KEVSER YAYINCILIK

  Ana Sayfa / Makaleler                                                                                                                                        Makaleler

Bugün :  

  Sık Kullanılanlara Ekle                                                                                                                                                                                                                                                                    Başlangıç Sayfası Yapın
 

Bismillahirrahamnirrahim

Humus Konusunda Ebubekir ve Ömer'in İçtihadı

Daha önce de dediğimiz gibi, Ebubekir ve Ömer'in içtihatlarından biri de Ehlibeyt (a.s)'ı humuslarını almalarıdır; özellikle Resul-i Ekrem (s.a.a)'in kızı Fatıma-i Zehra'nın hakkını engellemeleridir. Biz onların bu konuda nasıl içtihat ettiklerini anlamak için aşağıdaki konuları incelemek zorundayız.

İlk iki halifenin genel olarak humus konusunda ve özellikle Resulullah (s.a.a)'in kızının hakkıyla ilgili içtihatlarını kolay bir şekilde inceleyebilmek için önce zekat, sadaka, fey, safiy, enfal, ganimet ve humus terimlerinin lügat ve şeriattaki anlamlarını inceleyecek, daha sonra humus konusu ve Resul-i Ekrem (s.a.a)'in döneminde kızı Hz. Fatıma-ı Zehra (s.a)'nın hakkını ele alacağız.

1- Zekat

A- Zekat, lügatte olgunlaşmak, temizlik, bereket ve övgü anlamına gelmiştir.[1] "Zeka'z-zer'" yani, mahsül olgunlaştı; yetişti.[2] Allah Teala şöyle buyuruyor: "...Hangi yiyecek daha temizse... (Kehf, 19)

İmam Muhammed Bâkır (a.s), "Yerin temizlenmesi kurumasıyla olur" buyurmuştur.[3] Veya Emirulmüminin Ali (a.s), "İlim diğerlerine öğretmekle artar" buyurmuştur.[4] Yine Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Kendilerini övenler..."[5]

B- Zekat şeriatte, kişinin kendi malındaki Allah Teala'nın hakkını müstahakka vermesine denir; bu işe bu ismin verilmesinin nedeni ise, bu amelle kişinin malına bereket gelmesi, kendini yetiştirmesi, hayır ve bereketler veya bunların tümü umulduğu içindir. Çünkü bunların tümü, yani dünya ve ahiret hayırları zekatta vardır ve "zekkâ", yani malının zekatını verdi.[6]

Lügatçilerin, "zekat"ın anlamında kaydettikleri özet olarak bundan ibarettir.[7]

2- Sadaka

Ragıb-ı İsfahanî kendi Müfredat'ında şöyle yazıyor:

İnsanın, Allah rızası için kendi malından ayırarak verdiği şeye sadaka denir. Bu aynen zekat gibidir; fakat sadaka, insanın kendi isteğiyle yaptığı müstehap bir ameldir; oysa zekat verilmesi farz bir ameldir.[8]

Tabersî, Mecmau'l-Beyan adlı tefsirinde şöyle yazıyor: Zekatla sadakanın arasındaki fark şudur: Zekat farz bir ameldir; fakat sadaka farz olabileceği gibi bağış şeklinde de olabilir.[9]

Gördüğünüz gibi zekat farz bir anlam içerip Allah Teala'nın insanın malındaki hakkı göz önünde bulundurulurken sadakada Allah rızası için ve kurbet kastıyla yapılan mal bağışı dikkate alınmıştır ve bunda bağışta bulunanın lütuf ve merhamet duygusu göze çarpmaktadır; Nitekim Kur'an-ı Kerim'de Yusuf (a.s)'ın kardeşlerinin şöyle dediği geçer: "Bize merhamet ederek bağışta bulun."[10]

Zekatta, farz olma veya Allah Teala'nın maldaki hakkı göz önünde bulundurulmasından bu sözcüğün, her türlü farz sadaka, humus ve Allah Teala'nın insanın mallarında farz kıldığı her şeyi kapsadığı anlaşılmaktadır. Bunun en açık delili, Resul-i Ekrem (s.a.a)'in Humeyr padişahlarına yazdığı mektubundaki şu buyruğudur:

"...Ganimetler, Allah'ın humsu, peygamberin ve onun kendine has kıldığı payından ibaret olan elde ettiklerinizin zekatını ve Allah'ın müminlere farz kıldığı sadakayı ödediğiniz."[11]

Resul-i Ekrem (s.a.a)'in bu buyruğunda geçen "min = den" edatı zekatın şu kısımlarını beyan etmektedir:

1- Allah'ın humsundan elde ettikleriniz.

2- Peygamber (s.a.a) ve onun kendine has kıldığı kimsenin payı.

3- Allah Teala'nın müminlere farz kıldığı her türlü sadaka veya farz sadakalar.

Resulullah (s.a.a) böyle bir farz sadakayı zekat kısımlarından kılmış ve Allah Teala açıkça sadakanın sekiz yerde harcanmasını vurgulamıştır:

"Sadakalar, Allah'tan bir farz olarak ancak fakirlere, düşkünlere, onlar üzerinde (toplamaya) çalışan memurlara, kalpleri (İslam'a) ısındırılacak olanlara, kölelik altında bulunanlara, zarar görmüşlere, Allah yoluna ve yolda kalmış olana mahsustur. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir."[12]

Zekat Kur'an-ı Kerim'in hiçbir yerinde tek başına geçmemiş, yirmi beş ayette namazla birlikte gelmiştir.[13] Ve Allah Teala'nın buyruğunda ve Resulullah (s.a.a)'in sözünde nerede "zekat" sözcüğü "namaz"la birlikte geçmişse genel olarak Allah Teala'nın maldaki hakkı göz önünde bulundurulmuştur. Farz sadaka olan nisap haddine varmış altın ve gümüş, hayvanlar ve ürünler ve yine humus denilen insanın kazançtan elde ettiği Allah'ın hakkı veya Allah Teala'nın bunların dışındaki hakkı bu cümledendir.

Bu sözcük Allah Teala ve Resulü (s.a.a)'in sözünde "humus" sözcüğüyle birlikte geçtiğinde, maksat sadece farz sadakalardır. Koyunun veya altınla gümüşün zekatı gibi zekat kısımlarının biriyle geçtiğinde de, yine maksat onların farz sadakalarıdır.

Hadislerde, sadakayı toplama memuruna "muzakkî" değil, "musaddik"[14] denilmektedir. Sadaka verenlere de "muzekkî" veya "mutezekkî" değil, "mutesaddik"[15] denilmektedir.

Haşimoğullarına haram olan, sadakadır; zekat değil.[16] Müslim, bu konuyu kavrayamamış olacak ki kendi Sahih'inde "Resulullah (s.a.a) ve Ehlibeyt'ine zekatın haram oluşu..." diye bir bölüm açmıştır![17] Oysa kendisi, kitabının sekizinci bölümünde onlara zekatın değil, açıkça sadakanın haram olduğunu bildiren bir takım hadisler rivayet etmiştir.

Dolayısıyla, Kur'an-ı Kerim'de, "Namazı kılın ve zekatı verin"[18] şeklinde geçen ayetler birincisi, günlük namazlar ve ayat namazı gibi diğer namazları kılmaya emretmekte, ikincisi, ister farz sadakalarda olsun, ister humus ve benzerlerinde, mallardaki Allah Teala'nın hakkını ödemeyi buyurmaktadır.

Ve yine Resul-i Ekrem (s.a.a)'ten nakledilen, "Malının zekatını ödersen üzerinde olan sorumluluğu yerine getirmiş olursun."[19] sözünden de maksat ise şudur: Allah Teala'nın senin mallarında olan tüm haklarını ödersen, borcunu ödemiş ve vazifesini yerine getirmiş olursun. Resulullah (s.a.a)'ten nakledilen, "Kim bir malı kullanırsa üzerinden bir yıl geçinceye kadar onun zekatı yoktur"[20] hadisinden de maksat budur. Yani Allah Teala'nın onda hakkı yoktur. Ehlibeyt İmamları (a.s)'dan rivayet edilen hadislerde ise şöyle geçer: "Mallardaki hak zekattır."[21]

Bu konunun halka gizli kalmasının nedeni, halifeler Resulullah (s.a.a)'in vefatından sonra humus mevzusunu ortadan kaldırdıkları için, amelde de zekatın sadakadan başka bir örneği kalmamış olması olabilir. Ve böylece tedricen humus konusu unutulmuş; öyle ki, son zamanlarda "zekat" sözcüğünden sadaka anlamından başka bir şey anlaşılmamıştır.

3- Fey

Fey, lügatte dönüş anlamına gelir. Güneşin başın üstünden batıya doğru kaymasından sonraki gölge dönüşüne "fey" denir. Şeriatte ise, Lisanu'l-Arab'da geçtiğine göre, savaşmadan kafirlerden alınan mallara denir. Ve yine Allah Teala'nın dindarlara bağışladığı muhaliflerinin mallarına da "fey" denmektedir. Savaşmada elde edilen mallar, ister vatanlarından çıkarak Müslümanlara verdikleri mallar olsun, ister canlarını korumak için cizye olarak ödedikleri mallar olsun, tümü "fey" kapsamına girer.[22]

Allah Teala Haşr Suresinde şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın, o kent halkından, Elçisine verdiği ganimetler, Allah'a, Elçisine, (ona) akraba olanlara, yetimlere, yoksullara (yolda kalan) yolcuya aittir."[23]

Bu ayet-i şerife ve Haşr süresinin tamamı Beni Nezir hakkında nazil olmuştur. Benî Nezir Yahudileri Resul-i Ekrem (s.a.a)'le anlaşmalarını bozup hileyle, evin damından, ashabından on kişiyle birlikte duvara yaslanarak oturmuş müzakere etmekte olan Hazret'in üzerine taş yuvarlayarak onu öldürmek isteyince vahiy gelerek onların hilesini ifşa etti. Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) acele bir işi varmış gibi oradan ayrılarak direkt Medine'ye döndü. Dönüşü gecikince, ashap Hazret'in dönüşünden ümit keserek kalkıp Medine'de Resulullah (s.a.a)'e ulaştılar. Daha sonra Resul-i Ekrem (s.a.a) birini Yahudilere göndererek onlara yapmaya yeltendikleri hileyi haber verdi ve hepsinin Medine'den çıkıp gitmelerini emretti.

Fakat Benî Nezir kabul etmeyerek kapıyı üzerlerine kapatarak kalelerinde kaldılar. İslam ordusu on beş gün boyunca onları kuşattı; nihayet sonunda Hazret'in emrine uymak zorunda kaldılar ve yanlarına silah almaksızın bir deve yükü eşyalarını ve yaşam gereçlerini alıp gitmelerine izin verildi.

Böylece Benî Nezir kabilesi altı yüz deve yüküyle kaleden çıkıp Hayber ve diğer yerlere göçtüler ve Allah Teala onların geri bıraktıkları tüm silah, tarla ve hurmalıkları Resul-i Ekrem (s.a.a)'e has kıldı. Bunun üzerine Ömer Hazret'e dönerek, "Bu ganimetlerin humusunu alarak geri kalanını Müslümanlar arasında bölüştürmeyecek misin?" dedi. Resulullah (s.a.a), "Allah Teala'nın bana has kıldığı ve diğer Müslümanları mahrum ettiği şeyi "Allah'ın elçisine verdiği şey" gereğince bölüştürmeyeceğim" buyurdu.

Vakidî ve diğerleri şöyle yazmaktalar:

Resulullah (s.a.a), Benî Nezir'den ele geçirdiği kendine has olan malları ailesine infak ediyor ve ondan istediği kişiye bağışlıyor, istemediğine de bir şey vermiyordu. Benî Nezir'in mallarının idaresini kendisinin azad ettiği kölesi olan Ebu Rafi'e[24] bıraktı.[25]

4- Safi

Çoğulu "safaya" olan "safi", cahiliye döneminde, ordu komutanının, düşmandan ele geçirilen mallardan, ordu arasında bölüştürülmeden önce kendisine aldığı mallara denirdi. Fakat İslam'ın zunurundan sonra, humustan Peygamber'in payına düşen dışında, diğer Müslümanlara ait olmayıp Hazret'in şahsına has olan menkul ve gayri menkul arazi, ev ve diğer eşyalara denir.[26]

Ebu Davud, kendi Sünen'inde[27] Ömer b. Hattab'tan şöyle nakletmektedir:

a- Resulullah (s.a.a)'ın üç safisi vardı: Beni Nezir, Hayber ve Fedek...

b- Diğer bir rivayette ise şöyle geçer: Allah Teala, Resulullah (s.a.a)'e, hiç kimseye vermediği bir özellik vermiş ve buyurmuştur ki: "Allah'ın onlardan Elçisine verdiği ganimetlere gelince siz (onu elde etmek için) onun üzerine ne at ne de deve sürmediniz. Fakat Allah elçilerini, dilediği kimselerin üzerine salar (onlara üstün gelir). Allah her şeye kadirdir.[28] Benî Nezir'in mallarını Resul-i Ekrem (s.a.a)'e has kılan da Allah Teala'ydı.

c- Başka bir rivayette, yukarıdaki ayetten sonra şöyle geçmektedir: Bunlar, yani Fedek'in Arap kasabaları, falan ve filan yerler Resulullah (s.a.a)'a has yerlerdendir.

Ebu Davud, Zuhrî'den şöyle rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.a) diğer kasabaları kuşattığı halde kendisine sulh önerisinde Fedek halkıyla anlaşarak şöyle buyurdu: Allah Teala'nın, "Allah'ın onlardan Elçisine verdiği ganimetlere gelince siz (onu elde etmek için) onun üzerine ne at ne de deve sürmediniz..." buyruğu gereğince ve Müslümanlar onu ele geçirmek için at koşturmayıp deve sürmedikleri, savaşılıp ve kan dökülmeden tasarruf edildiği için Fedek Resulullah (s.a.a)'a has yerlerden sayıldı. Nitekim savaşmadan ve sulh ederek ele geçirilen Benî Nezir malları da Hazret'e has şeylerden sayılmıştı.

Yukarıda söylediklerimizden anlaşılıyor ki, İbn-i Esir gibi bir araştırmacının, Nihayetu'l-Lügat adlı eserinde, "safa" sözcüğünde yanılarak şöyle yazıyor:

"Safa", ordu komutanının elde edilen ganimet bölüştürülmeden önce ondan kendine aldığı şeydir ve buna "safiyye" denmektedir; onun çoğulu "safaya"dır. Bunun en açık örneği Aişe'nin sözüdür. Aişe diyor ki, Safiyye (r.a) Resulullah (s.a.a)'a has olan şeylerdendi; yani Hayber ganimetlerinden sayılan Hay kızı Safiyye'yi Resul-i Ekrem (s.a.a) kendisi için seçmiştir, ona has olmuştur. "Safiy ve safaya" rivyetlerde çok geçmiştir.

Ve yine diyor ki: Rivayette şöyle geçiyor: "Ali ile Abbas Allah Teala'nın Benî Nezir mallarından Peygamber'e has kıldığı safiler hakkında tartışarak Ömer'in yanına gittiler." İbn-i Esir burada bu sözcüğün anlamını inceleyerek, "savafi" sahipleri başka bir yere göçen veya mirasçı bırakmadan ölen emlak ve yerlere denir; bunun tekili ise "safiyye"dir.

Ezherî ise şöyle diyor: "Savafî" ordu komutanının kendi yakınlarına has kıldığı mallara denir.

Ezherî ve İbn-i Esir'den sonra gelen lügatçılar bu konuları onlardan alarak lügat kitaplarında kaydetmişlerdir; örneğin İbn-i Menzur'un, Lisanu'l-Arab kitabının "safa" maddesinde.

Bu lügatçıların sözleri özet olarak şöyledir:

Çoğulu "safaya" olan "Safi", ordu komutanının savaş ganimetlerinden kendisine aldığı gayr-i menkul mallara denir. Çoğulu "savafi" olan, ordu komutanının kendine has kıldığı arazi ve mallara denir.

Bilmem nasıl oluyor bu iş; oysa Ömer'in, Fedek, Hayber ve diğer Arap kasabalarını Resulullah (s.a.a)'in kendisine has olan "safaya"sı olarak tanıttığını gördük?!

Ve görüyoruz ki Ebu Davud[29] (ö: 275 hicri) kendi Sünen'inde "Resulullah (s.a.a)'in safileri" diye bir bölüm açmış ve orada Ömer ve diğerlerinin değindikleri Resul-i Ekrem (s.a.a)'in kasabalarından bahsetmiştir.

Ve yine görüyoruz ki, bu taksim, hicretin 370. yılında veya Ebu Davud'dan yaklaşık bir asır sonra ölen Ezherî'den[30] kaynaklanmıştır. Şayet o da bu algılamayı kendi zamanının örfünden ve özellikle uzun yıllar boyunca ellerinde esir olup sözlerinden yararlandığı Kıramite'den almış olabilir.

Kısacası; tekili "safi" olan "safaya", Ebu Davud'un dönemine kadar Resulullah (s.a.a)'a has olan eşya, mülk ve her türlü mal varlığına deniyordu.

5- Enfal

Enfal, "nefel"in çoğulu olup lügatta bağış anlamındadır. "Nefl" ise fazlalık ve farz olan miktarın fazlası demektir.

İslam dininde "enfal" sözcüğü ilk olarak Enfal Suresinde, şu şekilde geçmiştir: "Sana enfalden (savaş ganimetleri) sorarlar; de ki: Ganimetler, Allah'ın ve Elçi(si)nindir. Siz, (gerçekten) inanan insanlar iseniz, Allah'tan korkun, aranızı düzeltin, Allah'a ve Elçisine itaat edin!"[31]

Bu surenin nüzul sebebi şudur: Müslümanlar, hicretin ikinci yılında büyük önderleri Hz. Muhammed (s.a.a)'in bayrağı altında Bedir savaşına katıldılar ve bu savaşta Kureyş'lere karşı büyük galibiyetlerinden sonra düşmanla savaştan elde ettikleri ganimet hakkında birkaç gruba ayrılarak ihtialfa düştüler. Bunun üzerine hakemlik yapması için Resulullah (s.a.a)'in huzuruna gidince Enfal Suresi'nin ilk ayetleri nazil oldu: "Sana enfalden (savaş ganimetleri) sorarlar..."

Sire-i İbn-i Hişam, Tarih-i Taberî, Sünen-i Ebu Davud'da[32] ve diğer kaynaklarda şöyle geçmiştir (biz İbn-i Hişam'dan naklediyoruz):

Resulullah (s.a.a), ordusuna elde ettikleri ganimetleri bir araya toplamalarını emretti. Ordu itaat etti; fakat onların kime verilmesi gerektiği konusunda ihtilafa düştüler.

Onları toplayanlar, "Ganimetler bizimdir!" diyorlardı. Savaş meydanında düşmanla karşılaşıp savaşanlar, "Biz olmasaydık siz bu ganimetleri toplayamazdınız. Onlarla savaşıp kendimizle uğraştıran bizdik. Onun için sizinle uğraşmaya fırsat bulamadılar. O halde bu ganimetler bize aittir!" diyorlardı. Fakat düşmanın Resulullah (s.a.a)'e yaklaşmasından endişelenerek Hazret'i korumaya alanlar da, "Sizler bu ganimetleri almaya bizden daha layık değilsiniz; çünkü biz Allah'ın karşımızda alçalttığı düşmanla savaşabilir ve onların sahipsiz kalan mallarını rahat bir şekilde ele geçirebilirdik. Fakat düşmanın Resul-i Ekrem (s.a.a)'e saldırmasından endişelenerek bu işi yapmayıp Hazret'in korumaya aldık; o halde sizler bu ganimetleri ele geçirmek için bizden üstün bir yanınız yoktur" diyorlardı.

İbade b. Samit[33] şöyle rivayet etmiştir:

Enfal Suresi, biz Bedir savaşçıları hakkında nazil olmuştur. Biz bu savaşın ganimetleri konusunda şiddetli bir ihtilafa düşüp çirkin davranışlar sergileyince Allah Teala onları bizden alıp Resulullah (s.a.a)'e verdi. Sonunda Hazret onları eşit olarak aramızda bölüştürdü.

Ebu Useyd-i Saidî'den[34] şöyle rivayet edilmiştir: Ben Bedir savaşında, kendisine "sınır bekçisi" söylenilen Beni Aiz-i Mahzumî'nin[35] kılıcını ganimet aldım. Fakat Resulullah (s.a.a), herkesin aldığı ganimeti vermesini emredince, bende ileri çıkarak o kılıcı ganimetler arasına bıraktım.

İbn-i Hişam daha sonra şöyle devam ediyor:

Resulullah (s.a.a) Bedir savaşının müşrik esirleriyle birlikte Medine'ye döndü. Sefra boğazından[36] geçince, bir tepeye inerek orada, müşriklerle savaşta Allah Teala'nın Müslümanlara verdiği ganimetleri Müslümanlar arasında eşit olarak bölüştürdü.[37]

Buraya kadar söylenenlerden, Allah Teala'nın bu ayette "enfal" sözcüğünü kullanırken onun lügat anlamı olan bağış anlamını kastettiği anlaşılmaktadır. Şöyle ki: Savaşta düşmandan elde ettiğiniz malları cahiliye örf ve kuralları (garet etme veya yağmalama) gereğince sahiplenemezsiniz; bunların tümü Allah'ın bağışları olup Allah ve Resulü'nündür ve onları kendi görüşüne göre kullanması için Resulullah (s.a.a)'e vermeniz gerekir.

Ayrıca buradan, Ehlibeyt (a.s) hadislerinde "enfal" sözcüğünün nerede kullanıldığını da anlıyoruz: "Enfal, savaş meydanında, savaşıp kan dökmeden elde edilen şeyler ve sahipleri savaşmadan terkettikleri yerler, baskı uygulamadan elde edilen padişahların emlak ve arazileri ve yine kamışlıklar, meşelikler, çöller, bayındırlaşmayan ölü yerler vb.leridir."[38] Çünkü bunların tümü Allah Teala'nın Peygamber'e ve o hazretten sonra da ondan sonraki imamlara bağışlarıdır. Böyle bir kullanımla, İslam dininde ve Ehlibeyt İmamları (a.s)'a göre enfal, tırnak içinde açıkladığımız şeye denmektedir.

6- Ganimet ve Meğnem

Ganimet ve meğnemin anlamı, cahiliye döneminden sonra iki defa değişikliğe uğradı: Biri İslam yasamasında ve diğeri ise Müslümanlar tarafından. Öyle ki bu iki sözcük Müslümanlar açısından yağma ve savaşla aynı anlama geldi. Örneğin dili Arapça olan bir kişi, "selebehu selben" dediğinde, savaştığı kişiyi soyarak onun elbise, silah, binek ve beraberine olan her şeyi aldığını kastetmektedir. Bunun çoğulu da "eslab"dır. "Harebehu harben" dediğinde ise, sahip olduğu her şeyi aldığı ve ona bir şey bırakmadığı kastetmektedir. Horibe'r-rical-u maleh" dendiğinde ise, sahip olduğu her şeyin yağmalandığı anlamına gelir. Fakat "nehebehu" bir mal birinden zorla alındığı zaman kullanılır.

Yukarıda geçen sözcükler lügat kitaplarında[39] bu şekilde açıklanmış, hadis ve siretlerde de bu anlamda kullanılmış ve sahabe tarafından da aşağıdaki şekilde kullanılmıştır:

A- Hadiste

Hadiste, "Öldürülenin beraberindeki mallarını selbetmek onu öldürene düşer."[40]

Resul-i Ekrem (s.a.a) kendisinden Medine'de şarkı söylemek için izin isteyen bir şarkıcıya, "Medine gençlerine tüm mal varlığını yağmalamaların için izin veriyorum" buyurdu.[41]

B- Sirette

Resulullah (s.a.a), Huneyn savaşında Ebusüfyan b. Harb,[42] Safvan b. Ümeyye,[43] Uyeyne b. Hisn,[44] Akra b. Habis'e[45] yüz deve ve Abbas b. Mirdas'a[46] daha az verince Abbas itirazını şu beyitlerle dile getirdi:

 

E tecelu nehbî ve nehbe'l Ubeyd

Beyne Uyeynet-i ve'lakra'

 

Yani;

Ganimetten benimle Ubiyd'in payını

Uyeyne ve Ekra'dan az mı yapıyorsun?!

 

Yine Kureyş Bedir savaşında diyordu ki: "Uhrucu ila hirabikum", yani düşmanın mal varlığını ele geçirmek için ileri![47]

Veya Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Ve in kaadu kaedu mevturine mehrubin." Yani, "Eğer oturacak olursanız varınızı yoğunuzu kaybedersiniz."[48]

Veya Ömer'in şu sözü gibi: İyyakum ve'd-deyn. Fe inne evvelihi hemmun ve ahirihi harbun" Yani, "Borç almaktan sakının; çünkü onun başı üzücü ve sonu ise zavallılıktır."[49]

Ve sahabe dönemi tarihinde ise şöyle geçmiştir: Muaviye, Şam sınırları dışındaki Müslüman bölgelere saldırmak için görevlendirdiği Süfyan b. Avf-i Ğamidî'ye[50] şöyle tavsiyede bulundu: "Seninle aynı görüşte olmadığını gördüğün herkesi öldür, yolun üzerindeki şehirlerin sakinlerinin tüm mallarını yağmala (ve ihribi'l-emval); çünkü mallarını yağmalamak onları öldürmek gibi yürek yakıcıdır."[51]

Burada Muaviye'nin maksadı, onların mal varlıklarını ellerinden almaktır.

Ve bir hadiste de şöyle geçmiştir: Resulullah (s.a.a)'in ashabı birkaç koyun yağmalayarak kesip pişirdiler. Fakat Resul-i Ekrem (s.a.a) onlara, "Yağmalanmış malı yemek haramdır; o halde kazanları devirin ve bu eti yemeyin" buyurdu.[52]

Kabil savaşında ise, İslam ordusu gördükleri birkaç koyunu yağmaladılar. Abdurrahman[53] münadinin şöyle bağırmasını emretti: Ben Resulullah (s.a.a)'ten, "Kim bir malı yağmalarsa bizden değildir" buyurduğunu duydum. Koyunları geri verin. Onlar da kabul ederek koyunları geri verince Abdurrahman koyunları onlar arasında eşit bir şekilde bölüştürdü.[54]

"Selb, nehb ve harb"ın anlamı budur. "Ganimet ve muğnim"e gelince, Ragıb ve Ezherî "ğunm" sözcüğüyle ilgili şöyle yazmaktadırlar:

"Ğunm" elde edilen şeye denilmekteydi; daha sonra düşman ve diğerlerinden elde edilen her şey için kullanıldı. Kur'an-ı Kerim'de şöyle geçer: "Bilin ki elde ettiğiniz (ğanimtum) şeylerin..." veya "Elde ettiğiniz (ğanimtum) helal ve temiz şeylerden yiyin." "Muğnim", elde edilen şeylere (kâr, yarar) denir; onun çoğulu ise "meğanim"dir. Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Allah katında çok yararlar, ganimetler (meğanim) vardır."[55]

İbn-i Menzur'un Lisanu'l-Arab'ında, Ezherî'nin Tehzibu'l-Lügat'ında, İbn-i Kesir'in Nihayetu'l-Lügat'ında ve Mu'cemu'l-Elfazi'l-Kur'an'da "Ğunm"un bir fayda ve ganimet elde etmek olduğu geçer. Daha sonra düşman ve diğerlerinden elde edilen her şeye "ğunm" denmiştir.

Ve yine "ğunm", zahmetsiz elde edilen bir şeye denmektedir.

Yine İbn-i Esir'in Nihayetu'l-Lügat'ında, "İpotek bırakılan mal, ipotek bırakan kimsenindir, kârı da onundur zararı da" hadisinin açıklamasını yaparken, hadiste geçen "ğunmuhu"nun onun fazlalık, kâr ve fiyat artışı anlamında olduğu vurgulanmıştır.

Sihah-i Cevherî'de ise "muğnim" ve "ganimet"in bir anlamda olduğu geçer.[56]

Bu sözcük hadiste elde edilen kar anlamında geçmiştir. Sünen-i İbn-i Mâce'nin "mâ yukalu inde ihraci'z-zekat" bölümünde Resul-i Ekrem (s.a.a)'in şöyle dua ettiği geçer: "Allahumme'c-elha muğnimen ve la tec'elha muğrimen", yani; "Allah'ım! Onu yarar sebebi kıl, zarar nedeni değil."[57]

Müsned-i Ahmed'de Resulullah (s.a.a)'ten şöyle rivayet edilmiştir: "Ğanimetu mecalisi'z-zikr-i, el-cenne", yani; "Zikir meclisleirnin yararı cennettir."[58]

Mübarek Ramazan ayının tavsifinde ise, "Huve ğunmun lil mu'min", yani; "O, mümin için bir yarardır."[59]

Kur'an-ı Kerim'de ise şöyle geçmektedir: "Allah'ın yanında çok ganimetler var." (Nisâ, 94)

Buraya Kadar Geçenlerin Özeti

Araplar cahiliye döneminde ve İslam dininin zuhurundan sonra "selb" sözcüğünü, galip olan kişi mağlup düşen rakibinin elbise, savaş araçları, bineği gibi her şeyini aldığı zaman kullanıyorlardı. "Harb" sözcüğünü ise onun varı-yoku her şeyini sahiplendiği zaman kullanıyorlardı. "Nuheybe" ve "Nuhbi" de o dönemde onlar için günümüzde "ganimet" ve muğnim" sözcüklerinin ifade ettiği anlamı ifade ediyordu.

Gördüğünüz gibi onlar "ğunm" ve "ganimet" sözcüğünü zahmetsiz olarak bir şeyi ele geçirmek şeklinde mana ediyorlardı. "Eğtinam"ı, kâr etme ve yararlanma, "munğim"i ise çoğulu "meğanim" olan elde edilen ganimet şeklinde anlamlandırıyorlardı. Hadiste de, "Lehu ğunmuh" diye geçmiş ve "ğunm" artış, kâr ve fiyat artışı anlamında kullanılmıştır. Ramazan ayı hakkında ise, "O, müminler için bir yarardır ve artıştır" diye geçmiş ve zekat verilince okunan duada da döyle geçer: "Allahumme icelha müğnimen" (Allah'ım! Onu yarar ve artış vesilesi kıl). Ve yine, "Zikir meclislerinin ganimeti cennettir" diye geçmiştir.

Demişlerdir ki: Ğunm, aslında ganimet elde etmek anlamındaydı; daha sonra düşmanla savaşta ve diğer yerlerde elde edilen her şeye dendi.

Bizce, "ğunm" sözcüğünün bu anlamda, yani ister savaşta olsun ve ister olması elde edilen her şey anlamında kullanılışı İslam'ın zuhurundan sonraki döneme tesadüf eder ve daha önce bu anlamda kullanılmıyordu. Bunun neden ise şudur: Müslümanlar, ilk defa Resulullah (s.a.a)'in bayrağı altında Bedir savaşına katılarak zafer elde edince, düşmandan elde ettikleri mallar konusunda ihtilafa düştüler. Bunun üzerine Allah Teala, düşmandan aldıkları şeylerin malikiyetini onlardan alarak kendisi ve Resulullah (s.a.a)'in malikiyetine geçireip ona "Enfal" adını verdi. Enfal süresinden bu hüküm inince İslam savaşçıları savaşlarda elde ettikleri her şeyi kendi görüşüne göre kullanması için komutanlarına veriyorlardı. Böylece hiçbir İslam askerinin bir şeyi açıkça yağmalamaya veya gizlice ihanet etmeye hakkı yoktu; çünkü İbn-i Mace ve Ahmed b. Hanbel'in naklettikleri rivayet gereğince Resulullah (s.a.a) yağmalamayı haram kılmıştı. İbn-i Mâce Resul-i Ekrem (s.a.a)'ten şöyle rivayet ediyor: "Yağmalanan mal helal değildir." Ve yine buyurmuştur ki: "Yağma yapan kimse bizden değildir."[60]

Sahih-i Buharî ve Müsned-i Ahmed'de İbade'den, "Biz hiçbir malı yağmalamayacağımıza dair Peygamber (s.a.a)'e söz verdik" dediği rivayet edilmiştir.[61]

Sahih-i Buharî'de Resulullah (s.a.a)'ten şöyle rivayet edilmiştir: "Şerefli hiçbir mümin bir şeyi yağmalamaz."[62]

Sünen-i Ebu Davud'da "en-nehy-u ani'n-nuhbe" bölümünde ensardan olan bir kişiden şöyle rivayet edilmiştir. Biz bir yolculukta Resulullah (s.a.a)'in yanındaydık. Azığımız bitince beraberimizdekilere açlık musallat olunca araştırıp bir koyun yağmaladılar. Yemek kazanlarımız kaynıyordu; Resul-i Ekrem (s.a.a) yayına yaslandığı halde gelerek elindeki yayla yemek kazanlarımızı devirip etlerimizi yere döktü ve peşinden, "Yağma malı, meyteden daha helal değildir" buyurdu.[63]

Allah ve Resulü hıyaneti haram kılmıştır. Allah Teala Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurmaktadır: "Kim emanete hıyanet eder, aşırırsa kıyamet günü aşırdığını boynuna yüklenip getirilir." (Âl-i İmrân, 161)

Resulullah (s.a.a) bir hadiste şöyle buyurmaktadır: "Ne yağmalama, ne hıyanet, ne aşırmak, ne de hırsızlık helaldir. Kim hıyanet eder de gizlice bir şey çalarsa, kıyamet günü -mahşere- onunla gelir."[64]

Bu hadiste, yağmalama, aşırma ve gizlice hırsızlık yapmak, bunların tümü hırsızlıkla aynı ölçüdedir. Yağmalama, gizlice hırsızlık ve aşırmak da hırsızlıktır.

Resul-i Ekrem (s.a.a)'ten diğer bir hadiste ise şöyle geçer: İğne ve ipliği; bundan fazlasını veya daha azını bile iade edin. Çünkü gizlice hırsızlık, kıyamet günü onu yapanın rezil, rüsva ve başı aşağı olmasına neden olur."[65]

İbn-i Esir, Nihayetu'l-Lügat adlı kitabında şöyle yazmaktadır: "Ğulul" ganimette ihanet etmek ve bölüştürülmeden önce onda hırsızlık yapmak, "şenar" ise ar ve rezilliktir.

Abdullah b. Amr b. As'tan şöyle rivayet edilmektedir: Resulullah (s.a.a), bir ganimet elde edildiğinde, humusunu alıp geri kalanını halk arasında bölüştürmek için Bilal'a, bağırarak herkesin topladıkları ganimetleri kendi huzuruna getirmelerini emrederdi. Bir savaşta ganimetler bölüştürüldükten sonra bir kişi elinde bir at yuları olduğu halde Resulullah (s.a.a)'in huzuruna gelerek, "Ya Resulullah (s.a.a)! Biz ganimet olarak bunu aldık!" dedi. Resul-i Ekrem (s.a.a), "Bilal'in üç defa bağırdığını duydun mu?" buyurdu. Adam, "Evet" dedi. Hazret, "O halde neden hemen getirmedin?" diye sordu. Adam özür dileyince Resulullah (s.a.a) ona, "Hiçbir zaman onu kabul etmem; onu kıyamet günü getirirsin" buyurdu.[66]

Sünen-i Ebu Davud, "cihad" kitabının "el-Ğulul" bölümünde şöyle geçmektedir: Hayber'de Eş'ce' kabilesinden bir kişi öldü. Resulullah (s.a.a), "Arkadaşınıza kendiniz namaz kılın" buyurdu. Halk Resulullah (s.a.a)'in bu sözüne üzülüp yüzlerinin rengi değişti. Hazret onların bu durumunu görünce, "Sizin bu arkadaşınız gizli bir hırsızlık yapmıştır" buyurdu.[67]

Seyr-i Sünen-i Daremî, kitabının "Müsned-i Ahmed, cae fi'l ğulul-i min şidde" bölümünde, Ömer b. Hattab'tan şöyle rivayet edilmiştir: Hayber savaşında İslam savaşçılarından birkaçı öldürüldü. Askerler kendi aralarında birbirlerine, falanca ve filanca şehittir dediler. Nihayet birinin de adını getirerek, o da şehit oldu! dediler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.a), "Hayır öyle değil; ben onu gizlice aşırdığı ateşten bir cüppe veya örtünün içinde görüyorum" buyurdu.[68]

Sünen-i İbn-i Mâce'de, "cihad" kitabının "el-ğulul" bölümünde şöyle geçer:

Resulullah (s.a.a)'in ordusu arasında "Kerkere" denilen bir kişi vardı. Bu adam ölünce Resulullah (s.a.a), "O, ateştedir!" buyurdu. Halk araştırınca onun üzerinde diğerlerinden gizlice aldığı cüppe olduğunu gördüler.[69]

Sahih-i Buharî, Sahih-i Müslim ve Sünen-i Ebu Davud'da bu hadis diğer sözcüklerle geçmiştir ve sonunda ise şöyle kaydedilmiştir: O topluluktan bir kişi bunu görünce bir veya iki ayakkabı bağını Resulullah (s.a.a)'in huzuruna getirdi. Hazret -onu görünce- "Ateşli bağ veya bağlar" dedi.[70]

* * *

Evet, İslam dini, askerlerini, savaş ve zorbalıkla elde ettikleri malları açıkça yağmalamaktan engellemiştir. Resulullah (s.a.a), yağmaladıkları koyunları pişiren açların kazanlarını devirerek etleri yere dökmüştür. İster açıkta olsun, ister gizlice diğerlerinin malını kullanmayı yasaklayarak onu hıyanet ve açık bir hırsızlık diye adlandırmış, iğneyi, ipliği ve hatta ondan az bile olsa sahibine geri verin, buyurmuş, hıyanet ve gizli hırsızlık yapan kimsenin cenazesine namaz kılmamış ve bir cüppe yağmalayan ihanetkâr kişinin ölüsünü şehit saymamıştır. Allah Teala, savaş kanalıyla elde edilen malların mülkiyetini, ister açık olsun, ister gizli ne olursa olsun, hatta bir ayakkabı bağı olsa bile İslam askerlerinden alarak Kur'an-ı Kerim ona "enfal" ismini vermiş, Resulullah (s.a.a) uygun gördüğü şekilde kullansın diye Allah ve Resulü'nün emrine bırakmıştır.

