine, o savaşa katılan İslam
savaşçılarının payından kaç kat fazlasını verdi.
Böylece İslam dini savaş yoluyla elde
edilen malların mülkiyetini onu ele geçiren kişilerden
alarak Allah ve Resulü'nün yetkisine bırakmış, Resul-i Ekrem
(s.a.a) de onu ele geçirerek uygun gördüğü şekilde
harcamıştır. O halde, buna göre, savaş ganimetlerinden bir
pay alan kimse, ister savaşa katılsın, ister katılmasın, bu
ganimeti hiçbir zahmet çekmeden ve meşakkat görmeden ele
geçirmiştir, söyleyebiliriz. Çünkü o ganimeti düşmanla
savaşarak değil, Peygamber'den almıştır.
Ve yine Arapların ganimet ve muğnimi,
düşmanla savaşarak değil, hiçbir zahmet ve zorluk görmeden
elde edilen mal bildiklerini göz önünde bulundurarak bu
malları ganimet ve muğnim de sayabiliriz; çünkü savaş
yoluyla elde edilen şeyin, daha önce de değindiğimiz gibi
başka bir ismi vardır.
Ve yine, "Bilin ki kazandığınız
şeylerden..." ayeti, bu savaşta veya Uhud savaşında,
Enfal Suresinin inişinden sonra, bu Surenin başında nazil
olmuş ve bu ayet nazil olduktan sonra "ganimet" sözcüğü iki
ayrı anlam kazanmıştır:
1- Lügat anlamı: Hiçbir zahmete maruz
kalmadan bir şeye ulaşmak. Bu anlam savaş ganimetlerini
kapsamaz. Çünkü bu şekildeki kazancın "selb, nuhb ve harb"
gibi özel isimleri vardır.
2- Şerî anlamı: Ragıb'ın dediği gibi,
savaş yoluyla veya savaş olmaksızın düşmandan elde edilen
şeyler.
Ve işte bu nedenle İslam dini, düşmanla
savaştan elde edilen her şeyi ganimet saymıştır; oysa
geçmişte bu kelimenin böyle bir manası yoktu.
Ve yine gördük ki, bazen "ganimet ve
muğnim" hadis ve sirette, gerçek anlamında kullanılıyormuş
gibi hiçbir karineye gerek kalmadan lügat anlamında
kullanılmıştır. Ve bazen de bu sözcükler şerî anlamlarında
kullanılmış, sözdeki veya konuşmada geçen bir karine
nedeniyle onun şerî anlamı anlaşılmıştır.
Böylece bu sözcükler, Ömer b. Hattab'ın
hilafeti döneminde futuhat alanı genişleyinceye kadar bu iki
anlama geliyorlardı. O zamandan itibaren çok kullanım
nedeniyle "ğunm" sözcüğünün türevleri, özellikle durum ve
sözdeki karineler olunca düşmanla savaştan elde edilen
şeyler anlamını veriyordu. Ve lügatçılar iş başına geçip
"ğunm" sözcüğü ve onun kendi zamanı ve daha önceki
zamanlarda Araplar arasında kullanıldığı yerler
incelendikten sonra, bu sözcüğün şu yerlerde kullanıldığını
gördüler:
a- Cahiliye döneminde ve sadr-ı
İslam'da tüm Arapların yanında, bir şeyi zahmetsiz elde
etmek anlamında.
b- Humus ayeti nazil olduktan sonra,
Müslümanların yanında, özellikle Resulullah (s.a.a)'in
zamanından sahabenin dönemine kadar, düşmanla savaşta ve
diğer durumlarda bir şey elde etmek anlamında.
c- Fütuhat döneminde, daha sonra
dikkate alınmayan karinelerle düşmandan savaş ganimetleri
almak anlamında kullanılmış, tedricen lügatçıların dönemine
kadar karine olmaksızın İslamî toplumlarda bu anlamda
kullanılmıştır.
Lügatçıların bu sözcüğü kaydettikleri
zaman da bu sözcüğün (ğunm) anlamında meydana gelen
değişiklere dikkat etmemişler ve sonuçta Ragıb-ı İsfehanî
gibi bazıları humsun yasanmasından sonra Medine'de onun
anlamını inceleyerek şöyle demişlerdir: Düşmanla savaşta ve
diğer yollarla elde edilen her şeye "ğunm" denir.
Fakat İbn-i Menzur ve diğerleri, bazen
onun cahiliye dönemindeki kullanımını göz önünde
bulundurarak, "ğenume-ş şey", "onu ele geçirdi", "iğtinam"
ise, "ganimete ulaşmak" anlamındadır demişlerdir. Ve bazen
de fütuhat döneminde onun karinelerle kullanıldığını
göremedikleri için ondan sonra da bu sözcüğü karinesiz
olarak söz konusu ederek şöyle demişlerdir: Ganimet, savaş
meydanında düşmandan alınan mallardır.
Fakat bu arada, Kamusu'l-Lügat
kitabının yazarı, bu sözcüğün bir şey elde etmek ve fey
anlamında mı,
yoksa ganimet "fey" ve "fazlalık" anlamında, onun diğer
türevleri ise "bir şey elde etmek" anlamında olduğunda şüphe
etmiştir.
Böylece "ğunm" sözcüğünün anlamını
karıştırmışlardır; oysa bu konuda doğru olan bizim
söylediğimizdir ve bu hususta sözcüğün anlamının kazandığı
değişiklikleri de göz önünde bulundurmak gerekir.
Dolayısıyla, "ğunm" sözcüğü şu
anlamlardadır:
1- Cahiliye döneminde ve sadr-ı
İslam'da: Hakiki anlamı olan, bir şeyi zahmetsiz olarak ele
geçirmek.
2- İslam dininde, humus ayetin nazil
olduktan sonra hakiki anlamında, düşmanla savaşta elde
edilen şey; bunun yanı sıra o dönemde daha unutulmamış olan
lügat anlamında kullanılıyordu.
3- Lügat kitapları yazıldığı asırdan
sonra bu sözcük hakiki lügat anlamının yanı sıra Müslümanlar
yanında düşmandan savaş ganimetleri ele geçirmek anlamında
kullanılmaya başlandı.
Dolayısıyla, eğer sadr-ı İslam'a kadar
bir yerde bu sözcüğün türevlerinden biriyle karşılaşacak
olursak onu lügat anlamı vererek zahmet ve sıkıntı çekmeden
bir şey elde etmek şeklinde mana etmemiz uygun olacaktır.
Ve eğer bu sözcüğün humsun
yasanmasından sonra Müslümanlar tarafından veya İslami
yasamada kullanıldığını görürse, bu durumda, bu iki anlam
kullanılan ortak bir sözcük olduğundan onu lügat anlamında
algılamakla şerî anlamında (savaş ve diğer yollarla bir şey
elde etmek) algılamak arasında ortaktır ve birinin tayini
için belirti şarttır.
Ve eğer bu sözcüğün, lügatçiler ve
lügat kitaplarının yazıldığı dönemde ve ondan sonraki
zamanlarda kullanıldığını görürsek, bu sözcük o dönemde
onlar için hangi anlamı taşıyorsa, o anlamda kullanılması,
yani sadece düşmandan savaş ganimetleri almak anlamında
algılanması daha doğrudur.
Buraya kadar söylediklerimizden
anlaşılan şudur: Eğer Resulullah (s.a.a)'in döneminde humsun
yasanmasından sahabenin dönemine kadar hadis ve hadis
dışında bu sözcüğün türevlerinden birine rastlarsak bu iki
anlamdan birine geldiğini kabullenmek zorundayız: Ya lügat
anlamında algılayarak, zahmet ve zorluğa düşmeden bir şeyi
elde etmek anlamına geldiğini ya da şerî anlamında
algılayarak savaş ganimetleri ve diğer kazançlar elde etmek
anlamına geldiğini kabul etmeliyiz. Elbette bu durumda
maksadımıza delalet eden bir karine bulmak zorundayız.
Bu sözcüğün o dönemde kullanıldığı
yerler hakkında yapmış olduğumuz uzun araştırmalarda onun
daha fazla şerî anlamı bildiren söz ve durumdaki karinelerle
kullanıldığını gördük. Fakat bunun yanı sıra bir çok yerde
bu sözcüğün hiçbir karine ve belirti olmaksızın lügat
anlamında kullanıldığını da unutmamak gerek.
Humus, lügatta beşte bir anlamındadır.
"Hamestu'l-kavme" yani, o kavmin mallarının humsunu aldım.
Fakat bu sözcüğün şerî anlamını öğrenmek için önce cahiliye
Arabı döneminin örfüne müracaat ederek bu konuda onların
toplumsal sistemlerini öğrenmemiz gerekir. Daha sonra İslam
yasamasına dönerek humus meselesi ve onun Müslümanlar
arasındaki geçmişini geniş bir şekilde incelememiz icab
ediyor. Şimdi bu husustaki konumuz:
Cahiliye döneminde, komutanlar
ganimetlerin dörtte birini kendilerine alıyor ve "Onların
mallarının dörtte birini aldı" ve "Ordudan ganimetlerin
dörtte biri alındı" deniliyordu.
Ordu komutanının aldığı bu dörtte bire,
"el-merba" söylüyorlardı. Hadiste ise Resulullah (s.a.a)'in
Adiy b. Hatem'e, Müslüman olmadan önce, "Sen merba
alıyorsun; oysa bu iş senin dininde helal değildir."
Şair bu konuda şöyle diyor:
Leke'l merba' minha ve's-safaya
Ve hukmuke ve'n neşitetu ve'l fuzul
(Ganimetin dörtte biri senin, safaya da
Neşit de senin, fuzul da.)
Bu şiirde "safaya" başta gelen kişinin
kendine seçip ayırdığı şeydir. "Neşite" askerler dönüp
kabileye gelmeden önce reislerine verilen ganimete denir. Ve
nihayet "fuzul" bölüştürülmeyecek kadar az olup ordu
komutanına verilen ganimete denir.
Nihayetu'l-Lügat kitabında şöyle
geçmektedir: "İnne fulanen kad irtefea emre'l kavm), (yani;
falanca onlara komutanlık yapmayı beklemekte.) Veya, "Ve
huve ala rubaet-i kavmih" (yani; o, onların efendisidir).
"Humus" sözcüğü hakkında ise Adiy b.
Hatem'den
şöyle rivayet edilmiştir: "Cahiliye döneminde rub' (dörtte
bir), İslam'da ise humus (beşte bir) alıyordum." Adiy'nin
maksadı şudur: Ben her iki dönemde de ordu komutanıydım.
Cahiliye döneminde ganimetlerin dörtte biri ordu
komutanınıydı. İslam zuhur ettikten sonra ise onu beşte bire
düşürdü ve harcanması gereken yerleri de belirtti.
Buraya kadar söylediklerimiz İslam'ın
zuhurundan önce ve cahiliye dönemiyle ilgiliydi. Fakat
İslam'ın zuhurundan ve İslam dini tarafından humusun
yasanmasından sonra humus farz bir şey haline geldi,
Kur'an-ı Kerim ve hadislerde ondan şöyle bahsedilmiştir:
Allah Teala Kur'an-ı Kerim'de şöyle
buyurmaktadır: "Eğer Allah'a ve ayrılma gününde, o iki
topluluğun karşılaştığı günde kulumuz (Muhammed)e
indirdiğimiz şeye inanmışsanız bilin ki kazandığınız
şeylerin beşte biri, Allah'a, Elçisine ve yakına, yetimlere,
yoksullara ve yolda kalana aittir. Allah her şeye kadirdir."
Bu ayet, her ne kadar özel bir konuda
nazil olmuşsa da genel bir hükmü beyan etmektedir ki o da
her türlü kazançtan müstahak olan kişilere humus ödemenin
farz oluşudur. Çünkü eğer bu ayet sadece savaş ganimetlerini
kapsayacak olsaydı, Allah Teala'nın, "Bilin ki savaşta elde
ettiğiniz şeylerden..." şeklinde veya "Dünşandan elde
ettiğiniz ganimetler" diye buyurması ve "kazandığınız
şeylerin..." şeklinde buyurmaması daha uygundu.
Bu yasamada, İslam dini, cahiliye
dönemindeki dörtte bir yerine önderlik hakkını beşte bir
olarak tayin ederek miktarı azaltırken diğer taraftan da
humus alanların sayılarını çoğaltmıştır. Şöyle ki, onun bir
payını Allah'a, bir payını Resulüne ve bir payını da onun
yakınına, üç payını da Resul-i Ekrem (s.a.a)'in
yakınlarından yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara
tayin etmiştir. Ve humusu, savaş ganimetlerine has kılmayıp
elde edilen her türlü kazançta farz kılmış, cahiliye
dönemindeki "merba" karşısında onu "humus" diye
adlandırmıştır.
Ve zekat kavramı, daha önce de
dediğimiz gibi Allah Teala'nın mallardaki hakkıyla eşit
olduğundan, Kur'an-ı Kerim'de nerede zekat ödemeye teşvik
edilmişse, insanın kazandığı her şeyden farz sadaka ve
humusu ödemeyi de emretmiş ve Allah Teala, mallardaki
hakkını sadaka ve humus ayetlerinde tam olarak açıklamıştır.
Humus hakkında Kur'an-ı Kerim'de
bulduklarımız bunlardan ibarettir.
Resulullah (s.a.a) savaş
ganimetlerinden ve define, hazine ve maden gibi savaş
ganimetleri dışındaki gelirlerden humus ödenmesini
emretmiştir. Bu konuyu İbn-i Abbas, Ebu Hureyre, Cabir b.
Abdullah, İbade b. Samit, Enes b. Malik rivayet etmişler ve
Ahmet b. Hanbel kendi Müsned'inde, İbn-i Mace kendi
Sünen'inde kaydetmişlerdir. Biz burada Ahmet b. Hanbel'in
İbn-i Abbas'tan naklettiği rivayeti zikrediyoruz:
"Resulullah (s.a.a), define, hazine ve
madenden humus verilmesini emretti."
Sahih-i Müslim, Sahih-i Buharî, Sünen-i
İbn-i Mâce, Tirmizî, İbn-i Mace, Muvatta-i Malik ve Müsned-i
Ahmed b. Hanbel'de Ebu Hureyre'den Resulullah (s.a.a)'in
şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Hayvanın vurduğu
yaranın diyeti yoktur; maden de böyledir; rukaza (define ve
madende) ise hums vardır."
Fakat Müsned-i Ahmed'de geçen bazı
rivayetlerde hadisin baş tarafı şöyledir: "Hayvanın
yaralamasının diyeti yoktur..."
Ebu Yusuf,
bu hadisi Harrac kitabında genişçe açıklayarak şöyle
demiştir: Cahiliye döneminde bir kişi bir kuyuya düşerek
ölseydi, gelenekleri gereğince o kuyu onun kan parası
sayılırdı. Eğer bir hayvan onun öldürseydi o hayvanı ve eğer
ölmesine bir maden neden olsaydı kan pahası olarak o madeni
alırlardı. Dolayısıyla, bir kişi Resulullah (s.a.a)'e bunun
hükmünü sorunca Hazret şöyle buyurdu: "Hayvanın açtığı
yaranın diyeti yoktur; maden ve kuyunun da yoktur; rukaza
(defineye) ise hums lazım gelir." Daha sonra Hazret'ten,
"rukaz"ın ne olduğunu sordular. Hazret, "Allah Teala'nın
yaratışın tâ başından beri yerde kıldığı altın ve gümüştür"
cevabını verdi.
Müsned-i Ahmed'de Şa'bî
kanalıyla Cabir b. Abdullah'ın Resul-i Ekrem (s.a.a)'den
şöyle rivayet ettiği nakledilmektedir: "Evcil havan, kuyu
ve madenin kan pahası yoktur; fakat defineye humus lazım
gelir."
Şa'bî, bu hadiste geçen "rukaz"ın define anlamına geldiğini
söylemiştir.
Müsned-i Ahmed'de İbade b. Samit'ten
şöyle rivayet edilmiştir: Resulullah (s.a.a)'in bıraktığı
kurallar şunlardır: İnsanın ölmesine neden olan maden, su
kuyusu ve hayvanın diyeti yoktur. Bu hadiste geçen "ucema"
dört ayaklı hayvan ve benzerleri, "cubar" ise karşılıksız ve
heder olmak anlamındadır. Resul-i Ekrem (s.a.a) define ve
maden için humus tayin etmiştir.
Müsned-i Ahmed'de Enes b. Malik'ten
şöyle rivayet edilmiştir: Resulullah (s.a.a)'le birlikte
Hayber'e doğru hareket ettik. Yanımızdakilerden biri def-i
hacet için bir harabeye gitti ve kendini temizlemek için
harabenin duvarından bir parça kesek koparınca oradan altın
döküldü. Adam altınları alarak Resul-i Ekrem (s.a.a)'in
huzuruna getirip olanları anlattı. Resulullah (s.a.a),
onları tartmasını emretti. Adam itaat ederek onları tartınca
iki yüz dirhem olduğunu gördü. Bunun üzerine Resul-i Ekrem
(s.a.a), "Bu definedir ve buna humus lazım gelir."
Yine Müsned-i Ahmed'de şöyle geçer:
Medine'den bir kişi Resulullah (s.a.a)'e bir takım sorular
sordu. Bu sorulardan biri şöyleydi: Bir harabeden bir define
bulacak olursak vazifemiz nedir? Resulullah (s.a.a),
"Ona, define ve madene humus taalluk eder" buyurdu.
Nihayetu'l-Lügat, Lisanu'l-Arab,
Nihayetu'l-Ereb, Ikdu'l-Ferid ve Usdu'l-Gabe'de "seyebe"
sözcüğünde şöyle geçer, (biz Nihayetu'l-Lügat'tan
naklediyoruz):
Resulullah (s.a.a), Vail b. Hacer'e
şöyle yazdı: "Suyubda humus vardır." Suyub ise,
define anlamındadır. Daha sonra açıklamada bulunarak şöyle
yazdı: Suyub, madende bulunup çıkarılan altın ve gümüş
damarlarıdır; suyum "seyebe"nin çoğuludur. Resul-i Ekrem
(s.a.a)'in "suyub" sözcüğünü kullanmaktan maksadı, cahiliye
döneminde defnedilen mallar veya Allah Teala'nın onu elde
eden kişiye lütuf ve bağışı olan madeni kastettiğini
bildirmektir.
Resul-i Ekrem (s.a.a)'in bu mektubunun
tamamı Kalkaşendî'nin Nihayetu'l-İreb kitabında geçmiştir.
Sünen-i Tirmizî kitabında şöyle
geçmiştir: Ucema, sahibinden kaçan hayvandır; sahibinden
kaçınca bir şeye veya bir kimseye zarar veren bu hayvandan
dolayı sahibi zarar ödemez.
Madenden dolayı da diye ödenmez. Yani
bir kişi bir madeni kazar da diğer bir kişi ona düşerse,
maden sahibi bundan dolayı zarar ödemez. Birinin yoldan
geçenler için kazdığı su kuyusuna da biri düşerse, sahibinin
üzerine bir şey gelmez.
Fakat rukazda humus vardır. Rukaz ise
cahiliye döneminin definelerini ele geçirmektir. O halde,
eğer bir kişi böyle bir define bulursa onun humsunu şerî
hakime verdikten sonra geri kalanı onun kendisinin olur.
İbn-i Esir'in Nihayetu'l - Lügat
kitabında "irem" sözcüğünde şöyle geçer: "Aram", "a'lam"
anlamında olup yolu göstermek için çöllerde üst-üste
bırakılan taşlara denir. Onun tekili, "ineb" vezninde,
"irem"dir. Cahiliye dönemi insanları yolda, beraberlerinde
götüremeyecekleri bir şey bulsalardı, dönüşte rahatça bulup
götürmek için üzerine nişane olsun diye bir taş
bırakırlardı.
Lisanu'l - Arab ve diğer lügat
kitaplarında şöyle geçmiştir:
Bir şeyi toprağa sakladıkları zaman
"Rekezehu, yerkezuhu" denir. "Rukaz" yer veya madenden
çıkarılan altın veya gümüş parçaları olup tekili "rukze"dir.
Nihayetu'l - Lügat kitabında ise şöyle
geçer: "Rukaz"ın çoğulu olan "Rukze, yere gömülen doğal
mücevherlere denir.
Yukarıda geçen rivayetlerden özetle
şunlar anlaşılmaktadır: Resulullah (s.a.a), ister hazine
olsun, ister maden yerden çıkarılan her türlü altın ve
gümüşe humus verilmesini emretti. Bunların hiç birinin,
ileri sürülenin tam aksine savaş ganimetleriyle hiçbir
ilgisi olmayıp onlardan sayılmamaktadır. Dolayısıyla, humsun
savaş ganimetlerinde olduğunu söylemek tamamen yersiz bir
söz olur. Humus ayetindeki "ğanimtum" sözcüğünden maksat da
budur. Ve yukarıdaki delilleri ve geçen rivayetlerin de
teyit ettiğini göz önünde bulundurarak İslam'ın yasamasında
"ğanimtum" sözcüğü, insanın hem savaşta ve hem savaş dışında
elde ettiği kazancı kapsamaktadır.
O halde, buraya kadar
söylediklerimizden, İslam dininde humusun savaş
ganimetlerine has olmadığı anlaşılmaktadır. Hulefa mektebi
ulemasından Kadı Ebu Yusuf da el-Harac
adlı kitabında bu rivayetlerden bu sonuca varmıştır. Kadı
Ebu Yusuf, savaş ganimetleri dışında diğer şeylerde humusun
farz olduğu hükmünü istinbat ederek diyor ki:
Çıkarılan her türlü madene ister az
olsun, ister çok humus taalluk eder. Hatta eğer insan
madenden iki yüz dirhem ağırlığından az gümüş veya yirmi
dirhem ağırlığından az altın çıkarırsa onun humsunu vermesi
gerekir. Ve bunun zekatla hiçbir ilgisi yoktur.
Aksine, bu ganimetlerle ilgilidir. Toprağa ise bir şey
taalluk etmez; humus sadece halis altın, gümüş, demir, bakır
ve kurşuna taalluk eder. Onları çıkarmak için yapılan
masraflara ise humus yoktur. Eğer yapılan masraflar
çıkarılan şeylerin değerinde olursa yine onlara humus lazım
gelmez; yapılan masraflar ister az olsun, ister çok,
çıkarılan şeylerin değerinden düşüldükten sonra humus lazım
gelir. Metaller dışında yakut, firuze, sürme, civa, kükürt,
kızıl toprak gibi taş türlerinden elde edilen her şeye humus
lazım gelmez;
çünkü onlar toprak ve çamur cinsindendir.
Daha sonra diyor ki: O halde, eğer bir
kişi (maden türlerinden) bir miktar altın veya gümüş veya
demir veya kurşun ya da bakır çıkarırsa, çok fazla borçlu
olursa bile onların humsu üzerinden düşmez. Eğer bir asker
savaş meydanında düşmandan savaş ganimeti alırsa, ister
borçlu olsun ister olmasın onun humusun vermesi gerektiğini
görmüyor musun?!
Daha sonra şöyle yazıyor: Rukaza
gelince; rukaz, Allah Teala'nı yaratılışın başından yerin
derinliklerinde yarattığı humusu farz olan altın ve
gümüştür. O halde eğer biri, başkasına ait olmayan bir yerde
altın veya gümüş hazine veya tesadüfen elbise bulursa onun
beşte birini humus olarak vermeli, beşte dördü ise bulan
kişinin olur. Çünkü o da humsu verilmesi gereken ve geri
kalanı kişinin kendisine ait olan ganimet gibidir.
Sona şöyle devam ediyor: Eğer
Müslümanlarla savaş halinde olan bir kafir Müslüman
topraklarında bir hazine bulursa, İslam hükümetinin
güvencesine girmiş olursa, onun tümünü ondan alır ve ona bir
şey vermezler. Fakat eğer o kişi kafir-i zımmî olursa,
Müslümanlardan aldıkları gibi ondan da onun humsunu alır,
dörtte birini ona verirler. Anlaşmalı köle de (sahibiyle
serbestlik sözleşmesi yapan köle) Müslüman topraklarında bir
hazine bulursa, humsu alındıktan sonra geri kalanı ona
verilir...
Ebu Yusuf, "denizden çıkarılan şeyler"
bölümünde Harun Reşid'e hitaben şöyle yazıyor: Müminlerin
emirinin sorduğu denizden çıkarılan şeylere gelince;
bilinmesi gerekir ki, denizden çıkarılan ziynet eşyaları ve
ambere humus lazım gelir.
* * *
Buraya kadar, Resulullah (s.a.a)'in,
savaş ganimetleri dışındaki şeylerin humsunun verilmesini
emrettiğini apaçık ortaya koyan rivayetleri ve bu
rivayetlerden anlaşılanları inceledik. Şimdi ise Resul-i
Ekrem (s.a.a)'in humus verilmesine dair emrini içeren
rivayetleri inceleyelim:
A- Sahih-i Buharî, Sahih-i Müslim,
Sünen-i Nesaî ve Müsned-i Ahmed'de şöyle geçer (biz
Buharî'den naklediyoruz): Abdulkays kabilesinin
temsilcileri Resul-i Ekrem (s.a.a)'e, "Muzar müşrikleri
bizimle sizlin aranızda engel oluşturdular ve biz haram
aylar dışına size ulaşamıyoruz. Bize, yerine getirdiğimizde
cenneti kazanmamıza neden olacak ve kabilemizin diğer
insanlarını davet edeceğimiz kolay emirler ver" dediler.
Resul-i Ekrem (s.a.a) onlara şöyle buyurdu:
"Size dört şeyi yapmayı
emrediyor ve dört şeyi yapmaktan sakındırıyorum. Size
Allah'a iman etmenizi emrediyorum. Allah'a iman etmenin ne
olduğunu biliyor musunuz hiç? Allah'a iman etmek şunlardan
ibarettir: O'nun birliğine tanıklık etmek, namaz kılmak,
zekat vermek, kazançlarınızdan humsu ödemek ve..."
Resulullah (s.a.a), Abdulkays
kabilesinin temsilcilerine, kazançlarından humus ödemelerini
emredince, müşriklerin korkusundan haram aylar dışında
kabilelerinin sınırından dışarı çıkamayan onlardan düşmandan
aldıkları savaş ganimetlerinin humusunu ödemelerini
istemiyor! Aksine o hazretin "ganimet"ten, bu sözcüğün
Arapça'daki, zahmet ve sıkıntı çekmeden bir kazanç sağlamak
olan hakiki anlamını kastetmiştir. Veya başka bir tabirle,
onlar kâr ve kazançlarının humusunu vermekle görevlendiler
ya da en azından Resulullah (s.a.a)'in maksadı bu sözcüğün,
"savaş ve savaş dışı gelirler"den ibaret olan şer'î
hakikatidir.
Bu konu, Resul-i Ekrem (s.a.a)'in Arap
kabilelerinin temsilcilerine yazmış olduğu sözleşmelerde,
elçileri ve onlara tayin ettiği valiler vasıtasıyla
gönderdiği mektuplarda apaçık bellidir.
Belazurî, Futuhu'l-Buldan adlı eserinde
şöyle yazmaktadır: Yemen halkı, Resulullah (s.a.a)'in zuhur
ettiğini ve şanının yüceliğini duyunca, onlardan Hazret'in
huzuruna temsilciler geldiler. Bunun üzerine Resulullah
(s.a.a) onlara bir mektup yazarak Müslüman oldukları ana
kadar sahip oldukları mallar, arazi ve defineleri onlara
bıraktı. Onlar da itaat ederek Müslüman oldular. Sonra
Hazret (s.a.a), İslam dininin kanun ve kurallarını ve kendi
sünnetlerini öğretmeleri, sadakalarını almaları, Yaduhilik,
Hıristiyanlık ve Mecisiliklerinde kalanlardan ise cizye
almaları için onlara kendi vali ve elçilerini gönderdi.
Belazurî, İbn-i Hişam, Taberî ve İbn-i
Kesir bunların peşinden şöyle eklemişlerdir (biz
Belazurî'den naklediyoruz): Resul-i Ekrem (s.a.a) Amr b.
Hizam'ı
Yemen'e gönderdiği zaman onun için şöyle bir şey yazdı:
"Bismillahirrahmanirrahim. Bu Allah
ve Resulünün sözüdür: "Ey iman edenler! Ahitlerinize
vefa edin."
b- "Bu Allah'ın elçisi Muhammed
(s.a.a)'in Amr b. Hizam'ı Yemen'e gönderdiği zaman ona
tavsiyeleridir. Ona bütün işlerinde Allah'ı göz önünde
bulundurup takvalı olmasını, kazançlardan Allah'ın humsunu
almasını ve Allah'ın müminlere farz kıldığı sadakaları
teslim almasını emrediyor. Şöyle ki, su verilmeyip kökleri
yerin rutubetinden veya yağmur suyundan su alan tarlaların
mahsullerinden onda bir, büyük su kırbası ve kovalardan
sulanan tarlaların mahsullerinden ise onda birin yarısı
(yirmide bir) zekat almasını bildiriyor.
c- Resulullah (s.a.a)'in Kazae
kabilesinden Sa'd b. Huzeym'e ve Cizam'a yazdığı bir
mektupta sadaka vermenin farz olduğu yerleri onlara
bildirmiş, sakada ve humuslarını Ubey ve Anbese ismindeki
iki elçisi veya onların memurları vasıtasıyla kendisine
göndermelerini istemiştir.
Resul-i Ekrem (s.a.a), Sa'd ve Cizam
kabilelerinden sadaka ve humuslarını kendi elçilerine veya
onların memurlarına vermelerini isteyince, onlardan savaş
ganimetlerinin humsunu değil, kazançlarının humsunu ve
mallarına farz olan sadakaları göndermelerini kastetmiştir.
d- Resul-i Ekrem (s.a.a), Malik b.
Ahmer-i
Cizamî'ye ve onun izleyicisi olan diğerlerine yazdığı
amannamede, namaz kılmalarını, diğer Müslümanları
izlemelerini, müşriklerden sakınmalarını, kazançlarının
humsunu, zarara uğrayanlarının payını, falan ve filan payı
vermelerini emretmiştir.
e- Resul-i Ekrem (s.a.a)'in, Fucey
ve izleyicilerine yazdığı bir mektupta şöyle buyurmuştur:
"Allah'ın elçisi Muhammed (s.a.a)'den Fucey ve
izleyicilerine. Eğer Müslüman olup namaz kılar, mallarının
zekatını öder, Allah ve Resulü'ne itaat eder, kazançlarından
Allah'ın humsunu verir, Peygamber ve yardımcılarına yardım
eder, Müslüman olduklarını izhar eder de müşriklerden
ilişkilerini keserlerse Allah ve Muhammed'in amanında
olurlar.
f- Resul-i Ekrem (s.a.a)'in Umman ordu
komutanlarına yazdığı mektupta şöyle geçer:
"Allah'ın elçisi Muhammed
(s.a.a)'den Behreyn'de yaşayan Umman padişahları ordu
komutanları olan Allah kullarına. Eğer iman edip namaz
kılacak, zekat verecek, Allah ve Resulü'ne iman edecek,
Peygamberin hakkını verecek ve Müslümanlar gibi ibadet
edecek olurlarsa Allah'ın amanında olup, Allah ve Resulü'ne
ait olan ateşkede malları dışında sahip oldukları şeylerden
yararlanacak ve onlar kendilerine bırakılacaktır. Hurmada
onda bir tahıllarda onda birin yarısı (yirmide bir) zekat
farzdır. Müslüman onlara yardımcı olmaları ve kılavuzluk
etmeleri düşer. Sahip oldukları değirmenler, istedikleri
şeyleri öğütmeleri için onların kendilerinindir."