Şimdi, Resulullah (s.a.a)'in düşmanla savaşarak elde edilen malları ne yaptığına bakalım:

Resulullah (s.a.a) savaşlardaki ganimetlerden, ister ganimetlerin toplanmasına doğrudan katılsın ve ister katılmasın, uygun gördüğü miktarını piyade askerlere, uygun gördüğü kadarını süvarilere ve bir miktarını da kadınlara veriyordu.[71]

Dahası; bazen Resul-i Ekrem (s.a.a) hiçbir şekilde savaşa katılmayanlara ganimetten bir pay veriyordu; nitekim Bedir savaşında Osman'a ve Hayber savaşında da Cafer b. Ebutalib'in arkadaşlarına bu şekilde vermiştir. Bu konu Sahih-i Buharî, Müsned-i Tayalesî, Müsned-i Ahmed ve Tabakat-ı İbn-i Sa'd'da şu şekilde geçer:

Resul-i Ekrem (s.a.a), Osman'ı Bedir savaşına katmayıp hasta olan eşi, peygamberin kızı Rukiyye'ye bakmak için Medine'de bırakmıştı. Savaştan sonra, Resulullah (s.a.a) ona, savaş meydanındaki bir askerin aldığı kadar bir pay verdi.[72]

Ve yine Sahih-i Buharî'nin aynı sayfasında Ebu Musa Eş'arî'den şöyle rivayet edilmiştir:

Yemen'deyken Resul-i Ekrem (s.a.a)'in Hayber'e doğru hareket ettiğini öğrenince o hazrete katılmak için kabilemizden elli küsur kişiyle birlikte Yemen'den hareket edip gemiyle Habeş'e ve oradan Cafer b. Ebutalib ve arkadaşlarıyla birlikte Medine'ye gittik. Resulullah (s.a.a)'in huzuruna vardığımızda Hazret Hayber'i fethetmişti. Sonra Resul-i Ekrem (s.a.a) bizimle gemideki arkadaşlarımıza ve yine Cafer'le arkadaşlarına Hayber ganimetlerinden bir pay verdi.[73]

Daha önce de dediğimiz gibi, Resul-i Ekrem (s.a.a) Huneyn savaşında gönüllerini almak, sevgi ve muhabbetlerini kazanmak ve İslam'a yönelmelerini sağlamak amacıyla Kureyş'in ileri gelenlerine, o savaşa katılan İslam savaşçılarının payından kaç kat fazlasını verdi.

Böylece İslam dini savaş yoluyla elde edilen malların mülkiyetini onu ele geçiren kişilerden alarak Allah ve Resulü'nün yetkisine bırakmış, Resul-i Ekrem (s.a.a) de onu ele geçirerek uygun gördüğü şekilde harcamıştır. O halde, buna göre, savaş ganimetlerinden bir pay alan kimse, ister savaşa katılsın, ister katılmasın, bu ganimeti hiçbir zahmet çekmeden ve meşakkat görmeden ele geçirmiştir, söyleyebiliriz. Çünkü o ganimeti düşmanla savaşarak değil, Peygamber'den almıştır.

Ve yine Arapların ganimet ve muğnimi, düşmanla savaşarak değil, hiçbir zahmet ve zorluk görmeden elde edilen mal bildiklerini göz önünde bulundurarak bu malları ganimet ve muğnim de sayabiliriz; çünkü savaş yoluyla elde edilen şeyin, daha önce de değindiğimiz gibi başka bir ismi vardır.

Ve yine, "Bilin ki kazandığınız şeylerden..." ayeti, bu savaşta veya Uhud savaşında, Enfal Suresinin inişinden sonra, bu Surenin başında nazil olmuş ve bu ayet nazil olduktan sonra "ganimet" sözcüğü iki ayrı anlam kazanmıştır:

1- Lügat anlamı: Hiçbir zahmete maruz kalmadan bir şeye ulaşmak. Bu anlam savaş ganimetlerini kapsamaz. Çünkü bu şekildeki kazancın "selb, nuhb ve harb" gibi özel isimleri vardır.

2- Şerî anlamı: Ragıb'ın dediği gibi, savaş yoluyla veya savaş olmaksızın düşmandan elde edilen şeyler.

Ve işte bu nedenle İslam dini, düşmanla savaştan elde edilen her şeyi ganimet saymıştır; oysa geçmişte bu kelimenin böyle bir manası yoktu.

Ve yine gördük ki, bazen "ganimet ve muğnim" hadis ve sirette, gerçek anlamında kullanılıyormuş gibi hiçbir karineye gerek kalmadan lügat anlamında kullanılmıştır. Ve bazen de bu sözcükler şerî anlamlarında kullanılmış, sözdeki veya konuşmada geçen bir karine nedeniyle onun şerî anlamı anlaşılmıştır.

Böylece bu sözcükler, Ömer b. Hattab'ın hilafeti döneminde futuhat alanı genişleyinceye kadar bu iki anlama geliyorlardı. O zamandan itibaren çok kullanım nedeniyle "ğunm" sözcüğünün türevleri, özellikle durum ve sözdeki karineler olunca düşmanla savaştan elde edilen şeyler anlamını veriyordu. Ve lügatçılar iş başına geçip "ğunm" sözcüğü ve onun kendi zamanı ve daha önceki zamanlarda Araplar arasında kullanıldığı yerler incelendikten sonra, bu sözcüğün şu yerlerde kullanıldığını gördüler:

a- Cahiliye döneminde ve sadr-ı İslam'da tüm Arapların yanında, bir şeyi zahmetsiz elde etmek anlamında.

b- Humus ayeti nazil olduktan sonra, Müslümanların yanında, özellikle Resulullah (s.a.a)'in zamanından sahabenin dönemine kadar, düşmanla savaşta ve diğer durumlarda bir şey elde etmek anlamında.

c- Fütuhat döneminde, daha sonra dikkate alınmayan karinelerle düşmandan savaş ganimetleri almak anlamında kullanılmış, tedricen lügatçıların dönemine kadar karine olmaksızın İslamî toplumlarda bu anlamda kullanılmıştır.

Lügatçıların bu sözcüğü kaydettikleri zaman da bu sözcüğün (ğunm) anlamında meydana gelen değişiklere dikkat etmemişler ve sonuçta Ragıb-ı İsfehanî gibi bazıları humsun yasanmasından sonra Medine'de onun anlamını inceleyerek şöyle demişlerdir: Düşmanla savaşta ve diğer yollarla elde edilen her şeye "ğunm" denir.

Fakat İbn-i Menzur ve diğerleri, bazen onun cahiliye dönemindeki kullanımını göz önünde bulundurarak, "ğenume-ş şey", "onu ele geçirdi", "iğtinam" ise, "ganimete ulaşmak" anlamındadır demişlerdir. Ve bazen de fütuhat döneminde onun karinelerle kullanıldığını göremedikleri için ondan sonra da bu sözcüğü karinesiz olarak söz konusu ederek şöyle demişlerdir: Ganimet, savaş meydanında düşmandan alınan mallardır.

Fakat bu arada, Kamusu'l-Lügat kitabının yazarı, bu sözcüğün bir şey elde etmek ve fey anlamında mı,[74] yoksa ganimet "fey" ve "fazlalık" anlamında, onun diğer türevleri ise "bir şey elde etmek" anlamında olduğunda şüphe etmiştir.[75]

Böylece "ğunm" sözcüğünün anlamını karıştırmışlardır; oysa bu konuda doğru olan bizim söylediğimizdir ve bu hususta sözcüğün anlamının kazandığı değişiklikleri de göz önünde bulundurmak gerekir.

Dolayısıyla, "ğunm" sözcüğü şu anlamlardadır:

1- Cahiliye döneminde ve sadr-ı İslam'da: Hakiki anlamı olan, bir şeyi zahmetsiz olarak ele geçirmek.

2- İslam dininde, humus ayetin nazil olduktan sonra hakiki anlamında, düşmanla savaşta elde edilen şey; bunun yanı sıra o dönemde daha unutulmamış olan lügat anlamında kullanılıyordu.

3- Lügat kitapları yazıldığı asırdan sonra bu sözcük hakiki lügat anlamının yanı sıra Müslümanlar yanında düşmandan savaş ganimetleri ele geçirmek anlamında kullanılmaya başlandı.

Dolayısıyla, eğer sadr-ı İslam'a kadar bir yerde bu sözcüğün türevlerinden biriyle karşılaşacak olursak onu lügat anlamı vererek zahmet ve sıkıntı çekmeden bir şey elde etmek şeklinde mana etmemiz uygun olacaktır.

Ve eğer bu sözcüğün humsun yasanmasından sonra Müslümanlar tarafından veya İslami yasamada kullanıldığını görürse, bu durumda, bu iki anlam kullanılan ortak bir sözcük olduğundan onu lügat anlamında algılamakla şerî anlamında (savaş ve diğer yollarla bir şey elde etmek) algılamak arasında ortaktır ve birinin tayini için belirti şarttır.

Ve eğer bu sözcüğün, lügatçiler ve lügat kitaplarının yazıldığı dönemde ve ondan sonraki zamanlarda kullanıldığını görürsek, bu sözcük o dönemde onlar için hangi anlamı taşıyorsa, o anlamda kullanılması, yani sadece düşmandan savaş ganimetleri almak anlamında algılanması daha doğrudur.

Buraya kadar söylediklerimizden anlaşılan şudur: Eğer Resulullah (s.a.a)'in döneminde humsun yasanmasından sahabenin dönemine kadar hadis ve hadis dışında bu sözcüğün türevlerinden birine rastlarsak bu iki anlamdan birine geldiğini kabullenmek zorundayız: Ya lügat anlamında algılayarak, zahmet ve zorluğa düşmeden bir şeyi elde etmek anlamına geldiğini ya da şerî anlamında algılayarak savaş ganimetleri ve diğer kazançlar elde etmek anlamına geldiğini kabul etmeliyiz. Elbette bu durumda maksadımıza delalet eden bir karine bulmak zorundayız.

Bu sözcüğün o dönemde kullanıldığı yerler hakkında yapmış olduğumuz uzun araştırmalarda onun daha fazla şerî anlamı bildiren söz ve durumdaki karinelerle kullanıldığını gördük. Fakat bunun yanı sıra bir çok yerde bu sözcüğün hiçbir karine ve belirti olmaksızın lügat anlamında kullanıldığını da unutmamak gerek.

7- Humus

Humus, lügatta beşte bir anlamındadır. "Hamestu'l-kavme" yani, o kavmin mallarının humsunu aldım. Fakat bu sözcüğün şerî anlamını öğrenmek için önce cahiliye Arabı döneminin örfüne müracaat ederek bu konuda onların toplumsal sistemlerini öğrenmemiz gerekir. Daha sonra İslam yasamasına dönerek humus meselesi ve onun Müslümanlar arasındaki geçmişini geniş bir şekilde incelememiz icab ediyor. Şimdi bu husustaki konumuz:

A- Cahiliye Döneminde

Cahiliye döneminde, komutanlar ganimetlerin dörtte birini kendilerine alıyor ve "Onların mallarının dörtte birini aldı" ve "Ordudan ganimetlerin dörtte biri alındı" deniliyordu.

Ordu komutanının aldığı bu dörtte bire, "el-merba" söylüyorlardı. Hadiste ise Resulullah (s.a.a)'in Adiy b. Hatem'e, Müslüman olmadan önce, "Sen merba alıyorsun; oysa bu iş senin dininde helal değildir."[76]

Şair bu konuda şöyle diyor:

 

Leke'l merba' minha ve's-safaya

Ve hukmuke ve'n neşitetu ve'l fuzul

 

(Ganimetin dörtte biri senin, safaya da

Neşit de senin, fuzul da.)

 

Bu şiirde "safaya" başta gelen kişinin kendine seçip ayırdığı şeydir. "Neşite" askerler dönüp kabileye gelmeden önce reislerine verilen ganimete denir. Ve nihayet "fuzul" bölüştürülmeyecek kadar az olup ordu komutanına verilen ganimete denir.[77]

Nihayetu'l-Lügat kitabında şöyle geçmektedir: "İnne fulanen kad irtefea emre'l kavm), (yani; falanca onlara komutanlık yapmayı beklemekte.) Veya, "Ve huve ala rubaet-i kavmih" (yani; o, onların efendisidir).

"Humus" sözcüğü hakkında ise Adiy b. Hatem'den[78] şöyle rivayet edilmiştir: "Cahiliye döneminde rub' (dörtte bir), İslam'da ise humus (beşte bir) alıyordum." Adiy'nin maksadı şudur: Ben her iki dönemde de ordu komutanıydım. Cahiliye döneminde ganimetlerin dörtte biri ordu komutanınıydı. İslam zuhur ettikten sonra ise onu beşte bire düşürdü ve harcanması gereken yerleri de belirtti.[79]

B- İslam'ın Zuhurundan Sonra

Buraya kadar söylediklerimiz İslam'ın zuhurundan önce ve cahiliye dönemiyle ilgiliydi. Fakat İslam'ın zuhurundan ve İslam dini tarafından humusun yasanmasından sonra humus farz bir şey haline geldi, Kur'an-ı Kerim ve hadislerde ondan şöyle bahsedilmiştir:

1- Kur'an-ı Kerim'de Humus:

Allah Teala Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurmaktadır: "Eğer Allah'a ve ayrılma gününde, o iki topluluğun karşılaştığı günde kulumuz (Muhammed)e indirdiğimiz şeye inanmışsanız bilin ki kazandığınız şeylerin beşte biri, Allah'a, Elçisine ve yakına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalana aittir. Allah her şeye kadirdir."[80]

Bu ayet, her ne kadar özel bir konuda nazil olmuşsa da genel bir hükmü beyan etmektedir ki o da her türlü kazançtan müstahak olan kişilere humus ödemenin farz oluşudur. Çünkü eğer bu ayet sadece savaş ganimetlerini kapsayacak olsaydı, Allah Teala'nın, "Bilin ki savaşta elde ettiğiniz şeylerden..." şeklinde veya "Dünşandan elde ettiğiniz ganimetler" diye buyurması ve "kazandığınız şeylerin..." şeklinde buyurmaması daha uygundu.

Bu yasamada, İslam dini, cahiliye dönemindeki dörtte bir yerine önderlik hakkını beşte bir olarak tayin ederek miktarı azaltırken diğer taraftan da humus alanların sayılarını çoğaltmıştır. Şöyle ki, onun bir payını Allah'a, bir payını Resulüne ve bir payını da onun yakınına, üç payını da Resul-i Ekrem (s.a.a)'in yakınlarından yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara tayin etmiştir. Ve humusu, savaş ganimetlerine has kılmayıp elde edilen her türlü kazançta farz kılmış, cahiliye dönemindeki "merba" karşısında onu "humus" diye adlandırmıştır.

Ve zekat kavramı, daha önce de dediğimiz gibi Allah Teala'nın mallardaki hakkıyla eşit olduğundan, Kur'an-ı Kerim'de nerede zekat ödemeye teşvik edilmişse, insanın kazandığı her şeyden farz sadaka ve humusu ödemeyi de emretmiş ve Allah Teala, mallardaki hakkını sadaka ve humus ayetlerinde tam olarak açıklamıştır.

Humus hakkında Kur'an-ı Kerim'de bulduklarımız bunlardan ibarettir.

2- Sünnette Humus:

Resulullah (s.a.a) savaş ganimetlerinden ve define, hazine ve maden gibi savaş ganimetleri dışındaki gelirlerden humus ödenmesini emretmiştir. Bu konuyu İbn-i Abbas, Ebu Hureyre, Cabir b. Abdullah, İbade b. Samit, Enes b. Malik rivayet etmişler ve Ahmet b. Hanbel kendi Müsned'inde, İbn-i Mace kendi Sünen'inde kaydetmişlerdir. Biz burada Ahmet b. Hanbel'in İbn-i Abbas'tan naklettiği rivayeti zikrediyoruz:

"Resulullah (s.a.a), define, hazine ve madenden humus verilmesini emretti."[81]

Sahih-i Müslim, Sahih-i Buharî, Sünen-i İbn-i Mâce, Tirmizî, İbn-i Mace, Muvatta-i Malik ve Müsned-i Ahmed b. Hanbel'de Ebu Hureyre'den Resulullah (s.a.a)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Hayvanın vurduğu yaranın diyeti yoktur; maden de böyledir; rukaza (define ve madende) ise hums vardır."

Fakat Müsned-i Ahmed'de geçen bazı rivayetlerde hadisin baş tarafı şöyledir: "Hayvanın yaralamasının diyeti yoktur..."[82]

Ebu Yusuf,[83] bu hadisi Harrac kitabında genişçe açıklayarak şöyle demiştir: Cahiliye döneminde bir kişi bir kuyuya düşerek ölseydi, gelenekleri gereğince o kuyu onun kan parası sayılırdı. Eğer bir hayvan onun öldürseydi o hayvanı ve eğer ölmesine bir maden neden olsaydı kan pahası olarak o madeni alırlardı. Dolayısıyla, bir kişi Resulullah (s.a.a)'e bunun hükmünü sorunca Hazret şöyle buyurdu: "Hayvanın açtığı yaranın diyeti yoktur; maden ve kuyunun da yoktur; rukaza (defineye) ise hums lazım gelir." Daha sonra Hazret'ten, "rukaz"ın ne olduğunu sordular. Hazret, "Allah Teala'nın yaratışın tâ başından beri yerde kıldığı altın ve gümüştür" cevabını verdi.

Müsned-i Ahmed'de Şa'bî[84] kanalıyla Cabir b. Abdullah'ın Resul-i Ekrem (s.a.a)'den şöyle rivayet ettiği nakledilmektedir: "Evcil havan, kuyu ve madenin kan pahası yoktur; fakat defineye humus lazım gelir."[85] Şa'bî, bu hadiste geçen "rukaz"ın define anlamına geldiğini söylemiştir.

Müsned-i Ahmed'de İbade b. Samit'ten şöyle rivayet edilmiştir: Resulullah (s.a.a)'in bıraktığı kurallar şunlardır: İnsanın ölmesine neden olan maden, su kuyusu ve hayvanın diyeti yoktur. Bu hadiste geçen "ucema" dört ayaklı hayvan ve benzerleri, "cubar" ise karşılıksız ve heder olmak anlamındadır. Resul-i Ekrem (s.a.a) define ve maden için humus tayin etmiştir.[86]

Müsned-i Ahmed'de Enes b. Malik'ten şöyle rivayet edilmiştir: Resulullah (s.a.a)'le birlikte Hayber'e doğru hareket ettik. Yanımızdakilerden biri def-i hacet için bir harabeye gitti ve kendini temizlemek için harabenin duvarından bir parça kesek koparınca oradan altın döküldü. Adam altınları alarak Resul-i Ekrem (s.a.a)'in huzuruna getirip olanları anlattı. Resulullah (s.a.a), onları tartmasını emretti. Adam itaat ederek onları tartınca iki yüz dirhem olduğunu gördü. Bunun üzerine Resul-i Ekrem (s.a.a), "Bu definedir ve buna humus lazım gelir."[87]

Yine Müsned-i Ahmed'de şöyle geçer: Medine'den bir kişi Resulullah (s.a.a)'e bir takım sorular sordu. Bu sorulardan biri şöyleydi: Bir harabeden bir define bulacak olursak vazifemiz nedir? Resulullah (s.a.a), "Ona, define ve madene humus taalluk eder" buyurdu.[88]

Nihayetu'l-Lügat, Lisanu'l-Arab, Nihayetu'l-Ereb, Ikdu'l-Ferid ve Usdu'l-Gabe'de "seyebe" sözcüğünde şöyle geçer, (biz Nihayetu'l-Lügat'tan naklediyoruz):

Resulullah (s.a.a), Vail b. Hacer'e[89] şöyle yazdı: "Suyubda humus vardır." Suyub ise, define anlamındadır. Daha sonra açıklamada bulunarak şöyle yazdı: Suyub, madende bulunup çıkarılan altın ve gümüş damarlarıdır; suyum "seyebe"nin çoğuludur. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in "suyub" sözcüğünü kullanmaktan maksadı, cahiliye döneminde defnedilen mallar veya Allah Teala'nın onu elde eden kişiye lütuf ve bağışı olan madeni kastettiğini bildirmektir.

Resul-i Ekrem (s.a.a)'in bu mektubunun tamamı Kalkaşendî'nin Nihayetu'l-İreb kitabında geçmiştir.[90]

Yukarıda Geçen Hadislerin Terimlerinin Açıklaması

Sünen-i Tirmizî kitabında şöyle geçmiştir: Ucema, sahibinden kaçan hayvandır; sahibinden kaçınca bir şeye veya bir kimseye zarar veren bu hayvandan dolayı sahibi zarar ödemez.

Madenden dolayı da diye ödenmez. Yani bir kişi bir madeni kazar da diğer bir kişi ona düşerse, maden sahibi bundan dolayı zarar ödemez. Birinin yoldan geçenler için kazdığı su kuyusuna da biri düşerse, sahibinin üzerine bir şey gelmez.

Fakat rukazda humus vardır. Rukaz ise cahiliye döneminin definelerini ele geçirmektir. O halde, eğer bir kişi böyle bir define bulursa onun humsunu şerî hakime verdikten sonra geri kalanı onun kendisinin olur.[91]

İbn-i Esir'in Nihayetu'l - Lügat kitabında "irem" sözcüğünde şöyle geçer: "Aram", "a'lam" anlamında olup yolu göstermek için çöllerde üst-üste bırakılan taşlara denir. Onun tekili, "ineb" vezninde, "irem"dir. Cahiliye dönemi insanları yolda, beraberlerinde götüremeyecekleri bir şey bulsalardı, dönüşte rahatça bulup götürmek için üzerine nişane olsun diye bir taş bırakırlardı.

Lisanu'l - Arab ve diğer lügat kitaplarında şöyle geçmiştir:

Bir şeyi toprağa sakladıkları zaman "Rekezehu, yerkezuhu" denir. "Rukaz" yer veya madenden çıkarılan altın veya gümüş parçaları olup tekili "rukze"dir.

Nihayetu'l - Lügat kitabında ise şöyle geçer: "Rukaz"ın çoğulu olan "Rukze, yere gömülen doğal mücevherlere denir.

Yukarıdaki Rivayetlerin Özeti

Yukarıda geçen rivayetlerden özetle şunlar anlaşılmaktadır: Resulullah (s.a.a), ister hazine olsun, ister maden yerden çıkarılan her türlü altın ve gümüşe humus verilmesini emretti. Bunların hiç birinin, ileri sürülenin tam aksine savaş ganimetleriyle hiçbir ilgisi olmayıp onlardan sayılmamaktadır. Dolayısıyla, humsun savaş ganimetlerinde olduğunu söylemek tamamen yersiz bir söz olur. Humus ayetindeki "ğanimtum" sözcüğünden maksat da budur. Ve yukarıdaki delilleri ve geçen rivayetlerin de teyit ettiğini göz önünde bulundurarak İslam'ın yasamasında "ğanimtum" sözcüğü, insanın hem savaşta ve hem savaş dışında elde ettiği kazancı kapsamaktadır.

O halde, buraya kadar söylediklerimizden, İslam dininde humusun savaş ganimetlerine has olmadığı anlaşılmaktadır. Hulefa mektebi ulemasından Kadı Ebu Yusuf da el-Harac[92] adlı kitabında bu rivayetlerden bu sonuca varmıştır. Kadı Ebu Yusuf, savaş ganimetleri dışında diğer şeylerde humusun farz olduğu hükmünü istinbat ederek diyor ki:

Çıkarılan her türlü madene ister az olsun, ister çok humus taalluk eder. Hatta eğer insan madenden iki yüz dirhem ağırlığından az gümüş veya yirmi dirhem ağırlığından az altın çıkarırsa onun humsunu vermesi gerekir. Ve bunun zekatla hiçbir ilgisi yoktur.[93] Aksine, bu ganimetlerle ilgilidir. Toprağa ise bir şey taalluk etmez; humus sadece halis altın, gümüş, demir, bakır ve kurşuna taalluk eder. Onları çıkarmak için yapılan masraflara ise humus yoktur. Eğer yapılan masraflar çıkarılan şeylerin değerinde olursa yine onlara humus lazım gelmez; yapılan masraflar ister az olsun, ister çok, çıkarılan şeylerin değerinden düşüldükten sonra humus lazım gelir. Metaller dışında yakut, firuze, sürme, civa, kükürt, kızıl toprak gibi taş türlerinden elde edilen her şeye humus lazım gelmez;[94] çünkü onlar toprak ve çamur cinsindendir.

Daha sonra diyor ki: O halde, eğer bir kişi (maden türlerinden) bir miktar altın veya gümüş veya demir veya kurşun ya da bakır çıkarırsa, çok fazla borçlu olursa bile onların humsu üzerinden düşmez. Eğer bir asker savaş meydanında düşmandan savaş ganimeti alırsa, ister borçlu olsun ister olmasın onun humusun vermesi gerektiğini görmüyor musun?!

Daha sonra şöyle yazıyor: Rukaza gelince; rukaz, Allah Teala'nı yaratılışın başından yerin derinliklerinde yarattığı humusu farz olan altın ve gümüştür. O halde eğer biri, başkasına ait olmayan bir yerde altın veya gümüş hazine veya tesadüfen elbise bulursa onun beşte birini humus olarak vermeli, beşte dördü ise bulan kişinin olur. Çünkü o da humsu verilmesi gereken ve geri kalanı kişinin kendisine ait olan ganimet gibidir.

Sona şöyle devam ediyor: Eğer Müslümanlarla savaş halinde olan bir kafir Müslüman topraklarında bir hazine bulursa, İslam hükümetinin güvencesine girmiş olursa, onun tümünü ondan alır ve ona bir şey vermezler. Fakat eğer o kişi kafir-i zımmî olursa, Müslümanlardan aldıkları gibi ondan da onun humsunu alır, dörtte birini ona verirler. Anlaşmalı köle de (sahibiyle serbestlik sözleşmesi yapan köle) Müslüman topraklarında bir hazine bulursa, humsu alındıktan sonra geri kalanı ona verilir...

Ebu Yusuf, "denizden çıkarılan şeyler" bölümünde Harun Reşid'e hitaben şöyle yazıyor: Müminlerin emirinin sorduğu denizden çıkarılan şeylere gelince; bilinmesi gerekir ki, denizden çıkarılan ziynet eşyaları ve ambere humus lazım gelir.[95]

* * *

Buraya kadar, Resulullah (s.a.a)'in, savaş ganimetleri dışındaki şeylerin humsunun verilmesini emrettiğini apaçık ortaya koyan rivayetleri ve bu rivayetlerden anlaşılanları inceledik. Şimdi ise Resul-i Ekrem (s.a.a)'in humus verilmesine dair emrini içeren rivayetleri inceleyelim:

Resulullah (s.a.a)'in Mektup ve Sözleşmelerinde Humus

A- Sahih-i Buharî, Sahih-i Müslim, Sünen-i Nesaî ve Müsned-i Ahmed'de şöyle geçer (biz Buharî'den naklediyoruz): Abdulkays kabilesinin[96] temsilcileri Resul-i Ekrem (s.a.a)'e, "Muzar müşrikleri bizimle sizlin aranızda engel oluşturdular ve biz haram aylar dışına size ulaşamıyoruz. Bize, yerine getirdiğimizde cenneti kazanmamıza neden olacak ve kabilemizin diğer insanlarını davet edeceğimiz kolay emirler ver" dediler. Resul-i Ekrem (s.a.a) onlara şöyle buyurdu:

"Size dört şeyi yapmayı emrediyor ve dört şeyi yapmaktan sakındırıyorum. Size Allah'a iman etmenizi emrediyorum. Allah'a iman etmenin ne olduğunu biliyor musunuz hiç? Allah'a iman etmek şunlardan ibarettir: O'nun birliğine tanıklık etmek, namaz kılmak, zekat vermek, kazançlarınızdan humsu ödemek ve..."[97]

Resulullah (s.a.a), Abdulkays kabilesinin temsilcilerine, kazançlarından humus ödemelerini emredince, müşriklerin korkusundan haram aylar dışında kabilelerinin sınırından dışarı çıkamayan onlardan düşmandan aldıkları savaş ganimetlerinin humusunu ödemelerini istemiyor! Aksine o hazretin "ganimet"ten, bu sözcüğün Arapça'daki, zahmet ve sıkıntı çekmeden bir kazanç sağlamak olan hakiki anlamını kastetmiştir. Veya başka bir tabirle, onlar kâr ve kazançlarının humusunu vermekle görevlendiler ya da en azından Resulullah (s.a.a)'in maksadı bu sözcüğün, "savaş ve savaş dışı gelirler"den ibaret olan şer'î hakikatidir.

Bu konu, Resul-i Ekrem (s.a.a)'in Arap kabilelerinin temsilcilerine yazmış olduğu sözleşmelerde, elçileri ve onlara tayin ettiği valiler vasıtasıyla gönderdiği mektuplarda apaçık bellidir.

Belazurî, Futuhu'l-Buldan adlı eserinde şöyle yazmaktadır: Yemen halkı, Resulullah (s.a.a)'in zuhur ettiğini ve şanının yüceliğini duyunca, onlardan Hazret'in huzuruna temsilciler geldiler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) onlara bir mektup yazarak Müslüman oldukları ana kadar sahip oldukları mallar, arazi ve defineleri onlara bıraktı. Onlar da itaat ederek Müslüman oldular. Sonra Hazret (s.a.a), İslam dininin kanun ve kurallarını ve kendi sünnetlerini öğretmeleri, sadakalarını almaları, Yaduhilik, Hıristiyanlık ve Mecisiliklerinde kalanlardan ise cizye almaları için onlara kendi vali ve elçilerini gönderdi.

Belazurî, İbn-i Hişam, Taberî ve İbn-i Kesir bunların peşinden şöyle eklemişlerdir (biz Belazurî'den naklediyoruz): Resul-i Ekrem (s.a.a) Amr b. Hizam'ı[98] Yemen'e gönderdiği zaman onun için şöyle bir şey yazdı:

"Bismillahirrahmanirrahim. Bu Allah ve Resulünün sözüdür: "Ey iman edenler! Ahitlerinize vefa edin."[99]

b- "Bu Allah'ın elçisi Muhammed (s.a.a)'in Amr b. Hizam'ı Yemen'e gönderdiği zaman ona tavsiyeleridir. Ona bütün işlerinde Allah'ı göz önünde bulundurup takvalı olmasını, kazançlardan Allah'ın humsunu almasını ve Allah'ın müminlere farz kıldığı sadakaları teslim almasını emrediyor. Şöyle ki, su verilmeyip kökleri yerin rutubetinden veya yağmur suyundan su alan tarlaların mahsullerinden onda bir, büyük su kırbası ve kovalardan sulanan tarlaların mahsullerinden ise onda birin yarısı (yirmide bir) zekat almasını bildiriyor."[100]

c- Resulullah (s.a.a)'in Kazae kabilesinden Sa'd b. Huzeym'e ve Cizam'a yazdığı bir mektupta sadaka vermenin farz olduğu yerleri onlara bildirmiş, sakada ve humuslarını Ubey ve Anbese ismindeki iki elçisi veya onların memurları vasıtasıyla kendisine göndermelerini istemiştir.[101]

Resul-i Ekrem (s.a.a), Sa'd ve Cizam kabilelerinden sadaka ve humuslarını kendi elçilerine veya onların memurlarına vermelerini isteyince, onlardan savaş ganimetlerinin humsunu değil, kazançlarının humsunu ve mallarına farz olan sadakaları göndermelerini kastetmiştir.

d- Resul-i Ekrem (s.a.a), Malik b. Ahmer-i[102] Cizamî'ye ve onun izleyicisi olan diğerlerine yazdığı amannamede, namaz kılmalarını, diğer Müslümanları izlemelerini, müşriklerden sakınmalarını, kazançlarının humsunu, zarara uğrayanlarının payını, falan ve filan payı vermelerini emretmiştir.[103]

e- Resul-i Ekrem (s.a.a)'in, Fucey[104] ve izleyicilerine yazdığı bir mektupta şöyle buyurmuştur: "Allah'ın elçisi Muhammed (s.a.a)'den Fucey ve izleyicilerine. Eğer Müslüman olup namaz kılar, mallarının zekatını öder, Allah ve Resulü'ne itaat eder, kazançlarından Allah'ın humsunu verir, Peygamber ve yardımcılarına yardım eder, Müslüman olduklarını izhar eder de müşriklerden ilişkilerini keserlerse Allah ve Muhammed'in amanında olurlar."[105]

f- Resul-i Ekrem (s.a.a)'in Umman ordu komutanlarına yazdığı mektupta şöyle geçer:

"Allah'ın elçisi Muhammed (s.a.a)'den Behreyn'de yaşayan Umman padişahları ordu komutanları olan Allah kullarına. Eğer iman edip namaz kılacak, zekat verecek, Allah ve Resulü'ne iman edecek, Peygamberin hakkını verecek ve Müslümanlar gibi ibadet edecek olurlarsa Allah'ın amanında olup, Allah ve Resulü'ne ait olan ateşkede malları dışında sahip oldukları şeylerden yararlanacak ve onlar kendilerine bırakılacaktır.  Hurmada onda bir tahıllarda onda birin yarısı (yirmide bir) zekat farzdır. Müslüman onlara yardımcı olmaları ve kılavuzluk etmeleri düşer. Sahip oldukları değirmenler, istedikleri şeyleri öğütmeleri için onların kendilerinindir."[106]

Bu mektupta Resulullah (s.a.a)'in "peygamberin hakkı"ndan maksadı humus veya humus ve o hazretin kendine has olan şeydir. Daha önce safiy ve peygamberin şahsına has olan mal hakkında bahsetmiştik.

g- Ve yine mektuptaki, "Allah'ın payı ve Resulün payı"ndan maksat, Hads ve Lehm bölgesinden Müslüman olan kişiler için humustur. Resulullah (s.a.a) bu mektupta şöyle buyurmaktadır:

"...Namazı kılacak, mallarının zekatını verecek, Allah ve Resulü'nün payını verecek ve müşriklerden sakınacak olurlarsa Allah ve Muhammed'in güvencesinde olacaklardır. Kim dininden yüz çevirirse Allah ve Resulü'nün koruma ve güvencesi de onun üzerinden kalkar."[107]

h- Resulullah (s.a.a)'in Cünade-i Ezdî, onun akrabaları ve izleyicilerine yazmış olduğu şu mektupta da aynı konu işlenmektedir:

"Namaz kılıp mallarının zekatını verecek olur, Allah ve Resulü'ne itaat edip kazançlarının humusunu ve peygamberin payını verecek olur da müşriklerden uzak dururlarsa Allah'ın ve Allah kulu Muhammed'in güvencesinde olurlar."[108]

ı- Resulullah (s.a.a), Tay kabilesinden Beni Muaviye b. Cerul'a[109] yazdığı bir mektupta şöyle buyurmuştur: "Onlardan Müslüman olan namaz kılan, zekat veren, Allah ve Resulü'ne itaat eden, kazançlarından Allah'ın humsu ve peygamberin payını veren, müşriklerden uzak duran ve Müslüman olduğunu açığa vuran, itaat ettiği sürece Allah ve peygamberinin güveninde olur."[110]

Yine Resul-i Ekrem (s.a.a)'in Benî Cuveyn-i Taî'ye yazmış olduğu bir mektup daha var; bu mektup da kullanılan sözcüklerdeki bazı cüzî farklılıklara rağmen yukarıdaki mektupla aynı olabilir.[111]

j- Resulullah (s.a.a), Cuheyne b. Zeyd'e[112] yazmış olduğu mektubunda şöyle buyurmaktadır: "Geniş yer ve çölleri, nehir yatakları ve otlaklar, humus karşılığında bitkilerinden yararlanmanız ve sularından içmeniz için size aittir.

Tia ve Sarime bir arada olurlarsa, iki koyun ve eğer aralarına mesafe düşerse her birine bir koyun zekat verin. Mesir halkına ise sadaka yoktur..."[113]

İbn-i Esir, Nihayetu'l-Lügat adlı eserinde şöyle yazmaktadır: Tia, zekatın farz olduğu en az miktardır. Sarime ise koyun ve deve sürüsüdür. Bu hadiste geçen "Sarime"den maksat, yüz yirmi bir baş koyundan iki yüz baş koyuna kadar olan miktardır ve bir arada olduklarında iki koyun ve birbirlerinden ayrı iki kişiye ait olduklarında ise her biri bir koyun zekat vermelidir. Mesir halkı ise, tarla süren öküzleri bulunan kişilerdir; ona zekat farz değildir.

k- Resul-i Ekrem (s.a.a)'in bazı mektuplarında Peygamber'in payı zikredildikten sonra Hazrete has olan "safi" de zikredilmiştir. Örneğin Resulullah (s.a.a)'in Humeyr padişahlarına yazdığı mektupta şöyle geçer:

"Ama sonra; Rabb'iniz sizi özel hidayetine yöneltti; Allah ve Peygamber'ine itaat edin, namaz kılın, zekatı verin, kazançlarınızdan Allah'ın humsunu ödeyin, Resulullah (s.a.a)'in payını ve onun kendisine has kılınanı verin ve Allah'ın müminlere farz kıldığı sadakayı ödeyin..."[114]

l- Resul-i Ekrem (s.a.a)'in, Benî Sa'lebe b. Amir'e yazmış olduğu mektupta şöyle geçmektedir: "Onlardan kim İslam getirir, namaz kılar, zekatı öder, kazançlarının humsunu, peygamberin payını ve onun kendisine has kılınanı verirse Allah'ın güvencesine girmiş olur."[115]

m- Benî Zuheyr-i Akliin'e[116] yazmış olduğu mektupta ise şöyle buyurmaktadır: "... Eğer Allah'ın birliğine ve Muhammed (s.a.a)'in onun peygamberi olduğuna tanıklık eder, namaz kılar, zekatı verir, kazandıklarınızdan humus, peygamberin payı ve onun safisini verirseniz Allah ve Resulü'nün güvencesinde olursunuz."[117]

n- Cuheyne kabilesinin bazı ileri gelenlerine yazdığı mektup ise şöyledir: "Onlardan kim Müslüman olur, namaz kılar, zekat verir, Allah ve Resulü'ne itaat eder, kazançlarından humus, peygamberin payı ve onun safisini verirlerse..."[118]

Bu mektuplarda geçen çoğulu "safaya" olan "safi" (halis mal), daha önce de dediğimiz gibi, Resulullah (s.a.a)'in humus dışında kendine has olan mal ve mülküne denir.

Ayrıca; "humus" sözcüğü, Resul-i Ekrem (s.a.a)'e nispet verilen bunların dışındaki iki mektupta da geçmiş; fakat onlar bizim açımızdan güvenilir değillerdir. Çünkü onlardan birinde Bulharis[119] kabilesinden Abduyağus ismi geçmektedir. Oysa "Yağus" bir put adıdır ve Resulullah (s.a.a)'in putun kuluna mektup yazmış olması imkansızdır. Çünkü Hazret (s.a.a), Abduluzza, Abdulhacer,[120] Abdulamr-i Asem gibi isimleri Abdurrahman veya Abdullah isimlerine çeviriyordu.[121] Bu mektuplardan diğer ise Resulullah (s.a.a)'in Neşhel b. Malik-i Vailî'ye[122] yazmış ve ona "bismike Allahumme" (senin adınla Allah'ım!" diye başlamıştır; oysa Resulullah (s.a.a)'in mektupları "bismillahirrahmanirrahim" diye başlamaktaydı.

* * *

Yukarıda geçen mektup ve sözleşmelerde, Resul-i Ekrem (s.a.a), Sa'd-ı Huzeym'e sadaka, zekat ve humuslarını kendisinin iki elçisine veya onların gönderdiği kimselere vermelerini emretmiştir: katıldıkları savaş ganimetlerinin humsunu vermelerini istemeyip mallarına lazım gelen humus ve sadakaları talep etmiştir. Aynı şekilde Cuheyne'ye yazdığı mektupta yerin otlak ve sularından yararlanma karşısında humus ve zekatlarını vermelerini istemiştir. Bunda da humus ödemeleri için onların savaşa katılıp savaş ganimetleri elde etmeleri şart koşulmamış, aksine humus ve sadaka ödemek için yer gelirlerinden yararlanmak şart koşulmuş, onlara kazandıkları şeylerde İslam'ın hükmünü öğretmiştir.

Yine Abdulkays'ın temsilcilerine kazançlarından nasıl humus ödeyeceklerini öğrettiği zaman, onları yerine getirecek olurlarsa cennete gideceklerini buyurdu ve müşriklerin korkusundan haram aylar dışında kabilelerinden dışarı çıkamayan onlardan, müşriklerle savaşıp zafere ulaşarak onlardan elde ettikleri savaş ganimetlerini ödemelerini istememiş, sadece onlardan kazançlarının karının humsunu vermelerini istemiştir.

Ve yine valisi Amr b. Hazm'a verdiği emirde Yemen kabilelerinin sadaka ve humuslarını almasını istemiş, fakat bu kabilelerin katıldıkları savaşlardaki ganimetlerin humsunu alıp kendisine göndermesini istememiştir.

Veya bu kabilelere humuslarını ödemeleri için şahsen yazmış olduğu mektuplar veya kabilelerin humuslarını almaları için Amr b. Hazm dışında diğer memurlarına yazdığı mektupları da aynı doğrultudadır.

Bütün bu mektup ve emirnamelerde humsun, sadaka konumundadır; her ikisi de Allah Teala'nın koyduğu kurallar gereğince insanların mallarındaki Allah'ın hakkıdır.

Bu mektuplarda geçen "humus" sözcüğünün savaş ganimetlerinin humsu olmadığını vurgulayan ve açığa çıkaran konu, İslam dinindeki savaş hükmünün cahiliye dönemi ve ondan önceki zamanların kurallarından farklı oluşudur; o dönemlerde herkes veya her grup kendi kabilesi veya antlaşma içerisinde oldukları kişiler dışındakilere saldırarak onların mal varlıklarını istediği şekilde yağmalama hakkını kendine veriyor ve herkes, kabile reisine has olan dörtte biri dışında yağmalayıp elde ettiği her şeyi kendine alıyordu. Fakat İslam dininde böyle değildir; dolayısıyla, Resul-i Ekrem (s.a.a) onlardan dörtte bir yerine beşte bir olan savaş ganimetlerinin humsunu isteyemez; hatta hiçbir Müslüman veya Müslüman bir grup kendi yanından Müslüman olmayan kişilere karşı savaş ilan edip canı istediği gibi onların mallarını yağmalayamaz. Çünkü:

Birincisi; böyle bir hakka sadece şerî hakim sahiptir; o da İslam kanun ve kurallarına uygun olarak; bu durumda tüm Müslümanlar onun emrine itaat etmek zorundadır.

İkincisi; fetih ve zaferden sonra savaş ganimetlerinin tümünde sadece İslam ordusu komutanı veya onun temsilcisi tasarruf hakkına sahiptir. Dolayısıyla, savaşçılar düşmana galip geldikten sonra ele geçirdikleri şeyleri komutanlarına veya onun temsilcilerine vermelidirler; aksi durumda aldıkları şey gizlice yapılan hırsızlık ve diğerlerinin gözünden ırak aşırmak sayılır ve onun ar, mahcubiyet ve vebali kıyamet gününde yakasına yapışıp cehenneme götürür.

Humsu aldıktan sonra atlı ve piyade askerlerin payını tayin eden, biraz da kadınlara ayıran, bazen savaşta olmayanlara da alınan ganimetlerden pay veren ve savaşan müminlerin payından kat kat fazlasını muallefetil kulub (Müslüman olmayanların gönlünü kazanmak) için harcama yetkisi olan İslam'ın hakimidir.

Eğer Resul-i Ekrem (s.a.a)'in döneminde savaş ilan etmek ve savaş ganimetlerinin humsunu almak Hazret'in kendi vazifelerinden ise, Hazret'in arka arkaya yazdığı mektup ve sözleşmelerde humus, muhatapların mallarındaki farz sadaka menzilesinde değildiyse ve savaş ganimetleriyle bir ilgisi de yoktuysa, o halde bu mektup ve sözleşmelerde halktan humus istemenin ve bunu vurgulamanın anlamı ne olabilirdi ki?!

Dolayısıyla, bu mektup ve sözleşmelerdeki "ganaim" ve muğnim" sözcüklerinden lügat anlamı olan, "zahmet ve sıkıntı görmeden bir şeyi elde etmek" anlamında veya "savaş yoluyla ve diğer yollarla elde edilen şey" anlamındaki şerî anlamında olduğunu söylemek zorundayız.

Burada, konumuzun başında "ganimet" sözcüğünün açıklamasıyla ilgili söylediklerimizi ekleyerek "ganimet" sözcüğünün sözlükler yazıldıktan sonra İslam toplumunda savaş ganimetlerinde kullanılan bir hakikat olarak kabul edildiğini ve İslam'dan önce bu anlamda kullanılmadığını ve yine Resulullah (s.a.a)'in hadislerinde geçen bir şeyi, o hazretten yaklaşık iki asır sonra halk arasında yaygın olan başka bir şeye yüklemenin doğru olmadığını söylemek gerek.

Bu mektup ve sözleşmelerde "Allah'ın payı", "Resulullah (s.a.a)'in payı" veya "Peygamberin hakkı" veya "peygamberin payı" şeklinde geçen şeylerin tefsiri, "Bilin ki kazandığınız şeylerin humsu Allah'ın ve Resul'ündür..." ayetinde ve bu ayetin açıklayıcısı olan Resul-i Ekrem (s.a.a)'in sünnetinde geçmektedir. Humus ayeti ve Resulullah (s.a.a)'in sünnetinde, "muğnim" sözcüğündeki Allah ve Peygamberin payının ve yine onların hak ve hisselerinin humus olduğu bildirmişlerdir.

Buraya kadar söylediklerimizden, savaş ganimetleri ve onun dışındaki şeylerin humsunu Resul-i Ekrem (s.a.a)'in şahsen kendisinin aldığı ve Müslüman olanlardan sadaka ve zekat lazım gelen yerler dışında kazançlarının humusunu vermelerini istediği anlaşılmaktadır. Şimdi ise humsun harcanması gereken yerleri inceleyelim.

 

Kur'an-ı Kerim ve Sünnette Humsun Yeri

Kur'an-ı Kerim'de

Kur'an-ı Kerim'de humus ayeti humsun Allah, Resulü, yakınlar, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışların olduğunu vurgulamaktadır.

Şimdi ayette geçen "zu'l-kurba" (yakınlar)ın ve ondan sonra zikredilenlerin kimler olduğunu inceleyelim.

1- Zu'l-kurba (Yakınlar)

Bir sözde geçen "zu'l-kurbâ", "kurbâ" ve "ûlî kurbâ" sözcükleri de baba ve anne gibidir; bir sözde nerede "ebeveyn" sözcüğü geçerse, ister apaçık bir şekilde, ister zamirle ve ister kinaye ve imayla olsun maksat, kişinin kendisinden önce gelen baba ve annesidir.

Aynı şekilde açık örneği, "Akraba (ûlî kurbâ) bile olsalar, cehennemin halkı oldukları belli olduktan sonra (Allah'a) ortak koşanlar için mağfiret dilemek, ne peygamberin, ne de inananların yapacağı bir iş değildir"[123] ayetinde geçen "kurbâ", "uluhu" ve "zu hu" sözcükleri de aynı şekildedir. Bu ayette geçen "uli kurbâ"dan maksat, açıkça "uli kurbâ"dan önce geçen Resulullah (s.a.a) ve müminlerdir.

Bunun zamirle geçen örneği ise, "Söylediğiniz zaman akrabanız (zâ kurbâ) da olsa adaleti gözetin"[124] ayetinde geçmektedir. Bu ayette geçen "za kurbâ"dan maksat "kultum" ve i'dilu" sözcüklerinin zamirlerinin merciidir.

Takdirde olan örneği ise, "Akrabalar (za'l kurbâ) da (miras) taksim(in)de hazır bulunursa..."[125] Burada "za'l kurbâ"dan maksat, ölen kişinin bir önceki ayette işaret edilen akrabalarıdır. Kur'an-ı Kerim'de "kurbâ" ve "ûlî'l kurbâ" sözcükleri geçen diğer yerlerde böyledir.

Allah Teala, Kur'an-ı Kerim'in iki yerinde "valideyn" ve "zi'l-kurbâ" kelimelerini bir arada zikretmiştir. Biri, "Ana babaya, akrabaya iyilik edin."[126] ve diğeri, "Ana babaya, akrabaya iyilik edin."[127] Birinci ayette, apaçık ve daha önce geçen İsrailoğullarının babalarıyla anneleri ve akrabaları dikkate alınmıştır; ikinci ayette ise, ayetin baş tarafında geçen bu ümmetin müminleri olan "ve'budu" ve "lâ tuşrikû" sözcüklerindeki zamirin merci olan müminler ve onun yakınları kastedilmiştir.

Dolayısıyla, Allah Teala humus ayetinde: "Bilin ki kazandığınız şeylerin humsu Allah, Resulü ve yakınlar içindir..." buyurunca, ister istemez "za'l-kurbâ"dan maksat, Resulullah (s.a.a)'in yakınlarıdır; bu ayette o hazretin ismi onlardan önce geçmiştir. Yani Resulullah (s.a.a)'in ismiyle onların arasına mesafe düşmemiştir. Eğer böyle değilse, o halde Allah Teala bu ayette kimin "yakınlar"ından bahsetmektedir?

"Allah'ın, o kent halkından, Elçisine verdiği ganimetler, Allah'a, Elçiye ve yakınlara... aittir"[128] ayetindeki "zu'l-kurbâ"dan maksat da açıkça ondan önce zikredilen Resul-i Ekrem (s.a.a)'in yakınlarıdır.

Ve yine, "De ki: Ben ona karşılık sizden yakınlara sevgiden başka bir ücret istemiyorum" ayetindeki akrabalardan maksat da, "istemiyorum" (la es'elukum) fiilindeki failin, yani peygamberin akrabalarıdır ve "kurbâ" o hazrete mensuptur. Şimdi humus ayetindeki diğer kelimeleri inceleyelim:

2- Yetim: Yetim, buluğ çağına ermeden önce babasını kaybeden çocuğa denir.

3- Miskin: Hacetini giderecek şeye muhtaç olana miskin denir.

4- İbn-i Sebil: İbn-i sebil, maddi bakımdan yolculuğunu sürdürmeye gücü olmayan yolda kalmış yolcuya denir.[129]

Humus ayetinin akışı, yetim, miskin ve yolda kalmıştan maksadın, bu kişilerin Resulullah (s.a.a)'in akrabaları olduğunu göstermektedir. Humus ayetindeki bu sözcükler, daha önce açıkladığımız "zi'l-kurbâ" sözcüğü makamındadırlar.

Diğer taraftan, Allah Teala, "Sadakalar, Allah'tan bir farz olarak ancak fakirlere, düşkünlere,... yolda kalmışlara" (Tevbe, 60) ayetinde sadakaların harcanacağı yerleri belirtmiş, onun bir payını Haşimoğullarından olmayan miskinlere ve yolda kalmışlara has kılmıştır. Fakat Haşimoğullarına sadakayı haram kılmış ve onun yerine onlar için humustan bir pay ayırmıştır.

Müslümanların Açısından ve Sünnette Humusun Yeri

Resul-i Ekrem (s.a.a) kendi hayatında humusu altı kısma ayırıyordu. Onun iki payı Allah ve Resulünün, bir payı yakınlarındı.[130]

Ebu Aliye-i Riyahî'den[131] şöyle rivayet edilmektedir: Resul-i Ekrem (s.a.a)'e bir ganimet getirecek olsalardı, Hazret onu beş kısma ayırırdı. Dört payını İslam askerlerine verir, beşte birini de kendisine alırdı ve o miktardan Allah'ın hakkı olarak bir avuç alıp Ka'be'ye ayırır, geri kalanını beş kısma ayırırdı: Bir payı peygambere, bir payını yakınlarına, bir payını yetimlere, bir payını miskinlere ve son payını da yolda kalmışlara ayırırdı. Ka'be'ye has kıldığı hisse ise Allah'ın payıydı.[132]

Bu iki hadis açıkça humsun altı kısma ayrıldığını bildirmektedir ve bu da humus ayetiyle uyum içerisindedir. Ebu'l-Aliye'nin rivayetinde geçen Resul-i Ekrem (s.a.a)'in bir payı Ka'be'ye ayırdığı konusuna gelince, bu iş sadece bir defa yapılmış olabilir. Bu konuda doğru olanı, Ata b. Ebi Ribah'ın[133] şu rivayetinde görmekteyiz: Allah'ın humsuyla Resulü'nün humsu birdi ve Resulullah (s.a.a) ondan istediği kadarını alıyor veya bağışlıyor ya da affediyordu. Ona karşı istediği gibi muamele yapıyordu.[134]

İbn-i Cerih[135] de şöyle demiştir: ...Onun dört payı savaşa katılanların ve geri kalan beşte biri ise Allah ve Resulü'nündü; Resul-i Ekrem (s.a.a) ondan istediği kadarını alıyor veya bağışlıyor ya da affediyordu ve onu istediği gibi kullanıyordu.[136]

Bu iki rivayette anlaşılan, Allah'ın payıyla Resulü'nün payının bir oluşudur. Bu ise humusu altı kısma ayıran humus ayetine ters düşmektedir. Ancak Allah'ın payıyla Resulullah (s.a.a)'in hissesinin bir oluşundan, iki hissenin bir pay sayılması değil, her ikisinin de bir ölçüde olduğu kastedilirse sorun çıkmaz.

Ve yine bu, Katade'nin[137] şu rivayetiyle de bağdaşmıyor: Resul-i Ekrem (s.a.a) bir ganimet ele geçirince, onu beşe bölüyordu. Beşte biri Allah ve Resulü'nün, geri kalanını da Müslümanların arasında bölüştürüyordu. Allah ve Resulü adına aldığı beşte biri ise, Resulullah (s.a.a) ve Hazretin yakınları, yetimleri, miskinleri ve yolda kalmışlarına veriliyordu. Ve bu beşte bir beşe bölüyordu ve onun beşte biri Allah ve Resulü'nündü.[138]

İbn-i Abbası'ın Tarih-i Taberî'de geçen rivayetinden, iki payın bir paya dönüştürülüşünün Resul-i Ekrem (s.a.a)'in vefatından sonra yapıldığı anlaşılmaktadır. İbn-i Abbas şöyle demiştir:

Allah'ın payıyla Resulü'nün payını birleştirdiler ve yakınlara da bir pay ayırdılar ve her iki payı at ve savaş araçları temin etmek için harcadılar.[139]

Taberî, Mücahid'den şöyle rivayet etmiştir: Resul-i Ekrem (s.a.a)'in soyuna sadaka haram olduğu için onlar için humsun beşte biri tayin edilmişti.[140] Ve yine demiştir ki: Allah Teala, Haşimoğulları arasında fakir ve yoksul kişiler olacağını bildiğinden sadaka yerine onlara humus tayin etti.[141]

Ve yine şöyle demiştir: Onlar, kendilerine sadaka haram olan Resul-i Ekrem (s.a.a)'in yakınlarıdırlar.[142]

İmam Seccad (a.s) ise Şam halkından bir kişiye şöyle buyurmuştur: "Acaba Enfal suresinde "Kazandığınız şeylerden Elçiye ve yakınlarına ... humus verin" şeklinde geçtiğini okumuş değil misin?" Adam, "Okudum; onlar sizler misiniz?" diyince. Hazret, "Evet" buyurdu.[143]

Buraya kadar geçenler humus ayetinde ve diğer yerlerde geçen "zu'l-kurba" (yakınlar) kelimesinin tefsiriydi. Şimdi yetimlerle miskinlerin kimler olduğunu inceleyelim. Nişaburî, bu ayetin tefsirinde şöyle yazmaktadır:

Ali b. Hüseyin (a.s)'dan, ayette geçen, "yetimler ve miskinler"in kimler olduğunu sorduklarında Hazret'in şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir: "Yetimler ve miskinlerden maksat, bizlerin yetimleri ve miskinleridir."[144]

Taberî, Minhal b. Amr'dan[145] şöyle nakletmiştir: Abdullah b. Muhammed b. Ali[146] ve Ali b. Hüseyin'den[147] humsu sorduğumda onlar, "Humus bize aittir" dediler. Ali b. Hüseyin (a.s)'a, Allah Teala, ayetin sonunda, "yetimler, miskinler ve yolda kalmışlarındır, buyuruyor" dedim. Hazret, "Bizim yetimlerimizle miskinlerimizdir" buyurdu.[148]

Buraya kadar humus hakkında kaydettiklerimiz, tümünü Hulefa Mektebi'nin hadis, siret ve tefsir kitaplarından naklettik. Şimdi Ehlibeyt Mektebi açısından humus ve onun harcanması gereken yerleri inceleyelim.

Ehlibeyt (a.s) Mektebinde Humsun Yeri

Ehlibeyt İmaları (a.s)'dan gelip humsu altı kısma bölen rivayetler mütevatirdirler. Şöyle ki, onun bir payı Allah'ın, bir payı Resulü'nün, bir hissesi Resulullah (s.a.a)'in döneminde Ehlibeyt (a.s)'a has olan, o hazretten sonra da onlara verilen ve daha sonra diğer Ehlibeyt İmamları (a.s)'a ait olan peygamberin yakınlarınındı. Bu üç Allah, Resulü ve yakınlarının payı, onların makamına aitti ve Allah'ın payı da Resul-i Ekrem (s.a.a)'e ulaşıyor, Hazret onu dilediği gibi harcıyordu.

Allah ve Resulü'ne ait olan pay, Resulullah (s.a.a)'ten sonra onun halifesi olan imama ulaşır ki bu hesaba göre humsun yarısı zamanın imamı Hz. Mehdi (a.s)'a aittir; iki pay miras olarak ve bir pay da yakınların payı hasebiyle Allah Teala tarafından o hazrete has kılınmıştır. Ve bu üç pay imamet karşılığında o hazrete ulaşmıştır; diğer üç pay ise Resul-i Ekrem (s.a.a)'in soyundan gelen Haşimoğulalrının yetimleri, miskinleri ve yolda kalmışlarınındır. Allah Teala, Kur'an-ı Kerim'de onlardan şöyle bahsetmiştir: "Yakın akrabalarını korkut." Bu yakınlar, Resulullah (s.a.a)'in Ehlibeyt (a.s)'i dışında, Ebutalip oğullarının erkek ve kadınlarıdır. Bu üç grubun humus alma ölçüsü ise iki şeydir:

1- Resulullah (s.a.a)'in yakınları ve akrabalarından olmak.

2- Geçimlerini sağlamak için humus almak zoruna kalmak. Fakat ilk üç pay böyle değildir; onlar humustan bu hakkı sahip oldukları makam için amlaktalar.

Humsun yarısı Haşimoğullarından olan bu üç grup arasında, şanlarına göre yıllık masraflarına yetecek şekilde bölüştürülmelidir. Geri kalanı ise şerî hakimindir. Eğer bu paylar onların yıllık geçimlerine yetmezse, fazlası şeri hakime ulaştığı gibi bu durumda da şerî hakim, kendi malından onların yıllık masrafına yetecek kadar vermelidir.

Bu üç grubun baba tarafından Abdulmuttalib'e nispet verilmesi humus almasının şartlarındandır. Çünkü eğer sadece anne tarafından nispetleri olsa humustan onlara bir şey verilmez ve sadaka alma hakkına sahip olurlar. Çünkü Allah Teala, "Onları babalarıyla çağırın" buyuruyor.

İmam Cafer-i Sadık (a.s)'dan şöyle rivayet edilmiştir: "Humusta, Abdulmuttalib oğulları Haşimoğullarıyla ortaktırlar."

Diğer bir hadiste ise, "Hakka uyulacak olursa Abdulmuttalib ve Haşimoğullarından hiç biri sadaka almaya ihtiyaç duymaz. Çünkü Allah Teala Kur'an-ı Kerim'de onlara yetecek kadar hisse tayin etmiştir" buyurmuş ve daha sonra şöyle devam etmiştir: "Bir şey bulamayan kimseye leş helaldir. Sadaka da Haşimoğulları ve Abdulmuttaliboğullarına ancak kendilerine leş helal olan kimselerin seviyesinde olduklarında helal olur!"

Bu üç gruptan her birinin humus olarak alıp sahiplendiği her şey, vefatından sonra kişinin diğer mirasları gibi onun mirasçılarına intikal eder. Humus ayetine göre değil, miras ölçülerine göre Peygamber (s.a.a) ve önceki imamın kendisine ait olan üç paydan aldığı şeyler de böyledir; onların vefatından sonra mirasçılarına geçer.[149]

Resul-i Ekrem (s.a.a)'in Döneminde Humsun Harcandığı Yerleri Belirten Tek Rivayet

Sünen-i Ebu Davud, Müsned-i Ahmed b. Hanbel, Tarih-i Taberî, Sünen-i Nesaî ve Sahih-i Buharî'de (Biz Sünen-i Ebu Davud'dan naklediyoruz), "harac" kitabında, "mevaziu kısmi'l-humus ve sehm-i zi'l-kurba" bölümünde Cubeyr b. Mut'im'den şöyle geçer:

Resulullah (s.a.a) Hayber savaşında zi'l-kurba (yakınlar)ın payını Haşimoğulları ve Abdulmuttaliboğulları arasında bölüştürdü; Benî Nevfel ve Benî Abduşşems'e bir şey vermedi. Ben, Osman b. Affan'la birlikte Resul-i Ekrem (s.a.a)'in huzuruna giderek şöyle dedik:

Ya Resulullah (s.a.a)! Biz Haşimoğullarının fazilet ve üstünlüğünü ve Allah Teala'nın onlar arasında sana verdiği makam ve mevkii inkâr etmiyoruz; fakat neden kardeşlerimiz Abdulmuttaliboğulları'na -bu ganimetten- bir pay verdiğin halde bize bir şey vermedin? Oysa sana karşı onlarla biz aynı yakınlıktayız?

Resul-i Ekrem (s.a.a), "Benle Abdulmuttalip arasında ayrılık yoktur" buyurdu. Nesaî'nin rivayetine göre ise, "Abdulmuttalimoğulları, ister cahiliye döneminde ve ister İslam'ın zuhurundan sonra benden ayrı değillerdi" buyurdu ve iki elinin parmaklarını birbirine kenetleyerek "bizimle onlar biriz" dedi.[150]

Müsned-i Ahmed'deki başka bir rivayete göre de bu olay Huneyn savaşında gerçekleşmiştir.[151]

Sünen-i Ebu Davud, Sünen-i Nesaî ve Müsned-i Ahmed b. Hanbel'de geçen üçüncü rivayette ise o savaşın adı belirtilmemiştir.[152]

Osman ve Cubeyr'in Resul-i Ekrem (s.a.a)'e böyle bir soruyu sormalarının ve o hazretin yukarıdaki şekilde onlara verdiği cevabın nedeni ise şudur: Abdulmenaf'ın Haşim (Amr), Muttalib, Abduşşems ve Nevfel adında dört oğlu vardı.[153] Bu arada, Haşimoğullarıyla Abdulmuttaliboğulları Resulullah (s.a.a)'e yardım etmek görüşünde birleşirken Kureyş onlarla savaşıp onlara karşı sözleşmeler yaptılar; onlarla ilişkilerini kesip her türlü muameleyi yasakladılar. Onlar da Ebutalib deresinde toplanıp Resulullah (s.a.a)'e karşı Kureyş'le birleşen Abduşşems ve Nevfeloğullarının tam aksine ilişkinin kesildiği zor yılları orada geçirdiler.

İbn-i Ebi'l-Hadid bu konuda şöyle yazıyor: Nevfeloğullarının İslam'ı kabullenmede gecikmesine neden olan şey, Abduşşemsoğullarına İslam'ı kabullenmenin ağır gelişiydi. Sonuçta onlardan hiç kimse Resul-i Ekrem (s.a.a)'in yanında yer alıp o hazretin fetihle sonuçlanan hiçbir savaşına katılmadılar!

Bunun tam aksine; Muttaliboğullarının, Haşimoğullarına karşı duydukları şiddetli ilgi, İslam'ı kabul etmelerinde neden oldu. Çünkü Resul-i Ekrem (s.a.a)'in peygamberliği onlara apaçık belliydi ve onun hak üzere olduğunda en küçük bir şüphe bile etmiyorlardı. Çünkü bu tanımaya ancak haset ve kin engel olabilirdi ve böyle bir hastalığı olmayan kimse de İslam dinini kabul etme konusunda hiç bir engelle karşılaşmaz.

Muttaliboğullarından, Ubeyde, Tufeyl, Hasin, Musattah b. İbad b. Muttalib gibi Haris b. Muttalib'in tüm oğulları[154] Bedir savaşına katıldılar.

Kureyş, Resul-i Ekrem (s.a.a)'e karşı birleştiği zaman Ebutalib, Mutim b. Adiy b. Nevfel'e şöyle dedi:

 

Allah bizden yana Abduşşemse ve Nevfel'e

Kötülere verilen acil bir ceza versin.[155]

 

Yukarıdaki rivayetin ravisi Cubeyr b. Mut'im diyor ki: Resulullah (s.a.a), "zi'l-kurba"nın payını Haşimoğullarıyla Muttaliboğulları arasından bölüştürmüştür.

Bizce, ravi Cubeyr'in tanık olduğu şey, Resul-i Ekrem (s.a.a)'in onlara humustan paylarına düşeni verip, Ümeyyeoğulları ve Nevfeloğullarına vermeyişidir.

Fakat Resul-i Ekrem (s.a.a)'in onlara hangi paydan verdiği, ravinin kendi teşhisidir; Resulullah (s.a.a)'in buyruğu değil.

Öyle sanılıyor ki Resul-i Ekrem (s.a.a) onlardan bazılarına bir miktar Allah ve Resulü'nün payından vermiştir; çünkü daha önce de dediğimiz gibi, Resulullah (s.a.a) onu istediği gibi harcıyordu ve bazılarına ise miskinlerin ve yoksuların payından veriyordu. Çünkü, yukarıda genişçe bahsettiğimiz gibi, Resulullah (s.a.a)'in soyundan olan fakir ve miskinlere sadaka haramdır.

Resulullah (s.a.a) ve Yakınlarına Sadakanın Haram Oluşu

Resul-i Ekrem (s.a.a) ve yakınlarına sadakanın haram olduğuna dair çok sayıda hadis vardır. Bunlardan birini Müslim kendi Sahih'inde şöyle naklediyor:

Resul-i Ekrem (s.a.a)'e yemek getirdiklerinde, Hazret önce onu getiren kişiden yemeği soruyordu. Eğer hediye olduğunu söyleselerdi ondan yer, fakat sadaka olduğu söylenseydi ona elini sürmezdi.[156]

Buharî ve Müslim kendi Sahih'lerinde, Ebu Davud ve Daremî ise kendi Sünen'lerinde şöyle rivayet etmişlerdir: Resulullah (s.a.a) yola bir hurma düştüğünü görünce, "Sadaka olmasaydı onu yerdim" buyurdu. Hasan b. Ali, sadaka olan bir hurma tanesini alarak ağzına bıraktı. Bunun üzerine Resul-i Ekrem (s.a.a) ona, "Kıh, kıh; onu ağzından çıkar; Bizim sadaka yemediğimizi bilmiyor musun?" ve başka bir rivayete göre de, "Sadaka bize haramdır" buyurdu.[157]

Resul-i Ekrem (s.a.a), Haşimoğullarından birini, sadakadan yararlanmasın diye sadaka toplamak için görevlendirmekten sakınıyordu.

Müslim, Ahmed b. Hanbel, Edu Davud, Nesaî, Tirmizî, Ebu Ubeyde ve diğerleri bu konuda şöyle bir rivayet nakletmekteler (biz Sahih-i Müslim'den naklediyoruz):

Rabia b. Haris[158] b. Abdulmuttalib ve Abbas b. Abdulmuttalib kendi aralarında konuşarak bir yolunu bulup Abdulmuttalim b. Rabia[159] ve Fazl b. Abbas'ı[160], kendilerini sadakaları toplamak üzere görevlendirmesini istemeleri ve sadakaları toplayarak teslim edip bu yolla bir maaş almaları için Resul-i Ekrem (s.a.a)'a göndermeye karar verdiler.

Ravi diyor ki: Onlar bu mevzuu konuşurken o sırada Ali b. Ebutalib gelerek yanlarında durdu. Rabia ve Abbas da aralarında geçen konuşmayı ve aldıkları kararı Ali'ye açtılar. Ali b. Ebutalib onlara, "Bu işi yapmayın; vallahi Resulullah (s.a.a) kabul etmeyecektir" dediyse de Rabia onu kendisinden uzaklaştırarak, "Vallahi bizi kıskandığın ve çekemediğin için böyle söylüyorsun.  Sen peygamberin damadı olmakla şereflenirken biz seni kıskanmayalım mı!" dedi. Ali, "O zaman onları gönderin" dedi. Onlar gittiler. Ali ise oracıkta uzandı.

Başka bir rivayette ise şöyle geçer: Ali, cüppesini yere sererek onun üzerine uzanıp, "Ben zeki Ebu'l-Hasan'ım. Andolsun oğullarınız gönderdiğiniz görevden eli boş dönünceye kadar buradan ayrılmayacağım" dedi.

Abdulmuttalib b. Rabia diyor ki: Resul-i Ekrem (s.a.a) öğle namazını bitirince biz Hazretten önce gidip odasının kapısında bekledik. Nihayet Hazret gelerek kulaklarımızdan tutup, "İçinizden geçenleri söyleyin" buyurdu. Sona içeri girince biz de girdik.

O gün Resul-i Ekrem (s.a.a), Cahş kızı Zeyneb'in yanındaydı. Biz, gözümüzü birbirimizin ağzına dikmiş her birimiz diğerinin konuşmaya başlamasını bekliyorduk. Nihayet birimiz dedik ki, ya Resulullah (s.a.a)! Sen insanların en cömerdi ve insanlara karşı en merhametli olanısın. Biz evlilik çağına vardık. Bizi sadaka memuru yapman, diğerleri gibi bizi de topladığımız sadakaları sana getirerek bu yolla bir maaş almak için huzuruna geldik.

Resul-i Ekrem (s.a.a) uzun bir zaman sessiz durdu; nihayet isteğimizi tekrarlamak isteyince perde arkasından Zeyneb bir şey söylememizi işaret etti. Sonunda Resulullah (s.a.a) bize şöyle buyurdu:

Muhammedoğullarına sadaka helal değildir. Çünkü o, insanların kir ve artığıdır" buyurdu ve daha sonra, "Söyleyin Muhammiyye[161] ve Nevfel b. Haris[162] b. Abdulmuttalib gelsinler, dedi. O dönemde Muhammiye Humus işlerine bakıyordu.

Bu iki kişi Resulullah (s.a.a)'in huzuruna gidince Hazret, Muhammiyye'ye dönerek, Fazl b. Abbas'a işaret edip, "Kızını bu gençle evlendir" buyurdu. Sonra Nevfel b. Haris'e dönerek, Abdulmuttalib b. Rabi'e işaret ederek, "Kızını bu gençle evlendir" buyurdu. Daha sonra Muhammiyye'ye hitaben, "Humustan bunlara filan miktarda ver" buyurdu.[163]

Böylece, Resul-i Ekrem (s.a.a) Haşimoğullarından hiç birini sadakaları toplamak için görevlendirmemiştir. İşte buradan, Resul-i Ekrem (s.a.a)'in, Ali (a.s)'ın Yemen sadakalarını toplamakla görevlendirdiğini sanan kimsenin ne kadar yanıldığı anlaşılmaktadır. Olayın gerçeği İbn-i Kayyım-ı Cevzî'nin[164] "Zadu'l - Mead"[165] adlı eserinde (o hazretin komutanları bölümünde) şöyle kaydetmiştir: Resulullah (s.a.a) Yemen kadılığı ve humusları toplama görevini Ali b. Ebutalib'e verdi.

İbn-i Kayyım bu konudan önce "faslu fi kutubihi ve rusulihi ile'l mluk" başlığı altında şöyle yazıyor:

Resul-i Ekrem (s.a.a), Tebuk savaşından dönüşte veya hicretin onuncu yılının Rabiulevvel ayında Ebu Musa Eş'arî ve Meaz b. Cebel'i İslam dinini tebliğ etmeleri için Yemen'e gönderdi. Bunun üzerine Yemen halkı savaş ve kan dökülmeden büyük bir şevkle kendi irade ve istekleriyle Müslüman oldular. Daha sonra oraya Ali b. Ebutalib'i gönderdi. Ali b. Ebutalib Yemen'deki görevini yerine getirdikten sonra veda haccında Mekke'de Resulullah (s.a.a)'e ulaştı.[166]

Şayet bazılarının böyle bir sanıya kapılışları, Resul-i Ekrem (s.a.a)'in vefatından sonra ve halifelerin humusun farz oluşunu kaldırışlarından sonradır (ileride buna değineceğiz inşallah). Çünkü, bu durumda sadaka dışında Müslümanlardan alınması farz olan bir şey kalmamıştı! İşte bu nedenle bazı bilginler, Resul-i Ekrem (s.a.a)'in döneminde de durumun kendi dönemlerindeki gibi olduğunu sanmış ve böylece, "Resulullah (s.a.a) Ali (a.s)'ı da sadakaları toplamak için görevlendirmiştir" deme hatasına düşmüşler ve Resul-i Ekrem (s.a.a)'in, değil amcası oğlu, damadı, tertemiz soyunun babası Ali b. Ebutalib'i, hatta kendisinin azat ettiği kölesini bile sadaka toplama memurlarıyla yardımlaşmasını engellediğine dikkat etmemişlerdir.

Ebu Dabud, Nesaî ve Tirmizî kendi Sünen'inde şöyle kaydetmişlerdir:

Resul-i Ekrem (s.a.a), Benî Mahzum kabilesinden Erkam b. Ebi Erkam[167] adında bir kişiyi sadakaları toplamakla görevlendirdi. Erkam, Ebu Rafi'e -Resulullah (s.a.a)'in azat ettiği kölesi-, "Bu görevde bana yardımcı ol ki sen de bir ücret alasın" dedi. Fakat Ebu Rafi, "Hayır;" dedi, "Bu iş için Resulullah (s.a.a)'e gidip ondan izin almam gerekir." Böylere Resulullah (s.a.a)'e gidip olayı Hazret'e anlattı. Resul-i Ekrem (s.a.a) ise, "Her kavmin azat ettiği kişi o kavimden sayılır; sadaka ise bize haramdır" buyurdu.

Resul-i Ekrem (s.a.a), Ebu Rafi'in sadaka görevlilerinin maaşından almaması için sadaka toplama görevlisiyle yardımlaşmasını böyle engelledi. Çünkü o, Hazret'in azat ettiği kölesiydi. Resul-i Ekrem (s.a.a)'ten sonra Ehlibeyt İmamları (a.s) da bunu sürdürdüler; kendileri sadaka almadıkları gibi Haşimoğullarını da sadaka almaktan sakındırdılar.

Deaimu'l - İslam kitabında şöyle geçer: İmam Cafer Sadık (a.s)'a, "Size humus verilmeyen bu dönemde sadaka helal midir?" diye sorulduklarında, "Hayır vallahi;" buyurdu, "Zalimler vasıtasıyla hakkımızın gasp edilmesi nedeniyle Allah'ın bize haram kıldığı şey helal olmaz ve onların, Allah Teala'nın bize has kıldığı şeyi engellemeleri Allah'ın haram ettiği şeyi helal olmasına neden olmaz."[168]

Yine Hisal kitabında İmam Sadık (a.s) kanalıyla babası İmam Muhammed Bâkır (a.s)'dan şöyle rivayet edilmiştir: "İki durum dışında sadaka Haşimoğullarına haramdır: Biri çok susayıp içmek için su bulamayınca ve diğeri ise onların birbirlerine sadakası."[169]

Buradan, Ehlibeyt İmamları (a.s)'ın kendi dönemlerindeki vali ve yöneticiler tarafından beytülmalden aldıkları şeyleri, diğerlerinin sandıkları gibi farz sadaka olarak değil, fey, enfal, zimmi kafirlerin ödemesi gereken cizye ve futuhatlardaki ganimetlerin humsu gibi kendilerinin gasbetilen hakları olarak kabul ettikleri anlaşılmaktadır.

Akarsular ve içme suları ise, aynen yol üzerinde yapılan evler, dinlenme yerleri ve mescitler gibi daha fazla asıl sahiplerinin bütün Müslümanların yararlanmaları için vakfetmiş oldukları vakıflardandı; her ne kadar sahipleri kurbet kastı ve Allah rızası için masraflarını vermeyi üstlenmiş oldukları için onlara "sadaka" dense bile, bunlar, -Haşimoğullarından olmayıp fakir de olmayan kişilerce- yararlanılması caiz olmayan söz konusu sadakalarla farklı olup bahis konumuz kişilere verilen sadaka türünden değildirler.

* * *

Buraya kadar, İslam aştırma kaynaklarında humus hakkında bulduklarımızı getirip Resul-i Ekrem (s.a.a)'in döneminde humustan pay alanları belirttik ve Haşimoğullarına, onların kölelerine sadakanın haram olduğunu, onları Hazret'in döneminde ve ondan sonra sadaka kabul etmekten sakındıklarını açıkladık. Fakat halifelerin humus konusundaki tutumlarını, onların bu konudaki içtihatlarını, özellikle Resul-i Ekrem (s.a.a)'in ciğer paresi olan kızı Fatıma (s.a)'nın hakkına karşı davranışlarını anlayabilmek için Resulullah (s.a.a)'tan kalan mal, mülk ve Hazret'e has kılınan şeyleri ve daha sonra halifeler tarafından onların başına neler geldiğini ve Resul-i Ekrem (s.a.a)'in kızı Fatıma (s.a)'nın babasının mirası ve humus konusundaki onlardan şikayetinin nereye vardığını incelememiz gerekecek.

Resul-i Ekrem (s.a.a)'in Mirası ve Fatıma (s.a)'nın Şikayeti

Kadı Maverdî (ö: 450 hk.) ve Kadı Ebu Ya'la, (ö: 458 hk.) şöyle diyorlar:

Resul-i Ekrem (s.a.a)'in iki hakkından biri olarak aldığı sadakalardan biri fey ve ganimetlerden humsu olarak hakkı ve diğeri ise Allah Teala'nın, Müslümanların ele geçirmek için at koşturmayıp savaşmadan peygamberine has kıldığı fey ve bağışın beşte dördündeki hakkıdır...

Daha sonra şöyle devam ediyor: Resul-i Ekrem (s.a.a)'in sadakaları sekiz şeyi kapsıyordu:

1- Birinci sadaka, Yahudi Muhayrik'in vasiyetiyle Resul-i Ekrem (s.a.a)'in mülkiyetine geçen yedi arazi ve bostandır.

2- İkinci sadaka, Benî Nezir'in Medine'de sahip oldukları arazilerdir.

3- Üçüncü, dördüncü ve beşinci sadaka, üç Hayber kalesidir.

4- Altıncı sadaka, Fedek'in yarısıdır.

5- Yedinci sadaka, Vadi'l - Kura arazisinin üçte birdir.