Bu mektupta Resulullah (s.a.a)'in
"peygamberin hakkı"ndan maksadı humus veya humus ve o
hazretin kendine has olan şeydir. Daha önce safiy ve
peygamberin şahsına has olan mal hakkında bahsetmiştik.
g- Ve yine mektuptaki, "Allah'ın payı
ve Resulün payı"ndan maksat, Hads ve Lehm bölgesinden
Müslüman olan kişiler için humustur. Resulullah (s.a.a) bu
mektupta şöyle buyurmaktadır:
"...Namazı kılacak, mallarının
zekatını verecek, Allah ve Resulü'nün payını verecek ve
müşriklerden sakınacak olurlarsa Allah ve Muhammed'in
güvencesinde olacaklardır. Kim dininden yüz çevirirse Allah
ve Resulü'nün koruma ve güvencesi de onun üzerinden kalkar.
h- Resulullah (s.a.a)'in Cünade-i Ezdî,
onun akrabaları ve izleyicilerine yazmış olduğu şu mektupta
da aynı konu işlenmektedir:
"Namaz kılıp mallarının zekatını
verecek olur, Allah ve Resulü'ne itaat edip kazançlarının
humusunu ve peygamberin payını verecek olur da müşriklerden
uzak dururlarsa Allah'ın ve Allah kulu Muhammed'in
güvencesinde olurlar."
ı- Resulullah (s.a.a), Tay kabilesinden
Beni Muaviye b. Cerul'a
yazdığı bir mektupta şöyle buyurmuştur: "Onlardan
Müslüman olan namaz kılan, zekat veren, Allah ve Resulü'ne
itaat eden, kazançlarından Allah'ın humsu ve peygamberin
payını veren, müşriklerden uzak duran ve Müslüman olduğunu
açığa vuran, itaat ettiği sürece Allah ve peygamberinin
güveninde olur."
Yine Resul-i Ekrem (s.a.a)'in Benî
Cuveyn-i Taî'ye yazmış olduğu bir mektup daha var; bu mektup
da kullanılan sözcüklerdeki bazı cüzî farklılıklara rağmen
yukarıdaki mektupla aynı olabilir.
j- Resulullah (s.a.a), Cuheyne b.
Zeyd'e
yazmış olduğu mektubunda şöyle buyurmaktadır: "Geniş yer
ve çölleri, nehir yatakları ve otlaklar, humus karşılığında
bitkilerinden yararlanmanız ve sularından içmeniz için size
aittir.
Tia ve Sarime bir arada olurlarsa,
iki koyun ve eğer aralarına mesafe düşerse her birine bir
koyun zekat verin. Mesir halkına ise sadaka yoktur..."
İbn-i Esir, Nihayetu'l-Lügat adlı
eserinde şöyle yazmaktadır: Tia, zekatın farz olduğu en az
miktardır. Sarime ise koyun ve deve sürüsüdür. Bu hadiste
geçen "Sarime"den maksat, yüz yirmi bir baş koyundan iki yüz
baş koyuna kadar olan miktardır ve bir arada olduklarında
iki koyun ve birbirlerinden ayrı iki kişiye ait olduklarında
ise her biri bir koyun zekat vermelidir. Mesir halkı ise,
tarla süren öküzleri bulunan kişilerdir; ona zekat farz
değildir.
k- Resul-i Ekrem (s.a.a)'in bazı
mektuplarında Peygamber'in payı zikredildikten sonra Hazrete
has olan "safi" de zikredilmiştir. Örneğin Resulullah
(s.a.a)'in Humeyr padişahlarına yazdığı mektupta şöyle
geçer:
"Ama sonra; Rabb'iniz sizi özel
hidayetine yöneltti; Allah ve Peygamber'ine itaat edin,
namaz kılın, zekatı verin, kazançlarınızdan Allah'ın humsunu
ödeyin, Resulullah (s.a.a)'in payını ve onun kendisine has
kılınanı verin ve Allah'ın müminlere farz kıldığı sadakayı
ödeyin..."
l- Resul-i Ekrem (s.a.a)'in, Benî
Sa'lebe b. Amir'e yazmış olduğu mektupta şöyle geçmektedir:
"Onlardan kim İslam getirir, namaz kılar, zekatı öder,
kazançlarının humsunu, peygamberin payını ve onun kendisine
has kılınanı verirse Allah'ın güvencesine girmiş olur."
m- Benî Zuheyr-i Akliin'e
yazmış olduğu mektupta ise şöyle buyurmaktadır: "... Eğer
Allah'ın birliğine ve Muhammed (s.a.a)'in onun peygamberi
olduğuna tanıklık eder, namaz kılar, zekatı verir,
kazandıklarınızdan humus, peygamberin payı ve onun safisini
verirseniz Allah ve Resulü'nün güvencesinde olursunuz."
n- Cuheyne kabilesinin bazı ileri
gelenlerine yazdığı mektup ise şöyledir: "Onlardan kim
Müslüman olur, namaz kılar, zekat verir, Allah ve Resulü'ne
itaat eder, kazançlarından humus, peygamberin payı ve onun
safisini verirlerse..."
Bu mektuplarda geçen çoğulu "safaya"
olan "safi" (halis mal), daha önce de dediğimiz gibi,
Resulullah (s.a.a)'in humus dışında kendine has olan mal ve
mülküne denir.
Ayrıca; "humus" sözcüğü, Resul-i Ekrem
(s.a.a)'e nispet verilen bunların dışındaki iki mektupta da
geçmiş; fakat onlar bizim açımızdan güvenilir değillerdir.
Çünkü onlardan birinde Bulharis
kabilesinden Abduyağus ismi geçmektedir. Oysa "Yağus" bir
put adıdır ve Resulullah (s.a.a)'in putun kuluna mektup
yazmış olması imkansızdır. Çünkü Hazret (s.a.a), Abduluzza,
Abdulhacer,
Abdulamr-i Asem gibi isimleri Abdurrahman veya Abdullah
isimlerine çeviriyordu.
Bu mektuplardan diğer ise Resulullah (s.a.a)'in Neşhel b.
Malik-i Vailî'ye
yazmış ve ona "bismike Allahumme" (senin adınla Allah'ım!"
diye başlamıştır; oysa Resulullah (s.a.a)'in mektupları
"bismillahirrahmanirrahim" diye başlamaktaydı.
* * *
Yukarıda geçen mektup ve sözleşmelerde,
Resul-i Ekrem (s.a.a), Sa'd-ı Huzeym'e sadaka, zekat ve
humuslarını kendisinin iki elçisine veya onların gönderdiği
kimselere vermelerini emretmiştir: katıldıkları savaş
ganimetlerinin humsunu vermelerini istemeyip mallarına lazım
gelen humus ve sadakaları talep etmiştir. Aynı şekilde
Cuheyne'ye yazdığı mektupta yerin otlak ve sularından
yararlanma karşısında humus ve zekatlarını vermelerini
istemiştir. Bunda da humus ödemeleri için onların savaşa
katılıp savaş ganimetleri elde etmeleri şart koşulmamış,
aksine humus ve sadaka ödemek için yer gelirlerinden
yararlanmak şart koşulmuş, onlara kazandıkları şeylerde
İslam'ın hükmünü öğretmiştir.
Yine Abdulkays'ın temsilcilerine
kazançlarından nasıl humus ödeyeceklerini öğrettiği zaman,
onları yerine getirecek olurlarsa cennete gideceklerini
buyurdu ve müşriklerin korkusundan haram aylar dışında
kabilelerinden dışarı çıkamayan onlardan, müşriklerle
savaşıp zafere ulaşarak onlardan elde ettikleri savaş
ganimetlerini ödemelerini istememiş, sadece onlardan
kazançlarının karının humsunu vermelerini istemiştir.
Ve yine valisi Amr b. Hazm'a verdiği
emirde Yemen kabilelerinin sadaka ve humuslarını almasını
istemiş, fakat bu kabilelerin katıldıkları savaşlardaki
ganimetlerin humsunu alıp kendisine göndermesini
istememiştir.
Veya bu kabilelere humuslarını
ödemeleri için şahsen yazmış olduğu mektuplar veya
kabilelerin humuslarını almaları için Amr b. Hazm dışında
diğer memurlarına yazdığı mektupları da aynı doğrultudadır.
Bütün bu mektup ve emirnamelerde
humsun, sadaka konumundadır; her ikisi de Allah Teala'nın
koyduğu kurallar gereğince insanların mallarındaki Allah'ın
hakkıdır.
Bu mektuplarda geçen "humus" sözcüğünün
savaş ganimetlerinin humsu olmadığını vurgulayan ve açığa
çıkaran konu, İslam dinindeki savaş hükmünün cahiliye dönemi
ve ondan önceki zamanların kurallarından farklı oluşudur; o
dönemlerde herkes veya her grup kendi kabilesi veya antlaşma
içerisinde oldukları kişiler dışındakilere saldırarak
onların mal varlıklarını istediği şekilde yağmalama hakkını
kendine veriyor ve herkes, kabile reisine has olan dörtte
biri dışında yağmalayıp elde ettiği her şeyi kendine
alıyordu. Fakat İslam dininde böyle değildir; dolayısıyla,
Resul-i Ekrem (s.a.a) onlardan dörtte bir yerine beşte bir
olan savaş ganimetlerinin humsunu isteyemez; hatta hiçbir
Müslüman veya Müslüman bir grup kendi yanından Müslüman
olmayan kişilere karşı savaş ilan edip canı istediği gibi
onların mallarını yağmalayamaz. Çünkü:
Birincisi; böyle bir hakka sadece şerî
hakim sahiptir; o da İslam kanun ve kurallarına uygun
olarak; bu durumda tüm Müslümanlar onun emrine itaat etmek
zorundadır.
İkincisi; fetih ve zaferden sonra savaş
ganimetlerinin tümünde sadece İslam ordusu komutanı veya
onun temsilcisi tasarruf hakkına sahiptir. Dolayısıyla,
savaşçılar düşmana galip geldikten sonra ele geçirdikleri
şeyleri komutanlarına veya onun temsilcilerine
vermelidirler; aksi durumda aldıkları şey gizlice yapılan
hırsızlık ve diğerlerinin gözünden ırak aşırmak sayılır ve
onun ar, mahcubiyet ve vebali kıyamet gününde yakasına
yapışıp cehenneme götürür.
Humsu aldıktan sonra atlı ve piyade
askerlerin payını tayin eden, biraz da kadınlara ayıran,
bazen savaşta olmayanlara da alınan ganimetlerden pay veren
ve savaşan müminlerin payından kat kat fazlasını muallefetil
kulub (Müslüman olmayanların gönlünü kazanmak) için harcama
yetkisi olan İslam'ın hakimidir.
Eğer Resul-i Ekrem (s.a.a)'in döneminde
savaş ilan etmek ve savaş ganimetlerinin humsunu almak
Hazret'in kendi vazifelerinden ise, Hazret'in arka arkaya
yazdığı mektup ve sözleşmelerde humus, muhatapların
mallarındaki farz sadaka menzilesinde değildiyse ve savaş
ganimetleriyle bir ilgisi de yoktuysa, o halde bu mektup ve
sözleşmelerde halktan humus istemenin ve bunu vurgulamanın
anlamı ne olabilirdi ki?!
Dolayısıyla, bu mektup ve
sözleşmelerdeki "ganaim" ve muğnim" sözcüklerinden lügat
anlamı olan, "zahmet ve sıkıntı görmeden bir şeyi elde
etmek" anlamında veya "savaş yoluyla ve diğer yollarla elde
edilen şey" anlamındaki şerî anlamında olduğunu söylemek
zorundayız.
Burada, konumuzun başında "ganimet"
sözcüğünün açıklamasıyla ilgili söylediklerimizi ekleyerek
"ganimet" sözcüğünün sözlükler yazıldıktan sonra İslam
toplumunda savaş ganimetlerinde kullanılan bir hakikat
olarak kabul edildiğini ve İslam'dan önce bu anlamda
kullanılmadığını ve yine Resulullah (s.a.a)'in hadislerinde
geçen bir şeyi, o hazretten yaklaşık iki asır sonra halk
arasında yaygın olan başka bir şeye yüklemenin doğru
olmadığını söylemek gerek.
Bu mektup ve sözleşmelerde "Allah'ın
payı", "Resulullah (s.a.a)'in payı" veya "Peygamberin hakkı"
veya "peygamberin payı" şeklinde geçen şeylerin tefsiri,
"Bilin ki kazandığınız şeylerin humsu Allah'ın ve
Resul'ündür..." ayetinde ve bu ayetin açıklayıcısı olan
Resul-i Ekrem (s.a.a)'in sünnetinde geçmektedir. Humus ayeti
ve Resulullah (s.a.a)'in sünnetinde, "muğnim" sözcüğündeki
Allah ve Peygamberin payının ve yine onların hak ve
hisselerinin humus olduğu bildirmişlerdir.
Buraya kadar söylediklerimizden, savaş
ganimetleri ve onun dışındaki şeylerin humsunu Resul-i Ekrem
(s.a.a)'in şahsen kendisinin aldığı ve Müslüman olanlardan
sadaka ve zekat lazım gelen yerler dışında kazançlarının
humusunu vermelerini istediği anlaşılmaktadır. Şimdi ise
humsun harcanması gereken yerleri inceleyelim.
Kur'an-ı Kerim'de humus ayeti
humsun Allah, Resulü, yakınlar, yetimler, yoksullar ve yolda
kalmışların olduğunu vurgulamaktadır.
Şimdi ayette geçen "zu'l-kurba"
(yakınlar)ın ve ondan sonra zikredilenlerin kimler olduğunu
inceleyelim.
Bir sözde geçen "zu'l-kurbâ", "kurbâ"
ve "ûlî kurbâ" sözcükleri de baba ve anne gibidir; bir sözde
nerede "ebeveyn" sözcüğü geçerse, ister apaçık bir şekilde,
ister zamirle ve ister kinaye ve imayla olsun maksat,
kişinin kendisinden önce gelen baba ve annesidir.
Aynı şekilde açık örneği, "Akraba (ûlî
kurbâ) bile olsalar, cehennemin halkı oldukları belli
olduktan sonra (Allah'a) ortak koşanlar için mağfiret
dilemek, ne peygamberin, ne de inananların yapacağı bir iş
değildir"
ayetinde geçen "kurbâ", "uluhu" ve "zu hu" sözcükleri de
aynı şekildedir. Bu ayette geçen "uli kurbâ"dan maksat,
açıkça "uli kurbâ"dan önce geçen Resulullah (s.a.a) ve
müminlerdir.
Bunun zamirle geçen örneği ise,
"Söylediğiniz zaman akrabanız (zâ kurbâ) da olsa adaleti
gözetin"
ayetinde geçmektedir. Bu ayette geçen "za kurbâ"dan maksat
"kultum" ve i'dilu" sözcüklerinin zamirlerinin merciidir.
Takdirde olan örneği ise, "Akrabalar
(za'l kurbâ) da (miras) taksim(in)de hazır bulunursa..."
Burada "za'l kurbâ"dan maksat, ölen kişinin bir önceki
ayette işaret edilen akrabalarıdır. Kur'an-ı Kerim'de
"kurbâ" ve "ûlî'l kurbâ" sözcükleri geçen diğer yerlerde
böyledir.
Allah Teala, Kur'an-ı Kerim'in iki
yerinde "valideyn" ve "zi'l-kurbâ" kelimelerini bir arada
zikretmiştir. Biri, "Ana babaya, akrabaya iyilik edin."
ve diğeri, "Ana babaya, akrabaya iyilik edin."
Birinci ayette, apaçık ve daha önce geçen İsrailoğullarının
babalarıyla anneleri ve akrabaları dikkate alınmıştır;
ikinci ayette ise, ayetin baş tarafında geçen bu ümmetin
müminleri olan "ve'budu" ve "lâ tuşrikû" sözcüklerindeki
zamirin merci olan müminler ve onun yakınları
kastedilmiştir.
Dolayısıyla, Allah Teala humus
ayetinde: "Bilin ki kazandığınız şeylerin humsu Allah,
Resulü ve yakınlar içindir..." buyurunca, ister istemez
"za'l-kurbâ"dan maksat, Resulullah (s.a.a)'in yakınlarıdır;
bu ayette o hazretin ismi onlardan önce geçmiştir. Yani
Resulullah (s.a.a)'in ismiyle onların arasına mesafe
düşmemiştir. Eğer böyle değilse, o halde Allah Teala bu
ayette kimin "yakınlar"ından bahsetmektedir?
"Allah'ın, o kent halkından,
Elçisine verdiği ganimetler, Allah'a, Elçiye ve yakınlara...
aittir"
ayetindeki "zu'l-kurbâ"dan maksat da açıkça ondan önce
zikredilen Resul-i Ekrem (s.a.a)'in yakınlarıdır.
Ve yine, "De ki: Ben ona karşılık
sizden yakınlara sevgiden başka bir ücret istemiyorum"
ayetindeki akrabalardan maksat da, "istemiyorum" (la
es'elukum) fiilindeki failin, yani peygamberin akrabalarıdır
ve "kurbâ" o hazrete mensuptur. Şimdi humus ayetindeki diğer
kelimeleri inceleyelim:
2- Yetim: Yetim, buluğ çağına
ermeden önce babasını kaybeden çocuğa denir.
3- Miskin: Hacetini giderecek
şeye muhtaç olana miskin denir.
4- İbn-i Sebil: İbn-i sebil,
maddi bakımdan yolculuğunu sürdürmeye gücü olmayan yolda
kalmış yolcuya denir.
Humus ayetinin akışı, yetim, miskin ve
yolda kalmıştan maksadın, bu kişilerin Resulullah (s.a.a)'in
akrabaları olduğunu göstermektedir. Humus ayetindeki bu
sözcükler, daha önce açıkladığımız "zi'l-kurbâ" sözcüğü
makamındadırlar.
Diğer taraftan, Allah Teala,
"Sadakalar, Allah'tan bir farz olarak ancak fakirlere,
düşkünlere,... yolda kalmışlara" (Tevbe, 60) ayetinde
sadakaların harcanacağı yerleri belirtmiş, onun bir payını
Haşimoğullarından olmayan miskinlere ve yolda kalmışlara has
kılmıştır. Fakat Haşimoğullarına sadakayı haram kılmış ve
onun yerine onlar için humustan bir pay ayırmıştır.
Resul-i Ekrem (s.a.a) kendi hayatında
humusu altı kısma ayırıyordu. Onun iki payı Allah ve
Resulünün, bir payı yakınlarındı.
Ebu Aliye-i Riyahî'den
şöyle rivayet edilmektedir: Resul-i Ekrem (s.a.a)'e bir
ganimet getirecek olsalardı, Hazret onu beş kısma ayırırdı.
Dört payını İslam askerlerine verir, beşte birini de
kendisine alırdı ve o miktardan Allah'ın hakkı olarak bir
avuç alıp Ka'be'ye ayırır, geri kalanını beş kısma ayırırdı:
Bir payı peygambere, bir payını yakınlarına, bir payını
yetimlere, bir payını miskinlere ve son payını da yolda
kalmışlara ayırırdı. Ka'be'ye has kıldığı hisse ise Allah'ın
payıydı.
Bu iki hadis açıkça humsun altı kısma
ayrıldığını bildirmektedir ve bu da humus ayetiyle uyum
içerisindedir. Ebu'l-Aliye'nin rivayetinde geçen Resul-i
Ekrem (s.a.a)'in bir payı Ka'be'ye ayırdığı konusuna
gelince, bu iş sadece bir defa yapılmış olabilir. Bu konuda
doğru olanı, Ata b. Ebi Ribah'ın
şu rivayetinde görmekteyiz: Allah'ın humsuyla Resulü'nün
humsu birdi ve Resulullah (s.a.a) ondan istediği kadarını
alıyor veya bağışlıyor ya da affediyordu. Ona karşı istediği
gibi muamele yapıyordu.
İbn-i Cerih
de şöyle demiştir: ...Onun dört payı savaşa katılanların ve
geri kalan beşte biri ise Allah ve Resulü'nündü; Resul-i
Ekrem (s.a.a) ondan istediği kadarını alıyor veya bağışlıyor
ya da affediyordu ve onu istediği gibi kullanıyordu.
Bu iki rivayette anlaşılan, Allah'ın
payıyla Resulü'nün payının bir oluşudur. Bu ise humusu altı
kısma ayıran humus ayetine ters düşmektedir. Ancak Allah'ın
payıyla Resulullah (s.a.a)'in hissesinin bir oluşundan, iki
hissenin bir pay sayılması değil, her ikisinin de bir ölçüde
olduğu kastedilirse sorun çıkmaz.
Ve yine bu, Katade'nin
şu rivayetiyle de bağdaşmıyor: Resul-i Ekrem (s.a.a) bir
ganimet ele geçirince, onu beşe bölüyordu. Beşte biri Allah
ve Resulü'nün, geri kalanını da Müslümanların arasında
bölüştürüyordu. Allah ve Resulü adına aldığı beşte biri ise,
Resulullah (s.a.a) ve Hazretin yakınları, yetimleri,
miskinleri ve yolda kalmışlarına veriliyordu. Ve bu beşte
bir beşe bölüyordu ve onun beşte biri Allah ve Resulü'nündü.
İbn-i Abbası'ın Tarih-i Taberî'de geçen
rivayetinden, iki payın bir paya dönüştürülüşünün Resul-i
Ekrem (s.a.a)'in vefatından sonra yapıldığı anlaşılmaktadır.
İbn-i Abbas şöyle demiştir:
Allah'ın payıyla Resulü'nün payını
birleştirdiler ve yakınlara da bir pay ayırdılar ve her iki
payı at ve savaş araçları temin etmek için harcadılar.
Taberî, Mücahid'den şöyle rivayet
etmiştir: Resul-i Ekrem (s.a.a)'in soyuna sadaka haram
olduğu için onlar için humsun beşte biri tayin edilmişti.
Ve yine demiştir ki: Allah Teala, Haşimoğulları arasında
fakir ve yoksul kişiler olacağını bildiğinden sadaka yerine
onlara humus tayin etti.
Ve yine şöyle demiştir: Onlar,
kendilerine sadaka haram olan Resul-i Ekrem (s.a.a)'in
yakınlarıdırlar.
İmam Seccad (a.s) ise Şam halkından bir
kişiye şöyle buyurmuştur: "Acaba Enfal suresinde
"Kazandığınız şeylerden Elçiye ve yakınlarına ... humus
verin" şeklinde geçtiğini okumuş değil misin?" Adam,
"Okudum; onlar sizler misiniz?" diyince. Hazret, "Evet"
buyurdu.
Buraya kadar geçenler humus ayetinde ve
diğer yerlerde geçen "zu'l-kurba" (yakınlar) kelimesinin
tefsiriydi. Şimdi yetimlerle miskinlerin kimler olduğunu
inceleyelim. Nişaburî, bu ayetin tefsirinde şöyle
yazmaktadır:
Ali b. Hüseyin (a.s)'dan, ayette geçen,
"yetimler ve miskinler"in kimler olduğunu sorduklarında
Hazret'in şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir:
"Yetimler ve miskinlerden maksat, bizlerin yetimleri ve
miskinleridir."
Taberî, Minhal b. Amr'dan
şöyle nakletmiştir: Abdullah b. Muhammed b. Ali
ve Ali b. Hüseyin'den
humsu sorduğumda onlar, "Humus bize aittir" dediler.
Ali b. Hüseyin (a.s)'a, Allah Teala, ayetin sonunda,
"yetimler, miskinler ve yolda kalmışlarındır, buyuruyor"
dedim. Hazret, "Bizim yetimlerimizle miskinlerimizdir"
buyurdu.
Buraya kadar humus hakkında
kaydettiklerimiz, tümünü Hulefa Mektebi'nin hadis, siret ve
tefsir kitaplarından naklettik. Şimdi Ehlibeyt Mektebi
açısından humus ve onun harcanması gereken yerleri
inceleyelim.
Ehlibeyt İmaları (a.s)'dan gelip humsu
altı kısma bölen rivayetler mütevatirdirler. Şöyle ki, onun
bir payı Allah'ın, bir payı Resulü'nün, bir hissesi
Resulullah (s.a.a)'in döneminde Ehlibeyt (a.s)'a has olan, o
hazretten sonra da onlara verilen ve daha sonra diğer
Ehlibeyt İmamları (a.s)'a ait olan peygamberin
yakınlarınındı. Bu üç Allah, Resulü ve yakınlarının payı,
onların makamına aitti ve Allah'ın payı da Resul-i Ekrem
(s.a.a)'e ulaşıyor, Hazret onu dilediği gibi harcıyordu.
Allah ve Resulü'ne ait olan pay,
Resulullah (s.a.a)'ten sonra onun halifesi olan imama ulaşır
ki bu hesaba göre humsun yarısı zamanın imamı Hz. Mehdi
(a.s)'a aittir; iki pay miras olarak ve bir pay da
yakınların payı hasebiyle Allah Teala tarafından o hazrete
has kılınmıştır. Ve bu üç pay imamet karşılığında o hazrete
ulaşmıştır; diğer üç pay ise Resul-i Ekrem (s.a.a)'in
soyundan gelen Haşimoğulalrının yetimleri, miskinleri ve
yolda kalmışlarınındır. Allah Teala, Kur'an-ı Kerim'de
onlardan şöyle bahsetmiştir: "Yakın akrabalarını korkut."
Bu yakınlar, Resulullah (s.a.a)'in Ehlibeyt (a.s)'i dışında,
Ebutalip oğullarının erkek ve kadınlarıdır. Bu üç grubun
humus alma ölçüsü ise iki şeydir:
1- Resulullah (s.a.a)'in yakınları ve
akrabalarından olmak.
2- Geçimlerini sağlamak için humus
almak zoruna kalmak. Fakat ilk üç pay böyle değildir; onlar
humustan bu hakkı sahip oldukları makam için amlaktalar.
Humsun yarısı Haşimoğullarından olan bu
üç grup arasında, şanlarına göre yıllık masraflarına yetecek
şekilde bölüştürülmelidir. Geri kalanı ise şerî hakimindir.
Eğer bu paylar onların yıllık geçimlerine yetmezse, fazlası
şeri hakime ulaştığı gibi bu durumda da şerî hakim, kendi
malından onların yıllık masrafına yetecek kadar vermelidir.
Bu üç grubun baba tarafından
Abdulmuttalib'e nispet verilmesi humus almasının
şartlarındandır. Çünkü eğer sadece anne tarafından
nispetleri olsa humustan onlara bir şey verilmez ve sadaka
alma hakkına sahip olurlar. Çünkü Allah Teala, "Onları
babalarıyla çağırın" buyuruyor.
İmam Cafer-i Sadık (a.s)'dan şöyle
rivayet edilmiştir: "Humusta, Abdulmuttalib oğulları
Haşimoğullarıyla ortaktırlar."
Diğer bir hadiste ise, "Hakka uyulacak
olursa Abdulmuttalib ve Haşimoğullarından hiç biri sadaka
almaya ihtiyaç duymaz. Çünkü Allah Teala Kur'an-ı Kerim'de
onlara yetecek kadar hisse tayin etmiştir" buyurmuş ve daha
sonra şöyle devam etmiştir: "Bir şey bulamayan kimseye leş
helaldir. Sadaka da Haşimoğulları ve Abdulmuttaliboğullarına
ancak kendilerine leş helal olan kimselerin seviyesinde
olduklarında helal olur!"
Bu üç gruptan her birinin humus olarak
alıp sahiplendiği her şey, vefatından sonra kişinin diğer
mirasları gibi onun mirasçılarına intikal eder. Humus
ayetine göre değil, miras ölçülerine göre Peygamber (s.a.a)
ve önceki imamın kendisine ait olan üç paydan aldığı şeyler
de böyledir; onların vefatından sonra mirasçılarına geçer.
Sünen-i Ebu Davud, Müsned-i Ahmed b.
Hanbel, Tarih-i Taberî, Sünen-i Nesaî ve Sahih-i Buharî'de
(Biz Sünen-i Ebu Davud'dan naklediyoruz), "harac" kitabında,
"mevaziu kısmi'l-humus ve sehm-i zi'l-kurba" bölümünde
Cubeyr b. Mut'im'den şöyle geçer:
Resulullah (s.a.a) Hayber savaşında
zi'l-kurba (yakınlar)ın payını Haşimoğulları ve
Abdulmuttaliboğulları arasında bölüştürdü; Benî Nevfel ve
Benî Abduşşems'e bir şey vermedi. Ben, Osman b. Affan'la
birlikte Resul-i Ekrem (s.a.a)'in huzuruna giderek şöyle
dedik:
Ya Resulullah (s.a.a)! Biz
Haşimoğullarının fazilet ve üstünlüğünü ve Allah Teala'nın
onlar arasında sana verdiği makam ve mevkii inkâr etmiyoruz;
fakat neden kardeşlerimiz Abdulmuttaliboğulları'na -bu
ganimetten- bir pay verdiğin halde bize bir şey vermedin?
Oysa sana karşı onlarla biz aynı yakınlıktayız?
Resul-i Ekrem (s.a.a), "Benle
Abdulmuttalip arasında ayrılık yoktur" buyurdu. Nesaî'nin
rivayetine göre ise, "Abdulmuttalimoğulları, ister cahiliye
döneminde ve ister İslam'ın zuhurundan sonra benden ayrı
değillerdi" buyurdu ve iki elinin parmaklarını birbirine
kenetleyerek "bizimle onlar biriz" dedi.
Müsned-i Ahmed'deki başka bir rivayete
göre de bu olay Huneyn savaşında gerçekleşmiştir.
Sünen-i Ebu Davud, Sünen-i Nesaî ve
Müsned-i Ahmed b. Hanbel'de geçen üçüncü rivayette ise o
savaşın adı belirtilmemiştir.
Osman ve Cubeyr'in Resul-i Ekrem
(s.a.a)'e böyle bir soruyu sormalarının ve o hazretin
yukarıdaki şekilde onlara verdiği cevabın nedeni ise şudur:
Abdulmenaf'ın Haşim (Amr), Muttalib, Abduşşems ve Nevfel
adında dört oğlu vardı.
Bu arada, Haşimoğullarıyla Abdulmuttaliboğulları Resulullah
(s.a.a)'e yardım etmek görüşünde birleşirken Kureyş onlarla
savaşıp onlara karşı sözleşmeler yaptılar; onlarla
ilişkilerini kesip her türlü muameleyi yasakladılar. Onlar
da Ebutalib deresinde toplanıp Resulullah (s.a.a)'e karşı
Kureyş'le birleşen Abduşşems ve Nevfeloğullarının tam aksine
ilişkinin kesildiği zor yılları orada geçirdiler.
İbn-i Ebi'l-Hadid bu konuda şöyle
yazıyor: Nevfeloğullarının İslam'ı kabullenmede gecikmesine
neden olan şey, Abduşşemsoğullarına İslam'ı kabullenmenin
ağır gelişiydi. Sonuçta onlardan hiç kimse Resul-i Ekrem
(s.a.a)'in yanında yer alıp o hazretin fetihle sonuçlanan
hiçbir savaşına katılmadılar!