6- Sekizinci sadaka, Medine'deki Mehzur ismindeki bir pazardır.[170]

Kadı İyaz (ö: 544 hicri kameri)[171] bu sadakaların şu üç hak kanalıyla Resulullah (s.a.a)'e ulaştığını söylemiştir:

Biri, hediye kanalıyla Resul-i Ekrem (s.a.a)'e ulaşan sadakalardır; örneğin Yahudi Muhayrik'in Uhud savaşında Müslüman olunca vasiyet ettiği Benî Nezir'deki yedi bostan bunlardan biridir. Diğer biri ise, ensarın o hazrete bağışladığı, su ulaşmayan arazilerdir; bunların tümü Resul-i Ekrem (s.a.a)'in malı sayılıyordu.

İkincisi, Resulullah (s.a.a)'ın hakkı olan fey ve Allah Teala'nın Benî Nezir'in kendisine bağışladığı arazilerdir; Benî Nezir bu arazilerden göçünce, Müslüman onları ele geçirmek için at koşturup savaşmadıkları için Resulullah (s.a.a)'e kaldı. Benî Nezir'in, silah ve savaş araç ve gereçleri dışında bir deve yükü miktarınca götürüp geriye bıraktıkları malları ise Resulullah (s.a.a) tarafından Müslümanlar arasında bölüştürdü. Fakat onların arazileri, Resul-i Ekrem (s.a.a)'in gelirlerini Müslümanlara harcadığı kendisine has olan şeylerden sayılıyordu. Yine Hayber arazilerinin yarısı da aynı durumdaydı. Hayber'in fethinden sonra, Hayber halkı arazilerinin yarısını Resul-i Ekrem (s.a.a)'e bırakarak Hazretle sulh yaptılar; bu araziler de Peygambere has olan şeylerdendir. Ve yine bölgede oturan Yahudilerle yapılan anlaşma üzerine Hazretin sahip olduğu Vadi'u - Kura arazisinin üçte biri de böyledir. Ve yine sulh ve barış yoluyla ele geçirilip Resul-i Ekrem (s.a.a)'e has şeylerden sayılan Hayber'in "Tiyh" ve "Selalim" adlarındaki iki kalesi de böyledir.

Üçüncüsü; Resulullah (s.a.a)'in payına düşen Hayber humsu ve savaş ve zor uygulanarak elde edilen mallar; bunların tümü Resulullah (s.a.a)'in özel mallarındandır ve Hazretten başka hiç kimsenin onda bir hakkı yoktu.[172]

Bu üç kadının sözleri burada son buluyor. Şimdi onların bu konudaki sözlerinin açıklamasını inceleyelim:

a- Sözlerinde geçen, "Resulullah (s.a.a)'in sadakaları" tabiri, muhaddisler, tarihçiler, fakihler, lügatçılar gibi Hulefa Mektebi ulemasının Resul-i Ekrem (s.a.a)'den geriye kalan mal ve mülkler hakkında kullanmaktadırlar. Onların bu konuda dayandıkları şey, ravisi sadece Ebubekir olan bir rivayettir. Rivayette şöyle geçer: Resulullah'ın, "Bizim geriye bıraktıklarımız sadakadır" buyurduğunu duydum.

b- Bahsettikleri Resulullah (s.a.a)'in mallarına gelince; bu malların her birinin kaynağı ve açıklaması şöyledir:

Resul-i Ekrem (s.a.a)'in Emlakı ve Bu Emlaklın Kaynağı

1- Muhayrik'in Vasiyeti

Muhayrik, Benî Kaynka'nın en zengin kişisi ve Tevrat hakkında bilgisi olan Yahudi bir alimdi.[173] Resulullah (s.a.a) Medine'ye hicret edip ilk kez Kuba mescidine gidince Hazret'in huzuruna çıkarak Müslüman oldu.[174]

Muhayrik Uhud savaşında kendi kavmine hitaben şöyle dedi: "Ey Yahudiler! Vallahi sizler Muhammed'in peygamber olduğunu ve ona yardım etmenin üzerinize farz olduğunu çok iyi biliyorsunuz. O halde hareket edin. Fakat onlar, "Bugün Cumartesidir!" dediler. Mahayrik, "Başka bir Cumartesi gelmeyecektir" dedi ve savaş araçlarını alarak Resulullah (s.a.a)'e ulaşıp şehid oldu. Resul-i Ekrem (s.a.a) onun hakkında, "Muhayrik Yahudilerin en iyisiydi" buyurmuştur.

Muhayrik savaşa gidince, "Öldürülürsem sahip olduğum her şey Muhammed (s.a.a)'indir" diye vasiyet etti.[175]

Mihayrik'in malları yedi bostan ve E'vaf, Safiye, Dellal, Meyseb, Burka, Husna ve Resulullah (s.a.a)'in cariyesi Mariye'nin[176] oturduğu Meşrebe-i Ümm-ü İbrahim isimlerindeki tarlalardı.

Bu yerler hakkında Vefau'l - Vefa, Mâverdî ve Ebu Ya'lâ'nın Ahkami's - Sultaniyye'si ve İktifâ kitaplarına genişçe bilgi verilmiştir.[177]

Semhudî, Vakidî'den şöyle rivayet etmektedir: Resul-i Ekrem (s.a.a) hicretin yedinci yılında E'vaf, Burka, Meyseb, Dellal, Husna ve Meşrebe-i Ümm-ü İbrahim isimlerindeki altı bostanı vakfetmiştir.[178]

2- Ensarın Resul-i Ekrem (s.a.a)'e Bağışladığı Araziler

İbn-i Abbas'tan şöyle rivayet edilmiştir: "Resulullah (s.a.a) Medine'ye gelince, ensar su ulaşmayan tüm arazileri istediği gibi yararlanması için o hazrete verdi."[179]

3- Benî Nezir'in Arazileri

Yahudiler Medine'ye girince, Benî Nezir, Bethan-ı Aliye ve Benî Kureyze ise Mehzum noktasında indiler. Bu iki nokta taşsız ve çukur ovaydı; bu arazilerin tatlı bir suyu vardı.[180] Allah Teala bu arazileri Resul-i Ekrem (s.a.a)'e bağışladığı zaman Ömer Hazret'in yanına gelerek, "Onun humsunu kendinize alıp geri kalanını Müslümanlar arasında bölüştürmeyecek misiniz?" dedi. Resulullah (s.a.a), "Allah Teala'nın "Allah'ın Peygamber'e bağışladığı şey..." ayeti gereğince bana has kıldığı bir şey Müslümanlar arasında bölüştürmeyeceğim" buyurdu.[181]

Tarih,[182] hadis[183] ve tefsir[184] yazarları, Benî Nezir[185] arazilerinin Resul-i Ekrem (s.a.a)'e has kılınan yerlerden olduğunda ve Hazret'in mülk sahiplerinin kendi mülklerinde yaptıkları tasarruf gibi onda tasarruf ettiğinde, onların mahsullerinden kendi Ehlibeyt'ine verdiğinde, bazı kişiler için onlardan aylık bağladığında, onlardan istediği kişiye, istediği kadar verdiğinde ittifak etmişlerdir.

Resul-i Ekrem (s.a.a) o arazilerin bir bölümünü hicretin dördüncü yılında Ebubekir, Abdurrahman b. Avf, Ebu Ducane, Semak b. Hurşe-i Saidi ve diğerlerine bağışladı.[186]

4- Hayber Arazileri

Hayber, Medine'nin sekiz menzillik (yaklaşık 90 km.) uzaklığında, Şam yolu üzerinde yer almıştır. "Hayber Vilayeti"[187] denen bu bölgede yüksek surları, çok miktarda tarla ve hurmalıkları olan sekiz kale vardı.[188] Yahudi azgınları orasını sığınak edinip Arap kabileleriyle yardımlaşma sözleşmesi yapmışlardı.

Resul-i Ekrem (s.a.a) Hudeybiyye'den döndükten sonra, hicretin yedinci yılının Safer ayında veya o yılın Rabiulevvel ayının birinci günü bir orduyla Hayber üzerine yürüdü[189] ve Cabir b. Abdullah dışında Hudeybiyye'ye katılmayanların hiç birine Hayber savaşına katılmasına müsaade etmedi.[190] Çünkü onlar Hudeyniyye'de Resul-i Ekrem (s.a.a)'in yanında yer almaktan sakınmış ve yaygara çıkararak Müslümanları korkutmuşlardı.[191]

Resul-i Ekrem (s.a.a), Yahudileri bir ayı boyu Hayber'deki kalelerinde kuşatmış ve her gün kaleden çıkan on binlerce Yahudi'yle savaşıyordu;[192] nihayet bazı Yahudi kalelerini zorla ve diğer bazılarını da sulh ve barışla ele geçirdi.[193]

Resul-i Ekrem (s.a.a) savaşarak ele geçirdiği savaş ganimetlerinin humsunu alıp geri kalan beşte dördünü Hudeybiyye ve Hayber savaşına katılan Müslümanlar arasında bölüştürdü.[194] Fakat toprağı işleyecek elamanları olmadığı için o arazilerde çiftçilik yapıp mahsullerinin yarısını kendisine vermeleri şartıyla Yahudilere bıraktı.[195]

Resul-i Ekrem (s.a.a)'in Hayber'i 36 hisseye bölüp her hisseyi de 100 hisseye ayırdığı, on sekiz bölümünü kendisine ve on sekiz bölümünü de aralarında bölüştürmeleri için diğer Müslümanlara verdiği ve Resulullah (s.a.a) payının onlardan birinin payı kadar olduğu söyleniyor.[196]

Ve yine denilmiştir ki, Müslümanların hissesi olan iki payı Hudeybiyye'ye katılanlarla Cafer b. Ebutalib'le birlikte Habeşe'den dönenler arasında bölüştürdü.[197]

Yine onun humus payının "el-Ketibe", Müslümanlara ulaşan ise, "Şekka, Nutah, Selalim ve Vetih" olduğu, Resulullah (s.a.a)'in onları mahsulünün yarısı karşısında Yahudilere bıraktığı söylenmektedir.

Oradan elde edilen mahsul Ömer'in hilafetine kadar Müslümanlar arasında bölüştürülüyordu; fakat Ömer ekilen tarlaları her birinin hissesine göre onlar arasında bölüştürdü.[198]

Sire-i İbn-i Hişam, İktifâ ve diğer kaynaklarda şöyle geçmiştir (biz İbn-i Hişam'dan naklediyoruz):

Ketibe, Allah'ın humsu, Resul-i Ekrem (s.a.a)'in hissesi, zevi'l-kurba ve miskinlerin payı, Resulullah (s.a.a)'in eşlerinin masrafları ve sulh için Resul-i Ekrem (s.a.a)'le Fedek ahalisi arasında vasıta olanların hissesidir.[199]

Futuhu'l - Buldan'da da şöyle geçer: Resulullah (s.a.a)'in eşlerinin de onda hisseleri vardı; Resul-i Ekrem (s.a.a) buyurmuştur ki:  (s.a.a) buyurmuştur ki: "Sizden isteyeniniz onun meyvesinden ve isteyeniniz de ziraatından alsın; hatta isterse onu miras bıraksın."[200]

Meğazi-i Vakidî'de, iki ketibe payına bu ismin nasıl verildiği de genişçe açıklanmıştır.[201]

Vefau'l - Vefâ'da ise şöyle geçer: Vetih ve Selalim halkı Resul-i Ekrem (s.a.a)'le sulh yapınca bu ikisi Hazrete has yerlerden oldu ve Ketibe Hazretin humsunun bir parçası sayıldı. Ketibe, Vetih ve Selalim tarafında yer aldığı için onlarla bir sayılıp Resulullah (s.a.a)'in geriye bıraktığı sadakalarından sayıldı![202]  Bunun nedeni ise Hayber kalelerinin bir kısmının savaşla ve bir kısmının ise sulh ve barışla fethedilmesidir.

Bu konuda nakledilen çeşitli rivayetleri bu şekilde toplayabiliriz.[203]

Kadı Maverdî ve Ebu Ya'la demişlerdir ki; "Resulullah (s.a.a) Hayber'in sekiz kalesinden üç tanesini mülk edinmiş, bunlar; Ketibe, Vetih ve Selalim kaleleridir.

Ketibe'yi humus ganimetinden almış, Vetih ve Selalim'i ise savaşmadan ele geçirildiği için Allah Teala "fey" olarak Resulullah (s.a.a)'e vermiştir. Böylece bu üç kale Resulullah (s.a.a)'e has fey ve humus olmuştur. [204]

Müellif der ki: Onların sözünü teyit eden bir nokta da şudur: Onlar demişlerdir ki, Resulullah (s.a.a) Hayber'de 18 hisse almıştır. Bu ise Hayber'e katılan diğer savaşçıların hisselerinin toplamına eşittir. Bu ise Allah Teala'nın, Hayber'in bir bölümünü, fethi için at koşturulup savaşılmadan Resul-i Ekrem (s.a.a)'e vermiş olmasını gerektiriyor. Böylece bu da Resulullah (s.a.a)'in savaşarak ele geçirdiği humus hissesine eklenerek Resul-i Ekrem (s.a.a)'in toplam hissesi diğer Müslümanların hissesinin toplamıyla eşit duruma getirmiştir.

5- Fedek

Yakut Hamevî şöyle yayıyor: Fedek, kaynak suyu ve çok sayıda hurmalıkları olan Hicaz'da, Medine'ye iki veya üç günlük yol uzaklığındaki bir köydür.[205]

Resul-i Ekrem (s.a.a) Hayber'de veya Hayber'e doğru hareket ederken Fedek'e bir elçi göndererek halkı İslam dinini kabul etmeye davet etti; fakat onlar bu öneriyi kabul etmediler.[206]

Fakat Resulullah (s.a.a) Hayber'i fethettikten sonra Allah Teala onların cesaret ve yiğitliği alarak içlerine korku düşürdü. Bunun üzerine birini Resul-i Ekrem (s.a.a)'e göndererek Fedek'in yarısı karşısında barış önerisinde bulundular; Resulullah (s.a.a) de onların bu önerisini kabul etti.[207]

Ebu Ubeyde'nin "Emval" adlı eserinde şöyle geçer: Fedek ahalisinin Resul-i Ekrem (s.a.a)'e bir elçi gönderip kendi özgürlükleri, arazi ve hurmalıkların yarısının karşısında arazi ve hurmalıklarının yarısını Hazrete vererek sulh ettiler.[208]

Futuhu'l - Buldan'da ise şöyle kaydedilmiştir: Müslümanlar fedek'i fethetmek için at koşturup savaşmadıkları için Fedek'in yarısı Resulullah (s.a.a)'e has yerlerdendi. İşte bu yüzden Resul-i Ekrem (s.a.a) orandan elde edilen mahsulleri kendisi harcıyordu.[209]

Haskanî'nin Şevahidu't - Tenzil'inde, Zehebî'nin Mizanu'l - İ'tidal'inde, Heysemî'nin Mecmau'z - Zevaid'inde, Siyutî'nin Durru'l - Mensur'unda ve Muntehab-u Kenzi'l - Ummal'de Ebu Said-i Hudrî'den şöyle rivayet edilmektedir (Biz Haskanî'den naklediyoruz): "Yakınlara haklarını ver" ayeti nazil olunca Resul-i Ekrem (s.a.a) kızı Faıtma (s.a)'yı çağırtarak Fedek'i ona bağışladı.[210]

Rum Suresinin 36. ayetinin tefsirinde de İbn-i Abbas'tan böyle nakledilmiştir.[211]

6- Vadi'l - Kurâ

Vadi'l - Kurâ, Medine ve Şam arasında yer alan Timâ ve Hayber arasında geniş bir çöldü. Timâ,[212] Şam yakınlarında bir köydü. Ona "Vadi'l - Kurâ" denilmesinin sebebi, bu vadinin başından sonuna kadar çok sayıda köyün yan yana yer alması ve Şam hacılarının yolu üzerinde  Yahudilerin yaşadığı çok sayıda kasabanın bulunmasıdır.[213]

Vadi'l - Kurâ'nın Fethi[214]

Resul-i Ekrem (s.a.a) hicretin yedinci yılının Cemadiulahir ayında Hayber'den dönüşte Vadi'l - Kurâ bölgesine girip bölge halkını İslam'a davet etti. Fakat onlar kabul etmeyip Hazret'le savaşa girdiler. Sonunda Resulullah (s.a.a) savaşarak orayı fethetti ve Müslümanlar onlardan çok miktarda ganimet aldılar. Resul-i Ekrem (s.a.a) de onların humsunu alıp arazi ve hurmalıklarını Hayber ahalisiyle yapmış olduğu anlaşma üzerine oradaki Yahudilere bıraktı. Onun humsu da Hazret'in kendisine ayrıldı. Bir ok mesafesi kadarını da Hamza b. Nu'man-i Uzrî'ye bağışladı.[215]

İşte bu nedenledir ki Kadı Mâverdî ve Kadı Ebu Ye'lâ, "Vadi'l - Kurâ'nın yarısı Resulullah (s.a.a)'indi" demişlerdir. Çünkü onun üçte biri Benî Uzre'nin, üçte ikisi Yahudilerin'di ve Resul-i Ekrem (s.a.a) onun yarısı karşısında Yahudilerle sulh etti ve böylece onun tamamı üç kısma ayrıldı ve bir bölümü Resulullah (s.a.a)'e ait oldu...[216]

7- Mehzur

Kadı Mâverdî ve Kadı Ebu Ye'la diyorlar ki, Resul-i Ekrem (s.a.a)'a ait olan sekizinci sadaka Medine pazarında "Mehzur" denen yerdi. Osman, kendi hilafeti döneminde orayı Mervan'a vermesi sonucu halkın itirazıyla karşılaştı.[217]

Yazar der ki: Mehzur, Benî Kureyze Yaduhileri'nin yaşadığı yüksek bölgedeki geniş bir yerdir; orası, Medine genişledikten sonra pazar haline gelmiş olabilir.

Ayrıca, Resul-i Ekrem (s.a.a), annesi Amene bint-i Veheb'den kendisinin içinde dünyaya geldiği Şib-i Benî Ali'de yer alan Mekke'deki evini miras almıştır.

Yine eşi Huveylid kızı Ümmü'l Müminin Hatice'den Attaran çarşısının arkasında, Safa'yla Merve arasında yer alan evini miras almış; Resulullah (s.a.a) Medine'ye hicret ettikten sonra Akil b. Ebutalib orayı satmıştır. Resul-i Ekrem (s.a.a) Veda Haccında Mekke'ye gelince kendisine, "Hangi evinize ineceksiniz?" diye sorduklarında, "Akil bana bir ev bıraktı mı ki?" buyurdu.[218]

Hişam-i Kelbî, Avanet b. Hekem'den şöyle nakleder: Ebubekir-i Sıdık, Resul-i Ekrem (s.a.a)'in özel eşyalarını, bineğini ve ayakkabısını Ali'ye (r.a) vererek, "Bunların dışındakiler sadakadır" dedi![219]

* * *

Bunlar Resul-i Ekrem (s.a.a)'in humus, hibe, ilahî bağış yoluyla edindiği -menkul ve gayrî menkul- mal ve mülkleri bildiren rivayetlerdir. Resul-i Ekrem (s.a.a) kendi hayatında onların bir kısmını bazı ashabına, bir kısmını yakınlarına bağışlamış ve bir kısmını da kendi mülkiyetinde tutmuştu.

Şimdi Resulullah (s.a.a)'in mirasıyla ilgili rivayetleri inceleyelim.

Resulullah (s.a.a)'in Mirası ve Hz. Fatıma (s.a)'nın Şikayeti

Sahabeden olan halife Ebubekir ve Ömer, bir defa Resul-i Ekrem (s.a.a)'in kendisinden geriye bırakmış olduğu tüm mal ve mülküne el koydular ve kendi hayatında kızı Fatıma-ı Zehra (s.a)'ya vermiş olduğu Fedek dışında diğer Müslümanlara bağışladığı şeylere dokunmadılar!

Ebubekir ve Ömer, Resul-i Ekrem (s.a.a)'in mal ve mülkünden ibaret olan mirasını bir defada ele geçirince Hazretin mirası konusunda Hz. Fatıma-ı Zehra (s.a) ile bu iki halife arasında ihtilaf çıktı. Aşağıdaki rivayetler bu konuyu açıklamaktadırlar.

1- Ömer'in Rivayeti

Ömer'den şöyle rivayet edilmiştir:

Resulullah (s.a.a) vefat edince Ebubekir'le birlikte Ali'ye giderek ona, "Resulullah (s.a.a)'in mirası konusunda ne yapmayı düşünüyorsun?" dedik.

Ali, "Resulullah (s.a.a) mirası konusunda bizim herkesten daha fazla hakkımız var" dedi.

Ben, "Hayber'le ilgili olanlar konusunda da mı?" dedim.

Ali, "Evet; Hayberle ilgili olanlar konusunda da" dedi.

Ben, "Fedek konusunda da mı?" dedim.

Ali, "Fedek konusunda da" dedi.

Ben, "Şunu bil ki vallahi eğer kılıçla boynumuzu da vursan böyle bir şey olmayacaktır!" dedim.[220]

2- Ümmü'l - Müminin Aişe'nin Rivayeti

Sahih-i Buharî ve Sahih-i Müslim, Müsned-i Ahmed, Sünen-i Ebu Davud, Nesaî, Tabakat-i İbn-i Sa'd'da (biz Buharî'den naklediyoruz) Ümmü'l - Müminin Aişe'den şöyle rivayet edilmektedir: Fatıma, birini Ebubekir'e göndererek ondan Allah Teala'nın Resulullah (s.a.a)'e bağışladığı şeyden mirasını ve Resul-i Ekrem (s.a.a)'in Medine ve Fedek sadakalarını[221] ve Hayber humusundan geri kalanları[222] istedi.

Fakat Ebubekir, "Resulullah (s.a.a), bizim geri bıraktıklarımız miras olarak alınmaz; onlar sadakadırlar. Muhammed'in Ehlibeyt'i bu maldan, yani Allah'ın malından yiyebilirler ve ondan yiyeceklerinden fazla alamazlar buyurmuştur. Vallahi ben Resulullah (s.a.a)'in hayatında elinde bulundurduğu hiçbir şeyi değiştirmeyeceğim ve onlar hakkında Resulullah (s.a.a)'in davrandığı gibi davranacağım" dedi.[223]

Ebubekir bu sözünde Resul-i Ekrem (s.a.a)'in mirasını "sadaka" diye adlandırmıştır; bunun delili ise sadece kendisinin naklettiği bir rivayettir. O, bu sözünde Resulullah (s.a.a)'in, "Bizim geri bıraktıklarımız sadakadır!" buyurduğunu iddia etmektedir. Ve o zamandan bu güne kadar Resulullah (s.a.a)'in mirassı "sadaka" diye adlandırılmıştır.

Ebubekir'in, "Onlar hakkında Resulullah (s.a.a)'in davrandığı gibi davranacağım" sözünden maksat nedir? Bu da Ümmü'l - Müminin Aişe'nin rivayetinden anlaşılmaktadır.

Aişe'nin rivayetinin baş tarafı da yukarıdaki gibidir. Bu rivayetin diğer bölümünde şöyle geçer: "Bunun üzerine Resulullah (s.a.a)'ın kızı Fatıma öfkelenerek yüzünü Ebubekir'den çevirdi ve ölünceye kadar da ondan uzak durdu. Fatıma, Resulullah (s.a.a)'ten sonra altı ay yaşadı."

Aişe daha sonra diyor ki: "Fatıma, Ebubekir'den babası Resulullah (s.a.a)'in Hayber, Fedek ve Medine sadakalarından mirasını istedi. Fakat Ebubekir onun bu isteğini reddederek, "Ben Resulullah (s.a.a)'in yaptığı hiçbir şeyi terk etmeyeceğim; onların tümünü yapacağım. Ben Resul-i Ekrem (s.a.a)'in emirlerinden birini yerine getirmemekten, böylece haktan sapıp zulmetmekten korkuyorum!" dedi.

Fakat Ömer, Resulullah (s.a.a)'in Medine'deki sadakasını Ali ve Abbas'a geri vermesine rağmen Hayber ve Fedek'i onlara vermeyip kendi elinde tutarak dedi ki: "Hayber ve Fedek Resulullah (s.a.a)'in ihtiyaç ve sıkıntılarını giderdiği sadaka ve haklarındandı. Onlarla yapılması gerekeni yönetimde olan kişi belirler."

Ravi der ki Hayber ve Fedek günümüze kadar Ömer'in yasadığı şekilde kullanıldı.[224]

Ümmü'l - Müminin Aişe'nin ikinci rivayetinde Ömer apaçık bir şekilde Resul-i Ekrem (s.a.a)'in mal ve mülkünün geçinimi karşılamak ve sıkıntılarını gidermek için kullandığı haklarından olduğunu ve ondan sonra da onların yönetimde olan kişiye geçtiğini vurguluyor. Dolayısıyla, sadece onları kendi haklarından bilen Ömer onları geçim masrafları için kullanıyor ve sıkıntılarını onlarla gideriyordu. Ümmü'l - Müminin Aişe'nin birinci rivayetinde naklettiği Ebubekir'in sözlerinden anlaşılan da aynen budur: "Ben onları Resulullah (s.a.a)'in kullandığı gibi kullanacağım veya onları kesin hakkım gibi geçim masraflarımda kullanıp sıkıntılarımı onunla gidereceğim!"

Bu konuda Ümmü'l - Müminin Aişe'den Sahih-i Buharî ve Sahih-i Müslim'de nakledilen üçüncü bir rivayet daha var. Aişe diyor ki:

Resulullah (s.a.a)'in kızı Fatıma, birini Ebubekir'e göndererek ondan Allah Teala'nın, Medine ve Fedek'te Resul-i Ekrem (s.a.a)'e verdiklerinden ve Hayber humsunun geriye kalanlarından kendine yetişen mirası istedi. Fakat Ebubekir, Resulullah (s.a.a), "Biz miras bırakmayız; bizden geri kalanlar sadakadırlar; Muhammed'in Ehlibeyt'i ancak bu maldan yiyebilirler" buyurmuştur. Şimdi ben Resulullah (s.a.a)'in sadakasını kendi hayatında nasıl idiyse hiç değiştirmeden onun kullandığı gibi kullanacağım, dedi!

Böylece Ebubekir onların birini bile Fatıma'ya vermekten sakındı. Fatıma da Ebubekir'e öfkelenerek ondan yüzünü çevirdi ve bir daha onunla konuşmadı. Fatıma Resul-i Ekrem (s.a.a)'ten sonra sadece altı ay yaşadı. Vefat edince de eşi Ali, Ebubekir'e haber vermeksizin onu geceleyin defnetti. Fatıma'nın cenazesine Ali'nin kendisi namaz kıldı.

Fatıma hayatta olduğu sürece halk arasında Ali saygındı; fakat Fatıma vefat edince Ali kavmin ileri gelenlerinin baskısı sonucu Ebubekir'le uzlaşarak ona biat etmek zorunda kaldı. Fakat Fatıma hayattayken, o birkaç ay içerisinde Ali Ebubekir'e biat etmedi...[225]

* * *

Fatıma-ı Zehra (s.a)'nın Hakim Güçle İhtilafı

Ümmu'l - Müminin Aişe uzunca rivayetlerinde Hz. Fatıma (s.a)'nın Ebubekir'e itirazlarından sadece babası Resulullah (s.a.a)'in mirasını istemesini zikretmekle yetinmiştir; oysa Fatıma (s.a) onlarla şu üç alanda tartışmıştır:

1) Resul-i Ekrem (s.a.a)'in kendisine yapmış olduğu bağışlar konusunda tartışması.

2) Resulullah (s.a.a)'in mirası konusunda tartışması.

3) Yakınların hissesini konusunda tartışması.

Şimdi bunların her birini ayrı ayrı inceleyelim:

1) Resul-i Ekrem (s.a.a)'in Fatıma (s.a)'ya  Bağışları

Futuhu'l - Buldan kitabında şöyle geçer:

Fatıma, Ebubekir-i Sıddık'a, "Resulullah (s.a.a)'in bana bağışlamış olduğu Fedek'i bana bırak" dedi. Ebubekir ondan tanık istedi. Fatıma Ümm-ü Eymen'i[226] ve Resulullah (s.a.a)'in azat ettiği Ribah'ı[227] getirdi. Onlar Fatıma (s.a)'nın sözlerinin doğruluğuna tanıklık ettiler. Fakat Ebubekir bu iş için bir erkek ve iki kadının tanıklık etmesi gerektiğini söyledi!

Diğer bir rivayette ise şöyle geçer: Ali b. Ebutalib, Zehra'nın iddiasını doğruluğuna tanıklık etti. Fakat Ebubekir, Fatıma'dan başka bir tanık getirmesini istedi. Bunun üzerine Ümm-ü Eymen, Fatıma lehine tanıklıkta bulundu.[228]

Açıktır ki bu tanık isteme olayı Ebubekir'in, Resulullah (s.a.a)'in diğer mal varlığı gibi Fedek'e de el koymasından sonra gerçekleşmiştir.

Ebubekir Hz. Fatıma (s.a)'nın Fedek hakkındaki tanıklarını reddettikten sonra Hz. Fatıma (s.a) başka bir davaya baş vurarak babası Resulullah (s.a.a)'in mirasını söz konusu etti. Ümmü'l - Müminin Aişe'nin yukarıda zikrettiğimiz rivayetleri dışında aşağıdaki rivayetler de bunu açık bir şekilde ifade etmektedirler.

2) Hz. Fatıma (s.a)'nın Babası Resulullah (s.a.a)'in Mirasını Talep Etmesi

a) Ebu Tufeyl'in Rivayeti

Müsned-i Ahmed b. Hanbel, Sünen-i Ebu Davud, Tarih-i Zehebî,Tarih-i İbn-i Kesir, Şerh-u Nehci'l - Belaga-i İbn-i Ebi'l - Hadid'de Ebu Tufeyl Amir b. Vasile'den[229] şöyle rivayet edilmiştir (biz Müsned-i Ahmed'ten naklediyoruz):

Resulullah (s.a.a)'ın vefatından sonra Fatıma (s.a) Ebubekir'e, "Sen mi Resulullah (s.a.a)'ten miras alırsın, yoksa onun ailesi mi?" diye bir mesaj gönderdi.

Ebubekir, "Ben almam; ailesi alır" şeklinde cevap verdi.

Fatıma, "O halde Resulullah (s.a.a)'in hissesi nerededir?" dedi.[230]

Ebubekir, "Ben Resulullah (s.a.a)'in, 'Allah Teala bir peygambere bir rızk verdiği zaman ondan sonra o rızkı yerine geçene verir' buyurduğunu duydum ve ben de onu Müslümanlara çevirmeyi uygun gördüm" dedi.

Bunun üzerine Fatıma (s.a), "Sen Resulullah (s.a.a)'ten duyduklarını daha iyi bilirsin" dedi.[231]

Şerh-u Nehci'l - Belaga'da ise bu cevaptan sonra Hz. Fatıma (s.a)'ın şöyle buyurduğu geçer: "Bundan sonra senden bir şey istemeyeceğim!"

b) Ebu Hureyre'nin Rivayeti

1- Sünen-i Tirmizî'de Ebu Hureyre'den şöyle nakledilmiştir:

Fatıma, Ebubekir ve Ömer'in yanına giderek Resul-i Ekrem (s.a.a)'in terekesinden kendi mirasını istedi. Fakat onlar dediler ki: Biz Resulullah (s.a.a)'in, "Ben miras bırakmam!" buyurduğunu duyduk. Fatıma ise onlara, "Vallahi artık sizinle konuşmayacağım" cevabını verdi. Fatıma sözünde durdu ve ölünceye kadar Ebubekir ve Ömer'le konuşmadı.[232]

Yine Müsned-i Ahmed, Sünen-i Tirmizî, Tabakat-i İbn-i Sa'd ve Tarih-i İbn-i Kesir'de Ebu Hureyre'den şöyle rivayet edilmektedir:

Fatıma, Ebubekir'e, "Sen öldükten sonra mirasçın kim olacaktır?" diye sordu.

Ebubekir, "Çocuklarım ve ailem" cevabını verdi.

Bunun üzerine Fatıma, "O halde neden biz Resulullah (s.a.a)'ten miras almayalım?!" dedi.

Ebubekir, ben Resulullah (s.a.a)'ten, "Peygamber miras bırakmaz!" buyurduğunu duydum. Ben de Resulullah (s.a.a)'in geçimlerini karşılamakla sorumlu olduğu kişilerim geçimlerini karşılamakla sorumluyum; ben de onun bağışta bulunduğu kişilere bağışta bulunacağım! dedi.[233]

c) Ömer'in Rivayeti

Tabakat-i İbn-i Sa'd'da Ömer b. Hattab'tan şöyle rivayet edilmektedir:

Resulullah (s.a.a)'in vefat ettiği gün Ebubekir'e biat edildi. Ertesi gün Fatıma, Ali'yle birlikte Ebubekir'in yanına giderek, "Babam Resulullah (s.a.a)'in terekesinden kendi hakkımı istiyorum" dedi. Ebubekir, "Ev eşyalarını mı, yoksa velayet ve hükümetin mi?" diye sordu. Fatıma, "Sen öldüğünde kızların senden nasıl miras alacaklarsa ben de Fedek, Hayber ve Medine sadakalarından miras olarak bana ulaşanları istiyorum" dedi.

Ebubekir, "Vallahi baban benden ve sen de benim kızlarımdan üstünsün. Fakat Resulullah (s.a.a), 'Biz miras bırakmayız; bizim terekemiz (yani bu mallar) sadakadır!' buyurmuştur" dedi.[234]

Gördüğünüz gibi, Ömer b. Hattab kendi rivayetinde Fatıma (s.a)'nın Ebubekir'in yanına gelişini Resulullah (s.a.a)'in vefatının ertesi günü olarak belirtmektedir; oysa bu tarih Sakife olaylarından sonraki vakıalarla bağdaşmamaktadır; bu konuda doğru olan İbn-i Ebi'l - Hadid'in şu sözleridir:

"Fedek olayının söz konusu edilişi ve Fatıma'nın Ebubekir'in yanına gelişi Resul-i Ekrem (s.a.a)'in vefatından on gün sonrasına tesadüf eder."[235]

Bu konunun ne zaman söz konusu edildiği pek önemli değil aslında; asıl önemli olan Ebubekir'in sadece kendisinin Resulullah (s.a.a)'ten naklettiği, "Biz miras bırakmayız; bizim terekemiz sadakadır" şeklindeki bir rivayete dayanarak Hz. Fatıma (s.a)'i babası Resulullah (s.a.a)'in mirasından mahrum etmesidir. Bu konuyu Ümmü'l - Müminin Aişe kendi rivayetinde apaçık bir şekilde dile getirmektedir:

Resul-i Ekrem (s.a.a)'in mirasında ihtilafa düştüler ve bu konuda hiç kimseden faydalı bir bilgi alamadılar. Nihayet Ebubekir, "Ben Resulullah (s.a.a)'ten, 'biz peygamberler miras bırakmayız; bizim geri bıraktıklarımız sadakadır!' buyurduğunu duydum" dedi.[236]

Yine İbn-i Ebi'l - Hadid, Şerh-u Nehci'l - Belaga'da şöyle yazıyor:

Meşhur görüşe göre, "Peygamberler miras bırakmaz" hadisini Ebubekir'den başka kimse rivayet etmemiştir.[237]

Bu kitabın başka bir yerinde ise şöyle geçmektedir:

Rivayetlerin çoğu bu hadisi Ebubekir'den başkasının rivayet etmediğini ortaya koymaktadır. Bunu mahaddislerin büyük bir çoğunluğu da kaydetmişlerdir; hatta fakihler usul-i fıkıhta istidlallerinde, ravisi bir sahabe olduğu halde kabul edilen tek rivayetin sadece Ebubekir'in rivayeti olduğunda ittifak etmişlerdir. Şeyh Ebu Ali diyor ki: "Şehadette olduğu gibi rivayette de ancak en az iki kişinin naklettiği rivayet kabul edilir." Fakat tüm mütekellimler ve fakihler buna karşı çıkarak bir sahabe tarafından nakledilen rivayetin kabul edilişine delil olarak Ebubekir'in, "Biz peygamberler miras bırakmayız" rivayetini göstermektedirler.[238]

Siyutî de Tarihu'l - Hulefâ adlı eserinde, Ebubekir'in rivayetlerini sayarken şöyle yazmaktadır: Yirmi dokuzuncu: "Biz miras bırakmayız; bizim terekemiz sadakadır!"[239]

Fakat bütün bunlara rağmen, bu konuda hadisler uydurup Ebubekir'den başkalarına nispet vermiş ve bu hadisi onların da Resulullah (s.a.a)'ten rivayet ettiklerini söylemişlerdir.[240]

 

3) Hz. Fatıma (s.a)'nın Yakınların Hissesi Konusunda Tartışması

Ebubekir'in rivayetine dayanarak Resul-i Ekrem (s.a.a)'in kızını babasının mirasından mahrum edince Hz. Fatıma (s.a) bu kez yakınların hissesini istedi. Ebubekir-i Cevherî bunu üç rivayette kaydetmektedir:

a) Enes b. Malik'ten şöyle rivayet edilir: Fatıma, Ebubekir'in yanına gelerek, "Sen de çok iyi biliyorsun ki sadakalar[241] ve Allah Teala'nın Kur'an-ı Kerim'de yakınların hissesi olarak bize bağışladığı ganimet ve kazançlar konusunda biz Ehlibeyte zulmettin" dedi ve peşinden, "Bilin ki kazandığınız şeylerin beşte biri, Allah'a, Elçisine ve yakınlara... aittir."[242] ayetini okudu.

Fakat Ebubekir ona şöyle cevap verdi: "Babam, anam sana ve evlatlarına feda olsun. Bize Allah'ın Kitabı, peygamber ve yakınlarının hakkına itaat etmek düşer. Ben Allah'ın Kitabında senin okuduğun bu ayeti çok okudum; fakat ayetteki bu beşte bir hissesinin tümünün sizin hakkınız olup olmadığını anlayamadım!"

Fatıma, "Onun senin ve akrabalarının mı hakkı olduğunu sanıyorsun?!" dedi.

Ebubekir, "Hayır; onun bir bölümünü de size vereceğim ve geri kalanını ise Müslümanların genel maslahatlarında harcayacağım" cevabını verdi.

Fatıma, "Fakat Allah'ın hükmü böyle değil..." buyurdu.

b) Urve'den şöyle rivayet edilmektedir: "Fatıma, Fedek ve yakınların hakkı için Ebubekir'e müracaat etti. Fakat Ebubekir onu bunlardan mahrum ederek tümünü beytülmale kattı!"

c) Hasan b. Muhammed b. Ali b. Ebutalip (a.s)'dan şöyle rivayet edilmektedir: Ebubekir, Fatıma ve Haşimoğullarını yakınların hakkından mahrum edip onları Allah yolunda, silah, savaş aletleri ve binek satın almak için harcadı![243]

Kenzu'l - Ummal'de ise Ümm-ü Hanî'den[244] şöyle rivayet edilmiştir: Fatıma, Ebubekir'e giderek ondan yakınların hakkını istedi. Fakat Ebubekir ona, "Ben Resulullah (s.a.a)'in, 'Ben hayatta oldukça yakınlarımın hisseleri vardır; fakat benim vefatımdan sonra ondan hisse almazlar!' buyurduğunu duydum" dedi.[245]

Ümm-ü Hanî'den nakledilen diğer bir rivayette, Hz. Fatıma-ı Zehra (s.a)'nın onlarla miras ve yakınların hissesi konusundaki tartışması bir arada zikredilmiştir.

Futuhu'l - Buldan-i Belazurî, Tabakat-i İbn-i Sa'd, Tarih-i İslam-i Zehebî ve Şerh-u Nehci'l - Belaga-i İbn-i Ebi'l - Hadid-i Mu'tezilî'de Ümm-ü Hanî'den şöyle rivayet edilmiştir:

Resul-i Ekrem (s.a.a)'in kızı Fatıma, Ebubekir'in yanına giderek ona, "Sen ölünce, senden kim miras alacak?" diye sordu.

Ebubekir, "Çocuklarım ve ailem" cevabını verdi.

Fatıma, "O halde nasıl oluyor ki bizim yerimize Resulullah (s.a.a)'ten sen miras alıyorsun?!" dedi.

Ebubekir, "Ey Resulullah (s.a.a)'in kızı! Ben senin babandan altın ve gümüş miras almış değilim" dedi.

Fatıma, "O halde bizim Hayber'den hissemiz ve Fedek'ten sadakalarımız[246] ne oldu?!" diye sordu.

İbn-i Sa'd'ın, Tabakat'ındaki sözü şöyledir:

Ebubekir, "Ben senin babandan miras olarak bir yer, altın, gümüş, köle ve bir mal almış değilim" dedi.

Fatıma, "O halde neden Allah Teala'nın bize has kıldığı hissesinin[247] tümü senin elindedir?" dedi.

Ebubekir, "Ey Resulullah (s.a.a)'in kızı! Ben Resulullah (s.a.a)'in, 'Allah Teala, ben yaşadıkça bunu benim geçim masraflarım için kılmıştır; ben öldükten sonra da Müslümanların olur' buyurduğunu duydum" cevabını verdi.[248]

İbn-i Ebi'l - Hadid'in Şerh-u Nehci'l - Belaga'sında ve Zehebî'nin Tarih-i İslam'inda şöyle geçer:

Ebubekir, "Ey Resulullah (s.a.a)'in kızı! Ben böyle bir iş yapmış değilim!" dedi.

Bunun üzerine Fatıma (s.a), "Evet, sen Resul-i Ekrem (s.a.a)'e ait olan ve benim elimde bulunan Fedek'i benden alarak Allah Teala'nın gökten (bizim hakkımızda) nazil ettiği hükmü önemsemedin ve bizi ondan mahrum ettin!" dedi.

Ebubekir buna şöyle cevap verdi: "Ey Resulullah (s.a.a)'in kızı! Ben böyle yapmadım; Resulullah (s.a.a) bana, 'Allah Teala peygamberi hayatta olduğu sürece rızıklandırır, peygamber ölünce artık onu keser' buyurdu."

Fatıma, "Bunu sen ve Resulullah (s.a.a) daha iyi bilirsiniz; bundan böyle senden bir şey istemeyeceğim" dedi ve sonra oradan ayrıldı.

Hz. Fatıma (s.a)'nın "Allah'ın hissesi"nden maksadı, humustan hisseleri ve Resul-i Ekrem (s.a.a)'e ait olan şeylerdir.

Hz. Fatıma (s.a)'nın, "Allah Teala'nın gökten bizim (gizim hakkımızda) indirdiği hükmü önemsemedin ve bizi ondan mahrum ettin" buyruğundan maksadı, hükmü Kur'an-ı Kerim'de geçen "yakınların hissesi" ve ister peygamber olsun, ister olmasın her Müslüman'ı kapsayan miras hükmüdür.

Bazı rivayetlerde de Abbas b. Abdulmuttalib'in, Fatıma-ı Zehra (s.a)'yla birlikte Resul-i Ekrem (s.a.a)'in mirasını istediği geçer. İbn-i Sa'd'ın Tabakat'ında geçen rivayet bunun açık bir örneğin; Muttakî Hindî de Kenzu'l - Ummal'de onu izlemiştir.

İbn-i Sa'd yazıyor ki: Fatıma, Ebubekir'in yanına gelerek ondan mirasını istedi. Aynı zamanda Abbas b. Abdulmuttalim de Ali'yle birlikte miraslarını almak için Ebubekir'e müracaat ettiler. Ebubekir şöyle dedi: "Resulullah (s.a.a), 'Biz miras bırakmayız; bizim bıraktıklarımız sadakadır' buyurmuştur. Resulullah (s.a.a)'in diğerlerine yaptığı ödemelerden ben sorumluyum."

Bunun üzerine Ali dedi ki, "Fakat Kur'an-ı Kerim, "Süleyman (babası) Davud'dan miras aldı" buyuruyor; ve yine: "(Zekeriyya evlat arzusuyla dedi ki:) Benden ve Yakuboğullarından miras alsın" buyuruyor."

Ebubekir, "Elbette ki öyledir ve sen de bizim gibi biliyorsun bunu" dedi!

Ali, "Bunları Allah'ın Kitabı buyuruyor!" dedi ve sonra susarak kalkıp gitti.[249]

Bu rivayette, raviler bir yerde yanılmışlardır; çünkü Abbas ve Ali miras istemek için değil, Fatıma (s.a)'ya hakkını almasına yardımcı olmak için gitmişlerdi Ebubekir'in yanına.

Veya belki de Resul-i Ekrem (s.a.a)'in amcası Abbas, Ebubekir'den humustan kendi hissesini istemiş ve raviler de yanılarak onun kendi mirasını istemek için Ebubekir'e müracaat ettiğini söylemişlerdir.

* * *

-Hz. Fatıma (s.a)'nın Kendisine Reva Görülen Zulümden Yakınması-

Ebubekir, Hz. Fatıma (s.a) hakkını istemek için getirdiği tüm delil ve şahitlerini reddedip Resulullah (s.a.a)'in terekesinden, ona yapmış olduğu hibe ve bağıştan hiçbir şey ona vermeyince Hz. Fatıma (s.a) davasını tüm Müslümanlara söz konusu edip babası Resulullah (s.a.a)'in ashabından yardım istemeye karar verdi. Muhaddis ve tarihçilerin dediğine göre işte bu hedefle Resulullah (s.a.a)'in mescidine doğru hareket etti. Bu mevzu İbn-i Ebi'l - Hadid-i Mu'tezilî'nin rivayetine göre Ebubekir-i Cevherî'nin "Sakife" adlı eserinde ve Ahmed b. Ebu Tahir-i Bağdadî'nin Belağeti'n - Nisâ adlı kitabında kaydedilmiştir, (biz Ebubekir-i Cevherî'den naklediyoruz):

Fatıma, Ebubekir'in Fedek'i ona vermek istemediğini anlayınca, başına bir başörtüsü bağlayıp bir çarşafa sarıldıktan sonra, gömleğinin eteği ayaklarını örttüğü halde Resulullah (s.a.a) gibi adımlarını alarak akrabalarının kadınlarından bir grubuyla birlikte mescide gelerek muhacir, ensar ve diğerlerinden oluşan kalabalık bir grubun arasında oturmuş olan Ebubekir'in yanına çıktı. Karşısına bir perde çektikten sonra içten bir feryat etti. Fatıma'nın feryadı oradakileri içten etkiledi; şiddetle ağlamaya başladılar ve böylece meclis karıştı.

Fatıma, ortalığın yatışması, bağrışma ve feryatların kesilmesi için biraz bekledikten sonra Allah'a hamd ve senâ edip Resul-i Ekrem (s.a.a)'e salat ve selam ederek sözüne başladı:

"Ben Muhammed kızı Fatıma'yım. Şimdi söylediklerimi göz önünde bulundurarak söylüyorum ki: "Andolsun, içinizden size öyle bir Elçi geldi ki sıkıntıya uğramanız ona ağır gelir; size düşkün, müminlere şefkatli, merhametlidir."[250] Ona ve Ehlibeytine bakacak olur da soyunu gözden geçirirseniz, onun sizin değil, benim babam olduğunu, sizin erkeklerinizin değil, benim amcamın oğlunun kardeşi olduğunu görürsünüz...

Siz şimdi bizim Resulullah (s.a.a)'ten miras almayacağımızı mı sanıyorsunuz?! "Yoksa cahiliyye hükmünü mü arıyorlar? İyice bilen bir toplum için Allah'tan daha güzel hüküm veren kim olabilir?"[251] Ey Ebu Kuhafe'nin oğlu! Sen babandan miras alıyorsun da ben babamdan miras alamaz mıyım?! Gerçekten ne kadar şaşırtıcı ve dehşet verici bir iddiadır bu!

Şimdi Fedek dizginlenmiş ve eyerlenmiş bir deve gibi afiyet olsun sana; kıyamet günü göreceksin onu; gerçekten Allah en güzel hükmeden, Muhammed (s.a.a) en güzel en üstün davacı ve kıyamet en güzel mahkeme zamanıdır. O günde zalimler zarara uğrayacaklardır."

Sonra babasının mezarına doğru dönerek şöyle dedi:

 

"Senden sonra olaylar oldu; fitneler çıktı

Eğer sen olsaydın tüm bunlar çıkmazdı

Biz, susuz yerin yağmuru kaybettiği gibi kaybettik seni

Şahid ol ki ümmetin hile yaparak senin Ehlibeytine ihanet etti."

 

Ravi şöyle diyor: O güne kadar kadınlı - erkekli o halkın öyle ağlayıp feryat ettiklerini görmemiştim! Sonra Fatıma-ı Zehra Ensar'a dönerek şöyle dedi: "Ey seçilmişler grubu! Ey dinin destekçileri ve İslam'ın koruyucuları! Neden bana yardım etmekte gevşeklik gösteriyor, yardım etmiyorsunuz? Neden benim hakkımı görmezden geliyor, onu istemekten gaflet ediyorsunuz?!

Resulullah (s.a.a), 'Evlada saygı göstermek, babaya saygı göstermek hükmündedir' buyurmamış mıdır? Ne kadar çabuk Allah'ın dinini değiştirip aceleyle bidat çıkardınız? Şimdi Resulullah (s.a.a) ölünce dinini de yok mu ettiniz?!

Kendi canıma andolsun ki onun ölümü çok büyük bir musibet, sürekli genişleyen ve hiçbir zaman bitişmeyen çok derin bir yarıktır. Ondan sonra ümitler kesildi, yeryüzü zifiri karanlık oldu ve dağlar dağılıverdi. Ondan sonra had ve sınırlar kalktı, saygınlık perdesi yırtıldı, güvenlik ortadan kalktı; Ve bütün bunları Kur'an-ı Kerim onun vefatından önce bildirip size haber verdi: "Muhammed, sadece bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse siz topuklarınızın üzerinde geriye mi döneceksiniz? Kim topuklarının üzerinde geriye dönerse, Allah'a hiçbir ziyan veremez. Allah, şükredenleri mükafatlandıracaktır."[252]

Ey Kiyleoğulları! Gözlerinizin önünde babamın mirasını gasp ederlerken benim imdada çağırdığımı duyduğunuz halde neden bir şeyler yapmıyorsunuz?! Oysa sizin gücünüz var, kişileriniz var ve saygınlığa sahipsiniz. Allah'ın seçip çıkardığı ileri gelenler ve seçkin kişilersiniz.  Araplara ters düşüp zorlukları kabullendiniz; nihayet İslam değirmeninin taşı sizin çabanızla dönmeye başladı, zaferler kazanıldı, savaş ateşi söndü, şirk ve putperestlik hareketleri yatıştı, karışıklık ortadan kalktı ve din düzeni sağlamlaştı. Şimdi tüm bu ilerlemelerden sonra geri çekildiniz, o kadar direnişten sonra yenilgiye uğradınız, o kadar cesaret ve kahramanlıklardan sonra sadık kalacakları yönünde ahitleştikten sonra imanlarını geriye atıp, din ve inancınıza dil uzatan gerisin geriye yönelen bir avuç kişiden korkup kabuklarınıza çekildiniz?! "O küfür önderleriyle savaşın. Çünkü onların andları yoktur; belki (böylece küfürden) vazgeçerler."[253]

Fakat görüyorum ki alçaklık ve kendinize bakmaya yönelmiş, keyif ve rahatlığınıza düşkün olmuş ve inançlarınızı yalanlamaya başlamışsınız; rahat ve kolay bir şekilde elde ettiğiniz tüm şeyleri bir arada kaybetmişsiniz; fakat şunu bilin ki eğer siz ve yeryüzündeki tüm insanlar kafir olursa da, şüphesiz Allah'ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur.

Ben alçaklık ve düşüklüğünüzü bildiğim halde söylenmesi gerekenleri size söyledim. Şimdi bu size afiyet olsun; Allah'ın alevleri kalplerden yükselen ateşiyle bozulmaz bir ilişkisi olan onu tüm alçaklık ve utancıyla alın; yapmakta olduklarınız Allah'ın gözü önündedir ve yakında zulmedenler nereye döneceklerini göreceklerdir."

Ravi diyor ki: Muhammed b. Zekeriyya, Muhammed b. Zehhak'tan, o da Hişam b. Muhammed'den, o da Avane b. Hekem'den şöyle nakleder: Fatıma, söylemek istediklerini Ebubekir'e söyledikten sonra Ebubekir Allah'a hamd ve senâ edip Resulullah (s.a.a)'e salat ve selam edip peşinden şöyle dedi:

Ey kadınların en üstünü ve babaların en üstününün kızı! Vallahi ben Resulullah (s.a.a)'in görüşünün aksine davranmış ve onun emri dışında bir iş yapmış değilim. Öncü kafiledekilere yalan söylemez. Sen söyleyeceklerini söyledin, maksadını ulaştırdın, öfkeni dile getirdin ve sonra yüz çevirdin. O halde Allah bizi ve seni bağışlasın. Fakat sonra; ben Resulullah (s.a.a)'in savaş aletlerini, bineğini ve ayakkabılarını Ali'ye teslim ettim! Fakat bunun dışındaki şeylere gelince; ben Resulullah (s.a.a)'ten şöyle duydum: 'Biz peygamberler miras olarak kendimizden geriye altın, gümüş, yer, mal-mülk ve ev bırakmayız; bizim mirasımız iman, hikmet, ilim ve sünnettir!' Ben de Resulullah (s.a.a)'in bana emrettiği işi yaptım; bu konuda muvaffakiyetim ancak Allah'tandır; Ben O'na tevekkül ettim ve hacetimi O'na götürüyorum!"

Belagatu'n - Nisâ kitabında ise şöyle rivayet edilmektedir: Ebubekir'in bu sözlerinden sonra Fatıma şöyle dedi:

"Ey insanlar! Ben Fatıma'yım ve babam ise Muhammed (s.a.a)'dir. Daha önce de dediğim gibi "Size kendi aranızdan bir peygamber gelmiştir..." -Yukarıda kaydettiklerimizi söyledikten sonra şöyle devam etti:- Siz kasıtlı olarak Allah'ın Kitabını arkanıza attınız, emirlerini görmezden geldiniz. Oysa Allah Teala buyuruyor ki: "Süleyman (babası) Davud'dan miras aldı" buyuruyor; ve Yaya b. Zekeriyya'nın kıssasında ise şöyle buyuruyor: "Rabb'im! Bana kendi katından bir çocuk ver de benden ve Yakuboğullarından miras alsın." Ve yine buyuruyor ki: "Allah'ın Kitabında yakınlardan bazıları bazılarına daha üstündür." Ve de şöyle buyuruyor: "Allah çocuklarınız hakkında size tavsiye ediyor: Erkeğe iki kadının payı verilir." Ve yine buyuruyor ki: "Eğer geriye bir hayır bırakırsa, baba ve anneye ve akrabalara güzel bir şekilde vasiyet etmek muttakiler üzerine bir haktır." Bütün bunlara rağmen benim babamdan bir hak ve miras alamayacağımı, bizim aramızdan hiçbir bağın olmadığını mı söylüyorsunuz?!

Acaba Allah size özel bir ayetle bir seçkinlik ve ayrıcalık verip peygamberini ondan müstesna mı etmiştir?! Veya bizim birbirinden miras almayan iki millet ve dinin kişileri olduğumuzu mu söylüyorsunuz?! Acaba ben ve babam  bir dinden değil miyiz?! Şayet de sizler Kur'an'ın umun ve hususlarını peygamberden (s.a.a) daha iyi biliyorsunuz! "Acaba cahiliyye hükmünü mü istiyorsunuz"..."[254]

İbn-i Ebi'l - Hadid şöyle diyor: "Fedek olayı ve Fatıma'nın Ebubekir'in yanına gidişi Resul-i Ekrem (s.a.a)'in vefatından on gün sonra vuku buldu ve doğru görüşe göre Fatıma'nın o meclisten döndükten sonra ister erkek olsun ister kadın hiç kimse Resulullah (s.a.a)'in mirasından bir kelime bile bahsetmedi!"[255]

Buraya Kadar Geçenlerin Özeti:

Bu konuda geçen tüm hadisler, Resul-i Ekrem (s.a.a)'in kızı Fatıma (s.a)'nın hilafet düzeninin yönetmenlerine karşı itiraz ve davasının şu üç konuda sınırlandığını bildirmektedirler:

1- Resul-i Ekrem (s.a.a)'in Bağışları Hakkında

Resul-i Ekrem (s.a.a), "Yakınlara hakkını ver" ayeti nazil olduktan sonra Fedek'i Fatıma'ya bağışladı. Fakat Resulullah (s.a.a) vefat edince Hazretin diğer terekeleri gibi Fedek'i de ele geçirdiler. İşte bu yüzden Hz. Fatıma (s.a) bu konuda onlarla tartışıp Fedek'te yaptığı tasarrufun doğruluğuna tanık olarak bir kadın ve bir de erkeği şahit getirdi. Onlar da Resulullah (s.a.a)'in kendi hayatı döneminde Fedek'i Fatıma'ya bağışladığına tanıklık ettiler. Fakat, gerekli sayıda şahit olmadığı bahanesiyle onların şahitliklerini kabul etmediler!

Ayrıca, Emirulmüminin Ali b. Ebutalib (a.s)'ın Basra valisi Osman b. Hanif'e yazmış olduğu mektup da Fedek'in Resul-i Ekrem (s.a.a)'in hayatı döneminde Hz. Fatıma (s.a)'nın tasarrufunda olduğunu ortaya koymaktadır. Hz. Ali (a.s) bu mektubunda şöyle yazıyor:

"Evet; gökyüzünün üzerine gölge düşürdüğü şeylerden sadece Fedek bizim elimizdeydi; fakat bazılarını cimrilik ve kıskançlıkları ve bazılarını da hırs ve tamahları onu da bizden almaya sevk etti. Ve Allah ne de güzel hakemdir!"

2- Resulullah (s.a.a)'in Mirası

Resul-i Ekrem (s.a.a)'ten mirasları şunlardan ibarettir:

a) Yahudi Muhayrik'in Resul-i Ekrem (s.a.a)'e bağışladığı yedi bağ.

b) Ensar'ın Resulullah (s.a.a)'e verdiği su ulaşmayan araziler.

c) Benî Nezir kabilesinin ziraat tarlaları ve hurmalıkları.

d) Yemyeşil ve verimli Hayber arazilerinin 36 hissesinden on sekizi.

e) Vadi'l - Kurâ'nın ziraat arazisi ve hurmalıkları.

Resul-i Ekrem (s.a.a)'in vefatından sonra Ebubekir sadece kendisinin naklettiği, "Biz miras bırakmayız; bizim bıraktıklarımız sadakadır!" ve "Allah Teala peygamberin geçimi için bir rızık verirse, ondan sonra onu sonraki yöneticiye verir!" rivayetine dayanarak bunların tümüne el koydu!

Ve bu bahaneyle Ali ve Fatıma'nın (Allah'ın selamı onların üzerine olsun) peygamberlerin miras bıraktıkları ve miras ayetlerinin genel olduğu yönünde getirdikleri delilleri kabul etmedi. Hz. Fatıma (s.a)'nın Ensar'ı tahrik etmesi de bir yarar sağlamadı. Bunun üzerine Hz. Fatıma (s.a) Ebubekir ve Ömer'e öfkelendi ve ölünceye kadar da onlarla konuşmayıp onlardan incinerek vefat etti.

3- Yakınların Hissesi

Hz. Fatıma (s.a) Ebubekir'den yakınların hissesini isteyerek, "Sen de çok iyi biliyorsun ki bize zulmettin" buyurdu ve peşinden "Biliniz ki kazandığınız şeylerden beşte biri, Allah'a, Elçisine ve yakınlara... aittir." ayetini okudu. Fakat Ebubekir Fatıma'yı ondan mahrum etti ve yakınların hissesini savaş teçhizatı ve binek hazırlamak, yani kendisine zekat vermekten çekinenlerle savaşmak için harcadı. Bunun üzerine Fatıma (s.a) dedi ki: "Allah'ın gökten (bizim hakkımızda) indirdiğini görmezden geldin ve onu bizden engelledin."

Buraya kadar geçen konuların özeti böyledir. Şimdi olayı geniş bir şekilde inceleyelim:

Halifelerin Humus, Resulullah (s.a.a)'in Mirası ve Hayber'deki Tasarrufları

A) Ebubekir ve Ömer'in Döneminde

Ebu Yusuf'un "Harac" adlı kitabında, Sünen-i Nesaî, Ebu Ubeyde'nin "Emval" adlı kitabında, Sünen-i Beyhakî, Tefsir-i Taberî ve Cessas'ın Ahkamu'l - Kur'an'ında (biz "Harac" kitabından rivayet ediyoruz) Hasan b. Muhammed b. Hanefiyye'den şöyle rivayet edilmektedir: Resulullah (s.a.a)'in vefatından sonra halk şu iki hissede ihtilafa düştü: Biri Resulullah (s.a.a)'in hissesi ve diğer ise yakınların hissesi. Bir grup, Resulullah (s.a.a)'in hissesinin ondan sonraki halifenin olduğunu iddia etti. Diğer bir grup, yakınların hissesinin Resulullah (s.a.a)'in yakınlarının olduğunu vurguladı. Bir başka grup ise, yakınların hissesinin,Resulullah (s.a.a)'ten sonraki halifenin yakınlarının olduğunu iddia etti. Nihayet görüş birliğiyle bu iki hisseyi savaş teçhizatı ve binek almak için harcamaya karar verdiler!

Sünen-i Nesaî ve Ebu Ubeyde'nin Emval'inde şöyle geçer: Bu karara Ebubekir ve Ömer'in döneminde uyuldu.[256]

Fakat İbn-i Abbası'ın rivayetinde şöyle geçer: Allah ve Resulünün hissesini bir ederek onu yakınların hissesiyle birlikte savaş teçhizatları ve binek hazırlamak için harcadılar. Yetimler, yoksullar ve yolda kalmışların hissesini ise onlardan başkalarına verilmesine karar verdiler.[257]

Başka bir rivayette ise şöyle demiştir: Allah Teala, Resulünü bizden alınca Ebubekir yakınların hissesini Müslümanlara geri çevirdi ve onu hayır işlerde harcadı.[258]

Katade'ye "yakınların hissesi"ni sorduklarında dedi ki:

Yakınların hissesi Resul-i Ekrem (s.a.a)'in geçimi için tahsis edilen bir maaş konumundaydı. Fakat Resulullah (s.a.a) vefat edince Ebubekir ve Ömer onu Müslümanların hayır işlerinde harcadılar.[259]

Şayet Cubeyr b. Mut'im'in de, "Resulullah (s.a.a)'in yakınlara verdiği şeyi Ebubekir onlara vermekten sakındı" şeklindeki sözünden maksadı bu olabilir.[260]

* * *

Başından beri, özellikle Ebubekir'in hilafet döneminde bu rivayetlerde geçenler, hilafet düzeni yöneticilerinin Malik b. Nuveyre[261] gibi zekatlarını hakim güce vermekten sakınarak muhalefetlerini ortaya koyan kişileri bastırmak veya zekat görevlileriyle bazı konularda problem yaşayan ve bu nedenle mürtet ilan edilen Kinde kabilesi[262] gibi muhaliflerle savaşmak için ordu gönderme yönündeki gidişat ve siyasetlerini ortaya koymaktadır.

Bu muhalifleri bastırdıktan sonra hilafet düzeni ordusu fütuhat için teçhizatlanarak sınırlardan geçip fütuhatları genişletip servetlerini artırmaları peşinden humsu Haşimoğulları ve diğer Müslümanlar arasında bölüştürdüler ve Resul-i Ekrem (s.a.a)'in bazı terekelerini de o hazretin sadakaları olarak dağıtma sorumluluğunu üstlenmeleri için Haşimoğullarına verdiler.

Cabir'den şöyle rivayet edilir: Humsu Allah yolunda (hayır işlerde) kullandılar, fakirlere ve yoksullara verdiler; ancak servet artınca onu bunların dışında harcadılar.[263]

Çoğu rivayetlerden bu değişimin Ömer'in hilafeti döneminde vuku bulduğu anlaşılmaktadır. Ömer humusun bir miktarını Haşimoğullarına vermek istiyordu; fakat Haşimoğulları kabul etmeyip hisselerinin tümünü istediler. Bunu İbn-i Abbas'ın, yakınların hissesinin kime ait olduğunu soran Necd-i Harurî'ye verdiği cevapta apaçık bir şekilde görmekteyiz: "Biz diyorduk ki, yakınlar bizleriz; fakat kavmimiz (Kureyş) bunu kabul etmedi[264] ve dedi ki, 'Kureyş'in tümü Resulullah (s.a.a)'in yakınlarıdır.'"[265]

Başka bir rivayette İbn-i Abbas'tan şöyle rivayet edilir: "Zevi'l - Kurbâ (yakınlar)ın hissesi Resul-i Ekrem (s.a.a)'in yakınlarına aittir. Resulullah (s.a.a) bu hisseyi şahsen onların arasında bölüştürüyordu. Fakat Ömer bu hissenin bir bölümünü bize sundu. Biz ise bunu kendi hakkımızdan az olduğu için ona kabul etmekten sakınıp Ömer'e geri çevirdik."[266]

Diğer bir rivayette ise şöyle geçer: "O, biz Ehlibeyt'e aittir. Ömer onunla bizden eşi olmayanları evlendirmek, çıplaklarımızı giydirmek, yoksullarımızı borç sıkıntısından kurtarmak istedi. Biz ise onun tümünü vermedikçe kabul etmeyeceğimizi bildirdik. O kabul etmeyince biz de onu bıraktık.[267]

İbn-i Abbası'ın diğer bir rivayetinde şöyle geçmektedir: Ömer, humustan bizim hakkımız olduğunu sandığı miktarını bize önderdi. Fakat biz kabul etmeyerek yakınların hakkı humsun beşte biridir dedik. O, "Allah humsu belli tabakalara ve belli unvanlarla tayin etmiştir. Fakat nüfus ve geçim sıkıntısı bakımından yüksek seviyede olanlar diğerlerinden önceliklidir, dedi."

İbn-i Abbas konuşmasına devam ederek, "Aramızdan bazıları onu kabul ettiler ve bazıları ise kabul etmediler."[268]

Yine Beyhakî kendi Sünen'inde Abdurrahman b. Ebi Ya'la'dan şöyle rivayet eder: Ahcar'üz Zeyt denilen yerde Ali ile karşılaştım. Ona, "Babam - anam sana feda olsun; Ebubekir ve Ömer siz Ehlibeytin humusunu ne yaptılar?" diye sordum. Ali (a.s) şöyle buyurdu:

"Ömer, 'Şüphesiz sizin hakkınız vardır; fakat bilmem humus miktarı çok olunca da tamamı sizin olur mu? Eğer isterseniz yeterli gördüğüm kadarını size vereyim' dedi. Ancak biz onun bize vermek istediği miktarı almaktan sakınıp hepsini istedik. O da hepsini vermekten çekindi."[269]

Bazı rivayetlerden halife Ömer'in kendi hilafeti döneminde Medine'de Peygamber'in mirasından bir miktarını sorumluluğunu üstlenmeleri için Peygamber'in amcası Abbas'a ve Ali'ye teslim ettiği anlaşılmaktadır.[270]

B- Halife Osman'ın Dönemi

Osman, Afrika fetihlerinden elde edilen humusu bir defasında Abdullah b. Sad b. Ebu Serh'e verdi.[271] İkinci kez Mervan b. Hakeme verdi.

İbn-i Esir kendi Tarih'inde der ki: Abdullah'a birinci gazvenin humusunu verdi. Mervan'a bütün Afrika'nın fethedildiği ikinci gazvenin humusunu verdi.[272]

İbn-i Ebi'l - Hadid şöyle diyor: Osman, Trablusgarb'tan Tanca'ya kadar Batı Afrika fethinden elde edilen ganimetlerin tamamını hiçbir Müslüman'ı ortak etmeden Abdullah b. Ebi Serh'e verdi.[273]

Taberi der ki: Osman, Abdullah b. Sa'd'ı Afrika'ya gönderdiğinde onun Afrika'da yaptığı anlaşmalardan biri, iki milyon beş yüz yirmi bin dinar karşılığında "Cercir"le yaptığı uzlaşmaydı.

Ve der ki: Abdullah b. Sa'd 300 kintar* altın karşılığında sulh etti.. Osman onun tamamını Hakem veya Mervan ailesine verilmesini emretmiştir.[274]

İbn-i Abdulhakem, Futuh-i Afrika adlı kitabında şöyle rivayet eder: Muaviye b. Hüdeyc Afrika'da üç savaş yapmıştır. Bunların ilki Osman'ın öldürülmesinden önce, hicri 34 senesinde gerçekleşti. Ve Osman bu savaşın humusunu Mervan'a verdi. Bu savaşı halkın çoğu bilmez bile.[275]

Belazurî, halkın Osman'ın gidişatına itirazları konusunda ve Siyutî de Tarih-i Hulefa adlı kitabında şöyle rivayet etmişlerdir: Osman Afrika'nın humusunun Mervan'a verilmesini yazıldı.[276]

Abdullah b. Zübeyr şöyle rivayet eder: Osman hicretin 27. yılında bizi savaşmak için Afrika'ya gönderdi. Abdullah b. Sa'd b. Ebi Serh büyük ganimetler ele geçirdi. Osman bu ganimetlerin humsunu Mervan b. Hakem'e verdi.[277]

Yine şöyle rivayet edilir: Mervan, Medine'de evini yapıp bitirince bir grup halkı yemeğe davet etti. Davet edilen kişiler arasında Musavver de vardı. Mervan onlarla konuşurken söz arasında dedi ki: "Vallahi bu evim için Müslümanların malından hatta bir dirhem veya bir dirhemden ziyade harcamadım" dedi. Bunun üzerine Müsevver dedi ki: "Susup yemeğini yemen senin için daha hayırlı olur. Zira sen bizimle beraber Afrika savaşına katılırken bizden daha az mal-mülk ve köleye sahiptin; hepimizden daha fakirdin. Sonra Osman b. Affan sana Afrika'nın humusunu verdi; halktan sadaka toplamayla da görevlendirince Müslümanların mallarını da kendine aldın…."[278]

Osman'ın Baki'de defnedilmesini engelleyen Hazrec kabilesinden Eslem b. Evs b. Bucret-i Saidî bu konuda şöyle demiştir:

 

"Halkın Rabbi olan Allah'a yemin ederim /

Allah Teala hiçbir mahluku boş bırakmamış,

Sen geçmişlerin sünnetine aykırı davranıp /

Lanetli (Hakem'i) davet edip kendine yakınlaştırdın."

 

"Haksız yere Mervan'a halkın humusunu verdin /

Umumî otlakları kendi otlağın ettin."[279]

 

Eğanî'de şöyle geçer: Mervan 500 bini aşkın ganimet humsuyla bir alış - veriş yaptı. Osman onun tamamını Mervan'a bıraktı. Bu da halkın Osman'a itiraz konularından biri oldu. Abdurrahman b. Hanbel b. Mulil de bu konuda şiirler söylemiştir.[280]

Halife Osman'ın humusla ilgili içtihadları bunlardır.

Fakat Osman'ın Resulullah (s.a.a)'in bıraktığı mirasındaki içtihadı konusunda ise Ebu-l Fedâ ve İbn-i Abdurrabbihi -ifade Ebu-l Fedâ'nındır- şöyle demişlerdir: Osman Fedek'i Mervan'a vermiştir. Oysa o da Fatıma'nın Ebubekir'den talep ettiği Resullah (s.a.a)'in bıraktığı sadakasıydı.[281]

İbn-i Ebi'l - Hadid der ki: Osman Fedek'i Mervan'ın mülkiyetine geçirmiştir. Oysa Fatıma babasının vefatından sonra onu gerek miras yoluyla, gerekse de hibe yoluyla talep etmiş, ancak, kendisine bir şey verilmemişti.[282]

Ebu Davud ve Beyhakî kendi Sünenlerinde, Ömer b. Abdulaziz'in Fedek konusunda şunları dediğini kaydetmişlerdir: Ömer halife olunca Fedek'te, kendisinden öncekiler (Resulullah ve Ebu Bekir) gibi tasarrufta bulunmuş, o şekilde devam edilmiştir. Sonra Osman onu Mervan'ın mülkiyetine geçirmiştir.[283]

Beyhakî hadisin tamamını zikrettikten sonra demiş ki: Fedek, Osman b. Affan döneminde Mervan'ın mülkiyetine geçmiştir. Sanki Osman, Resulullah (s.a.a)'den bu konuda nakledilen, "Allah bir Peygamber'i bir rızıkla rızıklandırırsa, o rızık Peygamber'den  sonra onun makamına geçen kişiye kalır" rivayetini tevil etmiş ve kendisi bu rızka ihtiyacı olmadığı için onu akrabalarına tahsis ederek onlarla sıla-i rahim etmiştir!

İbn-i Abdurrabbih ve İbn-i Ebi'l - Hadid -ifade İbn-i Abdurrabbih'indir- şöyle demişlerdir: Resulullah (s.a.a) Medine çarşısındaki Mehzur'u Müslümanlara tasadduk etti. Sonra Osman onu Haris b. Hakem'in (Mervan'ın kardeşinin) mülkiyetine geçirdi.[284]

* * *

Bunlar, halife Osman'ın humus ve Resulullah'ın (s.a.a) mirası konusundaki içtihadından bize ulaşanlardır. Ancak halkın Osman'ı eleştirip, ona karşı kıyam etmesinin iki sebebi vardır:

Birincisi; ondan önceki halifeler bu malları genel kamunun giderlerine harcıyorlardı. Osman ise bu malları kendi yakınlarına tahsis etmişti.

İkincisi; Osman'ın akrabaları ve aile fertlerinin İslam'ın nezdindeki konumlarıdır. Şöyle ki:

Osman'ın Akrabalarının Özgeçmişleri

A- Osman'ın halasıoğlu[285] ve süt kardeşi Abdullah b. Sa'd b. Ebi Serh-i Amiriy-i Kurşî.[286]

Hakim bu konuda şöyle demiştir: Abdullah, Resulullah (s.a.a)'in vahiy katibi idi. Yazılarında vahye ihanetleri açıkça ortaya çıkınca Resulullah (s.a.a) onu azletti.[287] O da mürted olup Mekke ehline katıldı.[288]

O, Mekkeliler'e şöyle diyordu: Ben Muhammed'i istediğim gibi  yönlendiriyorum. Bana "Azizun, Hakimun" yazdırıyordu ve ben ise veya, "Alimun, Hakimun" diyordum. O da "Evet, ikisi de doğrudur" diyordu.[289] Onun hakkında şu ayet nazil olmuştur:

"Allah'a karşı yalan uydurup iftira eden veya kendisine hiçbir şey vahyolunmamışken 'Bana da vahy geldi' diyen ve 'Allah'ın indirdiğinin bir benzerini de ben indireceğim' diyenden daha zalim kimdir? Sen bu zalimleri, ölümün 'şiddetli sarsıntıları' sırasında meleklerin ellerini uzatarak onlara: 'Canlarınızı (bu kıskıvrak yakalanıştan) çıkarın, bugün Allah'a karşı haksız olanı söylediğiniz ve O'nun ayetlerinden büyüklenerek (yüz çevirmeniz) dolayısıyla alçaltıcı bir azapla karşılık göreceksiniz' (dediklerinde) onların halini bir görsen..." (En'am Suresi, 94)[290]

Resulullah (s.a.a) onun kanını helal kıldı. Mekke fethedilince bütün Mekke halkına eman verilmişti. Yalnız  dört erkek ve iki kadın Ka'be'nin perdesinin altında bile bulunsalar bu güvenceden müstesnaydılar. Bunlardan biri olan Abdulllah b. Sa'd, kaçarak Osman'a sığındı, Osman da onu sakladı. Nihayet Mekke'de durumlar sakinleşince Osman onu alıp Resulullah (s.a.a)'e  getirerek onun için güvence vermesini istedi. Resulullah (s.a.a) uzun süre sessiz kaldı. Sonra, "Olsun" buyurdu. Osman geri dönünce Resulullah (s.a.a) yanındakilere, "Sizden biriniz kalkarak onun boynunu vursun diye susmuştum" buyurdu. Ensar'dan bir adam, "Ya Resulullah! O halde neden bana işaret etmediniz?!" diye sordu. Bunun üzerine Resulullah (s.a.a), "Peygambere gözleriyle işaret etmek yakışmaz" buyurdu.[291]

Evet; Abdullah b. Sa'd böyle bir kişiydi.[292] Osman halife olunca, Mısır valisi olan Amr b. As'ı oranın haraç ve vergisini toplamaktan azledip ordu komutanlığıyla cemaat imamlığını Amr'a bıraktı, haraç ve vergi toplamak için de Abdullah'ı görevlendirdi. Fakat bir süre sonra bu ikisi  anlaşamayınca Osman Amr'ı azledip namazı kıldırmayı da Abdullah b. Ebi Sarh'a bıraktı. Osman'ın öldürülmesinden sonra Abdullah bu makamından geri çekildi. Muaviye'den nefret ediyor ve Osman'ın ölümüne sevinen bir kişi ile çalışmam, diyordu. Abdullah Hz. Ali'nin hilafeti döneminde Remle'de (Mekke'de) vefat etti. Zehebî, "Ondan bir hadis rivayet edilmiştir" diyor.