Bunun tam aksine; Muttaliboğullarının,
Haşimoğullarına karşı duydukları şiddetli ilgi, İslam'ı
kabul etmelerinde neden oldu. Çünkü Resul-i Ekrem (s.a.a)'in
peygamberliği onlara apaçık belliydi ve onun hak üzere
olduğunda en küçük bir şüphe bile etmiyorlardı. Çünkü bu
tanımaya ancak haset ve kin engel olabilirdi ve böyle bir
hastalığı olmayan kimse de İslam dinini kabul etme konusunda
hiç bir engelle karşılaşmaz.
Muttaliboğullarından, Ubeyde, Tufeyl,
Hasin, Musattah b. İbad b. Muttalib gibi Haris b.
Muttalib'in tüm oğulları
Bedir savaşına katıldılar.
Kureyş, Resul-i Ekrem (s.a.a)'e karşı
birleştiği zaman Ebutalib, Mutim b. Adiy b. Nevfel'e şöyle
dedi:
Allah bizden yana Abduşşemse ve
Nevfel'e
Kötülere verilen acil bir ceza versin.
Yukarıdaki rivayetin ravisi Cubeyr b.
Mut'im diyor ki: Resulullah (s.a.a), "zi'l-kurba"nın payını
Haşimoğullarıyla Muttaliboğulları arasından bölüştürmüştür.
Bizce, ravi Cubeyr'in tanık olduğu şey,
Resul-i Ekrem (s.a.a)'in onlara humustan paylarına düşeni
verip, Ümeyyeoğulları ve Nevfeloğullarına vermeyişidir.
Fakat Resul-i Ekrem (s.a.a)'in onlara
hangi paydan verdiği, ravinin kendi teşhisidir; Resulullah
(s.a.a)'in buyruğu değil.
Öyle sanılıyor ki Resul-i Ekrem (s.a.a)
onlardan bazılarına bir miktar Allah ve Resulü'nün payından
vermiştir; çünkü daha önce de dediğimiz gibi, Resulullah
(s.a.a) onu istediği gibi harcıyordu ve bazılarına ise
miskinlerin ve yoksuların payından veriyordu. Çünkü,
yukarıda genişçe bahsettiğimiz gibi, Resulullah (s.a.a)'in
soyundan olan fakir ve miskinlere sadaka haramdır.
Resul-i Ekrem (s.a.a) ve yakınlarına
sadakanın haram olduğuna dair çok sayıda hadis vardır.
Bunlardan birini Müslim kendi Sahih'inde şöyle naklediyor:
Resul-i Ekrem (s.a.a)'e yemek
getirdiklerinde, Hazret önce onu getiren kişiden yemeği
soruyordu. Eğer hediye olduğunu söyleselerdi ondan yer,
fakat sadaka olduğu söylenseydi ona elini sürmezdi.
Buharî ve Müslim kendi Sahih'lerinde,
Ebu Davud ve Daremî ise kendi Sünen'lerinde şöyle rivayet
etmişlerdir: Resulullah (s.a.a) yola bir hurma düştüğünü
görünce, "Sadaka olmasaydı onu yerdim" buyurdu. Hasan
b. Ali, sadaka olan bir hurma tanesini alarak ağzına
bıraktı. Bunun üzerine Resul-i Ekrem (s.a.a) ona, "Kıh,
kıh; onu ağzından çıkar; Bizim sadaka yemediğimizi bilmiyor
musun?" ve başka bir rivayete göre de, "Sadaka bize
haramdır" buyurdu.
Resul-i Ekrem (s.a.a),
Haşimoğullarından birini, sadakadan yararlanmasın diye
sadaka toplamak için görevlendirmekten sakınıyordu.
Müslim, Ahmed b. Hanbel, Edu Davud,
Nesaî, Tirmizî, Ebu Ubeyde ve diğerleri bu konuda şöyle bir
rivayet nakletmekteler (biz Sahih-i Müslim'den
naklediyoruz):
Rabia b. Haris
b. Abdulmuttalib ve Abbas b. Abdulmuttalib kendi aralarında
konuşarak bir yolunu bulup Abdulmuttalim b. Rabia
ve Fazl b. Abbas'ı,
kendilerini sadakaları toplamak üzere görevlendirmesini
istemeleri ve sadakaları toplayarak teslim edip bu yolla bir
maaş almaları için Resul-i Ekrem (s.a.a)'a göndermeye karar
verdiler.
Ravi diyor ki: Onlar bu mevzuu
konuşurken o sırada Ali b. Ebutalib gelerek yanlarında
durdu. Rabia ve Abbas da aralarında geçen konuşmayı ve
aldıkları kararı Ali'ye açtılar. Ali b. Ebutalib onlara, "Bu
işi yapmayın; vallahi Resulullah (s.a.a) kabul etmeyecektir"
dediyse de Rabia onu kendisinden uzaklaştırarak, "Vallahi
bizi kıskandığın ve çekemediğin için böyle söylüyorsun. Sen
peygamberin damadı olmakla şereflenirken biz seni
kıskanmayalım mı!" dedi. Ali, "O zaman onları gönderin"
dedi. Onlar gittiler. Ali ise oracıkta uzandı.
Başka bir rivayette ise şöyle geçer:
Ali, cüppesini yere sererek onun üzerine uzanıp, "Ben zeki
Ebu'l-Hasan'ım. Andolsun oğullarınız gönderdiğiniz görevden
eli boş dönünceye kadar buradan ayrılmayacağım" dedi.
Abdulmuttalib b. Rabia diyor ki:
Resul-i Ekrem (s.a.a) öğle namazını bitirince biz Hazretten
önce gidip odasının kapısında bekledik. Nihayet Hazret
gelerek kulaklarımızdan tutup, "İçinizden geçenleri
söyleyin" buyurdu. Sona içeri girince biz de girdik.
O gün Resul-i Ekrem (s.a.a), Cahş kızı
Zeyneb'in yanındaydı. Biz, gözümüzü birbirimizin ağzına
dikmiş her birimiz diğerinin konuşmaya başlamasını
bekliyorduk. Nihayet birimiz dedik ki, ya Resulullah
(s.a.a)! Sen insanların en cömerdi ve insanlara karşı en
merhametli olanısın. Biz evlilik çağına vardık. Bizi sadaka
memuru yapman, diğerleri gibi bizi de topladığımız
sadakaları sana getirerek bu yolla bir maaş almak için
huzuruna geldik.
Resul-i Ekrem (s.a.a) uzun bir zaman
sessiz durdu; nihayet isteğimizi tekrarlamak isteyince perde
arkasından Zeyneb bir şey söylememizi işaret etti. Sonunda
Resulullah (s.a.a) bize şöyle buyurdu:
Muhammedoğullarına sadaka helal
değildir. Çünkü o, insanların kir ve artığıdır" buyurdu ve
daha sonra, "Söyleyin Muhammiyye
ve Nevfel b. Haris
b. Abdulmuttalib gelsinler, dedi. O dönemde Muhammiye Humus
işlerine bakıyordu.
Bu iki kişi Resulullah (s.a.a)'in
huzuruna gidince Hazret, Muhammiyye'ye dönerek, Fazl b.
Abbas'a işaret edip, "Kızını bu gençle evlendir"
buyurdu. Sonra Nevfel b. Haris'e dönerek, Abdulmuttalib b.
Rabi'e işaret ederek, "Kızını bu gençle evlendir"
buyurdu. Daha sonra Muhammiyye'ye hitaben, "Humustan
bunlara filan miktarda ver" buyurdu.
Böylece, Resul-i Ekrem (s.a.a)
Haşimoğullarından hiç birini sadakaları toplamak için
görevlendirmemiştir. İşte buradan, Resul-i Ekrem (s.a.a)'in,
Ali (a.s)'ın Yemen sadakalarını toplamakla görevlendirdiğini
sanan kimsenin ne kadar yanıldığı anlaşılmaktadır. Olayın
gerçeği İbn-i Kayyım-ı Cevzî'nin
"Zadu'l - Mead"
adlı eserinde (o hazretin komutanları bölümünde) şöyle
kaydetmiştir: Resulullah (s.a.a) Yemen kadılığı ve humusları
toplama görevini Ali b. Ebutalib'e verdi.
İbn-i Kayyım bu konudan önce "faslu fi
kutubihi ve rusulihi ile'l mluk" başlığı altında şöyle
yazıyor:
Resul-i Ekrem (s.a.a), Tebuk savaşından
dönüşte veya hicretin onuncu yılının Rabiulevvel ayında Ebu
Musa Eş'arî ve Meaz b. Cebel'i İslam dinini tebliğ etmeleri
için Yemen'e gönderdi. Bunun üzerine Yemen halkı savaş ve
kan dökülmeden büyük bir şevkle kendi irade ve istekleriyle
Müslüman oldular. Daha sonra oraya Ali b. Ebutalib'i
gönderdi. Ali b. Ebutalib Yemen'deki görevini yerine
getirdikten sonra veda haccında Mekke'de Resulullah
(s.a.a)'e ulaştı.
Şayet bazılarının böyle bir sanıya
kapılışları, Resul-i Ekrem (s.a.a)'in vefatından sonra ve
halifelerin humusun farz oluşunu kaldırışlarından sonradır
(ileride buna değineceğiz inşallah). Çünkü, bu durumda
sadaka dışında Müslümanlardan alınması farz olan bir şey
kalmamıştı! İşte bu nedenle bazı bilginler, Resul-i Ekrem
(s.a.a)'in döneminde de durumun kendi dönemlerindeki gibi
olduğunu sanmış ve böylece, "Resulullah (s.a.a) Ali (a.s)'ı
da sadakaları toplamak için görevlendirmiştir" deme hatasına
düşmüşler ve Resul-i Ekrem (s.a.a)'in, değil amcası oğlu,
damadı, tertemiz soyunun babası Ali b. Ebutalib'i, hatta
kendisinin azat ettiği kölesini bile sadaka toplama
memurlarıyla yardımlaşmasını engellediğine dikkat
etmemişlerdir.
Ebu Dabud, Nesaî ve Tirmizî kendi
Sünen'inde şöyle kaydetmişlerdir:
Resul-i Ekrem (s.a.a), Benî Mahzum
kabilesinden Erkam b. Ebi Erkam
adında bir kişiyi sadakaları toplamakla görevlendirdi.
Erkam, Ebu Rafi'e -Resulullah (s.a.a)'in azat ettiği
kölesi-, "Bu görevde bana yardımcı ol ki sen de bir ücret
alasın" dedi. Fakat Ebu Rafi, "Hayır;" dedi, "Bu iş için
Resulullah (s.a.a)'e gidip ondan izin almam gerekir."
Böylere Resulullah (s.a.a)'e gidip olayı Hazret'e anlattı.
Resul-i Ekrem (s.a.a) ise, "Her kavmin azat ettiği kişi o
kavimden sayılır; sadaka ise bize haramdır" buyurdu.
Resul-i Ekrem (s.a.a), Ebu Rafi'in
sadaka görevlilerinin maaşından almaması için sadaka toplama
görevlisiyle yardımlaşmasını böyle engelledi. Çünkü o,
Hazret'in azat ettiği kölesiydi. Resul-i Ekrem (s.a.a)'ten
sonra Ehlibeyt İmamları (a.s) da bunu sürdürdüler; kendileri
sadaka almadıkları gibi Haşimoğullarını da sadaka almaktan
sakındırdılar.
Deaimu'l - İslam kitabında şöyle geçer:
İmam Cafer Sadık (a.s)'a, "Size humus verilmeyen bu dönemde
sadaka helal midir?" diye sorulduklarında, "Hayır
vallahi;" buyurdu, "Zalimler vasıtasıyla hakkımızın
gasp edilmesi nedeniyle Allah'ın bize haram kıldığı şey
helal olmaz ve onların, Allah Teala'nın bize has kıldığı
şeyi engellemeleri Allah'ın haram ettiği şeyi helal olmasına
neden olmaz."
Yine Hisal kitabında İmam Sadık
(a.s) kanalıyla babası İmam Muhammed Bâkır (a.s)'dan şöyle
rivayet edilmiştir: "İki durum dışında sadaka
Haşimoğullarına haramdır: Biri çok susayıp içmek için su
bulamayınca ve diğeri ise onların birbirlerine sadakası."
Buradan, Ehlibeyt İmamları
(a.s)'ın kendi dönemlerindeki vali ve yöneticiler tarafından
beytülmalden aldıkları şeyleri, diğerlerinin sandıkları gibi
farz sadaka olarak değil, fey, enfal, zimmi kafirlerin
ödemesi gereken cizye ve futuhatlardaki ganimetlerin humsu
gibi kendilerinin gasbetilen hakları olarak kabul ettikleri
anlaşılmaktadır.
Akarsular ve içme suları ise,
aynen yol üzerinde yapılan evler, dinlenme yerleri ve
mescitler gibi daha fazla asıl sahiplerinin bütün
Müslümanların yararlanmaları için vakfetmiş oldukları
vakıflardandı; her ne kadar sahipleri kurbet kastı ve Allah
rızası için masraflarını vermeyi üstlenmiş oldukları için
onlara "sadaka" dense bile, bunlar, -Haşimoğullarından
olmayıp fakir de olmayan kişilerce- yararlanılması caiz
olmayan söz konusu sadakalarla farklı olup bahis konumuz
kişilere verilen sadaka türünden değildirler.
* * *
Buraya kadar, İslam aştırma
kaynaklarında humus hakkında bulduklarımızı getirip Resul-i
Ekrem (s.a.a)'in döneminde humustan pay alanları belirttik
ve Haşimoğullarına, onların kölelerine sadakanın haram
olduğunu, onları Hazret'in döneminde ve ondan sonra sadaka
kabul etmekten sakındıklarını açıkladık. Fakat halifelerin
humus konusundaki tutumlarını, onların bu konudaki
içtihatlarını, özellikle Resul-i Ekrem (s.a.a)'in ciğer
paresi olan kızı Fatıma (s.a)'nın hakkına karşı
davranışlarını anlayabilmek için Resulullah (s.a.a)'tan
kalan mal, mülk ve Hazret'e has kılınan şeyleri ve daha
sonra halifeler tarafından onların başına neler geldiğini ve
Resul-i Ekrem (s.a.a)'in kızı Fatıma (s.a)'nın babasının
mirası ve humus konusundaki onlardan şikayetinin nereye
vardığını incelememiz gerekecek.
Kadı Maverdî (ö: 450 hk.) ve Kadı Ebu
Ya'la, (ö: 458 hk.) şöyle diyorlar:
Resul-i Ekrem (s.a.a)'in iki hakkından
biri olarak aldığı sadakalardan biri fey ve ganimetlerden
humsu olarak hakkı ve diğeri ise Allah Teala'nın,
Müslümanların ele geçirmek için at koşturmayıp savaşmadan
peygamberine has kıldığı fey ve bağışın beşte dördündeki
hakkıdır...
Daha sonra şöyle devam ediyor: Resul-i
Ekrem (s.a.a)'in sadakaları sekiz şeyi kapsıyordu:
1- Birinci sadaka, Yahudi Muhayrik'in
vasiyetiyle Resul-i Ekrem (s.a.a)'in mülkiyetine geçen yedi
arazi ve bostandır.
2- İkinci sadaka, Benî Nezir'in
Medine'de sahip oldukları arazilerdir.
3- Üçüncü, dördüncü ve beşinci sadaka,
üç Hayber kalesidir.
4- Altıncı sadaka, Fedek'in yarısıdır.
5- Yedinci sadaka, Vadi'l - Kura
arazisinin üçte birdir.
6- Sekizinci sadaka, Medine'deki Mehzur
ismindeki bir pazardır.
Kadı İyaz (ö: 544 hicri kameri)
bu sadakaların şu üç hak kanalıyla Resulullah (s.a.a)'e
ulaştığını söylemiştir:
Biri, hediye kanalıyla Resul-i Ekrem
(s.a.a)'e ulaşan sadakalardır; örneğin Yahudi Muhayrik'in
Uhud savaşında Müslüman olunca vasiyet ettiği Benî
Nezir'deki yedi bostan bunlardan biridir. Diğer biri ise,
ensarın o hazrete bağışladığı, su ulaşmayan arazilerdir;
bunların tümü Resul-i Ekrem (s.a.a)'in malı sayılıyordu.
İkincisi, Resulullah (s.a.a)'ın hakkı
olan fey ve Allah Teala'nın Benî Nezir'in kendisine
bağışladığı arazilerdir; Benî Nezir bu arazilerden göçünce,
Müslüman onları ele geçirmek için at koşturup savaşmadıkları
için Resulullah (s.a.a)'e kaldı. Benî Nezir'in, silah ve
savaş araç ve gereçleri dışında bir deve yükü miktarınca
götürüp geriye bıraktıkları malları ise Resulullah (s.a.a)
tarafından Müslümanlar arasında bölüştürdü. Fakat onların
arazileri, Resul-i Ekrem (s.a.a)'in gelirlerini Müslümanlara
harcadığı kendisine has olan şeylerden sayılıyordu. Yine
Hayber arazilerinin yarısı da aynı durumdaydı. Hayber'in
fethinden sonra, Hayber halkı arazilerinin yarısını Resul-i
Ekrem (s.a.a)'e bırakarak Hazretle sulh yaptılar; bu
araziler de Peygambere has olan şeylerdendir. Ve yine
bölgede oturan Yahudilerle yapılan anlaşma üzerine Hazretin
sahip olduğu Vadi'u - Kura arazisinin üçte biri de böyledir.
Ve yine sulh ve barış yoluyla ele geçirilip Resul-i Ekrem
(s.a.a)'e has şeylerden sayılan Hayber'in "Tiyh" ve
"Selalim" adlarındaki iki kalesi de böyledir.
Üçüncüsü; Resulullah (s.a.a)'in payına
düşen Hayber humsu ve savaş ve zor uygulanarak elde edilen
mallar; bunların tümü Resulullah (s.a.a)'in özel
mallarındandır ve Hazretten başka hiç kimsenin onda bir
hakkı yoktu.
Bu üç kadının sözleri burada son
buluyor. Şimdi onların bu konudaki sözlerinin açıklamasını
inceleyelim:
a- Sözlerinde geçen, "Resulullah
(s.a.a)'in sadakaları" tabiri, muhaddisler, tarihçiler,
fakihler, lügatçılar gibi Hulefa Mektebi ulemasının Resul-i
Ekrem (s.a.a)'den geriye kalan mal ve mülkler hakkında
kullanmaktadırlar. Onların bu konuda dayandıkları şey,
ravisi sadece Ebubekir olan bir rivayettir. Rivayette şöyle
geçer: Resulullah'ın, "Bizim geriye bıraktıklarımız
sadakadır" buyurduğunu duydum.
b- Bahsettikleri Resulullah (s.a.a)'in
mallarına gelince; bu malların her birinin kaynağı ve
açıklaması şöyledir:
Muhayrik, Benî Kaynka'nın en zengin
kişisi ve Tevrat hakkında bilgisi olan Yahudi bir alimdi.
Resulullah (s.a.a) Medine'ye hicret edip ilk kez Kuba
mescidine gidince Hazret'in huzuruna çıkarak Müslüman oldu.
Muhayrik Uhud savaşında kendi kavmine
hitaben şöyle dedi: "Ey Yahudiler! Vallahi sizler
Muhammed'in peygamber olduğunu ve ona yardım etmenin
üzerinize farz olduğunu çok iyi biliyorsunuz. O halde
hareket edin. Fakat onlar, "Bugün Cumartesidir!" dediler.
Mahayrik, "Başka bir Cumartesi gelmeyecektir" dedi ve savaş
araçlarını alarak Resulullah (s.a.a)'e ulaşıp şehid oldu.
Resul-i Ekrem (s.a.a) onun hakkında, "Muhayrik
Yahudilerin en iyisiydi" buyurmuştur.
Muhayrik savaşa gidince, "Öldürülürsem
sahip olduğum her şey Muhammed (s.a.a)'indir" diye vasiyet
etti.
Mihayrik'in malları yedi bostan ve
E'vaf, Safiye, Dellal, Meyseb, Burka, Husna ve Resulullah
(s.a.a)'in cariyesi Mariye'nin
oturduğu Meşrebe-i Ümm-ü İbrahim isimlerindeki tarlalardı.
Bu yerler hakkında Vefau'l - Vefa,
Mâverdî ve Ebu Ya'lâ'nın Ahkami's - Sultaniyye'si ve İktifâ
kitaplarına genişçe bilgi verilmiştir.
Semhudî, Vakidî'den şöyle rivayet
etmektedir: Resul-i Ekrem (s.a.a) hicretin yedinci yılında
E'vaf, Burka, Meyseb, Dellal, Husna ve Meşrebe-i Ümm-ü
İbrahim isimlerindeki altı bostanı vakfetmiştir.
İbn-i Abbas'tan şöyle rivayet
edilmiştir: "Resulullah (s.a.a) Medine'ye gelince, ensar su
ulaşmayan tüm arazileri istediği gibi yararlanması için o
hazrete verdi."
Yahudiler Medine'ye girince, Benî
Nezir, Bethan-ı Aliye ve Benî Kureyze ise Mehzum noktasında
indiler. Bu iki nokta taşsız ve çukur ovaydı; bu arazilerin
tatlı bir suyu vardı.
Allah Teala bu arazileri Resul-i Ekrem (s.a.a)'e bağışladığı
zaman Ömer Hazret'in yanına gelerek, "Onun humsunu kendinize
alıp geri kalanını Müslümanlar arasında bölüştürmeyecek
misiniz?" dedi. Resulullah (s.a.a), "Allah Teala'nın
"Allah'ın Peygamber'e bağışladığı şey..." ayeti
gereğince bana has kıldığı bir şey Müslümanlar arasında
bölüştürmeyeceğim" buyurdu.
Tarih,
hadis
ve tefsir
yazarları, Benî Nezir
arazilerinin Resul-i Ekrem (s.a.a)'e has kılınan yerlerden
olduğunda ve Hazret'in mülk sahiplerinin kendi mülklerinde
yaptıkları tasarruf gibi onda tasarruf ettiğinde, onların
mahsullerinden kendi Ehlibeyt'ine verdiğinde, bazı kişiler
için onlardan aylık bağladığında, onlardan istediği kişiye,
istediği kadar verdiğinde ittifak etmişlerdir.
Resul-i Ekrem (s.a.a) o arazilerin bir
bölümünü hicretin dördüncü yılında Ebubekir, Abdurrahman b.
Avf, Ebu Ducane, Semak b. Hurşe-i Saidi ve diğerlerine
bağışladı.
Hayber, Medine'nin sekiz menzillik
(yaklaşık 90 km.) uzaklığında, Şam yolu üzerinde yer
almıştır. "Hayber Vilayeti"
denen bu bölgede yüksek surları, çok miktarda tarla ve
hurmalıkları olan sekiz kale vardı.
Yahudi azgınları orasını sığınak edinip Arap kabileleriyle
yardımlaşma sözleşmesi yapmışlardı.
Resul-i Ekrem (s.a.a) Hudeybiyye'den
döndükten sonra, hicretin yedinci yılının Safer ayında veya
o yılın Rabiulevvel ayının birinci günü bir orduyla Hayber
üzerine yürüdü
ve Cabir b. Abdullah dışında Hudeybiyye'ye katılmayanların
hiç birine Hayber savaşına katılmasına müsaade etmedi.
Çünkü onlar Hudeyniyye'de Resul-i Ekrem (s.a.a)'in yanında
yer almaktan sakınmış ve yaygara çıkararak Müslümanları
korkutmuşlardı.
Resul-i Ekrem (s.a.a), Yahudileri bir
ayı boyu Hayber'deki kalelerinde kuşatmış ve her gün kaleden
çıkan on binlerce Yahudi'yle savaşıyordu;
nihayet bazı Yahudi kalelerini zorla ve diğer bazılarını da
sulh ve barışla ele geçirdi.
Resul-i Ekrem (s.a.a) savaşarak ele
geçirdiği savaş ganimetlerinin humsunu alıp geri kalan beşte
dördünü Hudeybiyye ve Hayber savaşına katılan Müslümanlar
arasında bölüştürdü.
Fakat toprağı işleyecek elamanları olmadığı için o
arazilerde çiftçilik yapıp mahsullerinin yarısını kendisine
vermeleri şartıyla Yahudilere bıraktı.
Resul-i Ekrem (s.a.a)'in Hayber'i 36
hisseye bölüp her hisseyi de 100 hisseye ayırdığı, on sekiz
bölümünü kendisine ve on sekiz bölümünü de aralarında
bölüştürmeleri için diğer Müslümanlara verdiği ve Resulullah
(s.a.a) payının onlardan birinin payı kadar olduğu
söyleniyor.
Ve yine denilmiştir ki, Müslümanların
hissesi olan iki payı Hudeybiyye'ye katılanlarla Cafer b.
Ebutalib'le birlikte Habeşe'den dönenler arasında
bölüştürdü.
Yine onun humus payının "el-Ketibe",
Müslümanlara ulaşan ise, "Şekka, Nutah, Selalim ve Vetih"
olduğu, Resulullah (s.a.a)'in onları mahsulünün yarısı
karşısında Yahudilere bıraktığı söylenmektedir.
Oradan elde edilen mahsul Ömer'in
hilafetine kadar Müslümanlar arasında bölüştürülüyordu;
fakat Ömer ekilen tarlaları her birinin hissesine göre onlar
arasında bölüştürdü.
Sire-i İbn-i Hişam, İktifâ ve diğer
kaynaklarda şöyle geçmiştir (biz İbn-i Hişam'dan
naklediyoruz):
Ketibe, Allah'ın humsu, Resul-i Ekrem
(s.a.a)'in hissesi, zevi'l-kurba ve miskinlerin payı,
Resulullah (s.a.a)'in eşlerinin masrafları ve sulh için
Resul-i Ekrem (s.a.a)'le Fedek ahalisi arasında vasıta
olanların hissesidir.
Futuhu'l - Buldan'da da şöyle geçer:
Resulullah (s.a.a)'in eşlerinin de onda hisseleri vardı;
Resul-i Ekrem (s.a.a) buyurmuştur ki: (s.a.a) buyurmuştur
ki: "Sizden isteyeniniz onun meyvesinden ve isteyeniniz
de ziraatından alsın; hatta isterse onu miras bıraksın."
Meğazi-i Vakidî'de, iki ketibe payına
bu ismin nasıl verildiği de genişçe açıklanmıştır.
Vefau'l - Vefâ'da ise şöyle geçer:
Vetih ve Selalim halkı Resul-i Ekrem (s.a.a)'le sulh yapınca
bu ikisi Hazrete has yerlerden oldu ve Ketibe Hazretin
humsunun bir parçası sayıldı. Ketibe, Vetih ve Selalim
tarafında yer aldığı için onlarla bir sayılıp Resulullah
(s.a.a)'in geriye bıraktığı sadakalarından sayıldı!
Bunun nedeni ise Hayber kalelerinin bir kısmının savaşla ve
bir kısmının ise sulh ve barışla fethedilmesidir.
Bu konuda nakledilen çeşitli
rivayetleri bu şekilde toplayabiliriz.
Kadı Maverdî ve Ebu Ya'la demişlerdir
ki; "Resulullah (s.a.a) Hayber'in sekiz kalesinden üç
tanesini mülk edinmiş, bunlar; Ketibe, Vetih ve Selalim
kaleleridir.
Ketibe'yi humus ganimetinden almış,
Vetih ve Selalim'i ise savaşmadan ele geçirildiği için Allah
Teala "fey" olarak Resulullah (s.a.a)'e vermiştir. Böylece
bu üç kale Resulullah (s.a.a)'e has fey ve humus olmuştur.
Müellif der ki: Onların sözünü teyit
eden bir nokta da şudur: Onlar demişlerdir ki, Resulullah
(s.a.a) Hayber'de 18 hisse almıştır. Bu ise Hayber'e katılan
diğer savaşçıların hisselerinin toplamına eşittir. Bu ise
Allah Teala'nın, Hayber'in bir bölümünü, fethi için at
koşturulup savaşılmadan Resul-i Ekrem (s.a.a)'e vermiş
olmasını gerektiriyor. Böylece bu da Resulullah (s.a.a)'in
savaşarak ele geçirdiği humus hissesine eklenerek Resul-i
Ekrem (s.a.a)'in toplam hissesi diğer Müslümanların
hissesinin toplamıyla eşit duruma getirmiştir.
Yakut Hamevî şöyle yayıyor: Fedek,
kaynak suyu ve çok sayıda hurmalıkları olan Hicaz'da,
Medine'ye iki veya üç günlük yol uzaklığındaki bir köydür.
Resul-i Ekrem (s.a.a) Hayber'de veya
Hayber'e doğru hareket ederken Fedek'e bir elçi göndererek
halkı İslam dinini kabul etmeye davet etti; fakat onlar bu
öneriyi kabul etmediler.
Fakat Resulullah (s.a.a) Hayber'i
fethettikten sonra Allah Teala onların cesaret ve yiğitliği
alarak içlerine korku düşürdü. Bunun üzerine birini Resul-i
Ekrem (s.a.a)'e göndererek Fedek'in yarısı karşısında barış
önerisinde bulundular; Resulullah (s.a.a) de onların bu
önerisini kabul etti.
Ebu Ubeyde'nin "Emval" adlı eserinde
şöyle geçer: Fedek ahalisinin Resul-i Ekrem (s.a.a)'e bir
elçi gönderip kendi özgürlükleri, arazi ve hurmalıkların
yarısının karşısında arazi ve hurmalıklarının yarısını
Hazrete vererek sulh ettiler.
Futuhu'l - Buldan'da ise şöyle
kaydedilmiştir: Müslümanlar fedek'i fethetmek için at
koşturup savaşmadıkları için Fedek'in yarısı Resulullah
(s.a.a)'e has yerlerdendi. İşte bu yüzden Resul-i Ekrem
(s.a.a) orandan elde edilen mahsulleri kendisi harcıyordu.
Haskanî'nin Şevahidu't - Tenzil'inde,
Zehebî'nin Mizanu'l - İ'tidal'inde, Heysemî'nin Mecmau'z -
Zevaid'inde, Siyutî'nin Durru'l - Mensur'unda ve Muntehab-u
Kenzi'l - Ummal'de Ebu Said-i Hudrî'den şöyle rivayet
edilmektedir (Biz Haskanî'den naklediyoruz): "Yakınlara
haklarını ver" ayeti nazil olunca Resul-i Ekrem (s.a.a)
kızı Faıtma (s.a)'yı çağırtarak Fedek'i ona bağışladı.
Rum Suresinin 36. ayetinin tefsirinde
de İbn-i Abbas'tan böyle nakledilmiştir.
Vadi'l - Kurâ, Medine ve Şam arasında
yer alan Timâ ve Hayber arasında geniş bir çöldü. Timâ,
Şam yakınlarında bir köydü. Ona "Vadi'l - Kurâ" denilmesinin
sebebi, bu vadinin başından sonuna kadar çok sayıda köyün
yan yana yer alması ve Şam hacılarının yolu üzerinde
Yahudilerin yaşadığı çok sayıda kasabanın bulunmasıdır.
Resul-i Ekrem (s.a.a) hicretin yedinci
yılının Cemadiulahir ayında Hayber'den dönüşte Vadi'l - Kurâ
bölgesine girip bölge halkını İslam'a davet etti. Fakat
onlar kabul etmeyip Hazret'le savaşa girdiler. Sonunda
Resulullah (s.a.a) savaşarak orayı fethetti ve Müslümanlar
onlardan çok miktarda ganimet aldılar. Resul-i Ekrem (s.a.a)
de onların humsunu alıp arazi ve hurmalıklarını Hayber
ahalisiyle yapmış olduğu anlaşma üzerine oradaki Yahudilere
bıraktı. Onun humsu da Hazret'in kendisine ayrıldı. Bir ok
mesafesi kadarını da Hamza b. Nu'man-i Uzrî'ye bağışladı.