B, C- Osman'ın amcası Hakem b. Ebi'l As'ın oğulları Mervan ve Haris:

Belazurî şöyle rivayet eder: Hakem b. Ebi'l As cahiliyye döneminde Resulullah (s.a.a)'le komşu idi. İslam'ın zuhurundan sonra Resulullah (s.a.a)'e en çok eziyet edenlerdendi. Medine'ye gelişi Mekke'nin fethinden sonradır. Dininden dolayı en çok ayıplanan kişilerdendi. Resulullah'ın arkasında yürür, ağız, borun hareketleri yapardı. Resulullah (s.a.a) namaz kılarken arkada durur, parmaklarıyla işaretler yapardı. Nihayet şek ve tereddüt ile kapıldığı deliliği ve cinneti üzere kaldı. Bir gün Resulullah (s.a.a)'i eşlerinden birinin yanındayken gizliden gözetlemeye çalışırken Hazret onu görüp tanıdı. Resulullah (s.a.a) bir sopayla onun üzerine yürüyerek, "Bu melun kertenkeleyi benden uzaklaştıracak kimse yok mu? Bundan böyle o ve çocukları benim olduğum yerde durmasınlar" buyurdu ve onların hepsini Taife sürgün etti. Resulullah (s.a.a)'in vefatından sonra Osman, Ebubekir'le onların durumunu görüşüp geri getirilmelerini istedi. Fakat Ebubekir kabul etmeyerek, "Ben Resulullah (s.a.a)'in kovduklarını barındırmam" dedi. Sonra Ömer halife olunca onunla da onların durumunu görüştü. Ömer de Ebubekir'in verdiği cevabı verdi. Nihayet Osman'ın kendisi halife olunca onları Medine'ye getirdi.[293]

Hakem Medine'ye döndüğünde üstünde yağlı ve eski bir elbise vardı; önüne bir keçi salmış sürerek gelmişti. Beraberindekilerle birlikte halifenin evine varıncaya kadar halk, onların kötü durumlarını seyrediyordu. Bir süre sonra halifenin evinden; üstünde halis ipek kumaştan bir cübbe ile çıktı.[294]

Müslümanların sadakalarını toplamakla görevli memur akşamüzeri çarşıya indiğinde Osman da çarşıya gelerek, "Onları Hakem"e ver, dedi.[295]

Bir müddet sonra Kazâa'nın sadakalarının sorumluluğunu ona bıraktı. Toplanan zekatın meblağı 300.000 (üç yüz bin) dirheme ulaştı. Hakem bunları toplayıp Osman'a getirdiğinde hepsini kendisine hibe etti.[296] Hakem ölünce de Osman onun mezarının üstüne bir çadır kurdurup ona matem tuttu.[297]

Mervan b. Hakem Osman'ın kızı Ümm-ü Eban'ı ve kardeşi Haris de kızı Aişe'yi almaları nedeniyle Osman'ın enişteleriydi.

Onları lanetleme, yerme konusunda Resulullah (s.a.a)'ten birçok hadis rivayet edilmiştir. Resulullah (s.a.a) Hakem'i ve evlatlarını lanetleyerek,[298] "Bunların soyundan gelecek olanların ellerinden çekecekleri beladan ötürü ümmetime eyvahlar olsun"[299] buyurmuştur.

Yine buyurmuş ki: "Allah'ın laneti ona ve onun soyundan gelenlere olsun. Ancak onlardan sayıları çok az olan iman edenleri hariç."[300]

Yine şöyle buyurmuştur: Ebu Ass oğullarının sayısı otuza ulaşınca Allah'ın dinini aldatma vesilesi edecekler. Allah'ın kullarını kendilerine köle edecekler ve Allah'ın malını kendilerine has kılacaklar.[301]

Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Ben rüyamda, Ebu'l As oğlu Hakem'in oğullarının minberimin üzerinde maymunlar gibi zıplayıp düştüklerini gördüm." O günden sonra da Resulullah (s.a.a) vefat edinceye kadar halk arasında güldüğü görülmedi.[302]

Hakim, Abdurrahman b. Avf'tan şöyle rivayet eder: Birisinin çocuğu olunca mutlaka Resulullah'a (s.a.a) getirir, Resulullah (s.a.a) da onun hakkında hayır duada bulunurdu. Bu maksatla -daha yeni dünyaya gelen- Mervan b. Hakem'i onun huzuruna getirdiklerinde Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: "O, kertenkele oğlu kertenkele, melun oğlu melundur."[303]

Bunlar, Resulullah (s.a.a)'ten onlar hakkında nakledilen bazı rivayetlerdir; daha önce Osman'ın onlara yaptığı bazı bağışları zikretmiştik.

* * *

Buraya kadar İmam Ali (a.s)'dan önceki halifelerin humus ve Resulullah (s.a.a)'in mirasıyla ilgili içtihatlarını inceledik. Şimdi ise bu konuda İmam Ali (a.s)'ın kendi döneminde neler yaptığını inceleyeceğiz.

İmam Ali (a.s)'ın Humus ve Resulullah'ın (s.a.a) Mirası Konusundaki Tutumu

İbn-i Abbas'tan şöyle rivayet edilmiştir: Resulullah (s.a.a) döneminde humus beş hisse idi. Allah'a ve Resulü'ne bir hisse, yakınlara bir hisse, yetimlere, miskinlere ve yolda harçsız kalan yolculara üç hisse verilirdi.

Sonra Ebubekir, Ömer ve Osman onu üç bölüme ayırarak  Resulullah (s.a.a) ve yakınlarının hisselerini düşürüp geri kalanını yukarıdaki üç yerde harcıyorlardı. Sonra Ali (kerremellahu vecheh) de Ebubekir, Ömer ve Osman'ın yaptıkları gibi taksim etti.[304]

Ebu Ca'fer İmam Bâkır (a.s)'a, "Ali'nin (k.v) humusla ilgili görüşü ne idi?" diye sorulunca şöyle buyurdu: "Onun humus hakkındaki görüşü Ehlibeyti'nin görüşü gibiydi. Lakin o, Ebubekir ve Ömer'e muhalefet etmekten çekindi."[305]

Muhammed b. İshak der ki: Ebu Ca'fer Muhammed b. Ali'den (İmam Muhammed Bâkır) "Ali b. Ebutalip halkın yönetimini ele geçirince yakınların hissesini ne yaptı?" diye sorduğumda şöyle buyurdu: "Ebubekir ve Ömer'in yolunu izledi." Ben, "Nasıl olur bu? Halbuki siz bunun tersini söylüyorsunuz?" dedim. İmam Bâkır (a.s), "Ailesi de onun görüşündedir; onun görüşünün aksine bir şey söylemezler onlar" dedi. Ben, "Onu Ebubekir ve Ömer'in yaptığına uymamaktan alıkoyan neydi?" diye sorunca, "Vallahi, Ebubekir ve Ömer'in hilafına davrandı diye aleyhinde çıkabilecek söylentilerden çekindi" buyurdu.[306]

Beyhakî'nin Sünen'indeki bir diğer rivayette de şöyle geçer: "Lakin Ebubekir ve Ömer'e muhalefet ettiği söylenmesinden çekindi."[307]

Bütün bu rivayetler şunu ortaya koyuyor ki,  İmam Ali (a.s) kendinden öncekilerin humus ve Resulullah (s.a.a)'in mirasında yaptıkları uygulamada hiç bir değişiklik yapmamış ve daha doğrusu, bir değişiklik yapmaya gücü yetmemiştir.

Sünen-i Beyhakî'de Cafer  b. Muhammed (İmam Bâkır) kanalıyla babasından şöyle rivayet edilmiştir: Hasan, Hüseyin, İbn-i Abbas ve Abdullah b. Cafer Hz. Ali'den humustan kendi paylarını istediler. Ali (a.s) onlara şöyle dedi: "Bu sizin hakkınızdır. Fakat şimdi ben, Muaviye ile savaşmaktayım; eğer dilerseniz bir süre için hakkınızdan vazgeçin."[308]

Müellif: Bu rivayet İmam Ali (a.s)'ın humsu Muaviye'yle savaşmak amacıyla orduyu teçhizatlandırmak için harcadığını gösteriyor.

Emevi Halifeleri Döneminde Humus Ve Peygamber (s.a.a)'in Mirası

Elimizdeki rivayetlerden anlaşılan şudur: Muaviye'nin Haşimoğullarını humustan ve Resulullah (s.a.a)'in Ehlibeytini o hazretin mirasından menetmesi konusundaki içtihadı, kendisinden önceki ilk üç halifenin içtihadı gibidir.

Ancak onların içtihadına ilaveten kendi özel içtihadını da uyguluyordu. Fakat onları humustan menedişi şu iki rivayetten apaçık bir şekilde anlaşılıyor:

Tabakat-ı İbn-i Sa'd'da şöyle geçmektedir: Ömer b. Abdulaziz, Haşimoğulları'na humustan bir şey verilmesini emredince, Haşimoğulların'dan bir grup toplanarak ona bir mektup yazdılar. Bu mektupta kendilerine karşı akrabalık görevini yerine getirdiği için ona teşekkür edip Muaviye başa geçtiği andan itibaren kendilerine çok zulmedildiğini dile getirdiler…[309]

Yine bu mektupta Ali b. Abdullah b. Abbas ve Ebu Cafer Muhammed b. Ali, "Muaviye döneminden bugüne kadar bize humus dağıtılmamıştı" yazdılar.[310]

Muaviye'yi böyle bir eyleme sevkeden özel içtihadı ise şu rivayette yansımaktadır: Müstedrek-i Hakim, Talhis-i Zehebî, Tabakat-i İbn-i Sa'd, İsti'ab-ı İbn-i Abdulbirr ve Usdu'l - Gabe-i İbn-i Esir'de, Taberî, İbn-i Esir, Zehebî ve İbn-i Kesir kendi Tarih'lerinde[311] hicretin ellinci yılının olaylarında, Hakim b. Amr'in biyografisinde şöyle rivayet etmişlerdir:

Hakim şöyle diyor: Ziyad b. Ebih, Hakem b. Amr-ı Gaffari'yi Horasan üzerine gönderdi. Hakem ve beraberindekiler bu savaştan büyük ganimetler elde ettiler. Bunun üzerine Ziyad ona şöyle yazdı: "Ama sonra; Emiru'l - Müminin (Muaviye) beyazlar (gümüş) ve sarıların (altınlar) kendisi için ayrılmasını ve Müslümanlar arasında taksim edilmemesini yazmıştır."

Bu mektup Tarih-i Taberî'de şöyle geçmektedir: "Emiru'l - Mü'minin (Muaviye) bana; bütün altın, gümüş ve ziynet eşyalarını kendisine ayırmamı ve bunları ayırmadan onları yerinden oynatmamamı yazmıştır."

Hakem, Ziyad'a şöyle yazdı: Mektubun ulaştı. Mektubunda müminlerin emirinin bana bütün altın, gümüş ve ziynet eşyalarını kendisi için ayırmamı ve hiçbir şeyi yerinden oynatmamamı emrettiğini hatırlatmışsın! Fakat Allah'ın Kitabı müminlerin emirinin mektubundan önce ulaşmıştır. Vallahi eğer gökler ve yer bir kul için dar gelse ve kul Allah'tan çekinse, Allah onun için bir çıkış yolu gösterecektir.

Sonra ordusunu toplayarak, "Sabahleyin gelip ganimetlerden hakkınızı alın" dedi. Ertesi gün ordusu toplanınca ganimetlerin humsunu aldıktan sonra geri kalanını onlar arasında bölüştürdü. Bu davranışından dolayı Ziyad ona şöyle yazdı: "Vallahi sana acımayacağım; seni alçaltacağım!"

Hakim diyor ki, "Hakem'in yaptıkları Muaviye'nin kulağına ulaşınca birini göndererek onun ellerini bağlatıp zindana attı. Hakem ölünceye kadar zindanda kaldı ve ödlükten sonra oradan çıkarılarak defnedildi.

Tehzibu't - Tehzib kitabında Hakem'in hakkında şöyle geçer:… Muaviye onun yerine başka birini atadı. O Hakem'i bağlayarak zindana attın; Hakem ölünceye kadar zindanda kaldı.[312]

Taberî ve diğerleri şöyle rivayet ederler: Hakem tutuklanınca, "Allah'ım! Eğer senin yanında benim için bir hayır varsa canımı al benim" dedi ve Horasan'ın Merv şehrinde vefat etti.

Bazı alimler bu rivayetten hoşlanmadıkları için onu eksiltmiş ve tahrif etmişlerdir; örneğin Zehebî kendi Tarihîn'de şöyle yazıyor: Ona, "Altın ve gümüşleri bölüştürme" diye yazdı. Fakat o, "Vallahi eğer gökler…" dedi.

İbn-i Kesir de şöyle yazmaktadır: Ziyd'ın, Muaviye'nin emrini içeren şu mektubu ona ulaştı: "Ganimetler içindeki altın ve gümüşleri Muaviye'in beytulmalı için ayır!"

İbn-i Hacer de Tehzib ve İsabe adlı kitaplarında Hakem'in biyografisinde şöyle yazmıştır: Muaviye, Hakem b. Amr'ı görevlendirerek Horasan'a gönderdi. Bir süre sonra bir konuda onu kınayıp yerine başka birini seçerek Horasan'a gönderdi. O da Hakem'i tutuklayarak bağladı. Hakem ölünceye kadar zindanda kaldı.

Hakem b. Amr'ın kıssası böyleydi. Fakat bu kıssayı Rabi' b. Ziyad-i Harisî'ye isnat eden hayale kapılmıştır. Çünkü Rabi' b. Ziyad, Hucr b. Adiy'in öldürüldüğünü haber alınca, "Allah'ım! Eğer Rabi'nin senin yanında bir hayrı varsa, canını al!" dedi ve o meclisten çıkmadan öldü.[313]

Muaviye döneminde humsun durumu böyleydi. Onun döneminde Resul-i Ekrem (s.a.a)'in mirası konusuna gelince; İbn-i Ebi'l - Hadid Fedek'le ilgili olarak şöyle yazıyor:

Muaviye, Hasan b. Ali (a.s)'ın ölümünden sonra Fedek'in üçte birini Mervan b. Hakem'a, üçte birini Amr b. Osman'a ve üçte birini de oğlu Yezid b. Muaviye'ye verdi. Fedek onların tasarrufundaydı; nihayet daha sonra tamamı Mervan b. Hekem'e verildi.[314]

İbn-i Sa'd kendi Tabakat'ında şöyle kaydeder: Muaviye Mervan b. Hakem'e öfkelenip onu Medine hükümetinden alınca, Mervan'ın temsilcisi tarafından idare edilen Fedek'i de ondan geri aldı. Velid b. Utbe onu Muaviye'den istedi; fakat Muaviye Fedek'i ona vermedi. Sonra Said b. As talep etti, fakat Muaviye onunla da muvafakat etmedi. Fakat Mervan'ı tekrar Medine valiliğine atayınca, Mervan istemeden Fedek'i ona verdiği gibi geçmişteki mahsullerinin değerini de ona vermelerini emretti![315]

Fakat bazı yazarları Muaviye'nin Fedek'i Mervan'a bağışlayan ilk kişi olduğunu sanmışlardır; oysa bu işi daha önce Osman yapmıştı. Bu yanlışlığın nedeni Muaviye'nin ikinci defada Fedek'i Mervan'a vermesi olabilir.

Muaviye'den Sonra Emevi Halifeleri Döneminde Resulullah (s.a.a)'in Mirası

Ömer b. Abdulaziz[316] dışında diğer Benî Ümeyye halifeleri humusta kendi mallarıymış gibi tasarruf ediyorlardı. Onu istedikleri gibi bağışlıyor, bazen de kendi ellerinde tutup gelirini kendi servetlerine ekliyorlardı; örneğin Velid b. Abdulmelik onu oğlu Ömer b. Velid'e bağışlamıştır.[317]

Nesaî bu konuda şöyle söylemiştir: Ömer b. Abdulaziz, Ömer b. Velid'de şöyle bir mektup yazmıştır:

Baban humsun tümünü sana verdi; oysa babanın payı Müslümanlardan birinin payı kadardı. Ayrıca onun içinde Allah'ın, Resulünün, yakınlarının, yetimlerin, yoksulların ve yolda kamışların hakkı da var. Babanın bu zulmünden dolayı ne kadar da çok düşmanı var; bu kadar düşmanın elinden kurtulmak nasıl mümkün olur? Oysa onun oğlu olan sen açıkça şarkı söylüyor, kaval çalıyor ve diğer çalgı aletleriyle uğraşıp İslam dininde bidatlar çıkarıyorsun! Şimdi ben, içinde bulunduğun bütün o kötülüklerden seni kurtarması için birini göndermeye karar verdim.[318]

Biz bu hadis dışında başka bir yerde Muaviye'den sonra humus ve Resulullah (s.a.a)'in mirasından bahsedildiğini veya Muaviye'nin dönemindeki durumda bir değişiklik yapıldığını görmedik.

Ömer b. Abdulaziz Döneminde

Ömer b. Abdulaziz, Medine kadısı Ebubekir b. Muhammed'd b. Amr b. Hazm'a[319] bir mektup yazarak Hayber'in Resulullah (s.a.a)'in Hayber'den kendisine ulaşan humsu mu yoksa o hazretin kendisine has bir yer mi olduğunu araştırmasını istedi. Ebubekir araştırdıktan sonra onun Resul-i Ekrem (s.a.a)'in humsu olduğunu bildirdi. Bunun üzerine Ömer b. Abdulaziz, Ebubekir b. Muhammed'e dört veya beş bin dinar gönderdi ve beş veya altı bin dinar da Fedek gelirinden alıp on bin dinarı tamamlayarak kadın erkek, küçük büyük demeden eşit olarak Haşim oğulları arasında bölüştürmesini emretti. Ebubekir de onun emrini yerine getirdi.[320]

İbn-i Sa'd kendi Tabakat'ında İmam Sadık (a.s)'dan şöyle rivayet etmiştir: Ömer b. Abdulaziz yakınların hissesini Abdulmuttalib oğulları arasında bölüştürdü; fakat Abdulmuttalib boyundan olmayan kadınlarına bir şey vermedi.

Ve yine şöyle diyor: Ömer b. Abdulaziz'in, humsu Haşim oğulları arasında bölüştürmesine yönelik mektubu Medine valisine ulaşınca vali Muttalib oğullarına bir şey vermeyip onları humustan mahrum etmeye karar verdi. Fakat Abdulmuttalib oğulları itiraz ederek, onlar da kendi hisselerini almadıkça biz bir dirhem bile almayız dediler. Medine valisi Ömer b. Abdulaziz'e bir mektup yazarak durumu bildirdi. Ömer b. Abdulaziz, onlar arasında bir fark yoktur. Onların hepsi eskiden beri Abdulmuttalib oğullarındandırlar. Dolayısıyla, Abdulmuttalib oğulları gibi humustan onlara da ver.[321]

Ebu Yusuf, "Harac" adlı kitabında şöyle yazmaktadır: Ömer b. Abdulaziz Resulullah (s.a.a) ve yakınların hissesini Haşim oğullarına gönderdi.[322]

İbn-i Sa'd da şöyle rivayet etmiştir: Hüseyin kızı Fatıma Ömer b. Abdulaziz'e bir mektup yazarak bu davranışından dolayı ona teşekkür etti ve dedi ki: "Sen bakıcısı olmayanlara hizmet ettin, çıplak olanları giydirdin." Ömer b. Abdulaziz bu mektuptan dolayı memnun oldu.[323]

İbn-i Sa'd daha sonra şöyle yazıyor: Ömer b. Abdulaziz Fatıma bint-i Hüseyin'e, "Sağ kalacak olursam sizin tüm haklarınızı vereceğim" şeklinde yazdı.[324]

Fedek ve Ömer b. Abdulaziz

Yakut Hamevî şöyle yazmaktadır: Ömer b. Abdulaziz hilafete geçince Medine'deki valisine bir mektup yazarak Fedek'i Fatıma (s.a) oğullarına geri verdi.[325]

Şerh-u Nehci'l - Belaga'da bunun hemen peşinden şöyle geçer: Ebubekir b. Hazm, Ömer b. Abdulaziz'e şöyle cevap yazdı: Fatıma'nın Osman oğullarında, falan ve filan oğullarında da çocukları vardır; maksadınız bunlardan hangisidir?"

Ömer b. Abdulaziz ona şöyle yazdı: Sana, "Bir koyun kes" diye yazacak olursam sen bana, "Boynuzlu mu olsun boynuzsuz mu?" yazacaksın veya sana, "Bir buzağı kes" diye yazacak olursam, sen bana, "Ne renkte olsun?!" diye mi yazacaksın. Bu mektubumu alınca Fedek'i Fatıma (s.a) ve Ali (a.s) evlatları arasında bölüştür. Vesselam.

İbn-i Ebi'l - Hadid daha sonra şöyle yazıyor:

Bu emir yüzünden Ümeyye oğulları Ömer b. Abdulaziz'i kınayarak, "Sen bu hareketinle Ebubekir ve Ömer'in girişimlerinin çirkin bir hareket olduğunu ortaya koydun!" dediler ve Kufe halkından bir grup da ayaklandılar. Bu grup Ömer b. Abdulaziz'i kınayınca onlara şöyle dedi: Sizler çok cahil ve unutkan kişilersiniz. Ben sizden daha iyi bilmekteyim. Ebubekir b. Ömer b. Hazm bana babası kanalıyla dedesinden Resulullah (s.a.a)'in, "Fatıma benim vücudumun bir parçasıdır; onu öfkelendiren şey beni öfkelendirir, onu razı eden şey beni razı eder" buyurduğunu rivayet etmiştir. Fedek Ebubekir ve Ömer döneminde Resulullah (s.a.a)'a has bir yerdi. Daha sonra Mervan'a ulaştı. O da onu babam Abdulaziz'e bağışladı; nitekim Fedek'in hepsi benim malım oldu. Ben de onu Fatıma'nın evlatlarına vermeyi uygun gördüm.

Onlar, "Eğer bu kararında ciddiysen Fedek'i kendi elinde tut ve onun gelirini onlar arasında bölüştür" dediler. Bunun üzerine Ömer b. Abdulaziz de öyle yaptı.[326]

 Başka bir rivayette şöyle geçer: Ömer b. Abdulaziz hilafete geçince Fedek asıl sahiplerine iade edilen zorla alınmış ilk maldı. Hasan b. Hasan b. Ali b. Ebutalib bir rivayete göre Ali b. Hüseyin (a.s)'ı çağırtarak Fedek'i ona bıraktı. Ömer b. Abdulaziz'in hilafeti boyunca Fedek Fatıma (s.a)'in evlatlarının elinde kaldı.[327]

Ömer b. Abdulaziz'den Sonra Fedek

Ömer b. Abdulaziz'den sonra artık humustan bahsedilmedi; fakat Fedek hakkında Yakut-i Hamevî ve İbn-i Ebi'l - Hadid şöyle yazmaktalar: Yezid b. Atike[328] hilafete ulaşınca Fedek'i Fatıma evlatlarından geri alınca tekrar Mervan oğullarının eline geçti. Onlar da hilafetlerinin sonuna kadar onu elden ele gezdirdiler.

Abbasîler Döneminde Fedek

Ebu'l Abbas Seffah[329] hilafete ulaşınca Fedek'i Abdullah b. Hasan b. Hasan b. Ali'ye verdi. Fakat Ebu Cafer Mensur Hasan oğullarının kıyamları nedeniyle onu geri aldı! Daha sonra oğlu Medi Abbasî onu Fatıma oğullarına verdi. Fakat onun çocukları Musa ve Harun onu geri alarak kendi ellerinde bulundurdular. Fakat Me'mun hilafete geçince onu tekrar Fatıma (s.a) evlatlarına verdi.

Ebubekir şöyle diyor: Muhammed b. Zekeriyya, Mehdi b. Sabik'ten bana şöyle rivayet etti: Me'mun haksız yere alınan malları incelediğinde kendisine verilen ilk mektubu açıp okuyunca şiddetli bir şekilde ağladı. Sonra başının üstünde duran adama, "Fatıma'nın vekili nerededir?" diye sordu. Bunun üzerine cüppe, başında emame ve ayağında yırtık bir ayakkabı olan yaşlı bir adam ayağa kalkarak Fedek hakkında Me'mun'la tartışmaya başladı. Me'mun onun için delil getiriyor ve o da bunun karşısında delil sunuyordu. Nihayet Me'mun Fedek'i Fatıma evlatlarının adına geçirmelerini emretti. Fedek senedini hazırlanıp Me'mun'a getirdiler. Me'mun onu imzalayınca şair De'bel ayağa kalkarak bu beyitle başlayan şiirler okudu:

 

Zamanenin çehresi ne kadar da gülünç olmuş

Me'mun Haşim'e Fedek'i vermiş!

 

Bu fermanın tafsilatı Belazurî'nin Futuh-u Buldan adlı kitabında şöyle geçer: Hicretin iki yüz onuncu yılında müminlerin emiri Me'mun Abdullah b. Harun-i Reşid Fedek'in Fatıma evlatlarına verilmesini emretti ve Medine'deki valisi Kusem b. Cafer'e şöyle yazdı:

Ama sonra; müminlerin emiri Allah'ın dinine ilgi duyması, Resulullah (s.a.a)'in halifesi ve onun akrabası olması hasebiyle onun sünnetini izleyip, emrini yerine getirmesi, bağışlarını bağışladığı kimselere iade etmesi, sadakalarını yerlerinde harcaması daha evladır ve o böyle de yaptı. Bu konuda müminleirn emirin emirine başarı vermek, sürçmelerden korumak ve kendisine Allah'a yaklaştıracak işleri yapmaya meyillendirmek Allah'a düşer.

Şüphesiz Resulullah (s.a.a) Fedek'i kızı Fatıma'ya bağışlamıştır ve bu herkesçe bilinen, Resulullah (s.a.a)'in Ehlibeytince üzerinde ihtilaf olmayan bir konudur. Onlar sürekli onda tasarruf etmede kendilerinin hak sahibi olduklarını iddia etmişlerdir. İşte bu nedenle müminlerin emiri onu Allah rızası, hak ve adaleti uygulamak ve Resulullah (s.a.a)'in emrini yerine getirmek için Fatıma'nın mirasçılarına vermeye karar verdi ve bu konunun emlak ve hesap defterlerine işlenmesini ve bütün valilere bildirilmesini emretti.

Şimdi eğer Resulullah (s.a.a)'ten sonra her mevsimde (hac günlerinde) zulme uğrayan bir kişi bağırıp sadaka, hibe veya bunlardan belli bir miktarından zulme maruz kalan hakkını isterse sözleri kabul edilip iddiası dinlenecektir. Fatıma, Resulullah (s.a.a)'in kendisine bağışladığı şeyler konusunda sözleri dinlenen ve teyit edilen ilk kişidir.

İşte bu yüzden müminlerin emiri kölesi Mübarek Taberi'ye Fedek'i tümüyle ve bütün haklarıyla, mülkü, tahılı vs. tüm mahsulleriyle Resulullah (s.a.a)'in kızı Fatıma'nın mirasçılarına vermelerini ve müminlerin emirinden taraf onun yönetimini üstlenmeleri ve sahiplerinin lehine onu idare etmeleri için Muhammed b. Yahya b. Hüseyin b. Zeyd b. Ali b. Hüseyin b. Ali b. Ebutalib'e ve Muhammed b. Abdullah b. Hasan b. Ali b. Hüseyin b. Ali b. Ebutalib'e vermesini emretti.

Şimdi sen (Kusem b. Cafer) de bunun emirulmüminin görüşü olduğunu ve Allah Teala'nın onun kalbine kendisine itaat etmesini ilham ettiğini, onu kendisi ve peygamberine yaklaşmaya muvaffak kıldığını bil ve senden taraf işlerin idaresini üstlenenleri de bilinçlendir; Muhammed b. Yahya ve Muhammed b. Abdullah'a kendi görevlin Muhabek Taberî gibi davran; o ikisine Fedek'i bayındırlaştırma, düzeltme, mahsullerini artırma konusunda yardım et. Vesselam.

Bu emirname hicretin 210. yılının Zilkade ayının ikisinde, Çarşamba günü düzenlenmiştir. Fakat Mütevekkil al'allah (Allah ona rahmet etsin-!-) hilafete geçince Fedek'i geri alarak Me'mun'dan -Allah ona rahmet etsin -!-) önce olduğu gibi idare edilmesini emretti![330]

İbn-i Ebi'l - Hadid bu rivayetin devamında şöyle yazıyor: Fedek Mütevekkil'in dönemine kadar onların (Fatıma oğullarının) elindeydi; fakat Mütevekkil onu alarak Abdullah b. Ömer-i Baziyar'a verdi. O dönemde Fedek'te Resulullah (s.a.a)'in mübarek eliyle diktiği on bir hurma ağacı vardı; Fatıma evlatlarının o ağaçların hurmalarını toplayarak hac mevsiminde teberrük olarak hacılara hediye ediyorlardı; onlar da bunun karşısında Fatıma evlatlarına ikramda bulunup bağış yapıyorlardı; ve onlar bu yolla büyük bir servet elde ediyorlardı. Fakat sonunda Abdullah b. Ömer onları kesti. Abdullah b. Ömer bu iş için Bişran b. Ebi Ümmeyye-i Sakafî'yi Medine'ye gönderdi. Bişran bu hurma ağaçlarını kesip Basra'ya dönünce felç oldu.[331]

Bu, Fedek ve humus hakkında Müslümanların halifeleri tarafından elimize ulaşan son rivayettir; fakat bu konuda Hulefa Mektebi ulemasının görüşleri şöyledir:

* * *

Daha önce humus konusunda halifelerin görüşlerine ve nesilden nesle yaptıklarına değindik ve onların görüşlerinin birbirleriyle nasıl çeliştiğini, humus konusunda Hulefa Mektebi ulemasının görüşlerinin de halifelerin davranışı gibi birbiriyle zıt olduğunu gördük.

İbn-i Rüşd diyor ki: Humus konusunda fakihler dört gruba ayrılmışlardır:

1- Kur'an-ı Kerim'in açık nassıyla humus beş kısma bölünür; Şafiî de böyle diyor.

2- Humus dört kısma ayrılır…

3- Resulullah (s.a.a)'in vefatından sonra Resulullah (s.a.a) ve akrabalarının hissesi düştüğü için humus bugün üç kısma ayrılır.

4- Humus hem zengine ve hem de fakire verilen fey ve bağış hükmündedir.

Ancak humsun dört veya beş kısma ayrıldığını söyleyenler Resulullah (s.a.a)'ten sonra o hazretin ve yakınların hissesinin harcanması konusunda iki gruba ayrılmışlardır. Bazıları, onların hisselerinin humus alan diğer sınıflara eklendiğini söylerken, bazıları da Resulullah (s.a.a)'in hissesinin imama ve yakınlarının hissesinin de imamın yakınlarına verilmesi gerektiğini söylemişlerdir. Üçüncü bir grup da her iki hissenin silah ve savaş araç-gereçleri temin etmek için kullanması gerektiğini vurgulamışlardır.

Hulefa Mektebi uleması yakınlık ve yakınların kimler olduğu konusunda ihtilaf etmişlerdir.[332]

İbn-i Kudame, el-Muğnî adlı kitabında Ebubekir'in humsu üç kısma ayırdığı rivayeti kaydettikten sonra şöyle yazıyor:

Bu Ebu Hanife ve izleyicileri gibi rey sahiplerinin görüşüdür. Onlar diyorlar ki, humus üç kısma bölüştürülür: Yetimler, miskinler ve yolda kalmışlar. Peygamber ve yakınlarının hissesi ise o hazretin vefatıyla düşmüştür.

Fakat Malik fey ve humsun bir olduklarına ve her ikisinin de beytulmala ait olduğuna inanmaktadır.

Ancak Surî ve Hasan, "Humsu imam Allah Teala'nın gösterdiği şekilde harcar" diyorlar.

Fakat Ebu Hanife'nin sözleri humus ayetinin zahiriyle çelişmektedir; çünkü Allah Teala, peygamber ve yakınları için bir şey tayin etmiş ve humusta onlara kesin bir hak belirtmiştir; nitekim diğer üç gruba da belli bir hak belirtmiştir. O halde kim buna muhalefet ederse Kur'an-ı Kerim'in açık nassına muhalefet etmiş olur.

Fakat, "Ebubekir ve Ömer (Allah onlardan razı olsun) yakınların hissesini hayır işlerde harcıyorlardı" sözünü Ahmed b. Hanbel'e naklettiklerinde Ahmet susup başını sallayarak bunu kabul etmemiş, İbn-i Abbas ve onunla aynı görüşte olanların sözlerinin Kur'an-ı Kerim ve Resulullah (s.a.a)'in sünnetiyle daha çok uyum içerisinde olduğu için onun daha evla olduğunu belirtmiştir…[333]

Ebu Ye'la ve Mâverdî ise humsun masraf yerinin halifenin içtihadıyla tayin edileceğini söylemişlerdir.[334]

* * *

Halifelerin humus ve Resulullah (s.a.a)'in kızının hakkı konusunda içtihadlarıyla ilgili bahsimiz oldukça uzadı ve bu konuda her ikisi sözkonusu edildi. Şimdi buraya kadar değinilen görüşleri toparlayıp sonuç almak ve daha fazla açıklama için ona bazı noktalar eklemek zorundayız.

Buraya Kadar Geçenlerin Özeti

Halifelerin humus ve Resulullah (s.a.a)'in kızının hakkı konusundaki içtihadlarından maksadın asırlar buyu örtülü bırakıldıktan sonra ne olduğunu anlamak için ilk önce "zekat", "fey", "safa", "enfal", "ganimet" ve hums kavramlarını incelemek zorunda kaldık ve bu incelemede şunları gördük:

a- İslam dininde "Zekat" genel anlamıyla Allah'ın maldaki hakkıdır.

b- "Sadaka" altın, gümüş, tahıl ve hayvanlardan her biri nisap haddine ulaştığında onlardan ayrılması veya Ramazan bayramında ödenmesi gereken şeye verilen isimdir. Bunun delillerinden biri, Resulullah (s.a.a)'in mektuplarında humus, sadaka ve safiy sözcüklerinin zekat çeşitlerini beyan etmek için geçmiş olmasıdır. O halde sadaka zekat anlamında değil, aksine zekat çeşitlerinden biridir. Ayrıca, zekatın Kur'an-ı Kerim'in Mekki ayetlerinde ve Medine'den sadaka yasanmadan önce geçtiğini göz önüne bulundurarak onun sadaka anlamında olduğu nasıl söylenebilir?[335]

Buraya kadar söylediklerimizin ışığında Resulullah (s.a.a)'in, "Malının zekatını verince Allah'ın maldaki hakkını vermiş olursun" şeklindeki hadisi şöyle anlamlandırılmaktadır: Malında ödenmesi farz olan şeyi ödeyince, Allah'ın hakkını ödemiş olursun; fakat malın müstehap olarak ödenişi farz değil, "nafile"dir. "Kim bir mal elde ederse üzerinden bir yıl geçmedikçe onda zekat yoktur" hadisi de şu anlamdadır: Üzerinden bir yıl geçmedikçe Allah Teala'nın bir kimsenin malında bir hakkı yoktur. Bunun benzerleri de aynı şekildedir.

Sadaka da bu söylediğimiz şeyle, yine insanın Allah rızası için kendi malından müstehap veya farz olarak ödediği şey arasında ortaktır ve bu ikisi arasındaki fark şudur: Altın, gümüş, tahıllar ve hayvanlardaki farz hakkı şerî hakim zor uygulayarak alırsa ona farz zekat ve sadaka denir; insanın sadece Allah rızası için ödediği şey ise farz sadaka değildir.

c- "Fey" savaşmadan düşmandan elde edilen mala denir. Benî Nazire mallarının fey olduğunda ve Resulullah (s.a.a)'in kendi malında tasarruf eden bir malik gibi onda tasarruf ettiğinde ittifak vardır.

d- "Enfal", "fey" sözcüğünün çoğulu olup bağış ve yine haddinden fazlalık anlamındadır. Dolayısıyla, "enfelehu", "ona daha fazla verdi" anlamındadır.

Kur'an-ı Kerim'de "enfal" kavramı Bedi savaşı hakkında kullanılmıştır; Allah Teala Müslümanların Bedir savaşında kafirlerden elde ettikleri malların sahibi olmadıklarını belirtmiştir. Bu sözcük Ehlibeyt İmamları (a.s)'ın hadislerinde de geçmiş olup savaşmadan düşman topraklarından elde edilen her şey veya sahiplerinin savaşmadan göç ettikleri topraklar anlamındadır; yine padişahların verdikleri mal ve topraklar, kaleler, surlar, işlenmemiş topraklar vb. şeyler anlamına da gelir.

e- Ganimet ve muğnim; Araplar cahiliye döneminde ve İslam'ın zuhurunan sonra bir şeyi zahmete katlanmadan ve meşakkat görmeden elde etselerdi ona, "ganimet" ve "muğnim" diyorlardı. İğtinam, ganimet toplamak için diğerlerinden öne geçmek anlamındadır. Fakat Araplar savaşta kendilerine mağlup düşen kimseden zahmet ve meşakkatle elbise, silah, merkep ve yanındaki diğer şeyleri aldıkları zaman "selebehu = yağmaladı" diyorlardı; o da kendisine. Fakat eğer onu tüm mal ve mülkünden mahrum etseydi, bu işe "harbe" denirdi. Onlarında yanında, yağmalama ise günümüzdeki ganimet ve muğnim anlamındaydı.

"Ğenem" sözcüğü ilk defa, meşakkat ve zahmeti göz önünde bulundurmaksızın düşmanda alınan mal kazancı anlamında Kur'an-ı Kerim'de, Bedir savaşı hakkında kullanılmıştır; Allah Teala ondan kişisel sahiplenme hakkını kaldırıp "enfal" diye adlandırarak tümünü Allah ve Resulüne has kılmış ve daha sonra onu ganimet ve kazanç olarak o savaşçılara bırakmıştır. Bu ayette genel olarak ganimet ve kazancın humsunu Allah, Resulü ve o hazretin yakınlarına has kılmıştır; oysa cahiliye döneminde onun dörtte biri sadece reise veriliyordu.

Allah Teala genel olarak kazançtan humus alınmasını yasamış ve dörtte biri beşte bire düşürmüş ve onun altı yerde eşit olarak harcanmasını emretmiştir; oysa cahiliye döneminde reisin hissesi sadece kendisine ulaşır ve hiç kimse ona ortak olmazdı.

Ayrıca, humsun genel olarak her türlü kazançta farz olduğunun başka bir delili ise Resulullah  (s.a.a)'in maden, define ve hazine gelirlerinden humus aldığı konusunda bütün Müslümanlar ittifak içerisindedirler; oysa Müslümanlar bu gibi gelirleri savaş yoluyla elde etmemişlerdi.

Yine sünnette Resul-i Ekrem (s.a.a)'in Abdulkays temsilcilerine kazançlarının humsunu vermelerini emrettiği geçmektedir. O hazret bu emri, İslam hükümlerini kabilenin diğer fertlerine öğretmeleri için onlara öğretince vermiştir. Çünkü onlar "Muzirr" kabilesinin korkusundan haram aylar dışında kendi kabilelerinden çıkamıyorlardı; böyle bir kabilenin savaş halinde olduğu ve dolayısıyla burada ganimetten, savaş ganimetlerinin kastedildiği düşünülemez. Dolayısıyla, Resul-i Ekrem (s.a.a) "ganimetler" sözcüğünden maksadı, o kabilenin tüm malî gelir ve kazançları olması gerekiyor.

Ve yine Resul-i Ekrem (s.a.a)'in Müslüman olan diğer Arap kabilelerine yazdığı mektuplarda da bu konu apaçık bir şekilde görünmektedir. Yine valilerine yazdığı mektuplarda; örneğin Yemen halkı Müslüman olduktan sora Yemen'e gönderdiği valilerine yazmış olduğu genelgede şöyle geçer: "Müminlere farz olan sadaka ve kazançlarının humsu onlardan alınsın."