İşte bu nedenledir ki Kadı Mâverdî ve
Kadı Ebu Ye'lâ, "Vadi'l - Kurâ'nın yarısı Resulullah
(s.a.a)'indi" demişlerdir. Çünkü onun üçte biri Benî
Uzre'nin, üçte ikisi Yahudilerin'di ve Resul-i Ekrem (s.a.a)
onun yarısı karşısında Yahudilerle sulh etti ve böylece onun
tamamı üç kısma ayrıldı ve bir bölümü Resulullah (s.a.a)'e
ait oldu...
Kadı Mâverdî ve Kadı Ebu Ye'la diyorlar
ki, Resul-i Ekrem (s.a.a)'a ait olan sekizinci sadaka Medine
pazarında "Mehzur" denen yerdi. Osman, kendi hilafeti
döneminde orayı Mervan'a vermesi sonucu halkın itirazıyla
karşılaştı.
Yazar der ki: Mehzur, Benî Kureyze
Yaduhileri'nin yaşadığı yüksek bölgedeki geniş bir yerdir;
orası, Medine genişledikten sonra pazar haline gelmiş
olabilir.
Ayrıca, Resul-i Ekrem (s.a.a), annesi
Amene bint-i Veheb'den kendisinin içinde dünyaya geldiği
Şib-i Benî Ali'de yer alan Mekke'deki evini miras almıştır.
Yine eşi Huveylid kızı Ümmü'l Müminin
Hatice'den Attaran çarşısının arkasında, Safa'yla Merve
arasında yer alan evini miras almış; Resulullah (s.a.a)
Medine'ye hicret ettikten sonra Akil b. Ebutalib orayı
satmıştır. Resul-i Ekrem (s.a.a) Veda Haccında Mekke'ye
gelince kendisine, "Hangi evinize ineceksiniz?" diye
sorduklarında, "Akil bana bir ev bıraktı mı ki?" buyurdu.
Hişam-i Kelbî, Avanet b. Hekem'den
şöyle nakleder: Ebubekir-i Sıdık, Resul-i Ekrem (s.a.a)'in
özel eşyalarını, bineğini ve ayakkabısını Ali'ye (r.a)
vererek, "Bunların dışındakiler sadakadır" dedi!
* * *
Bunlar Resul-i Ekrem (s.a.a)'in humus,
hibe, ilahî bağış yoluyla edindiği -menkul ve gayrî menkul-
mal ve mülkleri bildiren rivayetlerdir. Resul-i Ekrem
(s.a.a) kendi hayatında onların bir kısmını bazı ashabına,
bir kısmını yakınlarına bağışlamış ve bir kısmını da kendi
mülkiyetinde tutmuştu.
Şimdi Resulullah (s.a.a)'in mirasıyla
ilgili rivayetleri inceleyelim.
Sahabeden olan halife Ebubekir ve Ömer,
bir defa Resul-i Ekrem (s.a.a)'in kendisinden geriye
bırakmış olduğu tüm mal ve mülküne el koydular ve kendi
hayatında kızı Fatıma-ı Zehra (s.a)'ya vermiş olduğu Fedek
dışında diğer Müslümanlara bağışladığı şeylere dokunmadılar!
Ebubekir ve Ömer, Resul-i Ekrem
(s.a.a)'in mal ve mülkünden ibaret olan mirasını bir defada
ele geçirince Hazretin mirası konusunda Hz. Fatıma-ı Zehra
(s.a) ile bu iki halife arasında ihtilaf çıktı. Aşağıdaki
rivayetler bu konuyu açıklamaktadırlar.
Ömer'den şöyle rivayet edilmiştir:
Resulullah (s.a.a) vefat edince
Ebubekir'le birlikte Ali'ye giderek ona, "Resulullah
(s.a.a)'in mirası konusunda ne yapmayı düşünüyorsun?" dedik.
Ali, "Resulullah (s.a.a) mirası
konusunda bizim herkesten daha fazla hakkımız var" dedi.
Ben, "Hayber'le ilgili olanlar
konusunda da mı?" dedim.
Ali, "Evet; Hayberle ilgili olanlar
konusunda da" dedi.
Ben, "Fedek konusunda da mı?" dedim.
Ali, "Fedek konusunda da" dedi.
Ben, "Şunu bil ki vallahi eğer kılıçla
boynumuzu da vursan böyle bir şey olmayacaktır!" dedim.
Sahih-i Buharî ve Sahih-i Müslim,
Müsned-i Ahmed, Sünen-i Ebu Davud, Nesaî, Tabakat-i İbn-i
Sa'd'da (biz Buharî'den naklediyoruz) Ümmü'l - Müminin
Aişe'den şöyle rivayet edilmektedir: Fatıma, birini
Ebubekir'e göndererek ondan Allah Teala'nın Resulullah
(s.a.a)'e bağışladığı şeyden mirasını ve Resul-i Ekrem
(s.a.a)'in Medine ve Fedek sadakalarını
ve Hayber humusundan geri kalanları
istedi.
Fakat Ebubekir, "Resulullah (s.a.a),
bizim geri bıraktıklarımız miras olarak alınmaz; onlar
sadakadırlar. Muhammed'in Ehlibeyt'i bu maldan, yani
Allah'ın malından yiyebilirler ve ondan yiyeceklerinden
fazla alamazlar buyurmuştur. Vallahi ben Resulullah
(s.a.a)'in hayatında elinde bulundurduğu hiçbir şeyi
değiştirmeyeceğim ve onlar hakkında Resulullah (s.a.a)'in
davrandığı gibi davranacağım" dedi.
Ebubekir bu sözünde Resul-i Ekrem
(s.a.a)'in mirasını "sadaka" diye adlandırmıştır; bunun
delili ise sadece kendisinin naklettiği bir rivayettir. O,
bu sözünde Resulullah (s.a.a)'in, "Bizim geri
bıraktıklarımız sadakadır!" buyurduğunu iddia etmektedir. Ve
o zamandan bu güne kadar Resulullah (s.a.a)'in mirassı
"sadaka" diye adlandırılmıştır.
Ebubekir'in, "Onlar hakkında Resulullah
(s.a.a)'in davrandığı gibi davranacağım" sözünden maksat
nedir? Bu da Ümmü'l - Müminin Aişe'nin rivayetinden
anlaşılmaktadır.
Aişe'nin rivayetinin baş tarafı da
yukarıdaki gibidir. Bu rivayetin diğer bölümünde şöyle
geçer: "Bunun üzerine Resulullah (s.a.a)'ın kızı Fatıma
öfkelenerek yüzünü Ebubekir'den çevirdi ve ölünceye kadar da
ondan uzak durdu. Fatıma, Resulullah (s.a.a)'ten sonra altı
ay yaşadı."
Aişe daha sonra diyor ki: "Fatıma,
Ebubekir'den babası Resulullah (s.a.a)'in Hayber, Fedek ve
Medine sadakalarından mirasını istedi. Fakat Ebubekir onun
bu isteğini reddederek, "Ben Resulullah (s.a.a)'in yaptığı
hiçbir şeyi terk etmeyeceğim; onların tümünü yapacağım. Ben
Resul-i Ekrem (s.a.a)'in emirlerinden birini yerine
getirmemekten, böylece haktan sapıp zulmetmekten
korkuyorum!" dedi.
Fakat Ömer, Resulullah (s.a.a)'in
Medine'deki sadakasını Ali ve Abbas'a geri vermesine rağmen
Hayber ve Fedek'i onlara vermeyip kendi elinde tutarak dedi
ki: "Hayber ve Fedek Resulullah (s.a.a)'in ihtiyaç ve
sıkıntılarını giderdiği sadaka ve haklarındandı. Onlarla
yapılması gerekeni yönetimde olan kişi belirler."
Ravi der ki Hayber ve Fedek günümüze
kadar Ömer'in yasadığı şekilde kullanıldı.
Ümmü'l - Müminin Aişe'nin ikinci
rivayetinde Ömer apaçık bir şekilde Resul-i Ekrem (s.a.a)'in
mal ve mülkünün geçinimi karşılamak ve sıkıntılarını
gidermek için kullandığı haklarından olduğunu ve ondan sonra
da onların yönetimde olan kişiye geçtiğini vurguluyor.
Dolayısıyla, sadece onları kendi haklarından bilen Ömer
onları geçim masrafları için kullanıyor ve sıkıntılarını
onlarla gideriyordu. Ümmü'l - Müminin Aişe'nin birinci
rivayetinde naklettiği Ebubekir'in sözlerinden anlaşılan da
aynen budur: "Ben onları Resulullah (s.a.a)'in kullandığı
gibi kullanacağım veya onları kesin hakkım gibi geçim
masraflarımda kullanıp sıkıntılarımı onunla gidereceğim!"
Bu konuda Ümmü'l - Müminin Aişe'den
Sahih-i Buharî ve Sahih-i Müslim'de nakledilen üçüncü bir
rivayet daha var. Aişe diyor ki:
Resulullah (s.a.a)'in kızı Fatıma,
birini Ebubekir'e göndererek ondan Allah Teala'nın, Medine
ve Fedek'te Resul-i Ekrem (s.a.a)'e verdiklerinden ve Hayber
humsunun geriye kalanlarından kendine yetişen mirası istedi.
Fakat Ebubekir, Resulullah (s.a.a), "Biz miras bırakmayız;
bizden geri kalanlar sadakadırlar; Muhammed'in Ehlibeyt'i
ancak bu maldan yiyebilirler" buyurmuştur. Şimdi ben
Resulullah (s.a.a)'in sadakasını kendi hayatında nasıl
idiyse hiç değiştirmeden onun kullandığı gibi kullanacağım,
dedi!
Böylece Ebubekir onların birini bile
Fatıma'ya vermekten sakındı. Fatıma da Ebubekir'e
öfkelenerek ondan yüzünü çevirdi ve bir daha onunla
konuşmadı. Fatıma Resul-i Ekrem (s.a.a)'ten sonra sadece
altı ay yaşadı. Vefat edince de eşi Ali, Ebubekir'e haber
vermeksizin onu geceleyin defnetti. Fatıma'nın cenazesine
Ali'nin kendisi namaz kıldı.
Fatıma hayatta olduğu sürece halk
arasında Ali saygındı; fakat Fatıma vefat edince Ali kavmin
ileri gelenlerinin baskısı sonucu Ebubekir'le uzlaşarak ona
biat etmek zorunda kaldı. Fakat Fatıma hayattayken, o birkaç
ay içerisinde Ali Ebubekir'e biat etmedi...
* * *
Ümmu'l - Müminin Aişe uzunca
rivayetlerinde Hz. Fatıma (s.a)'nın Ebubekir'e
itirazlarından sadece babası Resulullah (s.a.a)'in mirasını
istemesini zikretmekle yetinmiştir; oysa Fatıma (s.a)
onlarla şu üç alanda tartışmıştır:
1) Resul-i Ekrem (s.a.a)'in kendisine
yapmış olduğu bağışlar konusunda tartışması.
2) Resulullah (s.a.a)'in mirası
konusunda tartışması.
3) Yakınların hissesini konusunda
tartışması.
Şimdi bunların her birini ayrı ayrı
inceleyelim:
Futuhu'l - Buldan kitabında şöyle
geçer:
Fatıma, Ebubekir-i Sıddık'a,
"Resulullah (s.a.a)'in bana bağışlamış olduğu Fedek'i bana
bırak" dedi. Ebubekir ondan tanık istedi. Fatıma Ümm-ü
Eymen'i
ve Resulullah (s.a.a)'in azat ettiği Ribah'ı
getirdi. Onlar Fatıma (s.a)'nın sözlerinin doğruluğuna
tanıklık ettiler. Fakat Ebubekir bu iş için bir erkek ve iki
kadının tanıklık etmesi gerektiğini söyledi!
Diğer bir rivayette ise şöyle geçer:
Ali b. Ebutalib, Zehra'nın iddiasını doğruluğuna tanıklık
etti. Fakat Ebubekir, Fatıma'dan başka bir tanık getirmesini
istedi. Bunun üzerine Ümm-ü Eymen, Fatıma lehine tanıklıkta
bulundu.
Açıktır ki bu tanık isteme olayı
Ebubekir'in, Resulullah (s.a.a)'in diğer mal varlığı gibi
Fedek'e de el koymasından sonra gerçekleşmiştir.
Ebubekir Hz. Fatıma (s.a)'nın Fedek
hakkındaki tanıklarını reddettikten sonra Hz. Fatıma (s.a)
başka bir davaya baş vurarak babası Resulullah (s.a.a)'in
mirasını söz konusu etti. Ümmü'l - Müminin Aişe'nin yukarıda
zikrettiğimiz rivayetleri dışında aşağıdaki rivayetler de
bunu açık bir şekilde ifade etmektedirler.
Müsned-i Ahmed b. Hanbel, Sünen-i Ebu
Davud, Tarih-i Zehebî,Tarih-i İbn-i Kesir, Şerh-u Nehci'l -
Belaga-i İbn-i Ebi'l - Hadid'de Ebu Tufeyl Amir b.
Vasile'den
şöyle rivayet edilmiştir (biz Müsned-i Ahmed'ten
naklediyoruz):
Resulullah (s.a.a)'ın vefatından sonra
Fatıma (s.a) Ebubekir'e, "Sen mi Resulullah (s.a.a)'ten
miras alırsın, yoksa onun ailesi mi?" diye bir mesaj
gönderdi.
Ebubekir, "Ben almam; ailesi alır"
şeklinde cevap verdi.
Fatıma, "O halde Resulullah (s.a.a)'in
hissesi nerededir?" dedi.
Ebubekir, "Ben Resulullah (s.a.a)'in,
'Allah Teala bir peygambere bir rızk verdiği zaman ondan
sonra o rızkı yerine geçene verir' buyurduğunu duydum ve ben
de onu Müslümanlara çevirmeyi uygun gördüm" dedi.
Bunun üzerine Fatıma (s.a), "Sen
Resulullah (s.a.a)'ten duyduklarını daha iyi bilirsin" dedi.
Şerh-u Nehci'l - Belaga'da ise bu
cevaptan sonra Hz. Fatıma (s.a)'ın şöyle buyurduğu geçer:
"Bundan sonra senden bir şey istemeyeceğim!"
1- Sünen-i Tirmizî'de Ebu Hureyre'den
şöyle nakledilmiştir:
Fatıma, Ebubekir ve Ömer'in yanına
giderek Resul-i Ekrem (s.a.a)'in terekesinden kendi mirasını
istedi. Fakat onlar dediler ki: Biz Resulullah (s.a.a)'in,
"Ben miras bırakmam!" buyurduğunu duyduk. Fatıma ise onlara,
"Vallahi artık sizinle konuşmayacağım" cevabını verdi.
Fatıma sözünde durdu ve ölünceye kadar Ebubekir ve Ömer'le
konuşmadı.
Yine Müsned-i Ahmed, Sünen-i Tirmizî,
Tabakat-i İbn-i Sa'd ve Tarih-i İbn-i Kesir'de Ebu
Hureyre'den şöyle rivayet edilmektedir:
Fatıma, Ebubekir'e, "Sen öldükten sonra
mirasçın kim olacaktır?" diye sordu.
Ebubekir, "Çocuklarım ve ailem"
cevabını verdi.
Bunun üzerine Fatıma, "O halde neden
biz Resulullah (s.a.a)'ten miras almayalım?!" dedi.
Ebubekir, ben Resulullah (s.a.a)'ten,
"Peygamber miras bırakmaz!" buyurduğunu duydum. Ben de
Resulullah (s.a.a)'in geçimlerini karşılamakla sorumlu
olduğu kişilerim geçimlerini karşılamakla sorumluyum; ben de
onun bağışta bulunduğu kişilere bağışta bulunacağım! dedi.
Tabakat-i İbn-i Sa'd'da Ömer b.
Hattab'tan şöyle rivayet edilmektedir:
Resulullah (s.a.a)'in vefat ettiği gün
Ebubekir'e biat edildi. Ertesi gün Fatıma, Ali'yle birlikte
Ebubekir'in yanına giderek, "Babam Resulullah (s.a.a)'in
terekesinden kendi hakkımı istiyorum" dedi. Ebubekir, "Ev
eşyalarını mı, yoksa velayet ve hükümetin mi?" diye sordu.
Fatıma, "Sen öldüğünde kızların senden nasıl miras
alacaklarsa ben de Fedek, Hayber ve Medine sadakalarından
miras olarak bana ulaşanları istiyorum" dedi.
Ebubekir, "Vallahi baban benden ve sen
de benim kızlarımdan üstünsün. Fakat Resulullah (s.a.a),
'Biz miras bırakmayız; bizim terekemiz (yani bu mallar)
sadakadır!' buyurmuştur" dedi.
Gördüğünüz gibi, Ömer b. Hattab kendi
rivayetinde Fatıma (s.a)'nın Ebubekir'in yanına gelişini
Resulullah (s.a.a)'in vefatının ertesi günü olarak
belirtmektedir; oysa bu tarih Sakife olaylarından sonraki
vakıalarla bağdaşmamaktadır; bu konuda doğru olan İbn-i
Ebi'l - Hadid'in şu sözleridir:
"Fedek olayının söz konusu edilişi ve
Fatıma'nın Ebubekir'in yanına gelişi Resul-i Ekrem
(s.a.a)'in vefatından on gün sonrasına tesadüf eder."
Bu konunun ne zaman söz konusu edildiği
pek önemli değil aslında; asıl önemli olan Ebubekir'in
sadece kendisinin Resulullah (s.a.a)'ten naklettiği, "Biz
miras bırakmayız; bizim terekemiz sadakadır" şeklindeki bir
rivayete dayanarak Hz. Fatıma (s.a)'i babası Resulullah
(s.a.a)'in mirasından mahrum etmesidir. Bu konuyu Ümmü'l -
Müminin Aişe kendi rivayetinde apaçık bir şekilde dile
getirmektedir:
Resul-i Ekrem (s.a.a)'in mirasında
ihtilafa düştüler ve bu konuda hiç kimseden faydalı bir
bilgi alamadılar. Nihayet Ebubekir, "Ben Resulullah
(s.a.a)'ten, 'biz peygamberler miras bırakmayız; bizim geri
bıraktıklarımız sadakadır!' buyurduğunu duydum" dedi.
Yine İbn-i Ebi'l - Hadid, Şerh-u
Nehci'l - Belaga'da şöyle yazıyor:
Meşhur görüşe göre, "Peygamberler miras
bırakmaz" hadisini Ebubekir'den başka kimse rivayet
etmemiştir.
Bu kitabın başka bir yerinde ise şöyle
geçmektedir:
Rivayetlerin çoğu bu hadisi
Ebubekir'den başkasının rivayet etmediğini ortaya
koymaktadır. Bunu mahaddislerin büyük bir çoğunluğu da
kaydetmişlerdir; hatta fakihler usul-i fıkıhta
istidlallerinde, ravisi bir sahabe olduğu halde kabul edilen
tek rivayetin sadece Ebubekir'in rivayeti olduğunda ittifak
etmişlerdir. Şeyh Ebu Ali diyor ki: "Şehadette olduğu gibi
rivayette de ancak en az iki kişinin naklettiği rivayet
kabul edilir." Fakat tüm mütekellimler ve fakihler buna
karşı çıkarak bir sahabe tarafından nakledilen rivayetin
kabul edilişine delil olarak Ebubekir'in, "Biz peygamberler
miras bırakmayız" rivayetini göstermektedirler.
Siyutî de Tarihu'l - Hulefâ adlı
eserinde, Ebubekir'in rivayetlerini sayarken şöyle
yazmaktadır: Yirmi dokuzuncu: "Biz miras bırakmayız; bizim
terekemiz sadakadır!"
Fakat bütün bunlara rağmen, bu konuda
hadisler uydurup Ebubekir'den başkalarına nispet vermiş ve
bu hadisi onların da Resulullah (s.a.a)'ten rivayet
ettiklerini söylemişlerdir.
Ebubekir'in rivayetine dayanarak
Resul-i Ekrem (s.a.a)'in kızını babasının mirasından mahrum
edince Hz. Fatıma (s.a) bu kez yakınların hissesini istedi.
Ebubekir-i Cevherî bunu üç rivayette kaydetmektedir:
a) Enes b. Malik'ten şöyle rivayet
edilir: Fatıma, Ebubekir'in yanına gelerek, "Sen de çok iyi
biliyorsun ki sadakalar
ve Allah Teala'nın Kur'an-ı Kerim'de yakınların hissesi
olarak bize bağışladığı ganimet ve kazançlar konusunda biz
Ehlibeyte zulmettin" dedi ve peşinden, "Bilin ki
kazandığınız şeylerin beşte biri, Allah'a, Elçisine ve
yakınlara... aittir."
ayetini okudu.
Fakat Ebubekir ona şöyle cevap verdi:
"Babam, anam sana ve evlatlarına feda olsun. Bize Allah'ın
Kitabı, peygamber ve yakınlarının hakkına itaat etmek düşer.
Ben Allah'ın Kitabında senin okuduğun bu ayeti çok okudum;
fakat ayetteki bu beşte bir hissesinin tümünün sizin
hakkınız olup olmadığını anlayamadım!"
Fatıma, "Onun senin ve akrabalarının mı
hakkı olduğunu sanıyorsun?!" dedi.
Ebubekir, "Hayır; onun bir bölümünü de
size vereceğim ve geri kalanını ise Müslümanların genel
maslahatlarında harcayacağım" cevabını verdi.
Fatıma, "Fakat Allah'ın hükmü böyle
değil..." buyurdu.
b) Urve'den şöyle rivayet edilmektedir:
"Fatıma, Fedek ve yakınların hakkı için Ebubekir'e müracaat
etti. Fakat Ebubekir onu bunlardan mahrum ederek tümünü
beytülmale kattı!"
c) Hasan b. Muhammed b. Ali b. Ebutalip
(a.s)'dan şöyle rivayet edilmektedir: Ebubekir, Fatıma ve
Haşimoğullarını yakınların hakkından mahrum edip onları
Allah yolunda, silah, savaş aletleri ve binek satın almak
için harcadı!
Kenzu'l - Ummal'de ise Ümm-ü Hanî'den
şöyle rivayet edilmiştir: Fatıma, Ebubekir'e giderek ondan
yakınların hakkını istedi. Fakat Ebubekir ona, "Ben
Resulullah (s.a.a)'in, 'Ben hayatta oldukça yakınlarımın
hisseleri vardır; fakat benim vefatımdan sonra ondan hisse
almazlar!' buyurduğunu duydum" dedi.
Ümm-ü Hanî'den nakledilen diğer bir
rivayette, Hz. Fatıma-ı Zehra (s.a)'nın onlarla miras ve
yakınların hissesi konusundaki tartışması bir arada
zikredilmiştir.
Futuhu'l - Buldan-i Belazurî, Tabakat-i
İbn-i Sa'd, Tarih-i İslam-i Zehebî ve Şerh-u Nehci'l -
Belaga-i İbn-i Ebi'l - Hadid-i Mu'tezilî'de Ümm-ü Hanî'den
şöyle rivayet edilmiştir:
Resul-i Ekrem (s.a.a)'in kızı Fatıma,
Ebubekir'in yanına giderek ona, "Sen ölünce, senden kim
miras alacak?" diye sordu.
Ebubekir, "Çocuklarım ve ailem"
cevabını verdi.
Fatıma, "O halde nasıl oluyor ki bizim
yerimize Resulullah (s.a.a)'ten sen miras alıyorsun?!" dedi.
Ebubekir, "Ey Resulullah (s.a.a)'in
kızı! Ben senin babandan altın ve gümüş miras almış değilim"
dedi.
Fatıma, "O halde bizim Hayber'den
hissemiz ve Fedek'ten sadakalarımız
ne oldu?!" diye sordu.
İbn-i Sa'd'ın, Tabakat'ındaki sözü
şöyledir:
Ebubekir, "Ben senin babandan miras
olarak bir yer, altın, gümüş, köle ve bir mal almış değilim"
dedi.
Fatıma, "O halde neden Allah Teala'nın
bize has kıldığı hissesinin
tümü senin elindedir?" dedi.
Ebubekir, "Ey Resulullah (s.a.a)'in
kızı! Ben Resulullah (s.a.a)'in, 'Allah Teala, ben yaşadıkça
bunu benim geçim masraflarım için kılmıştır; ben öldükten
sonra da Müslümanların olur' buyurduğunu duydum" cevabını
verdi.
İbn-i Ebi'l - Hadid'in Şerh-u Nehci'l -
Belaga'sında ve Zehebî'nin Tarih-i İslam'inda şöyle geçer:
Ebubekir, "Ey Resulullah (s.a.a)'in
kızı! Ben böyle bir iş yapmış değilim!" dedi.
Bunun üzerine Fatıma (s.a), "Evet, sen
Resul-i Ekrem (s.a.a)'e ait olan ve benim elimde bulunan
Fedek'i benden alarak Allah Teala'nın gökten (bizim
hakkımızda) nazil ettiği hükmü önemsemedin ve bizi ondan
mahrum ettin!" dedi.
Ebubekir buna şöyle cevap verdi: "Ey
Resulullah (s.a.a)'in kızı! Ben böyle yapmadım; Resulullah
(s.a.a) bana, 'Allah Teala peygamberi hayatta olduğu sürece
rızıklandırır, peygamber ölünce artık onu keser' buyurdu."
Fatıma, "Bunu sen ve Resulullah (s.a.a)
daha iyi bilirsiniz; bundan böyle senden bir şey
istemeyeceğim" dedi ve sonra oradan ayrıldı.
Hz. Fatıma (s.a)'nın "Allah'ın
hissesi"nden maksadı, humustan hisseleri ve Resul-i Ekrem
(s.a.a)'e ait olan şeylerdir.
Hz. Fatıma (s.a)'nın, "Allah Teala'nın
gökten bizim (gizim hakkımızda) indirdiği hükmü önemsemedin
ve bizi ondan mahrum ettin" buyruğundan maksadı, hükmü
Kur'an-ı Kerim'de geçen "yakınların hissesi" ve ister
peygamber olsun, ister olmasın her Müslüman'ı kapsayan miras
hükmüdür.
Bazı rivayetlerde de Abbas b.
Abdulmuttalib'in, Fatıma-ı Zehra (s.a)'yla birlikte Resul-i
Ekrem (s.a.a)'in mirasını istediği geçer. İbn-i Sa'd'ın
Tabakat'ında geçen rivayet bunun açık bir örneğin; Muttakî
Hindî de Kenzu'l - Ummal'de onu izlemiştir.
İbn-i Sa'd yazıyor ki: Fatıma,
Ebubekir'in yanına gelerek ondan mirasını istedi. Aynı
zamanda Abbas b. Abdulmuttalim de Ali'yle birlikte
miraslarını almak için Ebubekir'e müracaat ettiler. Ebubekir
şöyle dedi: "Resulullah (s.a.a), 'Biz miras bırakmayız;
bizim bıraktıklarımız sadakadır' buyurmuştur. Resulullah
(s.a.a)'in diğerlerine yaptığı ödemelerden ben sorumluyum."
Bunun üzerine Ali dedi ki, "Fakat
Kur'an-ı Kerim, "Süleyman (babası) Davud'dan miras aldı"
buyuruyor; ve yine: "(Zekeriyya evlat arzusuyla dedi ki:)
Benden ve Yakuboğullarından miras alsın" buyuruyor."
Ebubekir, "Elbette ki öyledir ve sen de
bizim gibi biliyorsun bunu" dedi!
Ali, "Bunları Allah'ın Kitabı
buyuruyor!" dedi ve sonra susarak kalkıp gitti.
Bu rivayette, raviler bir yerde
yanılmışlardır; çünkü Abbas ve Ali miras istemek için değil,
Fatıma (s.a)'ya hakkını almasına yardımcı olmak için
gitmişlerdi Ebubekir'in yanına.
Veya belki de Resul-i Ekrem (s.a.a)'in
amcası Abbas, Ebubekir'den humustan kendi hissesini istemiş
ve raviler de yanılarak onun kendi mirasını istemek için
Ebubekir'e müracaat ettiğini söylemişlerdir.
* * *
Ebubekir, Hz. Fatıma (s.a) hakkını
istemek için getirdiği tüm delil ve şahitlerini reddedip
Resulullah (s.a.a)'in terekesinden, ona yapmış olduğu hibe
ve bağıştan hiçbir şey ona vermeyince Hz. Fatıma (s.a)
davasını tüm Müslümanlara söz konusu edip babası Resulullah
(s.a.a)'in ashabından yardım istemeye karar verdi. Muhaddis
ve tarihçilerin dediğine göre işte bu hedefle Resulullah
(s.a.a)'in mescidine doğru hareket etti. Bu mevzu İbn-i
Ebi'l - Hadid-i Mu'tezilî'nin rivayetine göre Ebubekir-i
Cevherî'nin "Sakife" adlı eserinde ve Ahmed b. Ebu Tahir-i
Bağdadî'nin Belağeti'n - Nisâ adlı kitabında kaydedilmiştir,
(biz Ebubekir-i Cevherî'den naklediyoruz):
Fatıma, Ebubekir'in Fedek'i ona vermek
istemediğini anlayınca, başına bir başörtüsü bağlayıp bir
çarşafa sarıldıktan sonra, gömleğinin eteği ayaklarını
örttüğü halde Resulullah (s.a.a) gibi adımlarını alarak
akrabalarının kadınlarından bir grubuyla birlikte mescide
gelerek muhacir, ensar ve diğerlerinden oluşan kalabalık bir
grubun arasında oturmuş olan Ebubekir'in yanına çıktı.
Karşısına bir perde çektikten sonra içten bir feryat etti.
Fatıma'nın feryadı oradakileri içten etkiledi; şiddetle
ağlamaya başladılar ve böylece meclis karıştı.
Fatıma, ortalığın yatışması, bağrışma
ve feryatların kesilmesi için biraz bekledikten sonra
Allah'a hamd ve senâ edip Resul-i Ekrem (s.a.a)'e salat ve
selam ederek sözüne başladı:
"Ben Muhammed kızı Fatıma'yım. Şimdi
söylediklerimi göz önünde bulundurarak söylüyorum ki:
"Andolsun, içinizden size öyle bir Elçi geldi ki sıkıntıya
uğramanız ona ağır gelir; size düşkün, müminlere şefkatli,
merhametlidir."
Ona ve Ehlibeytine bakacak olur da soyunu gözden
geçirirseniz, onun sizin değil, benim babam olduğunu, sizin
erkeklerinizin değil, benim amcamın oğlunun kardeşi olduğunu
görürsünüz...
Siz şimdi bizim Resulullah (s.a.a)'ten
miras almayacağımızı mı sanıyorsunuz?! "Yoksa cahiliyye
hükmünü mü arıyorlar? İyice bilen bir toplum için Allah'tan
daha güzel hüküm veren kim olabilir?"
Ey Ebu Kuhafe'nin oğlu! Sen babandan miras alıyorsun da
ben babamdan miras alamaz mıyım?! Gerçekten ne kadar
şaşırtıcı ve dehşet verici bir iddiadır bu!
Şimdi Fedek dizginlenmiş ve eyerlenmiş
bir deve gibi afiyet olsun sana; kıyamet günü göreceksin
onu; gerçekten Allah en güzel hükmeden, Muhammed (s.a.a) en
güzel en üstün davacı ve kıyamet en güzel mahkeme zamanıdır.
O günde zalimler zarara uğrayacaklardır."
Sonra babasının mezarına doğru dönerek
şöyle dedi:
"Senden sonra olaylar oldu; fitneler
çıktı
Eğer sen olsaydın tüm bunlar çıkmazdı
Biz, susuz yerin yağmuru kaybettiği
gibi kaybettik seni
Şahid ol ki ümmetin hile yaparak senin
Ehlibeytine ihanet etti."
Ravi şöyle diyor: O güne kadar kadınlı
- erkekli o halkın öyle ağlayıp feryat ettiklerini
görmemiştim! Sonra Fatıma-ı Zehra Ensar'a dönerek şöyle
dedi: "Ey seçilmişler grubu! Ey dinin destekçileri ve
İslam'ın koruyucuları! Neden bana yardım etmekte gevşeklik
gösteriyor, yardım etmiyorsunuz? Neden benim hakkımı
görmezden geliyor, onu istemekten gaflet ediyorsunuz?!
Resulullah (s.a.a), 'Evlada saygı
göstermek, babaya saygı göstermek hükmündedir' buyurmamış
mıdır? Ne kadar çabuk Allah'ın dinini değiştirip aceleyle
bidat çıkardınız? Şimdi Resulullah (s.a.a) ölünce dinini de
yok mu ettiniz?!
Kendi canıma andolsun ki onun ölümü çok
büyük bir musibet, sürekli genişleyen ve hiçbir zaman
bitişmeyen çok derin bir yarıktır. Ondan sonra ümitler
kesildi, yeryüzü zifiri karanlık oldu ve dağlar dağılıverdi.
Ondan sonra had ve sınırlar kalktı, saygınlık perdesi
yırtıldı, güvenlik ortadan kalktı; Ve bütün bunları Kur'an-ı
Kerim onun vefatından önce bildirip size haber verdi:
"Muhammed, sadece bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip
geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse siz topuklarınızın
üzerinde geriye mi döneceksiniz? Kim topuklarının üzerinde
geriye dönerse, Allah'a hiçbir ziyan veremez. Allah,
şükredenleri mükafatlandıracaktır."
Ey Kiyleoğulları! Gözlerinizin önünde
babamın mirasını gasp ederlerken benim imdada çağırdığımı
duyduğunuz halde neden bir şeyler yapmıyorsunuz?! Oysa sizin
gücünüz var, kişileriniz var ve saygınlığa sahipsiniz.
Allah'ın seçip çıkardığı ileri gelenler ve seçkin
kişilersiniz. Araplara ters düşüp zorlukları kabullendiniz;
nihayet İslam değirmeninin taşı sizin çabanızla dönmeye
başladı, zaferler kazanıldı, savaş ateşi söndü, şirk ve
putperestlik hareketleri yatıştı, karışıklık ortadan kalktı
ve din düzeni sağlamlaştı. Şimdi tüm bu ilerlemelerden sonra
geri çekildiniz, o kadar direnişten sonra yenilgiye
uğradınız, o kadar cesaret ve kahramanlıklardan sonra sadık
kalacakları yönünde ahitleştikten sonra imanlarını geriye
atıp, din ve inancınıza dil uzatan gerisin geriye yönelen
bir avuç kişiden korkup kabuklarınıza çekildiniz?! "O
küfür önderleriyle savaşın. Çünkü onların andları yoktur;
belki (böylece küfürden) vazgeçerler."
Fakat görüyorum ki alçaklık ve
kendinize bakmaya yönelmiş, keyif ve rahatlığınıza düşkün
olmuş ve inançlarınızı yalanlamaya başlamışsınız; rahat ve
kolay bir şekilde elde ettiğiniz tüm şeyleri bir arada
kaybetmişsiniz; fakat şunu bilin ki eğer siz ve yeryüzündeki
tüm insanlar kafir olursa da, şüphesiz Allah'ın hiçbir şeye
ihtiyacı yoktur.
Ben alçaklık ve düşüklüğünüzü bildiğim
halde söylenmesi gerekenleri size söyledim. Şimdi bu size
afiyet olsun; Allah'ın alevleri kalplerden yükselen ateşiyle
bozulmaz bir ilişkisi olan onu tüm alçaklık ve utancıyla
alın; yapmakta olduklarınız Allah'ın gözü önündedir ve
yakında zulmedenler nereye döneceklerini göreceklerdir."
Ravi diyor ki: Muhammed b. Zekeriyya,
Muhammed b. Zehhak'tan, o da Hişam b. Muhammed'den, o da
Avane b. Hekem'den şöyle nakleder: Fatıma, söylemek
istediklerini Ebubekir'e söyledikten sonra Ebubekir Allah'a
hamd ve senâ edip Resulullah (s.a.a)'e salat ve selam edip
peşinden şöyle dedi:
Ey kadınların en üstünü ve babaların en
üstününün kızı! Vallahi ben Resulullah (s.a.a)'in görüşünün
aksine davranmış ve onun emri dışında bir iş yapmış değilim.
Öncü kafiledekilere yalan söylemez. Sen söyleyeceklerini
söyledin, maksadını ulaştırdın, öfkeni dile getirdin ve
sonra yüz çevirdin. O halde Allah bizi ve seni bağışlasın.
Fakat sonra; ben Resulullah (s.a.a)'in savaş aletlerini,
bineğini ve ayakkabılarını Ali'ye teslim ettim! Fakat bunun
dışındaki şeylere gelince; ben Resulullah (s.a.a)'ten şöyle
duydum: 'Biz peygamberler miras olarak kendimizden geriye
altın, gümüş, yer, mal-mülk ve ev bırakmayız; bizim
mirasımız iman, hikmet, ilim ve sünnettir!' Ben de
Resulullah (s.a.a)'in bana emrettiği işi yaptım; bu konuda
muvaffakiyetim ancak Allah'tandır; Ben O'na tevekkül ettim
ve hacetimi O'na götürüyorum!"
Belagatu'n - Nisâ kitabında ise şöyle
rivayet edilmektedir: Ebubekir'in bu sözlerinden sonra
Fatıma şöyle dedi:
"Ey insanlar! Ben Fatıma'yım ve babam
ise Muhammed (s.a.a)'dir. Daha önce de dediğim gibi "Size
kendi aranızdan bir peygamber gelmiştir..." -Yukarıda
kaydettiklerimizi söyledikten sonra şöyle devam etti:- Siz
kasıtlı olarak Allah'ın Kitabını arkanıza attınız,
emirlerini görmezden geldiniz. Oysa Allah Teala buyuruyor
ki: "Süleyman (babası) Davud'dan miras aldı"
buyuruyor; ve Yaya b. Zekeriyya'nın kıssasında ise şöyle
buyuruyor: "Rabb'im! Bana kendi katından bir çocuk ver de
benden ve Yakuboğullarından miras alsın." Ve yine
buyuruyor ki: "Allah'ın Kitabında yakınlardan bazıları
bazılarına daha üstündür." Ve de şöyle buyuruyor:
"Allah çocuklarınız hakkında size tavsiye ediyor: Erkeğe iki
kadının payı verilir." Ve yine buyuruyor ki: "Eğer
geriye bir hayır bırakırsa, baba ve anneye ve akrabalara
güzel bir şekilde vasiyet etmek muttakiler üzerine bir
haktır." Bütün bunlara rağmen benim babamdan bir hak ve
miras alamayacağımı, bizim aramızdan hiçbir bağın olmadığını
mı söylüyorsunuz?!
Acaba Allah size özel bir ayetle bir
seçkinlik ve ayrıcalık verip peygamberini ondan müstesna mı
etmiştir?! Veya bizim birbirinden miras almayan iki millet
ve dinin kişileri olduğumuzu mu söylüyorsunuz?! Acaba ben ve
babam bir dinden değil miyiz?! Şayet de sizler Kur'an'ın
umun ve hususlarını peygamberden (s.a.a) daha iyi
biliyorsunuz! "Acaba cahiliyye hükmünü mü istiyorsunuz"..."
İbn-i Ebi'l - Hadid şöyle diyor: "Fedek
olayı ve Fatıma'nın Ebubekir'in yanına gidişi Resul-i Ekrem
(s.a.a)'in vefatından on gün sonra vuku buldu ve doğru
görüşe göre Fatıma'nın o meclisten döndükten sonra ister
erkek olsun ister kadın hiç kimse Resulullah (s.a.a)'in
mirasından bir kelime bile bahsetmedi!"
Bu konuda geçen tüm hadisler, Resul-i
Ekrem (s.a.a)'in kızı Fatıma (s.a)'nın hilafet düzeninin
yönetmenlerine karşı itiraz ve davasının şu üç konuda
sınırlandığını bildirmektedirler:
Resul-i Ekrem (s.a.a), "Yakınlara
hakkını ver" ayeti nazil olduktan sonra Fedek'i
Fatıma'ya bağışladı. Fakat Resulullah (s.a.a) vefat edince
Hazretin diğer terekeleri gibi Fedek'i de ele geçirdiler.
İşte bu yüzden Hz. Fatıma (s.a) bu konuda onlarla tartışıp
Fedek'te yaptığı tasarrufun doğruluğuna tanık olarak bir
kadın ve bir de erkeği şahit getirdi. Onlar da Resulullah
(s.a.a)'in kendi hayatı döneminde Fedek'i Fatıma'ya
bağışladığına tanıklık ettiler. Fakat, gerekli sayıda şahit
olmadığı bahanesiyle onların şahitliklerini kabul etmediler!
Ayrıca, Emirulmüminin Ali b. Ebutalib
(a.s)'ın Basra valisi Osman b. Hanif'e yazmış olduğu mektup
da Fedek'in Resul-i Ekrem (s.a.a)'in hayatı döneminde Hz.
Fatıma (s.a)'nın tasarrufunda olduğunu ortaya koymaktadır.
Hz. Ali (a.s) bu mektubunda şöyle yazıyor:
"Evet; gökyüzünün üzerine gölge
düşürdüğü şeylerden sadece Fedek bizim elimizdeydi; fakat
bazılarını cimrilik ve kıskançlıkları ve bazılarını da hırs
ve tamahları onu da bizden almaya sevk etti. Ve Allah ne de
güzel hakemdir!"
Resul-i Ekrem (s.a.a)'ten mirasları
şunlardan ibarettir:
a) Yahudi Muhayrik'in Resul-i Ekrem
(s.a.a)'e bağışladığı yedi bağ.
b) Ensar'ın Resulullah (s.a.a)'e
verdiği su ulaşmayan araziler.
c) Benî Nezir kabilesinin ziraat
tarlaları ve hurmalıkları.
d) Yemyeşil ve verimli Hayber
arazilerinin 36 hissesinden on sekizi.
e) Vadi'l - Kurâ'nın ziraat arazisi ve
hurmalıkları.
Resul-i Ekrem (s.a.a)'in vefatından
sonra Ebubekir sadece kendisinin naklettiği, "Biz miras
bırakmayız; bizim bıraktıklarımız sadakadır!" ve "Allah
Teala peygamberin geçimi için bir rızık verirse, ondan sonra
onu sonraki yöneticiye verir!" rivayetine dayanarak bunların
tümüne el koydu!
Ve bu bahaneyle Ali ve Fatıma'nın
(Allah'ın selamı onların üzerine olsun) peygamberlerin miras
bıraktıkları ve miras ayetlerinin genel olduğu yönünde
getirdikleri delilleri kabul etmedi. Hz. Fatıma (s.a)'nın
Ensar'ı tahrik etmesi de bir yarar sağlamadı. Bunun üzerine
Hz. Fatıma (s.a) Ebubekir ve Ömer'e öfkelendi ve ölünceye
kadar da onlarla konuşmayıp onlardan incinerek vefat etti.
Hz. Fatıma (s.a) Ebubekir'den
yakınların hissesini isteyerek, "Sen de çok iyi biliyorsun
ki bize zulmettin" buyurdu ve peşinden "Biliniz ki
kazandığınız şeylerden beşte biri, Allah'a, Elçisine ve
yakınlara... aittir." ayetini okudu. Fakat Ebubekir
Fatıma'yı ondan mahrum etti ve yakınların hissesini savaş
teçhizatı ve binek hazırlamak, yani kendisine zekat
vermekten çekinenlerle savaşmak için harcadı. Bunun üzerine
Fatıma (s.a) dedi ki: "Allah'ın gökten (bizim hakkımızda)
indirdiğini görmezden geldin ve onu bizden engelledin."
Buraya kadar geçen konuların özeti
böyledir. Şimdi olayı geniş bir şekilde inceleyelim:
Ebu Yusuf'un "Harac" adlı kitabında,
Sünen-i Nesaî, Ebu Ubeyde'nin "Emval" adlı kitabında,
Sünen-i Beyhakî, Tefsir-i Taberî ve Cessas'ın Ahkamu'l -
Kur'an'ında (biz "Harac" kitabından rivayet ediyoruz) Hasan
b. Muhammed b. Hanefiyye'den şöyle rivayet edilmektedir:
Resulullah (s.a.a)'in vefatından sonra halk şu iki hissede
ihtilafa düştü: Biri Resulullah (s.a.a)'in hissesi ve diğer
ise yakınların hissesi. Bir grup, Resulullah (s.a.a)'in
hissesinin ondan sonraki halifenin olduğunu iddia etti.
Diğer bir grup, yakınların hissesinin Resulullah (s.a.a)'in
yakınlarının olduğunu vurguladı. Bir başka grup ise,
yakınların hissesinin,Resulullah (s.a.a)'ten sonraki
halifenin yakınlarının olduğunu iddia etti. Nihayet görüş
birliğiyle bu iki hisseyi savaş teçhizatı ve binek almak
için harcamaya karar verdiler!
Sünen-i Nesaî ve Ebu Ubeyde'nin
Emval'inde şöyle geçer: Bu karara Ebubekir ve Ömer'in
döneminde uyuldu.
Fakat İbn-i Abbası'ın rivayetinde şöyle
geçer: Allah ve Resulünün hissesini bir ederek onu
yakınların hissesiyle birlikte savaş teçhizatları ve binek
hazırlamak için harcadılar. Yetimler, yoksullar ve yolda
kalmışların hissesini ise onlardan başkalarına verilmesine
karar verdiler.
Başka bir rivayette ise şöyle demiştir:
Allah Teala, Resulünü bizden alınca Ebubekir yakınların
hissesini Müslümanlara geri çevirdi ve onu hayır işlerde
harcadı.
Katade'ye "yakınların hissesi"ni
sorduklarında dedi ki:
Yakınların hissesi Resul-i Ekrem
(s.a.a)'in geçimi için tahsis edilen bir maaş konumundaydı.
Fakat Resulullah (s.a.a) vefat edince Ebubekir ve Ömer onu
Müslümanların hayır işlerinde harcadılar.
Şayet Cubeyr b. Mut'im'in de,
"Resulullah (s.a.a)'in yakınlara verdiği şeyi Ebubekir
onlara vermekten sakındı" şeklindeki sözünden maksadı bu
olabilir.
* * *
Başından beri, özellikle Ebubekir'in
hilafet döneminde bu rivayetlerde geçenler, hilafet düzeni
yöneticilerinin Malik b. Nuveyre
gibi zekatlarını hakim güce vermekten sakınarak
muhalefetlerini ortaya koyan kişileri bastırmak veya zekat
görevlileriyle bazı konularda problem yaşayan ve bu nedenle
mürtet ilan edilen Kinde kabilesi
gibi muhaliflerle savaşmak için ordu gönderme yönündeki
gidişat ve siyasetlerini ortaya koymaktadır.
Bu muhalifleri bastırdıktan sonra
hilafet düzeni ordusu fütuhat için teçhizatlanarak
sınırlardan geçip fütuhatları genişletip servetlerini
artırmaları peşinden humsu Haşimoğulları ve diğer
Müslümanlar arasında bölüştürdüler ve Resul-i Ekrem
(s.a.a)'in bazı terekelerini de o hazretin sadakaları olarak
dağıtma sorumluluğunu üstlenmeleri için Haşimoğullarına
verdiler.
Cabir'den şöyle rivayet edilir: Humsu
Allah yolunda (hayır işlerde) kullandılar, fakirlere ve
yoksullara verdiler; ancak servet artınca onu bunların
dışında harcadılar.
Çoğu rivayetlerden bu değişimin Ömer'in
hilafeti döneminde vuku bulduğu anlaşılmaktadır. Ömer
humusun bir miktarını Haşimoğullarına vermek istiyordu;
fakat Haşimoğulları kabul etmeyip hisselerinin tümünü
istediler. Bunu İbn-i Abbas'ın, yakınların hissesinin kime
ait olduğunu soran Necd-i Harurî'ye verdiği cevapta apaçık
bir şekilde görmekteyiz: "Biz diyorduk ki, yakınlar
bizleriz; fakat kavmimiz (Kureyş) bunu kabul etmedi
ve dedi ki, 'Kureyş'in tümü Resulullah (s.a.a)'in
yakınlarıdır.'"
Başka bir rivayette İbn-i Abbas'tan
şöyle rivayet edilir: "Zevi'l - Kurbâ (yakınlar)ın hissesi
Resul-i Ekrem (s.a.a)'in yakınlarına aittir. Resulullah
(s.a.a) bu hisseyi şahsen onların arasında bölüştürüyordu.
Fakat Ömer bu hissenin bir bölümünü bize sundu. Biz ise bunu
kendi hakkımızdan az olduğu için ona kabul etmekten sakınıp
Ömer'e geri çevirdik."
Diğer bir rivayette ise şöyle geçer:
"O, biz Ehlibeyt'e aittir. Ömer onunla bizden eşi
olmayanları evlendirmek, çıplaklarımızı giydirmek,
yoksullarımızı borç sıkıntısından kurtarmak istedi. Biz ise
onun tümünü vermedikçe kabul etmeyeceğimizi bildirdik. O
kabul etmeyince biz de onu bıraktık.
İbn-i Abbası'ın diğer bir rivayetinde
şöyle geçmektedir: Ömer, humustan bizim hakkımız olduğunu
sandığı miktarını bize önderdi. Fakat biz kabul etmeyerek
yakınların hakkı humsun beşte biridir dedik. O, "Allah humsu
belli tabakalara ve belli unvanlarla tayin etmiştir. Fakat
nüfus ve geçim sıkıntısı bakımından yüksek seviyede olanlar
diğerlerinden önceliklidir, dedi."
İbn-i Abbas konuşmasına devam ederek,
"Aramızdan bazıları onu kabul ettiler ve bazıları ise kabul
etmediler."
Yine Beyhakî kendi Sünen'inde
Abdurrahman b. Ebi Ya'la'dan şöyle rivayet eder: Ahcar'üz
Zeyt denilen yerde Ali ile karşılaştım. Ona, "Babam - anam
sana feda olsun; Ebubekir ve Ömer siz Ehlibeytin humusunu ne
yaptılar?" diye sordum. Ali (a.s) şöyle buyurdu:
"Ömer, 'Şüphesiz sizin hakkınız vardır;
fakat bilmem humus miktarı çok olunca da tamamı sizin olur
mu? Eğer isterseniz yeterli gördüğüm kadarını size vereyim'
dedi. Ancak biz onun bize vermek istediği miktarı almaktan
sakınıp hepsini istedik. O da hepsini vermekten çekindi."
Bazı rivayetlerden halife Ömer'in kendi
hilafeti döneminde Medine'de Peygamber'in mirasından bir
miktarını sorumluluğunu üstlenmeleri için Peygamber'in
amcası Abbas'a ve Ali'ye teslim ettiği anlaşılmaktadır.
Osman, Afrika fetihlerinden elde edilen
humusu bir defasında Abdullah b. Sad b. Ebu Serh'e verdi.
İkinci kez Mervan b. Hakeme verdi.
İbn-i Esir kendi Tarih'inde der ki:
Abdullah'a birinci gazvenin humusunu verdi. Mervan'a bütün
Afrika'nın fethedildiği ikinci gazvenin humusunu verdi.
İbn-i Ebi'l - Hadid şöyle diyor: Osman,
Trablusgarb'tan Tanca'ya kadar Batı Afrika fethinden elde
edilen ganimetlerin tamamını hiçbir Müslüman'ı ortak etmeden
Abdullah b. Ebi Serh'e verdi.
Taberi der ki: Osman, Abdullah b.
Sa'd'ı Afrika'ya gönderdiğinde onun Afrika'da yaptığı
anlaşmalardan biri, iki milyon beş yüz yirmi bin dinar
karşılığında "Cercir"le yaptığı uzlaşmaydı.
Ve der ki: Abdullah b. Sa'd 300 kintar
altın karşılığında sulh etti.. Osman onun tamamını Hakem
veya Mervan ailesine verilmesini emretmiştir.
İbn-i Abdulhakem, Futuh-i Afrika adlı
kitabında şöyle rivayet eder: Muaviye b. Hüdeyc Afrika'da üç
savaş yapmıştır. Bunların ilki Osman'ın öldürülmesinden
önce, hicri 34 senesinde gerçekleşti. Ve Osman bu savaşın
humusunu Mervan'a verdi. Bu savaşı halkın çoğu bilmez bile.
Belazurî, halkın Osman'ın gidişatına
itirazları konusunda ve Siyutî de Tarih-i Hulefa adlı
kitabında şöyle rivayet etmişlerdir: Osman Afrika'nın
humusunun Mervan'a verilmesini yazıldı.
Abdullah b. Zübeyr şöyle rivayet eder:
Osman hicretin 27. yılında bizi savaşmak için Afrika'ya
gönderdi. Abdullah b. Sa'd b. Ebi Serh büyük ganimetler ele
geçirdi. Osman bu ganimetlerin humsunu Mervan b. Hakem'e
verdi.
Yine şöyle rivayet edilir: Mervan,
Medine'de evini yapıp bitirince bir grup halkı yemeğe davet
etti. Davet edilen kişiler arasında Musavver de vardı.
Mervan onlarla konuşurken söz arasında dedi ki: "Vallahi bu
evim için Müslümanların malından hatta bir dirhem veya bir
dirhemden ziyade harcamadım" dedi. Bunun üzerine Müsevver
dedi ki: "Susup yemeğini yemen senin için daha hayırlı olur.
Zira sen bizimle beraber Afrika savaşına katılırken bizden
daha az mal-mülk ve köleye sahiptin; hepimizden daha
fakirdin. Sonra Osman b. Affan sana Afrika'nın humusunu
verdi; halktan sadaka toplamayla da görevlendirince
Müslümanların mallarını da kendine aldın…."
Osman'ın Baki'de defnedilmesini
engelleyen Hazrec kabilesinden Eslem b. Evs b. Bucret-i
Saidî bu konuda şöyle demiştir:
"Halkın Rabbi olan Allah'a yemin ederim
/
Allah Teala hiçbir mahluku boş
bırakmamış,
Sen geçmişlerin sünnetine aykırı
davranıp /
Lanetli (Hakem'i) davet edip kendine
yakınlaştırdın."
"Haksız yere Mervan'a halkın humusunu
verdin /
Umumî otlakları kendi otlağın ettin."
Eğanî'de şöyle geçer: Mervan 500 bini
aşkın ganimet humsuyla bir alış - veriş yaptı. Osman onun
tamamını Mervan'a bıraktı. Bu da halkın Osman'a itiraz
konularından biri oldu. Abdurrahman b. Hanbel b. Mulil de bu
konuda şiirler söylemiştir.
Halife Osman'ın humusla ilgili
içtihadları bunlardır.
Fakat
Osman'ın Resulullah (s.a.a)'in bıraktığı mirasındaki
içtihadı konusunda ise Ebu-l Fedâ ve İbn-i Abdurrabbihi
-ifade Ebu-l Fedâ'nındır- şöyle demişlerdir: Osman Fedek'i
Mervan'a vermiştir. Oysa o da Fatıma'nın Ebubekir'den talep
ettiği Resullah (s.a.a)'in bıraktığı sadakasıydı.
İbn-i Ebi'l
- Hadid der ki: Osman Fedek'i Mervan'ın mülkiyetine
geçirmiştir. Oysa Fatıma babasının vefatından sonra onu
gerek miras yoluyla, gerekse de hibe yoluyla talep etmiş,
ancak, kendisine bir şey verilmemişti.
Ebu Davud
ve Beyhakî kendi Sünenlerinde, Ömer b. Abdulaziz'in Fedek
konusunda şunları dediğini kaydetmişlerdir: Ömer halife
olunca Fedek'te, kendisinden öncekiler (Resulullah ve Ebu
Bekir) gibi tasarrufta bulunmuş, o şekilde devam edilmiştir.
Sonra Osman onu Mervan'ın mülkiyetine geçirmiştir.
Beyhakî
hadisin tamamını zikrettikten sonra demiş ki: Fedek, Osman
b. Affan döneminde Mervan'ın mülkiyetine geçmiştir. Sanki
Osman, Resulullah (s.a.a)'den bu konuda nakledilen, "Allah
bir Peygamber'i bir rızıkla rızıklandırırsa, o rızık
Peygamber'den sonra onun makamına geçen kişiye kalır"
rivayetini tevil etmiş ve kendisi bu rızka ihtiyacı olmadığı
için onu akrabalarına tahsis ederek onlarla sıla-i rahim
etmiştir!
İbn-i
Abdurrabbih ve İbn-i Ebi'l - Hadid -ifade İbn-i
Abdurrabbih'indir- şöyle demişlerdir: Resulullah (s.a.a)
Medine çarşısındaki Mehzur'u Müslümanlara tasadduk etti.
Sonra Osman onu Haris b. Hakem'in (Mervan'ın kardeşinin)
mülkiyetine geçirdi.
* * *
Bunlar,
halife Osman'ın humus ve Resulullah'ın (s.a.a) mirası
konusundaki içtihadından bize ulaşanlardır. Ancak halkın
Osman'ı eleştirip, ona karşı kıyam etmesinin iki sebebi
vardır:
Birincisi;
ondan önceki halifeler bu malları genel kamunun giderlerine
harcıyorlardı. Osman ise bu malları kendi yakınlarına tahsis
etmişti.
İkincisi;
Osman'ın akrabaları ve aile fertlerinin İslam'ın nezdindeki
konumlarıdır. Şöyle ki:
A- Osman'ın
halasıoğlu
ve süt kardeşi Abdullah b. Sa'd b. Ebi Serh-i Amiriy-i
Kurşî.
Hakim bu
konuda şöyle demiştir: Abdullah, Resulullah (s.a.a)'in vahiy
katibi idi. Yazılarında vahye ihanetleri açıkça ortaya
çıkınca Resulullah (s.a.a) onu azletti.
O da mürted olup Mekke ehline katıldı.
O,
Mekkeliler'e şöyle diyordu: Ben Muhammed'i istediğim gibi
yönlendiriyorum. Bana "Azizun, Hakimun" yazdırıyordu ve ben
ise veya, "Alimun, Hakimun" diyordum. O da "Evet, ikisi de
doğrudur" diyordu.
Onun hakkında şu ayet nazil olmuştur:
"Allah'a
karşı yalan uydurup iftira eden veya kendisine hiçbir şey
vahyolunmamışken 'Bana da vahy geldi' diyen ve 'Allah'ın
indirdiğinin bir benzerini de ben indireceğim' diyenden daha
zalim kimdir? Sen bu zalimleri, ölümün 'şiddetli
sarsıntıları' sırasında meleklerin ellerini uzatarak onlara:
'Canlarınızı (bu kıskıvrak yakalanıştan) çıkarın, bugün
Allah'a karşı haksız olanı söylediğiniz ve O'nun
ayetlerinden büyüklenerek (yüz çevirmeniz) dolayısıyla
alçaltıcı bir azapla karşılık göreceksiniz' (dediklerinde)
onların halini bir görsen..." (En'am Suresi, 94)
Resulullah
(s.a.a) onun kanını helal kıldı. Mekke fethedilince bütün
Mekke halkına eman verilmişti. Yalnız dört erkek ve iki
kadın Ka'be'nin perdesinin altında bile bulunsalar bu
güvenceden müstesnaydılar. Bunlardan biri olan Abdulllah b.
Sa'd, kaçarak Osman'a sığındı, Osman da onu sakladı. Nihayet
Mekke'de durumlar sakinleşince Osman onu alıp Resulullah
(s.a.a)'e getirerek onun için güvence vermesini istedi.
Resulullah (s.a.a) uzun süre sessiz kaldı. Sonra, "Olsun"
buyurdu. Osman geri dönünce Resulullah (s.a.a)
yanındakilere, "Sizden biriniz kalkarak onun boynunu vursun
diye susmuştum" buyurdu. Ensar'dan bir adam, "Ya Resulullah!
O halde neden bana işaret etmediniz?!" diye sordu. Bunun
üzerine Resulullah (s.a.a), "Peygambere gözleriyle işaret
etmek yakışmaz" buyurdu.
Evet;
Abdullah b. Sa'd böyle bir kişiydi.
Osman halife olunca, Mısır valisi olan Amr b. As'ı oranın
haraç ve vergisini toplamaktan azledip ordu komutanlığıyla
cemaat imamlığını Amr'a bıraktı, haraç ve vergi toplamak
için de Abdullah'ı görevlendirdi. Fakat bir süre sonra bu
ikisi anlaşamayınca Osman Amr'ı azledip namazı kıldırmayı
da Abdullah b. Ebi Sarh'a bıraktı. Osman'ın öldürülmesinden
sonra Abdullah bu makamından geri çekildi. Muaviye'den
nefret ediyor ve Osman'ın ölümüne sevinen bir kişi ile
çalışmam, diyordu. Abdullah Hz. Ali'nin hilafeti döneminde
Remle'de (Mekke'de) vefat etti. Zehebî, "Ondan bir hadis
rivayet edilmiştir" diyor.
B, C-
Osman'ın amcası Hakem b. Ebi'l As'ın oğulları Mervan ve
Haris:
Belazurî
şöyle rivayet eder: Hakem b. Ebi'l As cahiliyye döneminde
Resulullah (s.a.a)'le komşu idi. İslam'ın zuhurundan sonra
Resulullah (s.a.a)'e en çok eziyet edenlerdendi. Medine'ye
gelişi Mekke'nin fethinden sonradır. Dininden dolayı en çok
ayıplanan kişilerdendi. Resulullah'ın arkasında yürür, ağız,
borun hareketleri yapardı. Resulullah (s.a.a) namaz kılarken
arkada durur, parmaklarıyla işaretler yapardı. Nihayet şek
ve tereddüt ile kapıldığı deliliği ve cinneti üzere kaldı.
Bir gün Resulullah (s.a.a)'i eşlerinden birinin yanındayken
gizliden gözetlemeye çalışırken Hazret onu görüp tanıdı.
Resulullah (s.a.a) bir sopayla onun üzerine yürüyerek, "Bu
melun kertenkeleyi benden uzaklaştıracak kimse yok mu?
Bundan böyle o ve çocukları benim olduğum yerde durmasınlar"
buyurdu ve onların hepsini Taife sürgün etti. Resulullah
(s.a.a)'in vefatından sonra Osman, Ebubekir'le onların
durumunu görüşüp geri getirilmelerini istedi. Fakat Ebubekir
kabul etmeyerek, "Ben Resulullah (s.a.a)'in kovduklarını
barındırmam" dedi. Sonra Ömer halife olunca onunla da
onların durumunu görüştü. Ömer de Ebubekir'in verdiği cevabı
verdi. Nihayet Osman'ın kendisi halife olunca onları
Medine'ye getirdi.