Yine Resulullah (s.a.a)'in Sa'd kabilesine yazdığı mektupta humus ve sadakaları kendisinin iki elçisine vermelerini bildirmiştir. Bu kabile savaştan dönmediği için Resulullah (s.a.a)'in onlardan savaş ganimetlerinin humsunu istediği düşünülemez; dolayısıyla o hazret onlarda ilgili konularda sadakalarını ve kazançlarının humsunu vermelerini istemişti. Buna binaen, Resul-i Ekrem (s.a.a)'in Müslüman olan Arap kabilelerine yazdığı diğer mektuplarda geçen "humus" sözcüğünden maksat onların kazançlarının beşte biriydi.

Bu söylediklerimizi destekleyen bir nokta da şudur: İslam dininde savaş hükmü cahiliye döneminde Arapların yaptığı savaşlarla tamamen farklıdır. Cahiliye döneminde her kabile kendisiyle sözleşmesi olmayan kabilelere saldırıp her yolla onların mallarını yağmalama hakkını kendisine veriyordu; bu durumda saldırgan kabilenin fertleri kabile reisine has olan dörtte bir dışında yağmaladıkları şeylere sahipleniyorlardı; Oysa İslam dininde böyle değildir; dolayısıyla Resulullah (s.a.a)'in reislik hakkı olarak dörtte bir yerine beşte bir aldığı kabul edilemez. Aksine İslam kuralları dahilinde savaş ilan etme hakkına sadece İslam'ın  en büyük hakimi sahiptir ve Müslümanlar onun emrine itaat ederler ve savaş sonunda o hakimin kendisi veya temsilcisi savaş ganimetlerini alır ve ordudaki savaşçılardan hiç birinin savaşta kendisinin öldürdüğü kişiden aldığı eşyalar dışında o ganimetlerde bir hakkı yoktur. Aksine her savaşçı bir iğne ve iplik bile olsa elde ettiği şeyi savaş hazinesine teslim etmelidir; aksi durumda ihanet etmiş ve insana utanç vesilesi ve kötü isim kazanmış olurlar ve kıyamette de aldığı o şey cehennem ateşi olarak kendisine verilir. Dolayısıyla, hakim ve baş kumandan bütün savaş ganimetlerini ele geçirdikten sonra onun humsunu alıp geri kalanını ordudakiler arasında bölüştürür.

O halde İslam dininde savaş ilan etme, savaş ganimetlerini teslim alıp humsunu çıktıktan sonra geri kalanını ordudaki askerler arasında bölüştürme hakkına ancak hakim sahiptir ve başka birinin böyle bir şeye hakkı yoktur.

İslam dininde böyle olduğu ve Resul-i Ekrem (s.a.a)'in döneminde humus alma o hazretin bu ümmetteki vazifelerinden olduğu için o hazretin kişilerden humus talep etmesi ve yazdığı çeşitli mektuplarda defalarca bunu vurgulamasının, bu mektupların muhataplarına sadaka gibi mallarının humsunu vermeleri de farz bir amel olduğu ve bunun savaş ganimetlerine has olmadığı dışında bir anlam ifade etmez.

Dolayısıyla, Resul-i Ekrem (s.a.a) Müslüman olanlardan farz sadaka dışında bütün kazançlarının humsunu da vermelerini istiyordu. O dönemde "ganimet" sözcüğü genel olarak "kazanç" anlamında kullanılıyordu. Fakat Müslümanlar fütuhat yaptıktan, halifeler humusta hisse sahiplerine humus vermekten sakındıktan sonra ve Müslümanlar da bu hükmü unutunca humus kavramı Müslümanlar arasında değişti.

Ancak humsun harcanması gereken yerlere gelince; ayet-i kerime humsun Allah, Resulü, peygamberin yakınları ve o hazretin soyundan olan yetimler, miskinler ve yolda kalmışlara verilmesi gerektiğini apaçık bir şekilde vurgulamaktadır. Dolayısıyla, humus altı eşit hisseye bölünür.

Bazı rivayetlerde Allah ve Resulünün hissesinin bir hisse sayılışı ise, eğer  bu ikisinin bir yönde harcanması gerektiği ve Resul-i Ekrem (s.a.a)'in onda tasarruf ettiği kastedilmişse; bu doğrudur; aksi durumda ayetin zahirine aykırıdır.

Ehlibeyt İmalarından (a.s) nakledilen mütevatir rivayetlerde yakınların hissesi Resulullah (s.a.a)'in döneminde ve o hazretten sonra Ehlibeyte ve diğer Ehlibeyt İmamlarına (a.s) verildiği, Allah, peygamber ve peygamberin yakınlarının hisselerine gelince, Allah'ın hissesinin Resulullah (s.a.a)'e verildiği ve o hazretin onu uygun gördüğü bir şekilde harcadığı ve diğer iki hissenin de o hazretten sonra yerine geçen imama verildiği belirtilmiştir. Dolayısıyla, günümüzde humsun yarısı imam olması hasebiyle Hz. Mehdi (a.f)'e ve diğer yarısı ise, Resul-i Ekrem (s.a.a)'le akrabalıkları nedeniyle ihtiyaçlarını gidermeleri için humus almayı hakkeden o hazretin yakınlarından olan yetimler, miskinler ve yolda kalmışlara verilir. Bundan bir şey artarsa valinin kendisine taalluk eder ve az gelecek olursa vali onu telafi eder. Humus alan kişilerden biri ölünce de aldıkları şey kendilerinden sonra mirasçılarına ulaşır.

Şu noktayı da unutmamak gerekir ki Ehlibeyt dışında fakir olmaları nedeniyle humsun yarısına hak kazanan Resulullah (s.a.a)'in yakınları, Allah Teala'nın sadakayı kendilerine haram ettiği Abdulmuttalib ve Muttalib'in erkek çocuklarıdırlar. Resulullah (s.a.a) bu yakınlarının hiç birini ve hatta onların kölelerini bile sadakaları toplayarak ondan bir ücret hakkı almamaları için sadakaları toplamakla görevlendirmemiştir. Nitekim o hazret kendisinin azad ettiği kölesini sadaka memurlarıyla iş birliği yaparak bu yolla bir şey almaması için bu işten alıkoymuştur.[336] Resulullah (s.a.a)'in Ehlibeyti de bu konuda o hazreti izlemişlerdir.

İşte buradan İbn-i Hişam gibi Resul-i Ekrem (s.a.a)'in, amcası oğlu Ali (a.s)'ı sadaka toplaması için Yemen'e gönderdiğini sanan kimselerin ne kadar yanıldıkları anlaşılmaktadır. Çünkü diğerlerinin de tasrih ettikleri gibi Resulullah (s.a.a) Ali (a.s)'ı humus alması için oraya göndermiştir.

İbn-i Hişam kendi Sire'sinde Resulullah (s.a.a) tarafından sadaka toplamak için görevlendirilenler babında şöyle yazıyor:

Resulullah (s.a.a) memurlarını sadaka toplamaları için görevlendirdi…. Ali b. Ebutalib'i de onların sadakalarını toplaması ve cizyelerini alması için Necran'a gönderdi.

Daha sonra Ali'nin (Allah ondan razı olsun) hacda Resulullah (s.a.a)'e ulaşması babında şöyle diyor: Ali (Allah ondan razı olsun) Yemen'den gelince emir altındaki ashabından birini kendi yerine geçirerek Resulullah (s.a.a)'le görüşmek için beraberindekilerden öne geçti. Bu adam ordudaki herkese giymeleri için Ali'nin beraberinde getirdiği elbiselerden bir tane verdi. Ordu yaklaşınca Ali onları görmek için dışarı çıktığında üzerlerindeki elbiseleri görüp ona, "Eyvahlar olsun sana! Nedir bu haliniz?!" diye sordu. Adam, "Ben ordunun halkın gözünde güzel görünmesi için böyle yaptım!" dedi. Ali, "Eyvahlar olsun sana! Resulullah (s.a.a)'in huzuruna varmadan hepsini çıkar" dedi. O da elbiseleri geri alarak yerlerine bırakınca askerler itiraz ederek Ali'yi Resulullah (s.a.a)'e şikayet ettiler.

Ravi diyor ki: Bu şikayetten sonra Resulullah (s.a.a) ayağa kalkarak şöyle buyurdu: "Ey insanlar Ali'den şikayet etmeyiniz. Vallahi Ali Allah için ve Allah yolunda hiçbir şikayetten çekinmez."[337]

İbn-i Hişam kitabının başka bir yerinde, "es-seraya ve'l buus" bölümünde Ali b. Ebutalib (a.s)'ın Yemen'deki savaşla ilgili görevi hakkında şöyle yazıyor:

Ali orada iki defa savaşmıştır… Resulullah (s.a.a) Ali b. Ebutalib'i Yemen'e gönderdi Halid b. Velid'i ise başka bir orduya verdi ve "İki ordu buluşursa baş kumandan Ali'dir" buyurdu…[338]

Buna binaen, İmam Ali (a.s)'ın iki defa savaş için ve bir defa da vergileri toplamak üzere Yemen'de toplam üç defa görev aldığı söylenmiştir. Bu görevlerin rivayetleri ulemaya ulaşmamış ve onlar işi karıştırmışlardır. Şimdi gerçeğin anlaşılması için bu rivayetleri aşağıda özetle naklediyoruz:

Sahih-i Buharî'de Berra b. Azib'den şöyle rivayet edilmiştir: Resulullah (s.a.a) bizi Halid b. Velid'le birlikte Yemen'e gönderdi ve bir müddet sonra onun yerine Ali b. Ebutalib'i göndererek ona, "Halid'in askerlerine, isteyenlerin senin orduna geçmelerini öner" buyurdu.[339]

Beyhakî bu rivayetin ayrıntılı bir şekilde Berra b. Azib'den şöyle rivayet etmektedir:

Resulullah (s.a.a), Halid b. Velid'i halkı İslam'a davet etmesi için Yemen'e gönderdi. Ben de bu görevde onunla birlikteydim. Biz altı ay kadar orada kalıp halkı İslam'a davet ettik; fakat hiç kimse kabul etmedi. Bu yüzden Resulullah (s.a.a) bu işe Ali b. Ebutalib'i görevlendirdi ve ona Halid b. Velid'in geri dönmesini; ancak Halid b. Velid'le olup da kendisiyle kalmak isteyenlerin kalabileceklerini emretti.

Berra diyor ki: Ben de Ali'ye katılanların arasındaydım. Yemen'e yaklaşınca Yemen halkı bizi karşılamak için dışarı çıkmışlardı. Sonra Ali öne geçti; biz de onun arkasında namaza durduk. Daha sonra hepimizi bir sıraya geçirdi. Kendisi de önümüze geçerek Resul-i Ekrem (s.a.a)'in mektubunu onlara okudur. Bunun üzerine Hemdan kabilesinin hepsi Müslüman oldu. Ali durumu Resulullah (s.a.a)'e raporlayıp onların Müslüman oldukların bildirdi. Ali'nin mektubu Resulullah (s.a.a)'e ulaşınca onu okuduktan sonra secdeye kapandı. Başını secdeden kaldırınca, "Selam olsun Hemdan'a, selam olsun Hemdan'a" buyurdu.[340]

Uyunu'l - Eser ve Emtau'l - Esma kitaplarında bu olayın devamında şöyle geçer -ifade Emtau'l - Esma'nındır-: Resulullah (s.a.a) "Selam olsun Hemdan'a" buyurdu ve bu cümleyi üç defa tekrarladı. Daha sonra diğer Yemenliler de Müslüman oldular.[341]

Bu olayı, Buharî bazı bölümlerini sansür ederek naklederken, başkaları tamamını naklettiği Hz. Ali (a.s)'ın Yemendeki iki savaşından biridir. Buharî'nin bu rivayeti sansür ederek rivayet etmesinin nedeni, bu rivayetin devamında Ali b. Ebutali'n makamı karşısında Halid b. Velid gibi meşhur bir sahabenin faziletini düşürecek konuların yer almasıdır. İmamu'l - Muhaddisin Buhari (r.a) şiddetli taassubundan dolayı ve onlara yediremediği için kitabında Hulefa sisteminde yüce bir makama sahip olan bir sahabenin makam ve faziletini düşürecek konulara yer vermekten sakınmıştır.

İmam Ali (a.s)'ın Vakidî, Mukrizî ve İbn-i Side'nin söyledikleri şey açısından değil, sadece sayı bakımından Yemendeki ikinci savaşı ise özetle şöyledir:

Resul-i Ekrem (s.a.a), Ali (a.s)'ı üç yüz kişiyle birlikte Mezhac'a gönderdi. İmam'ın emrindeki askerler o bölgeye giren ilk askerlerdi. İmam (a.s) askerlerini gruplara ayırarak çeşitli yerlere yerleştirdi ve onlar yağmaladıkları bir miktar mal ve esirlerle geri döndüler. Sonra onların savaşçılarından bir grupla karşılaşıp onları İslam'a davet ettiler. Fakat onlar kabul etmeyip savaştılar ve İmam'ın ordusunu ok yağmuruna tuttular. Bunun üzerine İmam Ali (a.s)'ın ordusu onlara saldırıp yirmisini öldürünce kaçmaya başladılar. Fakat İmamın ordusu onları takip etmedi. Onları tekrar İslam'a davet ettiler. Bu defa kabul ettiler ve onların başlarından bir kaçı İslam adına Ali (a.s)'a biat ettiler. Daha sonra Hz. Ali (a.s) ganimetlerin humsunu alıp geri kalan beşte dördünü ordusu arasında bölüştürdü. Sonra geri döndüler. İmam Ali (a.s) Ebu Rafi'i ordunun başına geçirip kendisi Resulullah (s.a.a)'le bir an önce görüşmek için önde gitti. İmam Ali (a.s) gittikten sonra askerler Ebu Rafi'den humsun beşte birinden kendilerini giydirmesini istediler. Ebu Rafi' de onlardan her birine iki elbise verdi. İmam Ali (a.s) geri dönüp onları o halde görünce bu elbiseleri onlardan aldı. Onlar da Ali (a.s)'ı Resul-i Ekrem (s.a.a)'e şikayet ettiler![342]

Bu iki savaşta geçenler özetle bunlardı. Ali (a.s)'ın malî vergileri almak için görevlendirişine gelince; Buharî ve İbn-i Kayyim bu konuda, "Bu memuriyet humus almak içindi" demişlerdir.[343]

Fakat İbn-i Hişam ve onu izleyenler, "Bu memuriyet sadakaları toplamak ve Necran halkından cizye almak içindi" demişlerdir.

İmam Ali (a.s)'ın Yemen'e gidişiyle ilgili Sihah, Müsnet ve Sire kitaplarında dağınık bir şekilde nakledilen diğer rivayetler de vardır; fakat bu rivayetlerin hiç birisinde İmam Ali (a.s)'ın neden Yemen'e gittiği belirtilmemiştir. Örneğin Buharî, Nesaî ve Ahmed -ifade Buharî'nindir-, "Ali Yemen'de olduğu zaman Resul-i Ekrem (s.a.a)'e bir miktar altına bulaşmış toprak gönderdi" demişlerdir.[344]

Başka bir rivayette ise şöyle geçer: Resul-i Ekrem (s.a.a)'e temizlenmiş bir deride altını daha ayrılmamış bir miktar toprak gönderdi."[345]

Bazı rivayetler Resulullah (s.a.a)'in Ali (a.s)'ı kadı olarak Yemen'e gönderdiğini bildirmiş ve İmam Ali (a.s)'ın bazı hükümlerini açıklamışlardır. Örneğin Ahmed kendi Müsned'inde ve Ebu Davud kendi Sünen'inde "keyfe'l - kaza" babında Ali (a.s)'dan şöyle rivayet etmişlerdir:

Resulullah (s.a.a) beni kadı olarak Yemen'e gönderdi. Ben, "Ya Resulullah! Ben hakimlikle ilgili bir şey bilmediğim halde beni aralarında olaylar çıkacak insanlara gönderiyorsun" diye arzettim. Resul-i Ekrem (s.a.a), "Allah senin kalbini hidayet edecek, dilin haktan sürçmeyecektir" buyurdu.

Müsned-i Ahmed'de şöyle geçer: Resulullah (s.a.a) elini göğsüme bırakarak şöyle buyurdu: "Allah seni sabit kılsın ve doğruya yöneltsin. Dava tarafları karşında oturduklarında diğerinin de sözlerini dinlemeden onlar arasında hükmetme; hüküm verme konusunda bu en güzel metottur." İmam Ali (a.s), "Ondan sonra hüküm vermede asla şek ve şüpheye düşmedim" buyuruyor.[346]

İmam Ali (a.s)'ın bu yolculukta verdiği bazı eşsiz ve göz alıcı hükümlerini getirmiş, örneğin demişlerdir ki: Yemenli üç kişi o hazrete müracaat ederek her biri babası olduğunu idda ettiği bir çocuk hakkında hüküm vermesini istemişlerdir. Onlar bir kadınla bir temizlenmede münasebette bulunduklarını ve bu çocuğu o ilişkiden meydana geldiğini ileri sürüyorlardı!

Ali (a.s) onların ikisinden çocuğu üçüncü kişiye bırakmalarını istedi. Fakat onlar kabul etmediler. Ali (a.s) sonra onların diğer ikisinde aynı şeyi istedi, onlar da kabul etmediler. Üçüncü defasında bu öneriyi onların başka ikisine sundu; onlar da kabul etmeyince Ali (a.s) onlara, "Sizler kötü ahlaklı ortaklarsınız; ben sizin aranızda kur'a çekeceğim; kur'a kimin adına çıkarsa çocuk ona verilecektir. Bu durumda çocuğu alan kişi diğer iki kişiye diyetin üçte birini vermelidir" buyurdu. Sonra onlar arasında kur'a çekti ve kur'a kimin adına çıktıysa çocuğu ona verdi. Bu üç kişiden biri Medine'ye giderek durumu Resulullah (s.a.a)'e bildirdi. Resul-i Ekrem (s.a.a) Ali (a.s)'ın bu hükmünden memnun kalarak azı dişleri görülecek şekilde güldü.[347]

İmam Ali (a.s)'dan rivayet edilen diğer bir olay özetle şöyledir: Ali (a.s) şöyle diyor: Resul-i Ekrem (s.a.a) beni Yemen'e gönderdi. O zaman bir grup aslan avlamak için hazırlık yaparak bir kuyu kazmış ve kendileri de pusuya yatmışlardı. Onların kazdığı o kuyuya bir aslan düşünce halk aslanı görmek için kuyunun etrafına toplandılar. İzdiham nedeniyle onlardan biri kuyuya düştü. Kuyuya düşen adam kendisini kurtarmak için ikinci kişiden, ikincisi üçüncüsünden ve üçüncüsü de dördüncüsünden tuttu ve her dört kişi kuyuya düştüler ve aslan onları öldürücü bir şekilde yaraladı. Nihayet biri cüretlenerek aslana bir darbe indirerek öldürdü. Aslanın yaraladığı o dört kişi de öldüler. Bunun üzerine kan sahipleri gelip kan pahasını isteyince birbirlerine karşı kılıç çektiler. Tam birbirlerini öldürmeye girişecekleri vakit İmam Asli (a.s) gelerek buna bir çözüm bulmaya çalışıp, "Resulullah (s.a.a) hayatta olduğu halde sizleri birbirinizin canına mı düşmüşsünüz?" buyurdu. Başka bir rivayete göre de, "Dört kişi için iki yüz kişiyi mi öldürmek istiyorsunuz?!" buyurdu ve şöyle ekledi: "Ben sizin aranızda hükmedeceğim; kabul ederseniz ne güzel; aksi durumda hükmetmesi için Resulullah (s.a.a)'in yanına gidin ve ondan sonra hiç kimsenin kabul etmemeye hakkı yoktur."

Daha sonra kuyuyu kazan kabileden bir tane dörtte bir, bir tane üçte bir, bir tane ikide bir ve bir tane de tam diyet almalarını, sonra dörtte bir diyeti birinci adamın kan sahiplerine, üçte birini ikinci kişinin, ikide birini üçüncü kişinin ve tam diyeti ise dördüncü kişinin kan sahiplerine vermelerini emretti.

Fakat kan sahipleri bu hükmü kabul etmeyerek Resulullah (s.a.a)'in huzuruna gidip Makam-ı İbrahim'de o hazretle görüşerek olayı kendisine anlattılar. Resulullah (s.a.a), "Ben sizin aranızda hükmedeceğim" buyurdu ve hüküm vermeye hazırlandı. O sırada onlardan biri, "Aramızda Ali hüküm vermiştir" dedi. Resulullah (s.a.a) de Ali'nin verdiği hükmü teyit etti.[348]

Bunlar Ali (a.s)'ın Yemen'e görevlendirilmesiyle ilgili rivayetlerdir; ulema bu olayları yanlışlıkla birbirine nispet vermişlerdir. Bazıları da bu üç Yemen yolculuğunu bir yerde,[349] bazılar iki yerde nakletmiş,[350] bu yüzden ve benzeri nedenlerle[351] İmam Ali (a.s)'ın Yemen'deki göreviyle ilgili rivayetler birbirine karışmıştır. Ancak nakledilen olaylara dikkat ederek İmam Ali (a.s)'ın Yemen'deki görevleriyle ilgili gerçeklere aydınlık kazandırmak mümkündür. Örneğin Muzhaclılarla savaş İmam Ali (a.s)'ın Yemen'deki ilk görevi ve Hemdan'la savaşı ikinci göreviydi; üçüncü görevinde ise vali, hakim ve humusları toplamak için Yemen'e gitmiştir. Bunun delilleri ise şunlardır:

1- Muzhac kabilesiyle savaşıyla ilgili olarak, "Ali (a.s)'ın askerleri Yemen'e giren ilk askerlerdi" söylenmiştir.

2- Muzhaclılarla savaş, Hemdanlılarla yapılan savaştan önce gerçekleşmiştir; onun için onların teslim olup İslam'ı kabul etmelerinden önce vuku bulmuş olması gerekiyor. Çünkü, "Hemdan kabilesinin tüm elemanları Müslüman oldular" söylemişlerdir ve yine, "ondan sonra tüm Yemen halkı Müslüman oldu" söylenmiştir.

Dolayısıyla, bu olaydan sonra Yemen'de savaş olmamış ve Resulullah (s.a.a) sadaka, vergi ve humus memurlarını oraya göndermiştir. Onlar arasında İmam Ali (a.s) da Yemen halkından humus toplama memuru olmuştur. Ve bu üçüncü görevinde Resul-i Ekrem (s.a.a) onu valisi ve kadı olarak ve yine humus alması için Yemen'e göndermiştir.

Yine İmam Ali (a.s) son yolculuğunda bu hükümleri vermiştir. Ve yine bu görevinde Resulullah (s.a.a)'e altın tozu göndermiştir ve bu altın tozu savaş ganimetlerinden değildi. Çünkü o dönemde Yemen halkı Müslüman olmuş ve Resul-i Ekrem (s.a.a) onlar için vali, kadı ve sadaka memuru tayin edip göndermişti. Diğer taraftan, savaş ganimetlerini, ister humus olsun, ister askerler arasında dağıtılan ganimetlerden geriye kalan mallar, savaşta galip olan ordu onları Medine'ye götürüyordu. Böyle bir durumda, ordu Medine'ye dönmeden oraya mal göndermek anlamsızdır; bu malların Resulullah (s.a.a)'in tayin ettiği vali veya görevlendirdiği kişi tarafından gönderilmiş olması gerekir.

Ve yine altın tozu sadaka ve zekattan değildi; çünkü Resulullah (s.a.a)'in Ali (a.s)'ı sadaka toplamak için görevlendirmediği ispatlanmıştır. Ehlibeyt (a.s) fıkhında altın ve gümüşe ancak sikkeli olmaları durumunda zekatın farz olacağı belirtilmiştir.[352]

Yine altın tozu Necran halkının cizye olarak ödemesi gereken şeylerden değildi. Onların cizye olarak her biri dört dirhem değerinde olan iki bin kumaş vermeleri belirtilmişti.[353] O halde altın tozu onların muamelelerinin veya kazançlarının humsuydu.

Dolayısıyla, Resul-i Ekrem (s.a.a) bu defasında İmam Ali (a.s)'ı humus görevlisi olarak Yemen'e göndermişti; nitekim Ubey ve Anbese isimlerindeki iki temsilcisini de sadaka ve humus toplamaları için Kazae'den olan Sa'd-ı Huzeym ve Cezam'a göndermişti.[354] Resulullah (s.a.a)'in sadaka memurları olarak tanıttıkları bazı kişiler de bu görevleri dışında ilgili yerlerden humsu toplayıp Resul-i Ekrem (s.a.a)'e gönderen humus memurları da olabilirler. Fakat halifeler Resulullah (s.a.a)'ten sonra humus meselesini bir kenara bırakmış,[355] raviler ve ulema da onu unutmuşlardır. Çünkü esasen humus bütün dönemlerde halifelerin siyasetine ters düşmekteydi.

Ayrıca, o dönemde Arap yarımadasında yaşayan insanların servet ve mal varlıklarına da dikkat etmek gerekir; bunu incelediğimizde o bölgenin bütün kabilelerinin mal varlıklarını genellikle hayvanlar ve biraz da çiftçilik oluşturduğunu ve bunların tümünün humus değil, sadaka taalluk eden şeylerden olduklarını görmekteyiz. İslam'ın başkenti olan Medine şehri çiftçilik bölgesi sayılıyor ve bu bölgenin insanlarının mal varlıklarının genelini çiftçilik mahsulleri ve bağlar oluşturuyordu. Ticaret ve alış - veriş Mekke halkına ve ehl-i kitaptan olan bazı zenginlere hastı. Medine Müslümanlarının dikkati daha fazla Kureyş, Yahudiler ve diğer Arap kabilelerine karşı savaşa yoğunlaşmıştı. On yıl içinde sayıları sekseni bulan veya her yıl ortalama sekize varan savaş, gazve ve seriye yapmışlardır. Bütün bunlar o dönemde Hicaz'ın ticaret yollarının savaşçıların savaş ve yağmalama sahnesine dönüşmesine ve ticaret yollarının kapanmasına neden oluyordu. İşte bu nedenle sadakalar dışında kâr ve kazanç için çok az bir ortam kalıyordu.

Saydığımız bütün bu etkenler Resul-i Ekrem (s.a.a)'in kazanç ve muamelelerden humus aldığıyla ilgili rivayetlerin hadis ve tarih kitaplarında yayınlanmamasına neden oldu.

Buna rağmen Resul-i Ekrem (s.a.a)'in define ve madenlerden humus aldığı, sadaka görevlileriyle birlikte humus toplamak için de insanları görevlendirdiği yönündeki rivayetleri az da olsa elimizde olan kaynaklardan yukarıda açıkladık.

Resul-i Ekrem (s.a.a)'ten Sonra Sadaka

Ehlibeyt İmamları (a.s) da Resul-i Ekrem (s.a.a)'i izleyerek sadakayı o hazretin yakınlarına haram kılmışlardır. İmam Cafer-i Sadık (a.s) kendisinden, "Size humusun verilmediği bu dönemde sadaka helal midir size?" diye soran bir adama, "Hayır vallahi" buyurdu; "Bize haram olan bir şey zalimler tarafından hakkımızın gasbedilmesiyle helal olmaz bize. Ve Allah'ın bize helal ettiği şeyin verilmeyişi Allah'ın bize haram ettiği şeyin helal olmasına neden olmaz."

Fakat halifeler Resul-i Ekrem (s.a.a)'in aşağıdaki mirasına el uzatarak onda tasarruf etmişlerdir:

a- Yedi bağ (Muhayrek'in vasiyet ettiği)

b- Benî Nazir'in Resulullah (s.a.a)'in mülkiyetine geçirdiği yerler.

c, d, e- Hayber'deki üç kale.

f- Vadi'l - Kurâ topraklarının üçte biri.

g- Mehzur (Medine pazarının yeri).

h- Fedek.

Resul-i Ekrem (s.a.a) yedi bağlardan altısını vakfetmişti; bu bağlar o hazretin sadakasıdır. Benî Nazir yerlerinden bir miktarını da Ebubekir, Abdurrahman b. Avf ve Ebu Ducane'ye bağışlamıştı. Hayber kalelerinden eşlerine, Fedek'i kızı Fatıma (s.a)'ya ve Hazma b. Nu'man-i Uzrî'ye de bir mızrak atımı Vadi's - Selam yerlerinden bağışlamıştı.

Resul-i Ekrem (s.a.a) vefat edince Ebubekir ve Ömer Ali (a.s)'ın yanına geldiler. Ömer ona, "Resulullah (s.a.a)'in mirası konusunda görüşün nedir?" diye sordu. Ali (a.s), "Resulullah (s.a.a)'in yakınları olan bize ulaşıyor" cevabını verdi. Ömer, "Hayber de mi?" diye sordu. Ali (a.s), "Hayber de" karşılığını verdi. Ömer, "Peki Fedek?" diye sordu. Ali (a.s), "Fedek de" dedi. Bunun üzerine Ömer, "Vallahi ben hayatta olduğum müddetçe böyle bir şey olmayacak" dedi!

Sonra Ebubekir Resul-i Ekrem (s.a.a)'in savaş aletlerini, merkebini ve ayakkabılarını Ali (a.s)'a vererek, "Bunların dışında hepsi sadakadır" dedi ve böylece bir anda Resulullah (s.a.a)'in tüm mirasına ve hatta Fedek'e bile el uzattı. Fakat Resul-i Ekrem (s.a.a)'in diğer Müslümanlara bağışladığı şeylere dokunmadı! Bu yüzden Fatıma (s.a) üç konuda davacı oldu:

1- Resulullah (s.a.a)'in kendisine bağışı olan Fedek hakkında. Ebubekir bu konuda Fatıma (s.a)'ten şahid istedi. Bunun üzerine bir kadın ve bir de erkek Fatıma (s.a) lehine şahitlik etti; fakat Ebubekir iki erkek veya bir erkek ve iki kadın olmadığı için onu kabul etmedi!

2- Resul-i Ekrem (s.a.a)'ten alması gereken miras hakkında. Fatıma (s.a) Resulullah (s.a.a)'in vefatından on gün sonra Ali ve Abbas'la birlikte Ebubekir'in yanına giderek, "Babamın mirasını almaya geldim" dedi. Ebubekir, "Ev eşyaları ve kap-kaçakları mı söylüyorsun, yoksa mülkü mü?" dedi. Fatıma (s.a), "Kızların senden miras aldıkları gibi benim mirasım olan Fedek, Hayber ve onun Medine'deki vakıflarını istiyorum" karşılığını verdi. Bunun üzerine Ebubekir, "Vallahi baban benden daha üstündü ve vallahi sen de benim kızlarımdan daha üstünsün" dedi!

Başka bir rivayette şöyle geçer:

Fatıma-i Zehra, Ebubekir'e, "Sen ölünce senden kim miras alacak?" diye sordu. Ebubekir, "Çocuklarım, ailem" dedi. Bunun üzerine Zehra, "O halde nasıl olur da bizim yerimize Resulullah (s.a.a)'ten sen miras alıyorsun?!" dedi. Ebubekir, "Ey Resulullah'ın kızı! Ben böyle bir şey yapmış değilim; ben senin babandan ne bir yer, ne altın ve gümüş, ne köle ve ne de başak bir şey miras almış değilim" dedi. Zehra, "O halde Hayber'den bizim hissemiz ve Fedek'ten safiyemiz ne oldu?" diye sordu. Ebubekir, "Ben Resulullah (s.a.a)'ten, 'Biz peygamberler miras bırakmayız; bizim bıraktıklarımız sadakadır! Muhammed'in Ehlibeyti de bu maldan -Allah'ın malından- yerler; bundan fazla bir şey düşmez onlara' buyurduğunu duydum. Resulullah (s.a.a)'in ailesinin masrafını karşılamak benim üzerimedir" dedi.

Bunun üzerine Ali (a.s), "Kur'an-ı Kerim'de, "Süleyman Davud'dan miras aldı" ve yine, "Benden ve Yakub oğullarından miras alsın" geçmiştir" dedi.

Ebubekir, "Öyledir elbette; benim bildiğimi sen de bilirsin" dedi.

Ali, "Bu Allah'ın Kitabı'nın buyruğudur" dedi.

Bunun üzerine susup karşılık vermediler ve onlar da geri dönmek zorunda kaldılar.

3- Yakınların hissesinde. Ebubekir Hz. Fatıma (s.a) ve Haşim oğullarını yakınların hissesinden alıkoyup onu savaş araçları ve binek satın almada harcayınca, Fatıma, Ebubekir'in yanına gidip, "Sen de çok iyi biliyorsun ki sen vakıflar ve Allah Teala'nın Kur'an-ı Kerim'den bize has kıldığı yakınların hissesi konusunda biz Ehlibeyte zulmettin (hepsini aldın)" dedi ve sonra şu ayeti okudu: "Bilin ki kazandığınız şeylerin beşte biri, Allah'a, Elçisine ve (Allâh'ın Elçisi ile) akrabâlığı bulunan(lar)a… âittir."

Başka bir rivayette ise Hz. Fatıma (s.a), "Allah Teala'nın gökyüzünde bize has kıldığı şeye tecavüz edip onu bizden aldın!" dedi. Ebubekir, "Anam - babam sana feda olsun! Ben Allah'ın Kitabı, Resulullah'ın ve Resulullah'ın kızının emrindeyim. Senin okuduğun bu ayeti ben de Allah'ın Kitabında okudum. Fakat bu ayette geçen bu humus hissesinin hepsinin mi sizin oluğunu anlayamadım!" dedi. Fatıma, "Yoksa senin ve senin yakınlarının mıdır?!" buyurdu. Ebubekir, "Hayır; ben onun geri kalanını hayır işlerde harcayacağım!" dedi. Fatıma, "Fakat Allah'ın hükmü böyle değildir!" dedi.

Yine başka bir rivayette şöyle geçer:

Ebubekir Hz. Fatıma'ya, "Resulullah bana, 'Allah Teala, peygamberi hayat olduğu sürece onu rızıklandırır; ölünce de rızkını ondan alır" buyurdu!" dedi.

Ayrı bir rivayette ise Ebubekir'in şöyle dediği geçer: "Ben Resulullah'tan, 'Ben hayatta olduğum sürece yakınlarımın da hissesi var; fakat ölümümden sonra onların hissesi olmaz' buyurduğunu duydum."

Bunun üzerine Fatıma öfkelenerek, "Seni Resulullah'tan duyduklarınla baş başa bırakıyorum. Vallahi bundan sonra sizinle (Ebubekir ve Ömer) asla konuşmayacağım" dedi.

Ravi, "Fatıma vefat edinceye kadar onlarla konuşmadı " diyor.

* * *

Hz. Fatıma (s.a) tüm delillerini sunduktan sonra Ebubekir ondan aldığı şeylerin hatta bir bölümünü bile ona vermekten sakınınca Hz. Fatıma (s.a) davasını bir grup Müslüman'ın karşısında söz konusu edip babasının ashabından yardım almaya ve onları sorumlulukları konusunda bilinçlendirmeye karar verdi. Bu nedenle yakınları ve taraftarlarıyla birlikte mescide doğru hareket etti. Sanki Resulullah (s.a.a) yürüyordu. Muhacir ve ensardan bir grubun arasında oturmuş olan Ebubekir'in yanına gitti. Hemen karşısına bir perde çektiler. Hz. Fatıma (s.a) bu konuşmasında şöyle buyurdu:

"Ey insanlar! Ben Fatıma'yım. Babam Muhammed (s.a.a)'dir. Dediğim gibi Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki…" Acaba bilerek ve kasıtlı olarak Allah'ın Kitabını terk edip ardınıza mı attınız?! Oysa Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: "Süleyman Davud'dan miras aldı." Yahya b. Zekeriyya'nın kıssasında ise, "Katından bana bir oğul bağışla ki, bana ve Yakub oğullarına mirâsçı olsun" veya, "Allah'ın kitabına göre yakın akrabalar birbirlerine (vâris olmağa) daha uygundur." Ve yine, "Allah size, çocuklarınız hakkında, erkeğe, kadının payının iki misli (miras vermenizi) emreder" veya, "Birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir hayır (mal) bırakacaksa, anaya, babaya, yakınlara uygun bir biçimde vasiyyet etmek, korunanlar üzerine bir borçtur" buyuruyor. Ve siz benim hiçbir hakkım  olmadığını ve babamdan miras almadığımı ve benimle onun arasında bir bağın bulunmadığını sandınız?

Acaba Allah Teala sizi bir ayete has kılıp peygamberini o ayetin kapsamından çıkardı mı, yoksa iki dinin halkının birbirinden miras alamayacağını mı söylüyorsunuz? Acaba benimle babam bir dinden değil miyiz? Yoksa sizler Kur'an-ı Kerim'in umun ve hususunu Resulullah (s.a.a)'ten daha mı iyi biliyorsunuz! Acaba cahiliyye kurallarını mı diriltmek istiyorsunuz?!"

Fatıma-ı Zehra (s.a) bu konuşmadan sonra evine gitti ve ölünceye kadar Ebubekir'den uzak durdu.

Fatıma-ı Zehra (s.a) babasından sonra altı ay yaşadı! Dünya yurdundan göçünce de eşi Ali (a.s), Ebubekir'e haber vermeksizin onu geceleyin defnetti!

Ebubekir sadece kendisinin rivayet ettiği bir hadisle içtihad edip Resulullah (s.a.a)'in kızını babasının mirasından mahrum etti! Ve yine içtihad ederek yakınların humsunu kesti! Ve onun hilafetinin sonuna kadar durum bu şekilde devam etti!

Ömer'in Hilafeti Döneminde Resulullah (s.a.a)'in Yakınlarının Hakları

İmam Ali (a.s), kendisinden, "Babam-anam size feda olsun; Ebubekir ve Ömer siz Ehlibeytin humustan hakkınız konusunda ne yaptılar?.." diye soran bir kişinin cevabında şöyle buyurdu:

"Ömer, 'Sizin humusta hakkınız var; fakat miktarı çok olursa onun hepsinin size düşüp düşmeyeceğini bilemedik? Fakat eğer isterseniz ondan uygun gördüğüm miktarı size veririm' dedi. Biz de hakkımızın hepsini isteyip daha azını almaktan sakındık. Ömer de onu bize vermedi."

Ömer İmam Ali (a.s) ve amcası Abbas'a Resul-i Ekrem (s.a.a)'in Medine'deki mirasının bir bölümünü vermek istiyordu; elbette Ömer, fütuhat nedeniyle her taraftan Medine'ye servet akmaya başlayınca bu kararı verdi.

Evet; Ömer içtihad ederek yakınların hakkını vermekten sakınmaya devam etti. Ve yine içtihad ederek Resul-i Ekrem (s.a.a)'in mirasını zaptetmeyi sürdürdü. Ve sonunda her taraftan Medine'ye servet akınca bir daha içtihad yaparak o haklardan bir bölümünü Ehlibeyte iade etmeye karar verdi ve ölünceye kadar da böyle sürüp gitti.

Osman'ın Döneminde Resulullah (s.a.a)'in Mirası

Osman, ilk Afrika savaşından elde edilen humsun tamamını teyzesi oğlu ve süt kardeşi Abdullah b. Ebu Serh'e bağışladı. Afrika'nın ikinci savaşının humsunu amcası oğlu ve damadı Mervan b. Hakem'e bıraktı! Fedek'i de onun adına geçirdi! Resulullah (s.a.a)'in vakıflarından olan ve o hazretin bütün Müslümanlara vakfettiği Medine pazarının yeri Mehzur'u, amcası oğlu ve damadı Haris b. Hakem'e verdi! Kazae sadakalarını amcası Hakem'e sundu; akşamleyin sadaka memuru Müslümanların pazarını görmeye çıkınca, bu sadakaları da Hakem'e bırakmasını emretti!