Hakem
Medine'ye döndüğünde üstünde yağlı ve eski bir elbise vardı;
önüne bir keçi salmış sürerek gelmişti. Beraberindekilerle
birlikte halifenin evine varıncaya kadar halk, onların kötü
durumlarını seyrediyordu. Bir süre sonra halifenin evinden;
üstünde halis ipek kumaştan bir cübbe ile çıktı.
Müslümanların sadakalarını toplamakla görevli memur
akşamüzeri çarşıya indiğinde Osman da çarşıya gelerek,
"Onları Hakem"e ver, dedi.
Bir müddet
sonra Kazâa'nın sadakalarının sorumluluğunu ona bıraktı.
Toplanan zekatın meblağı 300.000 (üç yüz bin) dirheme
ulaştı. Hakem bunları toplayıp Osman'a getirdiğinde hepsini
kendisine hibe etti.
Hakem ölünce de Osman onun mezarının üstüne bir çadır
kurdurup ona matem tuttu.
Mervan b.
Hakem Osman'ın kızı Ümm-ü Eban'ı ve kardeşi Haris de kızı
Aişe'yi almaları nedeniyle Osman'ın enişteleriydi.
Onları
lanetleme, yerme konusunda Resulullah (s.a.a)'ten birçok
hadis rivayet edilmiştir. Resulullah (s.a.a) Hakem'i ve
evlatlarını lanetleyerek,
"Bunların soyundan gelecek olanların ellerinden
çekecekleri beladan ötürü ümmetime eyvahlar olsun"
buyurmuştur.
Yine
buyurmuş ki: "Allah'ın laneti ona ve onun soyundan
gelenlere olsun. Ancak onlardan sayıları çok az olan iman
edenleri hariç."
Yine şöyle
buyurmuştur: Ebu Ass oğullarının sayısı otuza ulaşınca
Allah'ın dinini aldatma vesilesi edecekler. Allah'ın
kullarını kendilerine köle edecekler ve Allah'ın malını
kendilerine has kılacaklar.
Resulullah
(s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Ben rüyamda, Ebu'l As oğlu
Hakem'in oğullarının minberimin üzerinde maymunlar gibi
zıplayıp düştüklerini gördüm." O günden sonra da
Resulullah (s.a.a) vefat edinceye kadar halk arasında
güldüğü görülmedi.
Hakim,
Abdurrahman b. Avf'tan şöyle rivayet eder: Birisinin çocuğu
olunca mutlaka Resulullah'a (s.a.a) getirir, Resulullah
(s.a.a) da onun hakkında hayır duada bulunurdu. Bu maksatla
-daha yeni dünyaya gelen- Mervan b. Hakem'i onun huzuruna
getirdiklerinde Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: "O,
kertenkele oğlu kertenkele, melun oğlu melundur."
Bunlar,
Resulullah (s.a.a)'ten onlar hakkında nakledilen bazı
rivayetlerdir; daha önce Osman'ın onlara yaptığı bazı
bağışları zikretmiştik.
* * *
Buraya
kadar İmam Ali (a.s)'dan önceki halifelerin humus ve
Resulullah (s.a.a)'in mirasıyla ilgili içtihatlarını
inceledik. Şimdi ise bu konuda İmam Ali (a.s)'ın kendi
döneminde neler yaptığını inceleyeceğiz.
İbn-i
Abbas'tan şöyle rivayet edilmiştir: Resulullah (s.a.a)
döneminde humus beş hisse idi. Allah'a ve Resulü'ne bir
hisse, yakınlara bir hisse, yetimlere, miskinlere ve yolda
harçsız kalan yolculara üç hisse verilirdi.
Sonra
Ebubekir, Ömer ve Osman onu üç bölüme ayırarak Resulullah
(s.a.a) ve yakınlarının hisselerini düşürüp geri kalanını
yukarıdaki üç yerde harcıyorlardı. Sonra Ali (kerremellahu
vecheh) de Ebubekir, Ömer ve Osman'ın yaptıkları gibi taksim
etti.
Ebu Ca'fer
İmam Bâkır (a.s)'a, "Ali'nin (k.v) humusla ilgili görüşü ne
idi?" diye sorulunca şöyle buyurdu: "Onun humus hakkındaki
görüşü Ehlibeyti'nin görüşü gibiydi. Lakin o, Ebubekir ve
Ömer'e muhalefet etmekten çekindi."
Muhammed b.
İshak der ki: Ebu Ca'fer Muhammed b. Ali'den (İmam Muhammed
Bâkır) "Ali b. Ebutalip halkın yönetimini ele geçirince
yakınların hissesini ne yaptı?" diye sorduğumda şöyle
buyurdu: "Ebubekir ve Ömer'in yolunu izledi." Ben, "Nasıl
olur bu? Halbuki siz bunun tersini söylüyorsunuz?" dedim.
İmam Bâkır (a.s), "Ailesi de onun görüşündedir; onun
görüşünün aksine bir şey söylemezler onlar" dedi. Ben, "Onu
Ebubekir ve Ömer'in yaptığına uymamaktan alıkoyan neydi?"
diye sorunca, "Vallahi, Ebubekir ve Ömer'in hilafına
davrandı diye aleyhinde çıkabilecek söylentilerden çekindi"
buyurdu.
Beyhakî'nin Sünen'indeki bir diğer
rivayette de şöyle geçer: "Lakin Ebubekir ve Ömer'e
muhalefet ettiği söylenmesinden çekindi."
Bütün bu
rivayetler şunu ortaya koyuyor ki, İmam Ali (a.s) kendinden
öncekilerin humus ve Resulullah (s.a.a)'in mirasında
yaptıkları uygulamada hiç bir değişiklik yapmamış ve daha
doğrusu, bir değişiklik yapmaya gücü yetmemiştir.
Sünen-i
Beyhakî'de Cafer b. Muhammed (İmam Bâkır) kanalıyla
babasından şöyle rivayet edilmiştir: Hasan, Hüseyin, İbn-i
Abbas ve Abdullah b. Cafer Hz. Ali'den humustan kendi
paylarını istediler. Ali (a.s) onlara şöyle dedi: "Bu sizin
hakkınızdır. Fakat şimdi ben, Muaviye ile savaşmaktayım;
eğer dilerseniz bir süre için hakkınızdan vazgeçin."
Müellif: Bu
rivayet İmam Ali (a.s)'ın humsu Muaviye'yle savaşmak
amacıyla orduyu teçhizatlandırmak için harcadığını
gösteriyor.
Elimizdeki
rivayetlerden anlaşılan şudur: Muaviye'nin Haşimoğullarını
humustan ve Resulullah (s.a.a)'in Ehlibeytini o hazretin
mirasından menetmesi konusundaki içtihadı, kendisinden
önceki ilk üç halifenin içtihadı gibidir.
Ancak
onların içtihadına ilaveten kendi özel içtihadını da
uyguluyordu. Fakat onları humustan menedişi şu iki
rivayetten apaçık bir şekilde anlaşılıyor:
Tabakat-ı
İbn-i Sa'd'da şöyle geçmektedir: Ömer b. Abdulaziz,
Haşimoğulları'na humustan bir şey verilmesini emredince,
Haşimoğulların'dan bir grup toplanarak ona bir mektup
yazdılar. Bu mektupta kendilerine karşı akrabalık görevini
yerine getirdiği için ona teşekkür edip Muaviye başa geçtiği
andan itibaren kendilerine çok zulmedildiğini dile
getirdiler…
Yine bu
mektupta Ali b. Abdullah b. Abbas ve Ebu Cafer Muhammed b.
Ali, "Muaviye döneminden bugüne kadar bize humus
dağıtılmamıştı" yazdılar.
Muaviye'yi
böyle bir eyleme sevkeden özel içtihadı ise şu rivayette
yansımaktadır: Müstedrek-i Hakim, Talhis-i Zehebî, Tabakat-i
İbn-i Sa'd, İsti'ab-ı İbn-i Abdulbirr ve Usdu'l - Gabe-i
İbn-i Esir'de, Taberî, İbn-i Esir, Zehebî ve İbn-i Kesir
kendi Tarih'lerinde
hicretin ellinci yılının olaylarında, Hakim b. Amr'in
biyografisinde şöyle rivayet etmişlerdir:
Hakim şöyle
diyor: Ziyad b. Ebih, Hakem b. Amr-ı Gaffari'yi Horasan
üzerine gönderdi. Hakem ve beraberindekiler bu savaştan
büyük ganimetler elde ettiler. Bunun üzerine Ziyad ona şöyle
yazdı: "Ama sonra; Emiru'l - Müminin (Muaviye) beyazlar
(gümüş) ve sarıların (altınlar) kendisi için ayrılmasını ve
Müslümanlar arasında taksim edilmemesini yazmıştır."
Bu mektup
Tarih-i Taberî'de şöyle geçmektedir: "Emiru'l - Mü'minin
(Muaviye) bana; bütün altın, gümüş ve ziynet eşyalarını
kendisine ayırmamı ve bunları ayırmadan onları yerinden
oynatmamamı yazmıştır."
Hakem,
Ziyad'a şöyle yazdı: Mektubun ulaştı. Mektubunda müminlerin
emirinin bana bütün altın, gümüş ve ziynet eşyalarını
kendisi için ayırmamı ve hiçbir şeyi yerinden oynatmamamı
emrettiğini hatırlatmışsın! Fakat Allah'ın Kitabı müminlerin
emirinin mektubundan önce ulaşmıştır. Vallahi eğer gökler ve
yer bir kul için dar gelse ve kul Allah'tan çekinse, Allah
onun için bir çıkış yolu gösterecektir.
Sonra
ordusunu toplayarak, "Sabahleyin gelip ganimetlerden
hakkınızı alın" dedi. Ertesi gün ordusu toplanınca
ganimetlerin humsunu aldıktan sonra geri kalanını onlar
arasında bölüştürdü. Bu davranışından dolayı Ziyad ona şöyle
yazdı: "Vallahi sana acımayacağım; seni alçaltacağım!"
Hakim diyor
ki, "Hakem'in yaptıkları Muaviye'nin kulağına ulaşınca
birini göndererek onun ellerini bağlatıp zindana attı. Hakem
ölünceye kadar zindanda kaldı ve ödlükten sonra oradan
çıkarılarak defnedildi.
Tehzibu't -
Tehzib kitabında Hakem'in hakkında şöyle geçer:… Muaviye
onun yerine başka birini atadı. O Hakem'i bağlayarak zindana
attın; Hakem ölünceye kadar zindanda kaldı.
Taberî ve
diğerleri şöyle rivayet ederler: Hakem tutuklanınca,
"Allah'ım! Eğer senin yanında benim için bir hayır varsa
canımı al benim" dedi ve Horasan'ın Merv şehrinde vefat
etti.
Bazı
alimler bu rivayetten hoşlanmadıkları için onu eksiltmiş ve
tahrif etmişlerdir; örneğin Zehebî kendi Tarihîn'de şöyle
yazıyor: Ona, "Altın ve gümüşleri bölüştürme" diye yazdı.
Fakat o, "Vallahi eğer gökler…" dedi.
İbn-i Kesir
de şöyle yazmaktadır: Ziyd'ın, Muaviye'nin emrini içeren şu
mektubu ona ulaştı: "Ganimetler içindeki altın ve gümüşleri
Muaviye'in beytulmalı için ayır!"
İbn-i Hacer
de Tehzib ve İsabe adlı kitaplarında Hakem'in biyografisinde
şöyle yazmıştır: Muaviye, Hakem b. Amr'ı görevlendirerek
Horasan'a gönderdi. Bir süre sonra bir konuda onu kınayıp
yerine başka birini seçerek Horasan'a gönderdi. O da Hakem'i
tutuklayarak bağladı. Hakem ölünceye kadar zindanda kaldı.
Hakem b.
Amr'ın kıssası böyleydi. Fakat bu kıssayı Rabi' b. Ziyad-i
Harisî'ye isnat eden hayale kapılmıştır. Çünkü Rabi' b.
Ziyad, Hucr b. Adiy'in öldürüldüğünü haber alınca,
"Allah'ım! Eğer Rabi'nin senin yanında bir hayrı varsa,
canını al!" dedi ve o meclisten çıkmadan öldü.
Muaviye
döneminde humsun durumu böyleydi. Onun döneminde Resul-i
Ekrem (s.a.a)'in mirası konusuna gelince; İbn-i Ebi'l -
Hadid Fedek'le ilgili olarak şöyle yazıyor:
Muaviye,
Hasan b. Ali (a.s)'ın ölümünden sonra Fedek'in üçte birini
Mervan b. Hakem'a, üçte birini Amr b. Osman'a ve üçte birini
de oğlu Yezid b. Muaviye'ye verdi. Fedek onların
tasarrufundaydı; nihayet daha sonra tamamı Mervan b. Hekem'e
verildi.
İbn-i Sa'd
kendi Tabakat'ında şöyle kaydeder: Muaviye Mervan b. Hakem'e
öfkelenip onu Medine hükümetinden alınca, Mervan'ın
temsilcisi tarafından idare edilen Fedek'i de ondan geri
aldı. Velid b. Utbe onu Muaviye'den istedi; fakat Muaviye
Fedek'i ona vermedi. Sonra Said b. As talep etti, fakat
Muaviye onunla da muvafakat etmedi. Fakat Mervan'ı tekrar
Medine valiliğine atayınca, Mervan istemeden Fedek'i ona
verdiği gibi geçmişteki mahsullerinin değerini de ona
vermelerini emretti!
Fakat bazı
yazarları Muaviye'nin Fedek'i Mervan'a bağışlayan ilk kişi
olduğunu sanmışlardır; oysa bu işi daha önce Osman yapmıştı.
Bu yanlışlığın nedeni Muaviye'nin ikinci defada Fedek'i
Mervan'a vermesi olabilir.
Ömer b. Abdulaziz
dışında diğer Benî Ümeyye halifeleri humusta kendi
mallarıymış gibi tasarruf ediyorlardı. Onu istedikleri gibi
bağışlıyor, bazen de kendi ellerinde tutup gelirini kendi
servetlerine ekliyorlardı; örneğin Velid b. Abdulmelik onu
oğlu Ömer b. Velid'e bağışlamıştır.
Nesaî bu konuda şöyle söylemiştir: Ömer
b. Abdulaziz, Ömer b. Velid'de şöyle bir mektup yazmıştır:
Baban humsun tümünü sana verdi; oysa
babanın payı Müslümanlardan birinin payı kadardı. Ayrıca
onun içinde Allah'ın, Resulünün, yakınlarının, yetimlerin,
yoksulların ve yolda kamışların hakkı da var. Babanın bu
zulmünden dolayı ne kadar da çok düşmanı var; bu kadar
düşmanın elinden kurtulmak nasıl mümkün olur? Oysa onun oğlu
olan sen açıkça şarkı söylüyor, kaval çalıyor ve diğer çalgı
aletleriyle uğraşıp İslam dininde bidatlar çıkarıyorsun!
Şimdi ben, içinde bulunduğun bütün o kötülüklerden seni
kurtarması için birini göndermeye karar verdim.
Biz bu hadis dışında başka bir yerde
Muaviye'den sonra humus ve Resulullah (s.a.a)'in mirasından
bahsedildiğini veya Muaviye'nin dönemindeki durumda bir
değişiklik yapıldığını görmedik.
Ömer b. Abdulaziz, Medine kadısı
Ebubekir b. Muhammed'd b. Amr b. Hazm'a
bir mektup yazarak Hayber'in Resulullah (s.a.a)'in
Hayber'den kendisine ulaşan humsu mu yoksa o hazretin
kendisine has bir yer mi olduğunu araştırmasını istedi.
Ebubekir araştırdıktan sonra onun Resul-i Ekrem (s.a.a)'in
humsu olduğunu bildirdi. Bunun üzerine Ömer b. Abdulaziz,
Ebubekir b. Muhammed'e dört veya beş bin dinar gönderdi ve
beş veya altı bin dinar da Fedek gelirinden alıp on bin
dinarı tamamlayarak kadın erkek, küçük büyük demeden eşit
olarak Haşim oğulları arasında bölüştürmesini emretti.
Ebubekir de onun emrini yerine getirdi.
İbn-i Sa'd kendi Tabakat'ında İmam
Sadık (a.s)'dan şöyle rivayet etmiştir: Ömer b. Abdulaziz
yakınların hissesini Abdulmuttalib oğulları arasında
bölüştürdü; fakat Abdulmuttalib boyundan olmayan kadınlarına
bir şey vermedi.
Ve yine şöyle diyor: Ömer b.
Abdulaziz'in, humsu Haşim oğulları arasında bölüştürmesine
yönelik mektubu Medine valisine ulaşınca vali Muttalib
oğullarına bir şey vermeyip onları humustan mahrum etmeye
karar verdi. Fakat Abdulmuttalib oğulları itiraz ederek,
onlar da kendi hisselerini almadıkça biz bir dirhem bile
almayız dediler. Medine valisi Ömer b. Abdulaziz'e bir
mektup yazarak durumu bildirdi. Ömer b. Abdulaziz, onlar
arasında bir fark yoktur. Onların hepsi eskiden beri
Abdulmuttalib oğullarındandırlar. Dolayısıyla, Abdulmuttalib
oğulları gibi humustan onlara da ver.
Ebu Yusuf, "Harac" adlı kitabında şöyle
yazmaktadır: Ömer b. Abdulaziz Resulullah (s.a.a) ve
yakınların hissesini Haşim oğullarına gönderdi.
İbn-i Sa'd da şöyle rivayet etmiştir:
Hüseyin kızı Fatıma Ömer b. Abdulaziz'e bir mektup yazarak
bu davranışından dolayı ona teşekkür etti ve dedi ki: "Sen
bakıcısı olmayanlara hizmet ettin, çıplak olanları
giydirdin." Ömer b. Abdulaziz bu mektuptan dolayı memnun
oldu.
İbn-i Sa'd daha sonra şöyle yazıyor:
Ömer b. Abdulaziz Fatıma bint-i Hüseyin'e, "Sağ kalacak
olursam sizin tüm haklarınızı vereceğim" şeklinde yazdı.
Yakut Hamevî şöyle yazmaktadır: Ömer b.
Abdulaziz hilafete geçince Medine'deki valisine bir mektup
yazarak Fedek'i Fatıma (s.a) oğullarına geri verdi.
Şerh-u Nehci'l - Belaga'da bunun hemen
peşinden şöyle geçer: Ebubekir b. Hazm, Ömer b. Abdulaziz'e
şöyle cevap yazdı: Fatıma'nın Osman oğullarında, falan ve
filan oğullarında da çocukları vardır; maksadınız bunlardan
hangisidir?"
Ömer b. Abdulaziz ona şöyle yazdı:
Sana, "Bir koyun kes" diye yazacak olursam sen bana,
"Boynuzlu mu olsun boynuzsuz mu?" yazacaksın veya sana, "Bir
buzağı kes" diye yazacak olursam, sen bana, "Ne renkte
olsun?!" diye mi yazacaksın. Bu mektubumu alınca Fedek'i
Fatıma (s.a) ve Ali (a.s) evlatları arasında bölüştür.
Vesselam.
İbn-i Ebi'l - Hadid daha sonra şöyle
yazıyor:
Bu emir yüzünden Ümeyye oğulları Ömer
b. Abdulaziz'i kınayarak, "Sen bu hareketinle Ebubekir ve
Ömer'in girişimlerinin çirkin bir hareket olduğunu ortaya
koydun!" dediler ve Kufe halkından bir grup da ayaklandılar.
Bu grup Ömer b. Abdulaziz'i kınayınca onlara şöyle dedi:
Sizler çok cahil ve unutkan kişilersiniz. Ben sizden daha
iyi bilmekteyim. Ebubekir b. Ömer b. Hazm bana babası
kanalıyla dedesinden Resulullah (s.a.a)'in, "Fatıma benim
vücudumun bir parçasıdır; onu öfkelendiren şey beni
öfkelendirir, onu razı eden şey beni razı eder" buyurduğunu
rivayet etmiştir. Fedek Ebubekir ve Ömer döneminde
Resulullah (s.a.a)'a has bir yerdi. Daha sonra Mervan'a
ulaştı. O da onu babam Abdulaziz'e bağışladı; nitekim
Fedek'in hepsi benim malım oldu. Ben de onu Fatıma'nın
evlatlarına vermeyi uygun gördüm.
Onlar, "Eğer bu kararında ciddiysen
Fedek'i kendi elinde tut ve onun gelirini onlar arasında
bölüştür" dediler. Bunun üzerine Ömer b. Abdulaziz de öyle
yaptı.
Başka bir rivayette şöyle geçer: Ömer
b. Abdulaziz hilafete geçince Fedek asıl sahiplerine iade
edilen zorla alınmış ilk maldı. Hasan b. Hasan b. Ali b.
Ebutalib bir rivayete göre Ali b. Hüseyin (a.s)'ı çağırtarak
Fedek'i ona bıraktı. Ömer b. Abdulaziz'in hilafeti boyunca
Fedek Fatıma (s.a)'in evlatlarının elinde kaldı.
Ömer b. Abdulaziz'den sonra artık
humustan bahsedilmedi; fakat Fedek hakkında Yakut-i Hamevî
ve İbn-i Ebi'l - Hadid şöyle yazmaktalar: Yezid b. Atike
hilafete ulaşınca Fedek'i Fatıma evlatlarından geri alınca
tekrar Mervan oğullarının eline geçti. Onlar da
hilafetlerinin sonuna kadar onu elden ele gezdirdiler.
Ebu'l Abbas Seffah
hilafete ulaşınca Fedek'i Abdullah b. Hasan b. Hasan b.
Ali'ye verdi. Fakat Ebu Cafer Mensur Hasan oğullarının
kıyamları nedeniyle onu geri aldı! Daha sonra oğlu Medi
Abbasî onu Fatıma oğullarına verdi. Fakat onun çocukları
Musa ve Harun onu geri alarak kendi ellerinde bulundurdular.
Fakat Me'mun hilafete geçince onu tekrar Fatıma (s.a)
evlatlarına verdi.
Ebubekir şöyle diyor: Muhammed b.
Zekeriyya, Mehdi b. Sabik'ten bana şöyle rivayet etti:
Me'mun haksız yere alınan malları incelediğinde kendisine
verilen ilk mektubu açıp okuyunca şiddetli bir şekilde
ağladı. Sonra başının üstünde duran adama, "Fatıma'nın
vekili nerededir?" diye sordu. Bunun üzerine cüppe, başında
emame ve ayağında yırtık bir ayakkabı olan yaşlı bir adam
ayağa kalkarak Fedek hakkında Me'mun'la tartışmaya başladı.
Me'mun onun için delil getiriyor ve o da bunun karşısında
delil sunuyordu. Nihayet Me'mun Fedek'i Fatıma evlatlarının
adına geçirmelerini emretti. Fedek senedini hazırlanıp
Me'mun'a getirdiler. Me'mun onu imzalayınca şair De'bel
ayağa kalkarak bu beyitle başlayan şiirler okudu:
Zamanenin çehresi ne kadar da gülünç
olmuş
Me'mun Haşim'e Fedek'i vermiş!
Bu fermanın tafsilatı Belazurî'nin
Futuh-u Buldan adlı kitabında şöyle geçer: Hicretin iki yüz
onuncu yılında müminlerin emiri Me'mun Abdullah b. Harun-i
Reşid Fedek'in Fatıma evlatlarına verilmesini emretti ve
Medine'deki valisi Kusem b. Cafer'e şöyle yazdı:
Ama sonra; müminlerin emiri Allah'ın
dinine ilgi duyması, Resulullah (s.a.a)'in halifesi ve onun
akrabası olması hasebiyle onun sünnetini izleyip, emrini
yerine getirmesi, bağışlarını bağışladığı kimselere iade
etmesi, sadakalarını yerlerinde harcaması daha evladır ve o
böyle de yaptı. Bu konuda müminleirn emirin emirine başarı
vermek, sürçmelerden korumak ve kendisine Allah'a
yaklaştıracak işleri yapmaya meyillendirmek Allah'a düşer.
Şüphesiz Resulullah (s.a.a) Fedek'i
kızı Fatıma'ya bağışlamıştır ve bu herkesçe bilinen,
Resulullah (s.a.a)'in Ehlibeytince üzerinde ihtilaf olmayan
bir konudur. Onlar sürekli onda tasarruf etmede kendilerinin
hak sahibi olduklarını iddia etmişlerdir. İşte bu nedenle
müminlerin emiri onu Allah rızası, hak ve adaleti uygulamak
ve Resulullah (s.a.a)'in emrini yerine getirmek için
Fatıma'nın mirasçılarına vermeye karar verdi ve bu konunun
emlak ve hesap defterlerine işlenmesini ve bütün valilere
bildirilmesini emretti.
Şimdi eğer Resulullah (s.a.a)'ten sonra
her mevsimde (hac günlerinde) zulme uğrayan bir kişi bağırıp
sadaka, hibe veya bunlardan belli bir miktarından zulme
maruz kalan hakkını isterse sözleri kabul edilip iddiası
dinlenecektir. Fatıma, Resulullah (s.a.a)'in kendisine
bağışladığı şeyler konusunda sözleri dinlenen ve teyit
edilen ilk kişidir.
İşte bu yüzden müminlerin emiri kölesi
Mübarek Taberi'ye Fedek'i tümüyle ve bütün haklarıyla,
mülkü, tahılı vs. tüm mahsulleriyle Resulullah (s.a.a)'in
kızı Fatıma'nın mirasçılarına vermelerini ve müminlerin
emirinden taraf onun yönetimini üstlenmeleri ve sahiplerinin
lehine onu idare etmeleri için Muhammed b. Yahya b. Hüseyin
b. Zeyd b. Ali b. Hüseyin b. Ali b. Ebutalib'e ve Muhammed
b. Abdullah b. Hasan b. Ali b. Hüseyin b. Ali b. Ebutalib'e
vermesini emretti.
Şimdi sen (Kusem b. Cafer) de bunun
emirulmüminin görüşü olduğunu ve Allah Teala'nın onun
kalbine kendisine itaat etmesini ilham ettiğini, onu kendisi
ve peygamberine yaklaşmaya muvaffak kıldığını bil ve senden
taraf işlerin idaresini üstlenenleri de bilinçlendir;
Muhammed b. Yahya ve Muhammed b. Abdullah'a kendi görevlin
Muhabek Taberî gibi davran; o ikisine Fedek'i
bayındırlaştırma, düzeltme, mahsullerini artırma konusunda
yardım et. Vesselam.
Bu emirname hicretin 210. yılının
Zilkade ayının ikisinde, Çarşamba günü düzenlenmiştir. Fakat
Mütevekkil al'allah (Allah ona rahmet etsin-!-) hilafete
geçince Fedek'i geri alarak Me'mun'dan -Allah ona rahmet
etsin -!-) önce olduğu gibi idare edilmesini emretti!
İbn-i Ebi'l - Hadid bu rivayetin
devamında şöyle yazıyor: Fedek Mütevekkil'in dönemine kadar
onların (Fatıma oğullarının) elindeydi; fakat Mütevekkil onu
alarak Abdullah b. Ömer-i Baziyar'a verdi. O dönemde
Fedek'te Resulullah (s.a.a)'in mübarek eliyle diktiği on bir
hurma ağacı vardı; Fatıma evlatlarının o ağaçların
hurmalarını toplayarak hac mevsiminde teberrük olarak
hacılara hediye ediyorlardı; onlar da bunun karşısında
Fatıma evlatlarına ikramda bulunup bağış yapıyorlardı; ve
onlar bu yolla büyük bir servet elde ediyorlardı. Fakat
sonunda Abdullah b. Ömer onları kesti. Abdullah b. Ömer bu
iş için Bişran b. Ebi Ümmeyye-i Sakafî'yi Medine'ye
gönderdi. Bişran bu hurma ağaçlarını kesip Basra'ya dönünce
felç oldu.
Bu, Fedek ve humus hakkında
Müslümanların halifeleri tarafından elimize ulaşan son
rivayettir; fakat bu konuda Hulefa Mektebi ulemasının
görüşleri şöyledir:
* * *
Daha önce humus konusunda halifelerin
görüşlerine ve nesilden nesle yaptıklarına değindik ve
onların görüşlerinin birbirleriyle nasıl çeliştiğini, humus
konusunda Hulefa Mektebi ulemasının görüşlerinin de
halifelerin davranışı gibi birbiriyle zıt olduğunu gördük.
İbn-i Rüşd diyor ki: Humus konusunda
fakihler dört gruba ayrılmışlardır:
1- Kur'an-ı Kerim'in açık nassıyla
humus beş kısma bölünür; Şafiî de böyle diyor.
2- Humus dört kısma ayrılır…
3- Resulullah (s.a.a)'in vefatından
sonra Resulullah (s.a.a) ve akrabalarının hissesi düştüğü
için humus bugün üç kısma ayrılır.
4- Humus hem zengine ve hem de fakire
verilen fey ve bağış hükmündedir.
Ancak humsun dört veya beş kısma
ayrıldığını söyleyenler Resulullah (s.a.a)'ten sonra o
hazretin ve yakınların hissesinin harcanması konusunda iki
gruba ayrılmışlardır. Bazıları, onların hisselerinin humus
alan diğer sınıflara eklendiğini söylerken, bazıları da
Resulullah (s.a.a)'in hissesinin imama ve yakınlarının
hissesinin de imamın yakınlarına verilmesi gerektiğini
söylemişlerdir. Üçüncü bir grup da her iki hissenin silah ve
savaş araç-gereçleri temin etmek için kullanması gerektiğini
vurgulamışlardır.
Hulefa Mektebi uleması yakınlık ve
yakınların kimler olduğu konusunda ihtilaf etmişlerdir.
İbn-i Kudame, el-Muğnî adlı kitabında
Ebubekir'in humsu üç kısma ayırdığı rivayeti kaydettikten
sonra şöyle yazıyor:
Bu Ebu Hanife ve izleyicileri gibi rey
sahiplerinin görüşüdür. Onlar diyorlar ki, humus üç kısma
bölüştürülür: Yetimler, miskinler ve yolda kalmışlar.
Peygamber ve yakınlarının hissesi ise o hazretin vefatıyla
düşmüştür.
Fakat Malik fey ve humsun bir
olduklarına ve her ikisinin de beytulmala ait olduğuna
inanmaktadır.
Ancak Surî ve Hasan, "Humsu imam Allah
Teala'nın gösterdiği şekilde harcar" diyorlar.
Fakat Ebu Hanife'nin sözleri humus
ayetinin zahiriyle çelişmektedir; çünkü Allah Teala,
peygamber ve yakınları için bir şey tayin etmiş ve humusta
onlara kesin bir hak belirtmiştir; nitekim diğer üç gruba da
belli bir hak belirtmiştir. O halde kim buna muhalefet
ederse Kur'an-ı Kerim'in açık nassına muhalefet etmiş olur.
Fakat, "Ebubekir ve Ömer (Allah
onlardan razı olsun) yakınların hissesini hayır işlerde
harcıyorlardı" sözünü Ahmed b. Hanbel'e naklettiklerinde
Ahmet susup başını sallayarak bunu kabul etmemiş, İbn-i
Abbas ve onunla aynı görüşte olanların sözlerinin Kur'an-ı
Kerim ve Resulullah (s.a.a)'in sünnetiyle daha çok uyum
içerisinde olduğu için onun daha evla olduğunu belirtmiştir…
Ebu Ye'la ve Mâverdî ise humsun masraf
yerinin halifenin içtihadıyla tayin edileceğini
söylemişlerdir.
* * *
Halifelerin humus ve Resulullah
(s.a.a)'in kızının hakkı konusunda içtihadlarıyla ilgili
bahsimiz oldukça uzadı ve bu konuda her ikisi sözkonusu
edildi. Şimdi buraya kadar değinilen görüşleri toparlayıp
sonuç almak ve daha fazla açıklama için ona bazı noktalar
eklemek zorundayız.
Halifelerin humus ve Resulullah
(s.a.a)'in kızının hakkı konusundaki içtihadlarından
maksadın asırlar buyu örtülü bırakıldıktan sonra ne olduğunu
anlamak için ilk önce "zekat", "fey", "safa", "enfal",
"ganimet" ve hums kavramlarını incelemek zorunda kaldık ve
bu incelemede şunları gördük:
a- İslam dininde "Zekat" genel
anlamıyla Allah'ın maldaki hakkıdır.
b- "Sadaka" altın, gümüş, tahıl ve
hayvanlardan her biri nisap haddine ulaştığında onlardan
ayrılması veya Ramazan bayramında ödenmesi gereken şeye
verilen isimdir. Bunun delillerinden biri, Resulullah
(s.a.a)'in mektuplarında humus, sadaka ve safiy
sözcüklerinin zekat çeşitlerini beyan etmek için geçmiş
olmasıdır. O halde sadaka zekat anlamında değil, aksine
zekat çeşitlerinden biridir. Ayrıca, zekatın Kur'an-ı
Kerim'in Mekki ayetlerinde ve Medine'den sadaka yasanmadan
önce geçtiğini göz önüne bulundurarak onun sadaka anlamında
olduğu nasıl söylenebilir?
Buraya kadar söylediklerimizin ışığında
Resulullah (s.a.a)'in, "Malının zekatını verince Allah'ın
maldaki hakkını vermiş olursun" şeklindeki hadisi şöyle
anlamlandırılmaktadır: Malında ödenmesi farz olan şeyi
ödeyince, Allah'ın hakkını ödemiş olursun; fakat malın
müstehap olarak ödenişi farz değil, "nafile"dir. "Kim bir
mal elde ederse üzerinden bir yıl geçmedikçe onda zekat
yoktur" hadisi de şu anlamdadır: Üzerinden bir yıl
geçmedikçe Allah Teala'nın bir kimsenin malında bir hakkı
yoktur. Bunun benzerleri de aynı şekildedir.
Sadaka da bu söylediğimiz şeyle, yine
insanın Allah rızası için kendi malından müstehap veya farz
olarak ödediği şey arasında ortaktır ve bu ikisi arasındaki
fark şudur: Altın, gümüş, tahıllar ve hayvanlardaki farz
hakkı şerî hakim zor uygulayarak alırsa ona farz zekat ve
sadaka denir; insanın sadece Allah rızası için ödediği şey
ise farz sadaka değildir.
c- "Fey" savaşmadan düşmandan elde
edilen mala denir. Benî Nazire mallarının fey olduğunda ve
Resulullah (s.a.a)'in kendi malında tasarruf eden bir malik
gibi onda tasarruf ettiğinde ittifak vardır.
d- "Enfal", "fey" sözcüğünün çoğulu
olup bağış ve yine haddinden fazlalık anlamındadır.
Dolayısıyla, "enfelehu", "ona daha fazla verdi"
anlamındadır.
Kur'an-ı Kerim'de "enfal" kavramı Bedi
savaşı hakkında kullanılmıştır; Allah Teala Müslümanların
Bedir savaşında kafirlerden elde ettikleri malların sahibi
olmadıklarını belirtmiştir. Bu sözcük Ehlibeyt İmamları
(a.s)'ın hadislerinde de geçmiş olup savaşmadan düşman
topraklarından elde edilen her şey veya sahiplerinin
savaşmadan göç ettikleri topraklar anlamındadır; yine
padişahların verdikleri mal ve topraklar, kaleler, surlar,
işlenmemiş topraklar vb. şeyler anlamına da gelir.
e- Ganimet ve muğnim; Araplar cahiliye
döneminde ve İslam'ın zuhurunan sonra bir şeyi zahmete
katlanmadan ve meşakkat görmeden elde etselerdi ona,
"ganimet" ve "muğnim" diyorlardı. İğtinam, ganimet toplamak
için diğerlerinden öne geçmek anlamındadır. Fakat Araplar
savaşta kendilerine mağlup düşen kimseden zahmet ve
meşakkatle elbise, silah, merkep ve yanındaki diğer şeyleri
aldıkları zaman "selebehu = yağmaladı" diyorlardı; o da
kendisine. Fakat eğer onu tüm mal ve mülkünden mahrum
etseydi, bu işe "harbe" denirdi. Onlarında yanında,
yağmalama ise günümüzdeki ganimet ve muğnim anlamındaydı.
"Ğenem" sözcüğü ilk defa, meşakkat ve
zahmeti göz önünde bulundurmaksızın düşmanda alınan mal
kazancı anlamında Kur'an-ı Kerim'de, Bedir savaşı hakkında
kullanılmıştır; Allah Teala ondan kişisel sahiplenme hakkını
kaldırıp "enfal" diye adlandırarak tümünü Allah ve Resulüne
has kılmış ve daha sonra onu ganimet ve kazanç olarak o
savaşçılara bırakmıştır. Bu ayette genel olarak ganimet ve
kazancın humsunu Allah, Resulü ve o hazretin yakınlarına has
kılmıştır; oysa cahiliye döneminde onun dörtte biri sadece
reise veriliyordu.
Allah Teala genel olarak kazançtan
humus alınmasını yasamış ve dörtte biri beşte bire düşürmüş
ve onun altı yerde eşit olarak harcanmasını emretmiştir;
oysa cahiliye döneminde reisin hissesi sadece kendisine
ulaşır ve hiç kimse ona ortak olmazdı.
Ayrıca, humsun genel olarak her türlü
kazançta farz olduğunun başka bir delili ise Resulullah
(s.a.a)'in maden, define ve hazine gelirlerinden humus
aldığı konusunda bütün Müslümanlar ittifak içerisindedirler;
oysa Müslümanlar bu gibi gelirleri savaş yoluyla elde
etmemişlerdi.
Yine sünnette Resul-i Ekrem (s.a.a)'in
Abdulkays temsilcilerine kazançlarının humsunu vermelerini
emrettiği geçmektedir. O hazret bu emri, İslam hükümlerini
kabilenin diğer fertlerine öğretmeleri için onlara öğretince
vermiştir. Çünkü onlar "Muzirr" kabilesinin korkusundan
haram aylar dışında kendi kabilelerinden çıkamıyorlardı;
böyle bir kabilenin savaş halinde olduğu ve dolayısıyla
burada ganimetten, savaş ganimetlerinin kastedildiği
düşünülemez. Dolayısıyla, Resul-i Ekrem (s.a.a) "ganimetler"
sözcüğünden maksadı, o kabilenin tüm malî gelir ve
kazançları olması gerekiyor.
Ve yine Resul-i Ekrem (s.a.a)'in
Müslüman olan diğer Arap kabilelerine yazdığı mektuplarda da
bu konu apaçık bir şekilde görünmektedir. Yine valilerine
yazdığı mektuplarda; örneğin Yemen halkı Müslüman olduktan
sora Yemen'e gönderdiği valilerine yazmış olduğu genelgede
şöyle geçer: "Müminlere farz olan sadaka ve kazançlarının
humsu onlardan alınsın."
Yine Resulullah (s.a.a)'in Sa'd
kabilesine yazdığı mektupta humus ve sadakaları kendisinin
iki elçisine vermelerini bildirmiştir. Bu kabile savaştan
dönmediği için Resulullah (s.a.a)'in onlardan savaş
ganimetlerinin humsunu istediği düşünülemez; dolayısıyla o
hazret onlarda ilgili konularda sadakalarını ve
kazançlarının humsunu vermelerini istemişti. Buna binaen,
Resul-i Ekrem (s.a.a)'in Müslüman olan Arap kabilelerine
yazdığı diğer mektuplarda geçen "humus" sözcüğünden maksat
onların kazançlarının beşte biriydi.
Bu söylediklerimizi destekleyen bir
nokta da şudur: İslam dininde savaş hükmü cahiliye döneminde
Arapların yaptığı savaşlarla tamamen farklıdır. Cahiliye
döneminde her kabile kendisiyle sözleşmesi olmayan
kabilelere saldırıp her yolla onların mallarını yağmalama
hakkını kendisine veriyordu; bu durumda saldırgan kabilenin
fertleri kabile reisine has olan dörtte bir dışında
yağmaladıkları şeylere sahipleniyorlardı; Oysa İslam dininde
böyle değildir; dolayısıyla Resulullah (s.a.a)'in reislik
hakkı olarak dörtte bir yerine beşte bir aldığı kabul
edilemez. Aksine İslam kuralları dahilinde savaş ilan etme
hakkına sadece İslam'ın en büyük hakimi sahiptir ve
Müslümanlar onun emrine itaat ederler ve savaş sonunda o
hakimin kendisi veya temsilcisi savaş ganimetlerini alır ve
ordudaki savaşçılardan hiç birinin savaşta kendisinin
öldürdüğü kişiden aldığı eşyalar dışında o ganimetlerde bir
hakkı yoktur. Aksine her savaşçı bir iğne ve iplik bile olsa
elde ettiği şeyi savaş hazinesine teslim etmelidir; aksi
durumda ihanet etmiş ve insana utanç vesilesi ve kötü isim
kazanmış olurlar ve kıyamette de aldığı o şey cehennem ateşi
olarak kendisine verilir. Dolayısıyla, hakim ve baş kumandan
bütün savaş ganimetlerini ele geçirdikten sonra onun humsunu
alıp geri kalanını ordudakiler arasında bölüştürür.
O halde İslam dininde savaş ilan etme,
savaş ganimetlerini teslim alıp humsunu çıktıktan sonra geri
kalanını ordudaki askerler arasında bölüştürme hakkına ancak
hakim sahiptir ve başka birinin böyle bir şeye hakkı yoktur.
İslam dininde böyle olduğu ve Resul-i
Ekrem (s.a.a)'in döneminde humus alma o hazretin bu
ümmetteki vazifelerinden olduğu için o hazretin kişilerden
humus talep etmesi ve yazdığı çeşitli mektuplarda defalarca
bunu vurgulamasının, bu mektupların muhataplarına sadaka
gibi mallarının humsunu vermeleri de farz bir amel olduğu ve
bunun savaş ganimetlerine has olmadığı dışında bir anlam
ifade etmez.
Dolayısıyla, Resul-i Ekrem (s.a.a)
Müslüman olanlardan farz sadaka dışında bütün kazançlarının
humsunu da vermelerini istiyordu. O dönemde "ganimet"
sözcüğü genel olarak "kazanç" anlamında kullanılıyordu.
Fakat Müslümanlar fütuhat yaptıktan, halifeler humusta hisse
sahiplerine humus vermekten sakındıktan sonra ve Müslümanlar
da bu hükmü unutunca humus kavramı Müslümanlar arasında
değişti.
Ancak humsun harcanması gereken yerlere
gelince; ayet-i kerime humsun Allah, Resulü, peygamberin
yakınları ve o hazretin soyundan olan yetimler, miskinler ve
yolda kalmışlara verilmesi gerektiğini apaçık bir şekilde
vurgulamaktadır. Dolayısıyla, humus altı eşit hisseye
bölünür.
Bazı rivayetlerde Allah ve Resulünün
hissesinin bir hisse sayılışı ise, eğer bu ikisinin bir
yönde harcanması gerektiği ve Resul-i Ekrem (s.a.a)'in onda
tasarruf ettiği kastedilmişse; bu doğrudur; aksi durumda
ayetin zahirine aykırıdır.
Ehlibeyt İmalarından (a.s) nakledilen
mütevatir rivayetlerde yakınların hissesi Resulullah
(s.a.a)'in döneminde ve o hazretten sonra Ehlibeyte ve diğer
Ehlibeyt İmamlarına (a.s) verildiği, Allah, peygamber ve
peygamberin yakınlarının hisselerine gelince, Allah'ın
hissesinin Resulullah (s.a.a)'e verildiği ve o hazretin onu
uygun gördüğü bir şekilde harcadığı ve diğer iki hissenin de
o hazretten sonra yerine geçen imama verildiği
belirtilmiştir. Dolayısıyla, günümüzde humsun yarısı imam
olması hasebiyle Hz. Mehdi (a.f)'e ve diğer yarısı ise,
Resul-i Ekrem (s.a.a)'le akrabalıkları nedeniyle
ihtiyaçlarını gidermeleri için humus almayı hakkeden o
hazretin yakınlarından olan yetimler, miskinler ve yolda
kalmışlara verilir. Bundan bir şey artarsa valinin kendisine
taalluk eder ve az gelecek olursa vali onu telafi eder.
Humus alan kişilerden biri ölünce de aldıkları şey
kendilerinden sonra mirasçılarına ulaşır.
Şu noktayı da unutmamak gerekir ki
Ehlibeyt dışında fakir olmaları nedeniyle humsun yarısına
hak kazanan Resulullah (s.a.a)'in yakınları, Allah Teala'nın
sadakayı kendilerine haram ettiği Abdulmuttalib ve
Muttalib'in erkek çocuklarıdırlar. Resulullah (s.a.a) bu
yakınlarının hiç birini ve hatta onların kölelerini bile
sadakaları toplayarak ondan bir ücret hakkı almamaları için
sadakaları toplamakla görevlendirmemiştir. Nitekim o hazret
kendisinin azad ettiği kölesini sadaka memurlarıyla iş
birliği yaparak bu yolla bir şey almaması için bu işten
alıkoymuştur.
Resulullah (s.a.a)'in Ehlibeyti de bu konuda o hazreti
izlemişlerdir.
İşte buradan İbn-i Hişam gibi Resul-i
Ekrem (s.a.a)'in, amcası oğlu Ali (a.s)'ı sadaka toplaması
için Yemen'e gönderdiğini sanan kimselerin
ne kadar yanıldıkları anlaşılmaktadır. Çünkü
diğerlerinin de tasrih ettikleri gibi Resulullah (s.a.a) Ali
(a.s)'ı humus alması için oraya göndermiştir.
İbn-i Hişam kendi Sire'sinde Resulullah
(s.a.a) tarafından sadaka toplamak için görevlendirilenler
babında şöyle yazıyor:
Resulullah (s.a.a) memurlarını sadaka
toplamaları için görevlendirdi…. Ali b. Ebutalib'i de
onların sadakalarını toplaması ve cizyelerini alması için
Necran'a gönderdi.
Daha sonra Ali'nin (Allah ondan razı
olsun) hacda Resulullah (s.a.a)'e ulaşması babında şöyle
diyor: Ali (Allah ondan razı olsun) Yemen'den gelince emir
altındaki ashabından birini kendi yerine geçirerek
Resulullah (s.a.a)'le görüşmek için beraberindekilerden öne
geçti. Bu adam ordudaki herkese giymeleri için Ali'nin
beraberinde getirdiği elbiselerden bir tane verdi. Ordu
yaklaşınca Ali onları görmek için dışarı çıktığında
üzerlerindeki elbiseleri görüp ona, "Eyvahlar olsun sana!
Nedir bu haliniz?!" diye sordu. Adam, "Ben ordunun halkın
gözünde güzel görünmesi için böyle yaptım!" dedi. Ali,
"Eyvahlar olsun sana! Resulullah (s.a.a)'in huzuruna
varmadan hepsini çıkar" dedi. O da elbiseleri geri alarak
yerlerine bırakınca askerler itiraz ederek Ali'yi Resulullah
(s.a.a)'e şikayet ettiler.
Ravi diyor ki: Bu şikayetten sonra
Resulullah (s.a.a) ayağa kalkarak şöyle buyurdu: "Ey
insanlar Ali'den şikayet etmeyiniz. Vallahi Ali Allah için
ve Allah yolunda hiçbir şikayetten çekinmez."
İbn-i Hişam kitabının başka bir
yerinde, "es-seraya ve'l buus" bölümünde Ali b. Ebutalib
(a.s)'ın Yemen'deki savaşla ilgili görevi hakkında şöyle
yazıyor:
Ali orada iki defa savaşmıştır…
Resulullah (s.a.a) Ali b. Ebutalib'i Yemen'e gönderdi Halid
b. Velid'i ise başka bir orduya verdi ve "İki ordu buluşursa
baş kumandan Ali'dir" buyurdu…
Buna binaen, İmam Ali (a.s)'ın iki defa
savaş için ve bir defa da vergileri toplamak üzere Yemen'de
toplam üç defa görev aldığı söylenmiştir. Bu görevlerin
rivayetleri ulemaya ulaşmamış ve onlar işi
karıştırmışlardır. Şimdi gerçeğin anlaşılması için bu
rivayetleri aşağıda özetle naklediyoruz:
Sahih-i Buharî'de Berra b. Azib'den
şöyle rivayet edilmiştir: Resulullah (s.a.a) bizi Halid b.
Velid'le birlikte Yemen'e gönderdi ve bir müddet sonra onun
yerine Ali b. Ebutalib'i göndererek ona, "Halid'in
askerlerine, isteyenlerin senin orduna geçmelerini öner"
buyurdu.
Beyhakî bu rivayetin ayrıntılı bir
şekilde Berra b. Azib'den şöyle rivayet etmektedir:
Resulullah (s.a.a), Halid b. Velid'i
halkı İslam'a davet etmesi için Yemen'e gönderdi. Ben de bu
görevde onunla birlikteydim. Biz altı ay kadar orada kalıp
halkı İslam'a davet ettik; fakat hiç kimse kabul etmedi. Bu
yüzden Resulullah (s.a.a) bu işe Ali b. Ebutalib'i
görevlendirdi ve ona Halid b. Velid'in geri dönmesini; ancak
Halid b. Velid'le olup da kendisiyle kalmak isteyenlerin
kalabileceklerini emretti.
Berra diyor ki: Ben de Ali'ye
katılanların arasındaydım. Yemen'e yaklaşınca Yemen halkı
bizi karşılamak için dışarı çıkmışlardı. Sonra Ali öne
geçti; biz de onun arkasında namaza durduk. Daha sonra
hepimizi bir sıraya geçirdi. Kendisi de önümüze geçerek
Resul-i Ekrem (s.a.a)'in mektubunu onlara okudur. Bunun
üzerine Hemdan kabilesinin hepsi Müslüman oldu. Ali durumu
Resulullah (s.a.a)'e raporlayıp onların Müslüman oldukların
bildirdi. Ali'nin mektubu Resulullah (s.a.a)'e ulaşınca onu
okuduktan sonra secdeye kapandı. Başını secdeden kaldırınca,
"Selam olsun Hemdan'a, selam olsun Hemdan'a" buyurdu.
Uyunu'l - Eser ve Emtau'l - Esma
kitaplarında bu olayın devamında şöyle geçer -ifade Emtau'l
- Esma'nındır-: Resulullah (s.a.a) "Selam olsun Hemdan'a"
buyurdu ve bu cümleyi üç defa tekrarladı. Daha sonra diğer
Yemenliler de Müslüman oldular.
Bu olayı, Buharî bazı bölümlerini
sansür ederek naklederken, başkaları tamamını naklettiği Hz.
Ali (a.s)'ın Yemendeki iki savaşından biridir. Buharî'nin bu
rivayeti sansür ederek rivayet etmesinin nedeni, bu
rivayetin devamında Ali b. Ebutali'n makamı karşısında Halid
b. Velid gibi meşhur bir sahabenin faziletini düşürecek
konuların yer almasıdır. İmamu'l - Muhaddisin Buhari (r.a)
şiddetli taassubundan dolayı ve onlara yediremediği için
kitabında Hulefa sisteminde yüce bir makama sahip olan bir
sahabenin makam ve faziletini düşürecek konulara yer
vermekten sakınmıştır.
İmam Ali (a.s)'ın Vakidî, Mukrizî ve
İbn-i Side'nin söyledikleri şey açısından değil, sadece sayı
bakımından Yemendeki ikinci savaşı ise özetle şöyledir:
Resul-i Ekrem (s.a.a), Ali (a.s)'ı üç
yüz kişiyle birlikte Mezhac'a gönderdi. İmam'ın emrindeki
askerler o bölgeye giren ilk askerlerdi. İmam (a.s)
askerlerini gruplara ayırarak çeşitli yerlere yerleştirdi ve
onlar yağmaladıkları bir miktar mal ve esirlerle geri
döndüler. Sonra onların savaşçılarından bir grupla
karşılaşıp onları İslam'a davet ettiler. Fakat onlar kabul
etmeyip savaştılar ve İmam'ın ordusunu ok yağmuruna
tuttular. Bunun üzerine İmam Ali (a.s)'ın ordusu onlara
saldırıp yirmisini öldürünce kaçmaya başladılar. Fakat
İmamın ordusu onları takip etmedi. Onları tekrar İslam'a
davet ettiler. Bu defa kabul ettiler ve onların başlarından
bir kaçı İslam adına Ali (a.s)'a biat ettiler. Daha sonra
Hz. Ali (a.s) ganimetlerin humsunu alıp geri kalan beşte
dördünü ordusu arasında bölüştürdü. Sonra geri döndüler.
İmam Ali (a.s) Ebu Rafi'i ordunun başına geçirip kendisi
Resulullah (s.a.a)'le bir an önce görüşmek için önde gitti.
İmam Ali (a.s) gittikten sonra askerler Ebu Rafi'den humsun
beşte birinden kendilerini giydirmesini istediler. Ebu Rafi'
de onlardan her birine iki elbise verdi. İmam Ali (a.s) geri
dönüp onları o halde görünce bu elbiseleri onlardan aldı.
Onlar da Ali (a.s)'ı Resul-i Ekrem (s.a.a)'e şikayet
ettiler!
Bu iki savaşta geçenler özetle
bunlardı. Ali (a.s)'ın malî vergileri almak için
görevlendirişine gelince; Buharî ve İbn-i Kayyim bu konuda,
"Bu memuriyet humus almak içindi" demişlerdir.
Fakat İbn-i Hişam ve onu izleyenler,
"Bu memuriyet sadakaları toplamak ve Necran halkından cizye
almak içindi" demişlerdir.
İmam Ali (a.s)'ın Yemen'e gidişiyle
ilgili Sihah, Müsnet ve Sire kitaplarında dağınık bir
şekilde nakledilen diğer rivayetler de vardır; fakat bu
rivayetlerin hiç birisinde İmam Ali (a.s)'ın neden Yemen'e
gittiği belirtilmemiştir. Örneğin Buharî, Nesaî ve Ahmed
-ifade Buharî'nindir-, "Ali Yemen'de olduğu zaman Resul-i
Ekrem (s.a.a)'e bir miktar altına bulaşmış toprak gönderdi"
demişlerdir.
Başka bir rivayette ise şöyle geçer:
Resul-i Ekrem (s.a.a)'e temizlenmiş bir deride altını daha
ayrılmamış bir miktar toprak gönderdi."
Bazı rivayetler Resulullah (s.a.a)'in
Ali (a.s)'ı kadı olarak Yemen'e gönderdiğini bildirmiş ve
İmam Ali (a.s)'ın bazı hükümlerini açıklamışlardır. Örneğin
Ahmed kendi Müsned'inde ve Ebu Davud kendi Sünen'inde
"keyfe'l - kaza" babında Ali (a.s)'dan şöyle rivayet
etmişlerdir:
Resulullah (s.a.a) beni kadı olarak
Yemen'e gönderdi. Ben, "Ya Resulullah! Ben hakimlikle ilgili
bir şey bilmediğim halde beni aralarında olaylar çıkacak
insanlara gönderiyorsun" diye arzettim. Resul-i Ekrem
(s.a.a), "Allah senin kalbini hidayet edecek, dilin haktan
sürçmeyecektir" buyurdu.
Müsned-i Ahmed'de şöyle geçer:
Resulullah (s.a.a) elini göğsüme bırakarak şöyle buyurdu:
"Allah seni sabit kılsın ve doğruya yöneltsin. Dava
tarafları karşında oturduklarında diğerinin de sözlerini
dinlemeden onlar arasında hükmetme; hüküm verme konusunda bu
en güzel metottur." İmam Ali (a.s), "Ondan sonra hüküm
vermede asla şek ve şüpheye düşmedim" buyuruyor.
İmam Ali (a.s)'ın bu yolculukta verdiği
bazı eşsiz ve göz alıcı hükümlerini getirmiş, örneğin
demişlerdir ki: Yemenli üç kişi o hazrete müracaat ederek
her biri babası olduğunu idda ettiği bir çocuk hakkında
hüküm vermesini istemişlerdir. Onlar bir kadınla bir
temizlenmede münasebette bulunduklarını ve bu çocuğu o
ilişkiden meydana geldiğini ileri sürüyorlardı!
Ali (a.s) onların ikisinden çocuğu
üçüncü kişiye bırakmalarını istedi. Fakat onlar kabul
etmediler. Ali (a.s) sonra onların diğer ikisinde aynı şeyi
istedi, onlar da kabul etmediler. Üçüncü defasında bu
öneriyi onların başka ikisine sundu; onlar da kabul
etmeyince Ali (a.s) onlara, "Sizler kötü ahlaklı
ortaklarsınız; ben sizin aranızda kur'a çekeceğim; kur'a
kimin adına çıkarsa çocuk ona verilecektir. Bu durumda
çocuğu alan kişi diğer iki kişiye diyetin üçte birini
vermelidir" buyurdu. Sonra onlar arasında kur'a çekti ve
kur'a kimin adına çıktıysa çocuğu ona verdi. Bu üç kişiden
biri Medine'ye giderek durumu Resulullah (s.a.a)'e bildirdi.
Resul-i Ekrem (s.a.a) Ali (a.s)'ın bu hükmünden memnun
kalarak azı dişleri görülecek şekilde güldü.
İmam Ali (a.s)'dan rivayet edilen diğer
bir olay özetle şöyledir: Ali (a.s) şöyle diyor: Resul-i
Ekrem (s.a.a) beni Yemen'e gönderdi. O zaman bir grup aslan
avlamak için hazırlık yaparak bir kuyu kazmış ve kendileri
de pusuya yatmışlardı. Onların kazdığı o kuyuya bir aslan
düşünce halk aslanı görmek için kuyunun etrafına
toplandılar. İzdiham nedeniyle onlardan biri kuyuya düştü.
Kuyuya düşen adam kendisini kurtarmak için ikinci kişiden,
ikincisi üçüncüsünden ve üçüncüsü de dördüncüsünden tuttu ve
her dört kişi kuyuya düştüler ve aslan onları öldürücü bir
şekilde yaraladı. Nihayet biri cüretlenerek aslana bir darbe
indirerek öldürdü. Aslanın yaraladığı o dört kişi de
öldüler. Bunun üzerine kan sahipleri gelip kan pahasını
isteyince birbirlerine karşı kılıç çektiler. Tam
birbirlerini öldürmeye girişecekleri vakit İmam Asli (a.s)
gelerek buna bir çözüm bulmaya çalışıp, "Resulullah (s.a.a)
hayatta olduğu halde sizleri birbirinizin canına mı
düşmüşsünüz?" buyurdu. Başka bir rivayete göre de, "Dört
kişi için iki yüz kişiyi mi öldürmek istiyorsunuz?!" buyurdu
ve şöyle ekledi: "Ben sizin aranızda hükmedeceğim; kabul
ederseniz ne güzel; aksi durumda hükmetmesi için Resulullah
(s.a.a)'in yanına gidin ve ondan sonra hiç kimsenin kabul
etmemeye hakkı yoktur."
Daha sonra kuyuyu kazan kabileden bir
tane dörtte bir, bir tane üçte bir, bir tane ikide bir ve
bir tane de tam diyet almalarını, sonra dörtte bir diyeti
birinci adamın kan sahiplerine, üçte birini ikinci kişinin,
ikide birini üçüncü kişinin ve tam diyeti ise dördüncü
kişinin kan sahiplerine vermelerini emretti.
Fakat kan sahipleri bu hükmü kabul
etmeyerek Resulullah (s.a.a)'in huzuruna gidip Makam-ı
İbrahim'de o hazretle görüşerek olayı kendisine anlattılar.
Resulullah (s.a.a), "Ben sizin aranızda hükmedeceğim"
buyurdu ve hüküm vermeye hazırlandı. O sırada onlardan biri,
"Aramızda Ali hüküm vermiştir" dedi. Resulullah (s.a.a) de
Ali'nin verdiği hükmü teyit etti.
Bunlar Ali (a.s)'ın Yemen'e
görevlendirilmesiyle ilgili rivayetlerdir; ulema bu olayları
yanlışlıkla birbirine nispet vermişlerdir. Bazıları da bu üç
Yemen yolculuğunu bir yerde,
bazılar iki yerde nakletmiş,
bu yüzden ve benzeri nedenlerle
İmam Ali (a.s)'ın Yemen'deki göreviyle ilgili rivayetler
birbirine karışmıştır. Ancak nakledilen olaylara dikkat
ederek İmam Ali (a.s)'ın Yemen'deki görevleriyle ilgili
gerçeklere aydınlık kazandırmak mümkündür. Örneğin
Muzhaclılarla savaş İmam Ali (a.s)'ın Yemen'deki ilk görevi
ve Hemdan'la savaşı ikinci göreviydi; üçüncü görevinde ise
vali, hakim ve humusları toplamak için Yemen'e gitmiştir.
Bunun delilleri ise şunlardır:
1- Muzhac kabilesiyle savaşıyla ilgili
olarak, "Ali (a.s)'ın askerleri Yemen'e giren ilk
askerlerdi" söylenmiştir.
2- Muzhaclılarla savaş, Hemdanlılarla
yapılan savaştan önce gerçekleşmiştir; onun için onların
teslim olup İslam'ı kabul etmelerinden önce vuku bulmuş
olması gerekiyor. Çünkü, "Hemdan kabilesinin tüm elemanları
Müslüman oldular" söylemişlerdir ve yine, "ondan sonra tüm
Yemen halkı Müslüman oldu" söylenmiştir.
Dolayısıyla, bu olaydan sonra Yemen'de
savaş olmamış ve Resulullah (s.a.a) sadaka, vergi ve humus
memurlarını oraya göndermiştir. Onlar arasında İmam Ali
(a.s) da Yemen halkından humus toplama memuru olmuştur. Ve
bu üçüncü görevinde Resul-i Ekrem (s.a.a) onu valisi ve kadı
olarak ve yine humus alması için Yemen'e göndermiştir.
Yine İmam Ali (a.s) son yolculuğunda bu
hükümleri vermiştir. Ve yine bu görevinde Resulullah
(s.a.a)'e altın tozu göndermiştir ve bu altın tozu savaş
ganimetlerinden değildi. Çünkü o dönemde Yemen halkı
Müslüman olmuş ve Resul-i Ekrem (s.a.a) onlar için vali,
kadı ve sadaka memuru tayin edip göndermişti. Diğer
taraftan, savaş ganimetlerini, ister humus olsun, ister
askerler arasında dağıtılan ganimetlerden geriye kalan
mallar, savaşta galip olan ordu onları Medine'ye
götürüyordu. Böyle bir durumda, ordu Medine'ye dönmeden
oraya mal göndermek anlamsızdır; bu malların Resulullah
(s.a.a)'in tayin ettiği vali veya görevlendirdiği kişi
tarafından gönderilmiş olması gerekir.
Ve yine altın tozu sadaka ve zekattan
değildi; çünkü Resulullah (s.a.a)'in Ali (a.s)'ı sadaka
toplamak için görevlendirmediği ispatlanmıştır. Ehlibeyt
(a.s) fıkhında altın ve gümüşe ancak sikkeli olmaları
durumunda zekatın farz olacağı belirtilmiştir.
Yine altın tozu Necran halkının cizye
olarak ödemesi gereken şeylerden değildi. Onların cizye
olarak her biri dört dirhem değerinde olan iki bin kumaş
vermeleri belirtilmişti.
O halde altın tozu onların muamelelerinin veya kazançlarının
humsuydu.
Dolayısıyla, Resul-i Ekrem (s.a.a) bu
defasında İmam Ali (a.s)'ı humus görevlisi olarak Yemen'e
göndermişti; nitekim Ubey ve Anbese isimlerindeki iki
temsilcisini de sadaka ve humus toplamaları için Kazae'den
olan Sa'd-ı Huzeym ve Cezam'a göndermişti.
Resulullah (s.a.a)'in sadaka memurları olarak tanıttıkları
bazı kişiler de bu görevleri dışında ilgili yerlerden humsu
toplayıp Resul-i Ekrem (s.a.a)'e gönderen humus memurları da
olabilirler. Fakat halifeler Resulullah (s.a.a)'ten sonra
humus meselesini bir kenara bırakmış,
raviler ve ulema da onu unutmuşlardır. Çünkü esasen humus
bütün dönemlerde halifelerin siyasetine ters düşmekteydi.
Ayrıca, o dönemde Arap yarımadasında
yaşayan insanların servet ve mal varlıklarına da dikkat
etmek gerekir; bunu incelediğimizde o bölgenin bütün
kabilelerinin mal varlıklarını genellikle hayvanlar ve biraz
da çiftçilik oluşturduğunu ve bunların tümünün humus değil,
sadaka taalluk eden şeylerden olduklarını görmekteyiz.
İslam'ın başkenti olan Medine şehri çiftçilik bölgesi
sayılıyor ve bu bölgenin insanlarının mal varlıklarının
genelini çiftçilik mahsulleri ve bağlar oluşturuyordu.
Ticaret ve alış - veriş Mekke halkına ve ehl-i kitaptan olan
bazı zenginlere hastı. Medine Müslümanlarının dikkati daha
fazla Kureyş, Yahudiler ve diğer Arap kabilelerine karşı
savaşa yoğunlaşmıştı. On yıl içinde sayıları sekseni bulan
veya her yıl ortalama sekize varan savaş, gazve ve seriye
yapmışlardır. Bütün bunlar o dönemde Hicaz'ın ticaret
yollarının savaşçıların savaş ve yağmalama sahnesine
dönüşmesine ve ticaret yollarının kapanmasına neden
oluyordu. İşte bu nedenle sadakalar dışında kâr ve kazanç
için çok az bir ortam kalıyordu.
Saydığımız bütün bu etkenler Resul-i
Ekrem (s.a.a)'in kazanç ve muamelelerden humus aldığıyla
ilgili rivayetlerin hadis ve tarih kitaplarında
yayınlanmamasına neden oldu.
Buna rağmen Resul-i Ekrem (s.a.a)'in
define ve madenlerden humus aldığı, sadaka görevlileriyle
birlikte humus toplamak için de insanları görevlendirdiği
yönündeki rivayetleri az da olsa elimizde olan kaynaklardan
yukarıda açıkladık.
Ehlibeyt İmamları (a.s) da Resul-i
Ekrem (s.a.a)'i izleyerek sadakayı o hazretin yakınlarına
haram kılmışlardır. İmam Cafer-i Sadık (a.s) kendisinden,
"Size humusun verilmediği bu dönemde sadaka helal midir
size?" diye soran bir adama, "Hayır vallahi" buyurdu;
"Bize haram olan bir şey zalimler tarafından hakkımızın
gasbedilmesiyle helal olmaz bize. Ve Allah'ın bize helal
ettiği şeyin verilmeyişi Allah'ın bize haram ettiği şeyin
helal olmasına neden olmaz."
Fakat halifeler Resul-i Ekrem
(s.a.a)'in aşağıdaki mirasına el uzatarak onda tasarruf
etmişlerdir:
a- Yedi bağ (Muhayrek'in vasiyet
ettiği)
b- Benî Nazir'in Resulullah (s.a.a)'in
mülkiyetine geçirdiği yerler.
c, d, e- Hayber'deki üç kale.
f- Vadi'l - Kurâ topraklarının üçte
biri.
g- Mehzur (Medine pazarının yeri).
h- Fedek.
Resul-i Ekrem (s.a.a) yedi bağlardan
altısını vakfetmişti; bu bağlar o hazretin sadakasıdır. Benî
Nazir yerlerinden bir miktarını da Ebubekir, Abdurrahman b.
Avf ve Ebu Ducane'ye bağışlamıştı. Hayber kalelerinden
eşlerine, Fedek'i kızı Fatıma (s.a)'ya ve Hazma b. Nu'man-i
Uzrî'ye de bir mızrak atımı Vadi's - Selam yerlerinden
bağışlamıştı.
Resul-i Ekrem (s.a.a) vefat edince
Ebubekir ve Ömer Ali (a.s)'ın yanına geldiler. Ömer ona,
"Resulullah (s.a.a)'in mirası konusunda görüşün nedir?" diye
sordu. Ali (a.s), "Resulullah (s.a.a)'in yakınları olan
bize ulaşıyor" cevabını verdi. Ömer, "Hayber de mi?"
diye sordu. Ali (a.s), "Hayber de" karşılığını verdi.
Ömer, "Peki Fedek?" diye sordu. Ali (a.s), "Fedek de"
dedi. Bunun üzerine Ömer, "Vallahi ben hayatta olduğum
müddetçe böyle bir şey olmayacak" dedi!
Sonra Ebubekir Resul-i Ekrem (s.a.a)'in
savaş aletlerini, merkebini ve ayakkabılarını Ali (a.s)'a
vererek, "Bunların dışında hepsi sadakadır" dedi ve böylece
bir anda Resulullah (s.a.a)'in tüm mirasına ve hatta Fedek'e
bile el uzattı. Fakat Resul-i Ekrem (s.a.a)'in diğer
Müslümanlara bağışladığı şeylere dokunmadı! Bu yüzden Fatıma
(s.a) üç konuda davacı oldu:
1- Resulullah (s.a.a)'in kendisine
bağışı olan Fedek hakkında. Ebubekir bu konuda Fatıma
(s.a)'ten şahid istedi. Bunun üzerine bir kadın ve bir de
erkek Fatıma (s.a) lehine şahitlik etti; fakat Ebubekir iki
erkek veya bir erkek ve iki kadın olmadığı için onu kabul
etmedi!
2- Resul-i Ekrem (s.a.a)'ten alması
gereken miras hakkında. Fatıma (s.a) Resulullah (s.a.a)'in
vefatından on gün sonra Ali ve Abbas'la birlikte Ebubekir'in
yanına giderek, "Babamın mirasını almaya geldim" dedi.
Ebubekir, "Ev eşyaları ve kap-kaçakları mı söylüyorsun,
yoksa mülkü mü?" dedi. Fatıma (s.a), "Kızların senden miras
aldıkları gibi benim mirasım olan Fedek, Hayber ve onun
Medine'deki vakıflarını istiyorum" karşılığını verdi. Bunun
üzerine Ebubekir, "Vallahi baban benden daha üstündü ve
vallahi sen de benim kızlarımdan daha üstünsün" dedi!
Başka bir rivayette şöyle geçer:
Fatıma-i Zehra, Ebubekir'e, "Sen ölünce
senden kim miras alacak?" diye sordu. Ebubekir, "Çocuklarım,
ailem" dedi. Bunun üzerine Zehra, "O halde nasıl olur da
bizim yerimize Resulullah (s.a.a)'ten sen miras alıyorsun?!"
dedi. Ebubekir, "Ey Resulullah'ın kızı! Ben böyle bir şey
yapmış değilim; ben senin babandan ne bir yer, ne altın ve
gümüş, ne köle ve ne de başak bir şey miras almış değilim"
dedi. Zehra, "O halde Hayber'den bizim hissemiz ve Fedek'ten
safiyemiz ne oldu?" diye sordu. Ebubekir, "Ben Resulullah
(s.a.a)'ten, 'Biz peygamberler miras bırakmayız; bizim
bıraktıklarımız sadakadır! Muhammed'in Ehlibeyti de bu
maldan -Allah'ın malından- yerler; bundan fazla bir şey
düşmez onlara' buyurduğunu duydum. Resulullah (s.a.a)'in
ailesinin masrafını karşılamak benim üzerimedir" dedi.
Bunun üzerine Ali (a.s), "Kur'an-ı
Kerim'de, "Süleyman Davud'dan miras aldı" ve yine,
"Benden ve Yakub oğullarından miras alsın" geçmiştir"
dedi.
Ebubekir, "Öyledir elbette; benim
bildiğimi sen de bilirsin" dedi.
Ali, "Bu Allah'ın Kitabı'nın
buyruğudur" dedi.
Bunun üzerine susup karşılık vermediler
ve onlar da geri dönmek zorunda kaldılar.
3- Yakınların hissesinde. Ebubekir Hz.
Fatıma (s.a) ve Haşim oğullarını yakınların hissesinden
alıkoyup onu savaş araçları ve binek satın almada
harcayınca, Fatıma, Ebubekir'in yanına gidip, "Sen de çok
iyi biliyorsun ki sen vakıflar ve Allah Teala'nın Kur'an-ı
Kerim'den bize has kıldığı yakınların hissesi konusunda biz
Ehlibeyte zulmettin (hepsini aldın)" dedi ve sonra şu ayeti
okudu: "Bilin ki kazandığınız şeylerin beşte biri,
Allah'a, Elçisine ve (Allâh'ın Elçisi ile) akrabâlığı
bulunan(lar)a… âittir."
Başka bir rivayette ise Hz. Fatıma
(s.a), "Allah Teala'nın gökyüzünde bize has kıldığı şeye
tecavüz edip onu bizden aldın!" dedi. Ebubekir, "Anam -
babam sana feda olsun! Ben Allah'ın Kitabı, Resulullah'ın ve
Resulullah'ın kızının emrindeyim. Senin okuduğun bu ayeti
ben de Allah'ın Kitabında okudum. Fakat bu ayette geçen bu
humus hissesinin hepsinin mi sizin oluğunu anlayamadım!"
dedi. Fatıma, "Yoksa senin ve senin yakınlarının mıdır?!"
buyurdu. Ebubekir, "Hayır; ben onun geri kalanını hayır
işlerde harcayacağım!" dedi. Fatıma, "Fakat Allah'ın hükmü
böyle değildir!" dedi.
Yine başka bir rivayette şöyle geçer:
Ebubekir Hz. Fatıma'ya, "Resulullah
bana, 'Allah Teala, peygamberi hayat olduğu sürece onu
rızıklandırır; ölünce de rızkını ondan alır" buyurdu!" dedi.
Ayrı bir rivayette ise Ebubekir'in
şöyle dediği geçer: "Ben Resulullah'tan, 'Ben hayatta
olduğum sürece yakınlarımın da hissesi var; fakat ölümümden
sonra onların hissesi olmaz' buyurduğunu duydum."
Bunun üzerine Fatıma öfkelenerek, "Seni
Resulullah'tan duyduklarınla baş başa bırakıyorum. Vallahi
bundan sonra sizinle (Ebubekir ve Ömer) asla konuşmayacağım"
dedi.
Ravi, "Fatıma vefat edinceye kadar
onlarla konuşmadı " diyor.
* * *
Hz. Fatıma (s.a) tüm delillerini
sunduktan sonra Ebubekir ondan aldığı şeylerin hatta bir
bölümünü bile ona vermekten sakınınca Hz. Fatıma (s.a)
davasını bir grup Müslüman'ın karşısında söz konusu edip
babasının ashabından yardım almaya ve onları sorumlulukları
konusunda bilinçlendirmeye karar verdi. Bu nedenle yakınları
ve taraftarlarıyla birlikte mescide doğru hareket etti.
Sanki Resulullah (s.a.a) yürüyordu. Muhacir ve ensardan bir
grubun arasında oturmuş olan Ebubekir'in yanına gitti. Hemen
karşısına bir perde çektiler. Hz. Fatıma (s.a) bu
konuşmasında şöyle buyurdu:
"Ey insanlar! Ben Fatıma'yım. Babam
Muhammed (s.a.a)'dir. Dediğim gibi Allah Teala şöyle
buyurmuştur: "Size kendinizden öyle bir peygamber
gelmiştir ki…" Acaba bilerek ve kasıtlı olarak Allah'ın
Kitabını terk edip ardınıza mı attınız?! Oysa Kur'an-ı Kerim
şöyle buyuruyor: "Süleyman Davud'dan miras aldı."
Yahya b. Zekeriyya'nın kıssasında ise, "Katından bana bir
oğul bağışla ki, bana ve Yakub oğullarına mirâsçı olsun"
veya, "Allah'ın kitabına göre yakın akrabalar
birbirlerine (vâris olmağa) daha uygundur." Ve yine,
"Allah size, çocuklarınız hakkında, erkeğe, kadının payının
iki misli (miras vermenizi) emreder" veya, "Birinize
ölüm geldiği zaman, eğer bir hayır (mal) bırakacaksa, anaya,
babaya, yakınlara uygun bir biçimde vasiyyet etmek,
korunanlar üzerine bir borçtur" buyuruyor. Ve siz benim
hiçbir hakkım olmadığını ve babamdan miras almadığımı ve
benimle onun arasında bir bağın bulunmadığını sandınız?
Acaba Allah Teala sizi bir ayete has
kılıp peygamberini o ayetin kapsamından çıkardı mı, yoksa
iki dinin halkının birbirinden miras alamayacağını mı
söylüyorsunuz? Acaba benimle babam bir dinden değil miyiz?
Yoksa sizler Kur'an-ı Kerim'in umun ve hususunu Resulullah
(s.a.a)'ten daha mı iyi biliyorsunuz! Acaba cahiliyye
kurallarını mı diriltmek istiyorsunuz?!"
Fatıma-ı Zehra (s.a) bu konuşmadan
sonra evine gitti ve ölünceye kadar Ebubekir'den uzak durdu.
Fatıma-ı Zehra (s.a) babasından sonra
altı ay yaşadı! Dünya yurdundan göçünce de eşi Ali (a.s),
Ebubekir'e haber vermeksizin onu geceleyin defnetti!
Ebubekir sadece kendisinin rivayet
ettiği bir hadisle içtihad edip Resulullah (s.a.a)'in kızını
babasının mirasından mahrum etti! Ve yine içtihad ederek
yakınların humsunu kesti! Ve onun hilafetinin sonuna kadar
durum bu şekilde devam etti!
İmam Ali (a.s), kendisinden,
"Babam-anam size feda olsun; Ebubekir ve Ömer siz Ehlibeytin
humustan hakkınız konusunda ne yaptılar?.." diye soran bir
kişinin cevabında şöyle buyurdu:
"Ömer, 'Sizin humusta hakkınız var;
fakat miktarı çok olursa onun hepsinin size düşüp
düşmeyeceğini bilemedik? Fakat eğer isterseniz ondan uygun
gördüğüm miktarı size veririm' dedi. Biz de hakkımızın
hepsini isteyip daha azını almaktan sakındık. Ömer de onu
bize vermedi."
Ömer İmam Ali (a.s) ve amcası Abbas'a
Resul-i Ekrem (s.a.a)'in Medine'deki mirasının bir bölümünü
vermek istiyordu; elbette Ömer, fütuhat nedeniyle her
taraftan Medine'ye servet akmaya başlayınca bu kararı verdi.
Evet; Ömer içtihad ederek yakınların
hakkını vermekten sakınmaya devam etti. Ve yine içtihad
ederek Resul-i Ekrem (s.a.a)'in mirasını zaptetmeyi
sürdürdü. Ve sonunda her taraftan Medine'ye servet akınca
bir daha içtihad yaparak o haklardan bir bölümünü Ehlibeyte
iade etmeye karar verdi ve ölünceye kadar da böyle sürüp
gitti.
Osman, ilk Afrika savaşından elde
edilen humsun tamamını teyzesi oğlu ve süt kardeşi Abdullah
b. Ebu Serh'e bağışladı. Afrika'nın ikinci savaşının humsunu
amcası oğlu ve damadı Mervan b. Hakem'e bıraktı! Fedek'i de
onun adına geçirdi! Resulullah (s.a.a)'in vakıflarından olan
ve o hazretin bütün Müslümanlara vakfettiği Medine pazarının
yeri Mehzur'u, amcası oğlu ve damadı Haris b. Hakem'e verdi!
Kazae sadakalarını amcası Hakem'e sundu; akşamleyin sadaka
memuru Müslümanların pazarını görmeye çıkınca, bu sadakaları
da Hakem'e bırakmasını emretti!
Beyhakî Osman'ın, Resulullah (s.a.a)'in
mirasından kendi akrabalarına yaptığı bağışlardan
bahsederken şöyle yazıyor: Osman, Resulullah (s.a.a)'ten
rivayet edilen, "Allah Teala'nın peygamberine verdiği bir
şey ondan sonra yerine geçen kişiye ulaşır" hadisini, "Osman
zengin olduğundan ve ona ihtiyacı olmadığı için akrabalık
haklarını yerine getirmek amacıyla onu akrabalarına
bırakmıştır" şeklinde tevil etmiştir!
Dolayısıyla, Osman içtihad ederek
Resulullah (s.a.a)'in miras ve vakıflarını kendi
akrabalarına bağışlamıştır. Ve yine içtihad ederek humsu da
onlara bağışlamıştır! Yine içtihad edip sadakaları onlara
bırakmış! Ve içtihad etmiş, içtihad etmiş, içtihad etmiştir;
bu içtihadın kapısı ne kadar genişti sahi?!
Emirulmüminin Ali (a.s) Ebubekir ve
Ömer'in sünnetlerde, özellikle Ehlibeytin hakların onlara
iade etme konusunda bir değişiklik yapamadı.
Muaviye'nin Resul-i Ekrem (s.a.a)'in
yakınlarını humustan alıkoyma ve onun mirasını zaptetme
konusundaki içtihadı da kendisiden önceki halifelerin
içtihadı gibiydi. Ayrıca Muaviye halifelerin içtihadına bir
içtihad daha ekleyerek tüm valilerine genelge göndererek
fütuhatın ganimetlerinden elde edilen altın, gümüş,
mücevher, güzel ve değerli şeyleri Müslümanlar arasında
bölüştürmeyip kendisine ayırmalarını emretti!
Ömer b. Abdulaziz bu konuda şerî nassı
izlemeye çalıştı. Bu nedenle Resulullah (s.a.a)'in
evlatlarına humustan hisselerinden bir miktarını verdi ve
Fedek'i onlara iade etti. Ve kısa bir süre sonra bizim
açımızdan şüpheli bir şekilde öldü.
Yezid b. Abdulmelik içtihad ederek
Fatıma evlatlarından Fedek'i aldı. Seffah başa geçince onu
Fatıma evlatlarına iade etti. Sonra Abbasî halifesi Mensur
içtihad ederek Fedek'i onlardan aldı. Daha sonra Mehdi-i
Abbasî Fedek'i onlara iade etti.. Musa b. Mehdi içtihad
ederek Fedeki tekrar Fatıma evlatlarından aldı; daha sonra
Me'mun onu iade etti. Mütevekkil başa geçinceye kadar Fedek
Fatıma evlatlarının elinde kaldı. Daha sonra Mütevekkil onu
Fatıma evlatlarından alıp Abdullah-i Bazyar'a verdi. O da
Resul-i Ekrem (s.a.a)'in kendi eliyle oraya diktiği on bir
hurma ağacını kesti. Bu, halifelerin Resulullah (s.a.a)'in
mirası ve humus konusundaki içtihadlarını bildiren son
rivayettir.
Ulemanın halifelerin içtihad
konularıyla ilgili görüşleri ise şöyledir:
Resul-i Ekrem (s.a.a)'ten sonra humsun
harcanması gereken yerler konusunda halifeler kendilerinden
farklı davranışlar sergiledikleri gibi ulema da farklı
görüşler ileri sürmüşlerdir. Onlardan bazıları Resulullah
(s.a.a)'in hissesi imama ve onun halifesine, yakınların
hakkı ise o hazretin yakınlarına ve akrabalarına
verilmelidir demişler; bazıları, yakınların hissesinin savaş
araç-gereçleri hazırlamak ve savaşta güçlenmek için
harcanmalıdır, söylemişlerdir. Başka bir grup, humusun
halifenin içtihadı doğrultusunda harcanması gerektiğini
ileri sürmüş; bir grup da Ömer'in Ehlibeytin humusunu
engellemesiyle ilgili olarak, "Bu içtihadî bir konudur" veya
"Ömer hüküm verince içtihad sınırlarını aşmıyordu. Kim bunu
eleştirirse gerçekte sahabenin gidişatı olan içtihadı
eleştirmiş olur" demiş veya "Bu mesele içtihadî bir konudur"
söyleyip "Ömer Resulullah (s.a.a)'in eşlerine aylık tayin
ediyor, fakat Resulullah (s.a.a)'in kızı ve Ehlibeytini
kendi humuslarından alıkoyuyordu. Halbuki Resulullah
(s.a.a)'in döneminde böyle yapılmıyordu" diyerek Ömer'i
eleştirenlere, "Bu konu içtihadi bir meselede bir müçtehidin
başka bir müçtehidle ihtilafı gibidir" diyorlardı!
Unutmayalım ki bütün bu sözler savaş
ganimetlerinin humsuyla ilgilidir ve bu sözleri söyleyenler,
"Bilin ki kazandığınız şeylerin beşte biri, Allah'a,
Elçisine ve (Allâh'ın Elçisi ile) akrabâlığı bulunan(lar)a…
âittir" ayetinin sadece savaş ganimetlerine yönelik
olduğunda ittifak içerisindedirler. Buna rağmen diyorlar ki:
Allah Teala savaş ganimetlerinin harcanması gereken yerleri
bu ayette belirttiği halde humsun harcanması gereken
yerlerin tayini halifelerin içtihadına bağlıdır!!!
Halifeler ise humsun harcanması gereken
yerleri şöyle tayin etmişlerdir:
Ebubekir ve Ömer içtihad ederek
Resulullah (s.a.a)'in kızı Fatıma'yı ve o hazretin diğer
yakınlarını, Haşim oğulları ve Muttalib oğullarından olan
akrabalarını humustaki hisselerinden mahrum ettiler! Osman
daha ileri giderek buna bir içtihad daha ekleyip Resul-i
Ekrem (s.a.a)'in mirası ve humsu sıla-i rahim olarak kendi
akrabalarına bağışladı! Muaviye de kendi payınca bu konuda
yeni bir içtihad ederek savaş ganimetlerindeki bütün altın,
gümüş ve nefis şeyleri kendi özel hazinesine ekledi! Emevî
ve Abbasî halifeleri de bu halifeleri izleyerek içtihad
ederek humsu kendilerine has kılıp kişisel hazinelerine
akıttılar ve ondan şairlere, çalgıcılara, şarkı söyleyen
cariyelere bağışladılar!!
Nihayet içithad sırası ulemaya geldi;
onlar da içtihad ederek halifelerin tüm yaptıklarını İslam
dininin hükümlerinden bir hüküm saydılar, Müslümanların
onları tüm varlıklarıyla kabul etmelerini gerekli görüp ve
onlara muhalefet edenlerin sünnet ve cemaatle muhalefet
ettiklerini ileri sürdüler!
Dolayısıyla, "Bu konuda halife içtihad
etmiştir" veya "Bu konu içtihadi bir meseledir" sözü, "bu
konuda halifenin görüşü İslamî bir hükümdür" anlamındadır. O
halde "Allah Teala böyle buyurmuştur", "Resulullah (s.a.a)
şöyle buyurmuştur" ve "halifeler böyle içtihad etmiş, böyle
görüş belirtmişlerdir" dendiği zaman halifelerin içtihadı,
İslam dininin yasama kaynaklarından biri olup Allah'ın
Kitabı ve Resulullah (s.a.a)'in sünnetiyle bir ayarda olduğu
anlamındadır. O halde "inna lillah ve inna ileyhi raciun."
* * *
Hulefa Mektebi'nin humus konusundaki
görüşlerini biraz ayrıntılı bir şekilde açıklayıp bu
konudaki davranış ve delillerine değindik. Bu hususta
Ehlibeyt İmamlarının (a.s) buyruklarına da işaret edip
humusun Ehlibeyt İmamları (a.s) Mektebinde altı eşit kısma
ayrıldığını, bunun üç kısmının Allah, Resulü ve o hazretin
yakınlarına ait olduğunu ve Resulullah (s.a.a)'in kendi
hayatında bu üç hisseyi kullandığını ve o hazretten sonra bu
hisselerin Ehlibeyt İmamlarına verildiğini, diğer üç
hissenin de Haşim oğullarının fakirlerine, yetimlerine ve
yolda kalmışlarına ait olduğunu açıkladık.
Ve yine her Müslüman'a ister savaşarak
düşmandan alsın ister başka bir yerden, kazançlarının
humsunu vermesi farzdır diyor
ve her iki konuda humus ayetinin umumiyeti ve ellerine
ulaşan Resulullah (s.a.a)'in sünnetiyle delil getiriyorlar.
Ehlibeyt (a.s) Mektebi fakihleri yine buna humus ayetini
delil getirirken şöyle diyorlar: Her ne kadar humus ayeti
Bedir savaşı ganimetleri hakkında nazil olduysa da, ancak
ayetin bir konuda nazil olması genel hükmü o konuyla sınırlı
kılmaz ve delilsiz sınırlandırma da batıldır.
Bu istidlale yöneltilen eleştiri ve
cevabı şöyledir:
Eleştiri: Bu ayet Bedir savaşı
ganimetleri hakkında nazil olmuş ve savaş ganimetlerinden
başka bir şeyi kapsamaz.
Cevap:
Ayetin Bedir savaşında nazil olması, ondaki ganimet ve diğer
kazançlardan humus verme yönündeki genel hükmü savaş
ganimetlerine has kılmaz. Sayıları dörde varmayan zina
şahidlerine kırbaç vurma hükmü bunun en açık örneğidir. İfk
olayından ibaret olan özel durum, ayetlerdeki, sayıları
dörde varmayan şahidlere kırbaç vurma yönündeki genel hükmü
sınırlandırıp o olaya has kılmamıştır.
Diğer bir örneği Mücadele Suresinde
geçen zihar hükmüdür. Her ne kadar bu ayet o dönemde böyle
bir konuda kocasıyla sorun yaşayan kadın hakkında nazil
olduysa da ancak bu hüküm sadece o kadına has değildir.
Diğer örnekler de böyledir.
Ve yine demişlerdir ki: Ayetin düşman
topraklarındaki ganimetlerle sınırlı kılınması için bir
delile gerek vardır. Böyle bir iddiada bulunup onu savaş
ganimetlerine has bilen bir kimse konuyla ilgili bir delil
göstermelidir.
Hulefa Mektebi alimlerinden olan
Kurtubî'nin bu ayetin tefsiriyle ilgili söyledikleri bu
cevabımızı teyit etmektedir. Kurtubî şöyle diyor: Bu konuda
Hulefa Mektebi uleması, "mâ ğanimtum min şey" ayetinden
maksadın, Müslümanların savaşarak elde ettikleri savaş
ganimetleri olduğunda ittifak etmişlerdir. Fakat bu sözcük
böyle bir sınırlandırmayı gerektirmiyor.
Dolayısıyla, ganimetlerin, düşman
topraklarından elde edilen ganimetlerle sınırlandırılması
lügatçilerin bu sözcükten anladıkları anlamla çelişmektedir.
Hulefa Mektebi ulemasının ayeti savaş ganimetleriyle
sınırlandırma yönündeki sözleri, bu ayetin
sınırlandırılmamış genel anlamına aykırıdır.
Ve yine bu iddiaya şöyle cevap
vermişlerdir: Bu ayet her ne kadar Bedir savaşından ibaret
olan özel bir konuda nazil olmuşsa da, ayetin bu konuyla
sınırlandırılmadığı apaçık bellidir. Hatta humsun genel
olarak ganimet ve kazançlarda farz olmadığını söyleyen Ehl-i
Sünnet alimleri bile onu sadece Bedir savaşı ganimetleriyle
sınırlı bilmemiş, bütün savaşlarda elde edilen ganimetlere
genellemişlerdir. Dolayısıyla, eğer bu ayetten hükmü çıkarma
konusunda düşüncemizi kısıtlayıp bu ayetin nazil olduğu
konudan kesinlikle dışarı çıkmamak istersek, humsun sadece
Bedir savaşında müşriklerden elde edilen ganimetlerde ve bu
savaşa katılanlara farz olduğunu söylememiz gerekir. Oysa
bugüne kadar hiç kimse böyle bir şey söylemiş değildir. O
halde, hükmün bu ayetin nazil olduğu Bedir savaşı
ganimetleri dairesinden dışarı çıkması gerekiyor;
dolayısıyla biz onu ister savaş, ister ticaret, ister sanat
ve ister diğer mesleklerle olsun "ganimet = gelir"
denilebilecek her şeye genelleme yapıyoruz.
Ehlibeyt (a.s) Mektebi uleması bu
konuda humus ayetiyle istidlallerinin yanısıra, diğer
hükümlerde de olduğu gibi Ehlibeyt İmamlarından (a.s)
rivayet edilen hadislerle de istidlal etmekteler. Çünkü
Resulullah (s.a.a) Sekaleyn hadisinde ve diğer hadislerde
onlara sarılmayı emretmiştir. İster Ehlibeyt İmamları (a.s)
hadislerini Resulullah (s.a.a)'a dayandırsınlar; örneğin
Şeyh Saduk'un (r.a) Hisal adlı kitabında Cafer b.
Muhammed'den, babasından, dedesinden, Ali b. Ebutalib'den,
Resulullah'tan rivayet ettiği şu hadis gibi: Resul-i Ekrem
(s.a.a) Ali (a.s)'a vasiyetinde şöyle buyurmuştur: "Ey Ali!
Abdulmuttalib cahiliye döneminde beş şeyi sünnet etmiş ve
Allah Teala da onları İslam dininde geçerli kılmıştır.
Abdulmuttalib, babanın eşini, çocuklara haram kılmış ve
Allah Teala da, "Babalarınızın nikahladığı kadınlarla
evlenmeyiniz." (Nisa, 22) buyurmuştur. Bulunan defineyi
ve onun humsunu ayırarak sadaka vermiş, Allah Teala da,
"Bilin ki kazandığınız şeylerin beşte biri, Allah'a,
Elçisine ve (Allâh'ın Elçisi ile) akrabâlığı bulunan(lar)a…
âittir" ayetini nazil etmiştir. Zemzem kuyusunu
kazınca…"
Bu hadis, bu ayetin savaş ganimetleri dışındaki gelirleri de
kapsadığını göstermektedir. Bu konuda Resul-i Ekrem
(s.a.a)'in sünnetini de daha önce açıklamıştık.
Bu, Ehlibeyt (a.s) Mektebi
izleyicilerinin konuyla ilgili delillerinin özetidir.