Beyhakî Osman'ın, Resulullah (s.a.a)'in mirasından kendi akrabalarına yaptığı bağışlardan bahsederken şöyle yazıyor: Osman, Resulullah (s.a.a)'ten rivayet edilen, "Allah Teala'nın peygamberine verdiği bir şey ondan sonra yerine geçen kişiye ulaşır" hadisini, "Osman zengin olduğundan ve ona ihtiyacı olmadığı için akrabalık haklarını yerine getirmek amacıyla onu akrabalarına bırakmıştır" şeklinde tevil etmiştir!

Dolayısıyla, Osman içtihad ederek Resulullah (s.a.a)'in miras ve vakıflarını kendi akrabalarına bağışlamıştır. Ve yine içtihad ederek humsu da onlara bağışlamıştır! Yine içtihad edip sadakaları onlara bırakmış! Ve içtihad etmiş, içtihad etmiş, içtihad etmiştir; bu içtihadın kapısı ne kadar genişti sahi?!

Ali (a.s)'ın Döneminde Resulullah (s.a.a)'ın Mirası

Emirulmüminin Ali (a.s) Ebubekir ve Ömer'in sünnetlerde, özellikle Ehlibeytin hakların onlara iade etme konusunda bir değişiklik yapamadı.

Muaviye'nin Hilafeti Döneminde Resulullah (s.a.a)'in Mirası

Muaviye'nin Resul-i Ekrem (s.a.a)'in yakınlarını humustan alıkoyma ve onun mirasını zaptetme konusundaki içtihadı da kendisiden önceki halifelerin içtihadı gibiydi. Ayrıca Muaviye halifelerin içtihadına bir içtihad daha ekleyerek tüm valilerine genelge göndererek fütuhatın ganimetlerinden elde edilen altın, gümüş, mücevher, güzel ve değerli şeyleri Müslümanlar arasında bölüştürmeyip kendisine ayırmalarını emretti!

Ömer b. Abdulaziz'in Döneminde Resulullah (s.a.a)'in Mirası

Ömer b. Abdulaziz bu konuda şerî nassı izlemeye çalıştı. Bu nedenle Resulullah (s.a.a)'in evlatlarına humustan hisselerinden bir miktarını verdi ve Fedek'i onlara iade etti. Ve kısa bir süre sonra bizim açımızdan şüpheli bir şekilde öldü.

Ömer b. Abdulaziz'in Döneminden Sonra Resulullah (s.a.a)'in Mirası

Yezid b. Abdulmelik içtihad ederek Fatıma evlatlarından Fedek'i aldı. Seffah başa geçince onu Fatıma evlatlarına iade etti. Sonra Abbasî halifesi Mensur içtihad ederek Fedek'i onlardan aldı. Daha sonra Mehdi-i Abbasî Fedek'i onlara iade etti.. Musa b. Mehdi içtihad ederek Fedeki tekrar Fatıma evlatlarından aldı; daha sonra Me'mun onu iade etti. Mütevekkil başa geçinceye kadar Fedek Fatıma evlatlarının elinde kaldı. Daha sonra Mütevekkil onu Fatıma evlatlarından alıp Abdullah-i Bazyar'a verdi. O da Resul-i Ekrem (s.a.a)'in kendi eliyle oraya diktiği on bir hurma ağacını kesti. Bu, halifelerin Resulullah (s.a.a)'in mirası ve humus konusundaki içtihadlarını bildiren son rivayettir.

Ulemanın halifelerin içtihad konularıyla ilgili görüşleri ise şöyledir:

Ulemanın Halifelerin Humsun Harcanmasıyla İlgili Görüşleri

Resul-i Ekrem (s.a.a)'ten sonra humsun harcanması gereken yerler konusunda halifeler kendilerinden farklı davranışlar sergiledikleri gibi ulema da farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Onlardan bazıları Resulullah (s.a.a)'in hissesi imama ve onun halifesine, yakınların hakkı ise o hazretin yakınlarına ve akrabalarına verilmelidir demişler; bazıları, yakınların hissesinin savaş araç-gereçleri hazırlamak ve savaşta güçlenmek için harcanmalıdır, söylemişlerdir. Başka bir grup, humusun halifenin içtihadı doğrultusunda harcanması gerektiğini ileri sürmüş; bir grup da Ömer'in Ehlibeytin humusunu engellemesiyle ilgili olarak, "Bu içtihadî bir konudur" veya "Ömer hüküm verince içtihad sınırlarını aşmıyordu. Kim bunu eleştirirse gerçekte sahabenin gidişatı olan içtihadı eleştirmiş olur" demiş veya "Bu mesele içtihadî bir konudur" söyleyip "Ömer Resulullah (s.a.a)'in eşlerine aylık tayin ediyor, fakat Resulullah (s.a.a)'in kızı ve Ehlibeytini kendi humuslarından alıkoyuyordu. Halbuki Resulullah (s.a.a)'in döneminde böyle yapılmıyordu" diyerek Ömer'i eleştirenlere, "Bu konu içtihadi bir meselede bir müçtehidin başka bir müçtehidle ihtilafı gibidir" diyorlardı!

Unutmayalım ki bütün bu sözler savaş ganimetlerinin humsuyla ilgilidir ve bu sözleri söyleyenler, "Bilin ki kazandığınız şeylerin beşte biri, Allah'a, Elçisine ve (Allâh'ın Elçisi ile) akrabâlığı bulunan(lar)a… âittir" ayetinin sadece savaş ganimetlerine yönelik olduğunda ittifak içerisindedirler. Buna rağmen diyorlar ki: Allah Teala savaş ganimetlerinin harcanması gereken yerleri bu ayette belirttiği halde humsun harcanması gereken yerlerin tayini halifelerin içtihadına bağlıdır!!!

Halifeler ise humsun harcanması gereken yerleri şöyle tayin etmişlerdir:

Ebubekir ve Ömer içtihad ederek Resulullah (s.a.a)'in kızı Fatıma'yı ve o hazretin diğer yakınlarını, Haşim oğulları ve Muttalib oğullarından olan akrabalarını humustaki hisselerinden mahrum ettiler! Osman daha ileri giderek buna bir içtihad daha ekleyip Resul-i Ekrem (s.a.a)'in mirası ve humsu sıla-i rahim olarak kendi akrabalarına bağışladı! Muaviye de kendi payınca bu konuda yeni bir içtihad ederek savaş ganimetlerindeki bütün altın, gümüş ve nefis şeyleri kendi özel hazinesine ekledi! Emevî ve Abbasî halifeleri de bu halifeleri izleyerek içtihad ederek humsu kendilerine has kılıp kişisel hazinelerine akıttılar ve ondan şairlere, çalgıcılara, şarkı söyleyen cariyelere bağışladılar!!

Nihayet içithad sırası ulemaya geldi; onlar da içtihad ederek halifelerin tüm yaptıklarını İslam dininin hükümlerinden bir hüküm saydılar, Müslümanların onları tüm varlıklarıyla kabul etmelerini gerekli görüp ve onlara muhalefet edenlerin sünnet ve cemaatle muhalefet ettiklerini ileri sürdüler!

Dolayısıyla, "Bu konuda halife içtihad etmiştir" veya "Bu konu içtihadi bir meseledir" sözü, "bu konuda halifenin görüşü İslamî bir hükümdür" anlamındadır. O halde "Allah Teala böyle buyurmuştur", "Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur" ve "halifeler böyle içtihad etmiş, böyle görüş belirtmişlerdir" dendiği zaman halifelerin içtihadı, İslam dininin yasama kaynaklarından biri olup Allah'ın Kitabı ve Resulullah (s.a.a)'in sünnetiyle bir ayarda olduğu anlamındadır. O halde "inna lillah ve inna ileyhi raciun."

* * *

Hulefa Mektebi'nin humus konusundaki görüşlerini biraz ayrıntılı bir şekilde açıklayıp bu konudaki davranış ve delillerine değindik. Bu hususta Ehlibeyt İmamlarının (a.s) buyruklarına da işaret edip humusun Ehlibeyt İmamları (a.s) Mektebinde altı eşit kısma ayrıldığını, bunun üç kısmının Allah, Resulü ve o hazretin yakınlarına ait olduğunu ve Resulullah (s.a.a)'in kendi hayatında bu üç hisseyi kullandığını ve o hazretten sonra bu hisselerin Ehlibeyt İmamlarına verildiğini, diğer üç hissenin de Haşim oğullarının fakirlerine, yetimlerine ve yolda kalmışlarına ait olduğunu açıkladık.[356]

Ve yine her Müslüman'a ister savaşarak düşmandan alsın ister başka bir yerden, kazançlarının humsunu vermesi farzdır diyor[357] ve her iki konuda humus ayetinin umumiyeti ve ellerine ulaşan Resulullah (s.a.a)'in sünnetiyle delil getiriyorlar. Ehlibeyt (a.s) Mektebi fakihleri yine buna humus ayetini delil getirirken şöyle diyorlar: Her ne kadar humus ayeti Bedir savaşı ganimetleri hakkında nazil olduysa da, ancak ayetin bir konuda nazil olması genel hükmü o konuyla sınırlı kılmaz ve delilsiz sınırlandırma da batıldır.[358]

Bu istidlale yöneltilen eleştiri ve cevabı şöyledir:

Eleştiri: Bu ayet Bedir savaşı ganimetleri hakkında nazil olmuş ve savaş ganimetlerinden başka bir şeyi kapsamaz.

Cevap:[359] Ayetin Bedir savaşında nazil olması, ondaki ganimet ve diğer kazançlardan humus verme yönündeki genel hükmü savaş ganimetlerine has kılmaz. Sayıları dörde varmayan zina şahidlerine kırbaç vurma hükmü bunun en açık örneğidir. İfk olayından ibaret olan özel durum, ayetlerdeki, sayıları dörde varmayan şahidlere kırbaç vurma yönündeki genel hükmü sınırlandırıp o olaya has kılmamıştır.

Diğer bir örneği Mücadele Suresinde geçen zihar hükmüdür. Her ne kadar bu ayet o dönemde böyle bir konuda kocasıyla sorun yaşayan kadın hakkında nazil olduysa da ancak bu hüküm sadece o kadına has değildir. Diğer örnekler de böyledir.

Ve yine demişlerdir ki: Ayetin düşman topraklarındaki ganimetlerle sınırlı kılınması için bir delile gerek vardır. Böyle bir iddiada bulunup onu savaş ganimetlerine has bilen bir kimse konuyla ilgili bir delil göstermelidir.

Hulefa Mektebi alimlerinden olan Kurtubî'nin bu ayetin tefsiriyle ilgili söyledikleri bu cevabımızı teyit etmektedir. Kurtubî şöyle diyor: Bu konuda Hulefa Mektebi uleması, "mâ ğanimtum min şey" ayetinden maksadın, Müslümanların savaşarak elde ettikleri savaş ganimetleri olduğunda ittifak etmişlerdir. Fakat bu sözcük böyle bir sınırlandırmayı gerektirmiyor.[360]

Dolayısıyla, ganimetlerin, düşman topraklarından elde edilen ganimetlerle sınırlandırılması lügatçilerin bu sözcükten anladıkları anlamla çelişmektedir. Hulefa Mektebi ulemasının ayeti savaş ganimetleriyle sınırlandırma yönündeki sözleri, bu ayetin sınırlandırılmamış genel anlamına aykırıdır.

Ve yine bu iddiaya şöyle cevap vermişlerdir: Bu ayet her ne kadar Bedir savaşından ibaret olan özel bir konuda nazil olmuşsa da, ayetin bu konuyla sınırlandırılmadığı apaçık bellidir. Hatta humsun genel olarak ganimet ve kazançlarda farz olmadığını söyleyen Ehl-i Sünnet alimleri bile onu sadece Bedir savaşı ganimetleriyle sınırlı bilmemiş, bütün savaşlarda elde edilen ganimetlere genellemişlerdir. Dolayısıyla, eğer bu ayetten hükmü çıkarma konusunda düşüncemizi kısıtlayıp bu ayetin nazil olduğu konudan kesinlikle dışarı çıkmamak istersek, humsun sadece Bedir savaşında müşriklerden elde edilen ganimetlerde ve bu savaşa katılanlara farz olduğunu söylememiz gerekir. Oysa bugüne kadar hiç kimse böyle bir şey söylemiş değildir. O halde, hükmün bu ayetin nazil olduğu Bedir savaşı ganimetleri dairesinden dışarı çıkması gerekiyor; dolayısıyla biz onu ister savaş, ister ticaret, ister sanat ve ister diğer mesleklerle olsun "ganimet = gelir" denilebilecek her şeye genelleme yapıyoruz.

Ehlibeyt (a.s) Mektebi uleması bu konuda humus ayetiyle istidlallerinin yanısıra, diğer hükümlerde de olduğu gibi Ehlibeyt İmamlarından (a.s) rivayet edilen hadislerle de istidlal etmekteler. Çünkü Resulullah (s.a.a) Sekaleyn hadisinde ve diğer hadislerde onlara sarılmayı emretmiştir. İster Ehlibeyt İmamları (a.s) hadislerini Resulullah (s.a.a)'a dayandırsınlar; örneğin Şeyh Saduk'un (r.a) Hisal adlı kitabında Cafer b. Muhammed'den, babasından, dedesinden, Ali b. Ebutalib'den, Resulullah'tan rivayet ettiği şu hadis gibi: Resul-i Ekrem (s.a.a) Ali (a.s)'a vasiyetinde şöyle buyurmuştur: "Ey Ali! Abdulmuttalib cahiliye döneminde beş şeyi sünnet etmiş ve Allah Teala da onları İslam dininde geçerli kılmıştır. Abdulmuttalib, babanın eşini, çocuklara haram kılmış ve Allah Teala da, "Babalarınızın nikahladığı kadınlarla evlenmeyiniz." (Nisa, 22) buyurmuştur. Bulunan defineyi ve onun humsunu ayırarak sadaka vermiş, Allah Teala da, "Bilin ki kazandığınız şeylerin beşte biri, Allah'a, Elçisine ve (Allâh'ın Elçisi ile) akrabâlığı bulunan(lar)a… âittir" ayetini nazil etmiştir. Zemzem kuyusunu kazınca…"[361] Bu hadis, bu ayetin savaş ganimetleri dışındaki gelirleri de kapsadığını göstermektedir. Bu konuda Resul-i Ekrem (s.a.a)'in sünnetini de daha önce açıklamıştık.

Bu, Ehlibeyt (a.s) Mektebi izleyicilerinin konuyla ilgili delillerinin özetidir.

 


 

[1] - Nihayetu'l - Lügat, -İbn-i Esir- "zeka" sözcüğü.

[2] - Müfredat-ı Ragıb, "zeka" sözcüğü.

[3] - Nihayetu'l - Lügat, -İbn-i Esir- "zeka" sözcüğü.

[4] - Nehcu'l - Belaga, hikmetli sözler: 147.

[5] - Nisa, 49.

[6] - Bkz. Müfredat-ı Ragıb, "zeka" terimi.

[7] - Biz bu konuda ve yine ileride karşılaşacağımız ıstılahlarda Müfredat-ı Ragıb, İbn-i Esir'in Nihayetu'l- Lügat'ına, İbn-i Menzur'un Lisanu'l - Arab'ına, Kamus ve şerhine ve bunların dışında Tefsir-i Kurtubî ve Tefsir-i Tabersî gibi Kur'an-ı Kerim tefsirlerine müracaat ettik.

[8] - Ferheng-i Lügat, "sadaka" sözcüğü.

[9] - Mecmau'l - Beyan, -Tabersî- c. 1, s. 384, Bakara suresinin 272. ayetinin tefsirinde.

[10] - Yusuf, 88.

[11] - Bu rivayete bir daha müracaat ederek kaynaklarını zikredeceğiz.

[12] - Tevbe, 60.

[13] - Mu'cemu'l - Mufehrist li - Elfaz-i Kur'an-ı Kerim, "zekat" sözcüğü.

[14] - Müfredat-ı Ragıb, "sadaka" sözcüğü, Nihayetu'l - Lügat-ı İbn-i Esir ve Lisanu'l - Arab-i İbn-i Menzur.

[15] - Allah Teala buyuruyor ki: "musaddikin ve mutesaddikat (Sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar.)" (Hadid, 18) "mutesaddikin ve mutesaddikat (sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar)" (Ahzab, 35) Sahih-i Müslim, "zekat" bölümleri, c. 3, s. 172; Sünen-i Ebu Davud, c. 1, s. 202 ve Tirmizî, c. 3, s. 172.

[16] - Bunun açıklamasına ileride değineceğiz.

[17] - Sahih-i Müslim, c. 3, s. 117.

[18] - Mu'cemu'l - Mufehrist li - Elfaz-i Kur'an-ı Kerim, "zekat" sözcüğü.

[19] - Sünen-i Tirmizî, c. 3, s. 97, "mâ câe iza eddeyte'z - zekate fe kad kazeyte mâ aleyk" babı.

[20] - Sünen-i Tirmizî, c. 3, s. 125, "mâ câe lâ zekate ala'l mal'i-l mustefad hatta yehule aleyhi'l - havl" babı.

[21] - Usul-u Kâfi, c. 2, s. 19 - 20; Ayyaşî tefsiri, c. 1, s. 252; Biharu'l - Envar, c. 68, s. 337 ve 389.

[22] - Lisanu'l - Arab, "fey" sözcüğü.

[23] - Haşr, 7.

[24] - Ebu Rafi', ismi İbrahim veya Salih'tir. Kıbtî bir köleydi. Resulullah (s.a.a)'in amcası Abbas onu Resulullah (s.a.a)'e bağışlamış, Hazret de onu azad etmiş ve azat etmiş olduğu Selmî ismindeki cariyesini onunla evlendirmiştir. Ebu Rafi', Mekke'de iman getirmiş, Uhud savaşı ve Resulullah (s.a.a)'in diğer savaşlarına katılmıştır. Oğlu Rafi', Ali (a.s)'ın katibiydi. Ebu Rafi' Osman'ın hilafeti döneminde veya ondan sonra vefat etti. Bkz. Usdu'l - Gabe, c. 1, s. 41 ve 77.

[25] - Benî Nezir'le ilgili kaydettiklerimizi Meğazi-i Vakidî, s. 363 - 378 ve onu özetle nakleden Muğriî'nin Emtau'l - Esma'sından, s. 178 - 182 ve yine Tefsir-i Taberi'den, bu ayetin tefsirinden aldık.

[26] - Nihayetu'l - Lügat, -İbn-i Esir-.

[27] - Sünen-i Ebu Davud, "fi safaya Resulullah min kitabi'l - havaric" babı, c. 3, s. 141; Emval-i Ebu Ubeyde, s. 9.

[28] - Haşr, 6.

[29] - Sünen kitabının yazarı, Ebu Davud, Süleyman b. Eş'as-i Sistanî, kendisi diyor ki: "Resulullah (s.a.a)'ten beş yüz bin hadis yazdım; bunların arasından sahih veya sahihe yakın olan 4800'ünü seçerek Sünen kitabında kaydettim." Ebu Davud, Basra'da vefat etmiştir.

[30] - Ezherî, Ebu Mensur Muhammed b. Ahmed b. Ezherî-i Herevî-i Şafi-i Lugavî, Kıramita'ya esir düşmüş ve uzun yıllar boyu çöllerde onlarla birlikte yaşamış, onların konuşma ve sözlerinden oldukça fazla yararlanmıştır. Tehzib onun telif eserlerinden biridir. "Savafi" sözcüğünde, Karamitelerin savaş ve yağmalama konusundaki konuşma ve sözlerinden yararlanmış olabilir. Eğer böyleyse bu tanımı şerî bir ıstılah olarak kabul edip hadisi ona göre yorumlayamayız.

[31] - Enfal, 1.

[32] - Sünen-i Ebu Davud, c. 3, s. 9, "cihad" kitabı, "nefl" babı.

[33] - İbade b. Samit, Ebu'l - Velid-i Ensar-i Hazrecî, Birinci Akabe, İkinci Akabe ve Resul-i Ekrem (s.a.a)'in tüm savaşlarına katılmıştır. O, ensarın ileri gelenlerinden, güvenirlerinden ve Resulullah (s.a.a)'in döneminde Kur'an hafızlarından biriydi. İbade hicretin 32. veya 45. yılında Ramle veya Beytulmukaddes'te vefat etmiştir. Usdu'l - Gabe, c. 3, s. 107.

[34] - Ebu Useyd, Malik b. Rabia-i Ensari-i Hazrecî, Bedir'e ve Resulullah (s.a.a)'in diğer savaşlarına katılmıştır. Hicretin 60'ıncı yılında mı yoksa 65'inci yılında mı vefat ettiğinde ihtilaf vardır. Usdu'l - Gabe, c. 4, s. 279.

[35] - Beni Aiz b Abdullah b. Ömer b. Mahzum Kureyş'ten olup soyları Musaab b. Zuheyr'in Nesebu'l - Kureyş adlı eserinde, s. 299'da kaydedilmiştir.

[36] - Safra, Bedir ve Safra vadisinde yer almıştır. Mu'cemu'l - Buldan.

[37] - Sire-i İbn-i Hişam, c. 2, s. 283 - 286 ve Tefsir-i Taberî'de ayetin tefsiri ve diğer kaynaklar.

[38] - Biharu'l - Envar-i Meclisi, "humus" kitabı, "enfal" babı, c. 96, s. 204 - 214, yeni baskı.

[39] - Örneğin: Sihah-i Cevherî, Nihayetu'l - Lügat-i İbn-i Esir, Lisanu'l - Arab-i İbn-i Menzur, Kamus ve Şerhi.

[40] - Sünen-i Daremî, c. 2, s. 229, "siret" kitabı, "men katele katilen fe lehu selbuh" babı; Müsned-i Ahmed, c. 5, s. 295 ve 306 ve 312; Sünen-i Ebu Davud, "cihad" kitabı, c. 2, s. 3; Sünen-i Ebu Davud, "fi's - selb yuta'l katil" babı, c. 2, s. 13.

[41] - Sünen-i İbn-i Mâce, "hudud" kitabı, hadis: 2613.

[42] - Ebusüfyan b. Harb, Uhud, Hendek ve diğer yerlerde Resulullah (s.a.a)'a karşı savaştı ve Mekke'nin fethinden sonra görünüşte Müslüman oldu ve hicretin 31. yılında öldü.

[43] - Safvan b. Ümeyye-i Kureyşî Osman veya Muaviye'nin döneminde Mekke'de öldü.

[44] - Uyeyne b. Hisn-i Hizarî, Ömer tarafından öldürüldüğü veya Osman döneminde öldüğü söylenmektedir.

[45] - Akra b. Habis-i Temimî Cevzcan'dan orduyla savaşmış ve Horasan'da öldürülmüştür.

[46] - Sahih-i Müslim, c. 3, s. 108, "zekat" kitabı, "i'tau'l - muellefet-i kulubihim" babı ve Ağanî, Abbas b. Mirdas'ın biyografisinde, c. 14, s. 290 ve Usdu'l - Gabe'de onun biyografisinde geçmiştir. Ubeyd onun atının ismiydi; Huneyn savaşı ise hicretin sekizinci yılında Mekke'nin fethinden sonra vuku bulmuştur.

[47] - Nihayetu'l - Lügat-i İbn-i Esir, "harb" sözcüğü. Haraib, haribe'nin çoğuludur.

[48] - Müsned-i Ahmed, c. 4, s. 328; Buhari, c. 3, s. 31.

[49] - Muvatta-i Malik, c. 2, s. 236, "vasiyet" kitabı, "camiu'l - kaza ve kerahetihi" babı.

[50] - Süfyan-i Ğamidî, Rum topraklarında, hicretin 50. yılından sonra Muaviye tarafından Saife valisiyken öldü. Bkz. Ehadis-i Ummu'l - Müminin Aişe, s. 242.

[51] - el-Garat, -İbrahim b. Muhammedi's - Sefî- (ö: 280 hicri), İbn-i Ebi'l - Hadid'in Şerh-u Nehci'l - Belaga'sına uygun olarak, c. 2, s. 58 ve 90, Muhammed Ebu'l-Fazl incelemesi.

[52] - Müsned-i Ahmed, c, 5, s. 367; Sünen-i İbn-i Mâce, "fiten" kitabı, hadis 3938.

[53] - Abdurrahman b. Semere-i Kureyşî, hicri 50 veya 51 yılında Basra'da dünyadan göçmüştür. Biyografisi Usdu'l - Gabe, c. 3, s. 297'de geçmiştir.

[54] - Müsned-i Ahmed, c. 5, s. 62 ve 63.

[55] - Müfredat-ı Ragıb, "ğanem" sözcüğü; Tehzibu'l - Lügat-i Ezherî (ö: 370 hicrî) c. 8, s. 149; Mu'em-u Elfaz-i Kuran, c. 2, s. 293; birinci ayet Enfal, 41, ikinci ayet, enfal 69 ve üçüncü ayet Nisâ, 94.

[56] - Sihahi'l - Lüfat-i Cevherî, "ğunm" sözcüğü, s. 1999.

[57] - Sünen-i İbn-i Mâce, "zekat" kitabı, hadis: 1797.

[58] - Müsned-i Ahmed b. Habel, c. 2, s. 177.

[59] - Müsned-i Ahmed b. Hanbel, c. 2, s. 330 ve 374 ve 524.

[60] - Her iki hadis Sünen-i İbn-i Mâce'nin "el-Fiten" kitabında, s. 1299 ve birinci hadis: Müsned-i Ahmed, c. 4, s. 194; ikinci hadis: Müsned-i Ahmed, c. 3, s. 140 ve 197, 312, 323, 380 ve 395, c. 4, s. 439, 443, 446, c. 5, s. 62.

[61] - Sahih-i Buharî, c. 2, s. 49, "mezalim" kitabı, "en-nehy-u bi gayr-i izn-i sahibihi" babı; Müsned-i Ahmed, c. 5, s. 321.

[62] - Sahih-i Buharî, c. 3, s. 214, "eşribe" kitabı ve yine c. 2, s. 48.

[63] - Sünen-i Ebu Davud, "cihad" kitabı, "fi'n - nehy-i ani'n nuhbe", c. 3, s. 66.

[64] - Sünen-i Ebu Davud, c. 2, s. 230.

[65] - Sünen-i Daremî, c. 2, s. 230, "siyer" kitabı, "mâ câe men eddu'l hayte ve'l mahite" babı.

[66] - Sünen-i Ebu Davud, c. 2, s. 13, "cihad" kitabı, "ta'zimu'l - ğulul" babı. Ve aynı kaynakta, "fi ukubeti'l - ğal" babında şöyle geçmiştir: "Onlar yağmaladıkları eşyaları yakıyorlardı." Ve yine, "men keteme ğallen fe huve misluh" babı.

[67] - Sünen-i Ebu Davud, s. 950.

[68] - Sünen-i Daremî, c. 2, s. 230.

[69] - Sünen-i İbn-i Mâce, s. 950.

[70] - Bu hadisin bütünü Sahih-i Buharî, c. 3, s. 37'de "gazvetu-l Hayber" babında, Sahih-i Müslim, c. 1, s. 75, "iman" kitabı, Sünen-i Ebu Davud, "cihad" kitabı ve yine, Sahih-i Müslim, "imare" kitabı, c. 6, s. 10, "tahrimu'l - ğulul" babında geçmiştir.

[71] - Sahih-i Buharî, c. 3, s. 36, "gazve-i Hayber" babında Resulullah (s.a.a)'in piyadelere bi pay, süvarilere ise iki pay verdiği geçer.

[72] - Sahih-i Buharî, c. 2, s. 131, "cihad ve seyr" kitabı, "iza bease imam-u resulen ila hacetin ev emrin bil mekam-i hel yeshemu" babı; Müsned-i Tayalesî, hadis: 1985, Müsned-i Ahmed, c. 1, s. 68 ve 75, c. 2, s. 101 ve 102; Tabakat-ı İbn-i Sa'd, c. 3, s. 56; Bidayetu'l - Müçtehid, "cihad" kitabı, c. 1, s. 410 - 412, ikinci bölüm.

[73] - Biz Buharî'nin sözünü özetle naklettik.

[74] - Kamusu'l - Lügat kitabının yazarı, "fey" sözcüğünü ganimet olarak anlamlandırmıştır.

[75] - Kamusu'l - Lügat, "Ğunm" sözcüğü.

[76] - Kamus, Lisanu'l - Arab, Tacu'l - Arus, Nihayetu'l - Lügat-i İbn-i Esir ve Sihah-i Cevherî'de, "Rub" sözcüğünden onlardan bir bölümü geçmiştir. Ve yine bkz. Sire-i İbn-i Hişam, c. 4, s. 249.

[77] - Nihayetu'l - Lügat, c. 2, s. 62.

[78] - Adiy, Ebu Tureyf hicretin dokuzuncu yılında Müslüman olmuş, Irak fethine, Cemel, Sıffin ve Nehrevan savaşlarında Hz. Ali (a.s)'ın saflarında yer almış, Sıffin savaşında bir gözünü kaybetmiştir. Muhaddisler onan 66 hadis rivayet etmişlerdir.Adiy hicretin 68. yılında Kufe'de vefat etmiştir. Biyografisi için bkz. İstiyab, Usdu'l - Gabe ve et-Takrib.

[79] - Nihayetu'l - Lügat, c. 1, s. 321; Müsned-i Ahmed, c. 4, s. 257.

[80] - Enfal, 41.

[81] - Müsned-i Ahmed, c. 1, s. 314; Sünen-i İbn-i Mâce, s. 839.

[82] - Sahih-i Müslim, c. 5, s. 127; "hudud" kitabı, "cerhu'l - ucema-i ve'l - maden-i ve'l - bi'ri cibarun" babı -Nevevî şerhi-, c. 11, s. 225; Sahih-i Buharî, c. 1, s. 182, "fi'r - rukaz-i el-humus" babı ve c. 2, s. 34, "musakat" kitabı, "men hafere fi mülkin lem yezmun" babı; Sünen-i Ebu Davud, c. 2, s. 254, "hudud" kitabı, "men katele umya beyne kavm" babı ve "mâ câe fi'r - rukaz" babı, c. 2, s. 70; Sünen-i Tirmizî, c. 3, s. 138, "mâ câe fi'l ucema-i cerhen cubarun ve fi'r - rukaz-il humsullah" babı, Sünen-i İbn-i Mâce, s. 803, "lükate" kitabı, "men esabe rukazen" babı; Muvatta-i Malik, c. 1, s. 244, "zekatu'ş - şureka" babı, Müsned-i Ahmed, c. 2, s. 228, 239, 254, 274, 285, 319, 382, 386, 406, 411, 415, 454, 456, 467, 475, 482, 493, 495, 499, 501, 507 ve el-Emval li Ebi Ubeyd, s. 336.

[83] - Ebu Yusuf, yakub b. İbrahim-i Ensarî, hicri 113 yılında Kufe'de dünyaya gelmiş olup Ebu Hanife'nin öğrencilerindendi. O, Ebu Hanife'nin görüşüne göre kitap yazan ilk kişidir. Mehdi, Hâdi ve Reşid'in hilafetleri döneminde Bağdat'ın baş kadısıydı. O, hicrî 182 yılında vefat etmiştir. Bu konu için bkz. onun Harun Reşid için yazmış olduğu Harrac kitabı, 1346 kahire baskısı, s. 26.

[84] - Ebu Ömer, Amir b. Şerahil-i Kufî-i Şa'bî, Hemedan boyundan Şa'b'a mensuptur. Ashaptan yüz elli kişiden rivayet etmiş, hicrî 104 yılında Kufe'de vefat etmiştir. Ensab-i Sem'anî, s. 336.

[85] - Müsned-i Ahmed, c. 3, s. 335, 336, 353, 354 ve 356; Mecmau'z - Zevaid, c. 3, s. 78, "fi'r rukaz-i ve'l meadin" babı.

[86] - Müsned-i Ahmed, c. 5, s. 326.

[87] - Müsned-i Ahmed, c. 3, s. 128; Mecmau'z - Zevaid, c. 3, s. 77, "fi'r - rukaz-i ve'l - meadin" babı; Meğazî-i Vakidî, s 682.

[88] - Müsned-i Ahmed, c. 2, s. 186, 202 ve 207; Sünen-i Tirmizî, c. 1, s. 219, "rukaz" kitabı, "lükate" babı, sözcükteki biraz farkla; Emval-i Ebu Ubeyde, s. 337. Tirmizî de bu hadiste, "mâ câe ucema-u cerhuha cubarun ve fi'r rukaz-i humsun" babında şöyle yazmaktadır: Bu konuda Enes b. Malik, Abdullah b. Ömer, İbade b. Samit, Ömer b. Avf-ı Mezenî ve Cabir'den bazı şeyler rivayet edilmiştir.

[89] - Vail b. Hacer, babası Yemen'de Humeyr şahlarından biriydi. Resulullah (s.a.a)'in huzuruna gelince Hazret onun için bir sözleşme yazdı; yukarıda kaydettiklerimiz onun bir bölümüdür. Biyografisi için bkz. Usdu'l - Gabe, c. 3, s. 592.

[90] - Nihayetu'l - İreb, s. 221. Onu, Kadı İyaz'ın Şifa kitabından almıştır; Ikdu'l - Ferid, c. 2, s. 48. Vefud ve Zehhak'ın hayatında Usdu'l - Gabe kitabında ve İstiab ve Usdu'l - Gabe kitaplarının yazarları Vail'in biyografisinde, c. 3, s. 38'de bu mektuba işaret etmişlerdir.

[91] - Sünen-i Tirmizî, c. 6, s. 145 - 146, "mâ câe fi'l ucema cerhuha cubar" babı.

[92] - el-Harac kitabı, s. 25 - 27.

[93] - Burada "zekat"tan maksat "sadaka"dır.

[94] - Ve bu ise humus ayetinin genelliğine, Ehlibeyt İmamları (a.s)'ın fıkhına aykırıdır.

[95] - Harac kitabı, s. 83 ve yine Emval-i Ebu Ubeyde, s. 345 - 348; burada iki görüş ileri sürmüştür: a- Zekatı vardır, b- humsu farzdır.

[96] - Abdulkays, Temame bölgesinde yaşayan ve daha sonra Bahreyn'e göçen Rabia' kabilesinin boylarındandı. Onların temsilcileri hicretin dokuzuncu yılında Resulullah (s.a.a)'in huzuruna çıkmışlardır. Emval-i Ebu Ubeyde'de, "ganimetten humsu verin" yerine "kazandığınız şeylerin humsunu ödeyin" geçer.

[97] - Sahih-i Buharî, c. 4, s. 205, "Tevhid" kitabı, "vallahu halekakum ve mâ te'lemun" babı ve c. 1, s. 13 ve 19 ve c. 3, s. 53; Sahih-i Müslim, c. 1, s. 35 ve 36, "el-emr-u bi'l - iman" babı, İbn-i Abbas ve diğerlerinden; Sünen-i Nesaî, c. 2, s. 333; Müsned-i Ahmed, c. 3, s. 318 ve c. 5, s. 136.

[98] - Amr b. Hazm-i Ensarî-i Hazreci'dir; Handek savaşı ve sonrasına katılmış, hicri 51 veya 53 ya da 54 yılında Medine'de vefat etmiştir. Usdu'l - Gabe, c. 4, s. 99.

[99] - Maide, 1.

[100] - Futuhu'l - Buldan -Belazurî-, c. 1, s. 82, "Yemen" babı; Sire-i İbn-i Hişam, c. 4, s. 265 - 266; Tarih-i Taberî, c. 1, s. 1727 - 1729; Tarih-i İbn-i Kesir, c. 5, s. 76; Harac kitabı -Ebu Yusuf-, s. 85; bu konudaki diğer bir rivayeti de Hakim kendi Müstedrek'inde, c.1, s. 395 ve 396'da, Muttaki, Kenzu'l - Ummal'da, c. 5, s. 517'de kaydetmişlerdir.

[101] - Tabakat-ı İbn-i Sa'd, c. 1, s. 270; Cizam, soyları İbn-i Hazm'ın Cemhere'sinden (420 - 421) geçen Kahtan'a bağlı büyük bir kabiledir. Sa'id-i Huzeym de soyları Cemhere'nin 447. sayfasında geçen Kahtan'a bağlı Kazae kolundandır. Fakat Resulullah (s.a.a)'in ashabı arasında Ubey ve Anbese adıyla meşhur olan birkaç kişi vardır. İbn-i Sad burada adı geçen Ubey ve Anbese'nin künye veya lakaplarını zikrederek bunlardan hangisi olduğunu belirtmemiştir.

[102] - Malik b. Ahmer, Medyen ve Tebuk arasında yaşayan Kehlan boyundan olan Cizam b. Adiy'dendi. Malik Müslüman olunca Resulullah (s.a.a)'ten bir mektup yazarak kabilesini İslam'a davet etmesini istedi. O hazret de onlara uzunluğu bir karış ve genişliği dört parmak olan bir derinin üzerine davet mektubu yazdı.

[103] - Malik'in biyografisi için bkz. Usdu'l - Gabe, c. 4, s. 271 ve İsabe, c. 3, 7593 rakamının altında, Lisanu'l - Mizan, c. 3, s. 20; son kaynakta Malik yerine ismini Mübarek olarak kaydetmiştir.

[104] - Fucey' b. Abdullah-i Bukaî'dir. Hal tercemesi Usdu'l - Gabe ve İsabe'de geçmiştir. Ve Resulullah (s.a.a)'in huzuruna gelişi, Usdu'l - Gabe, c. 1, s. 160'ta Bişr b. Muaviye b. Sevr-i Bukaî'nin hal tercemesinde geçmiştir.

[105] - Tabakat-ı İbn-i Sa'd, c. 1, s. 304 ve 305; Usdu'l - Gabe, c. 4, s. 175; İsabe, c. 4, rakam 6960. Biz İbn-i Sa'd'ın, Benî Amir-i Adnanî boyundan olan Vefd-i Beni Buka'sından naklettik.

[106] - Mecmua-i el-Vesaiki's - Siyasiyye, -Muhammed Hamidullah'ın eseri- Ebu Ubeyde'nin Emval adlı kitabından, s. 52'den naklen. Subhu'l - A'şa -Kalkaşendî- c. 6, s. 380. Esbezî, Hacer'de "isbez" adında bir kente verilen nispettir. Esbezî'nin atperestlere mensup oldukları görüşü doğru değildir. Çünkü Resulullah (s.a.a) onları Allah kulları olarak adlandırmıştır; bu ise atperestlikle bağdaşmaz. Futuhu'l - Buldan, s. 95.

[107] - Tabakat-ı İbn-i Sa'd, c. 1, s. 266. Hads b. Uryeş, Lahm-i Kahtan kabilesindendi; onların soyu İbn-i Hazm'ın Cemhere'sinde, s. 423'te kaydedilmiştir.

[108] - Tabakat-ı İbn-i Sa'd, c. 1, s. 270, "zikr-i bi'set-i Resulullah (s.a.a)" babı ve Usdu'l - Gabe, Cünade'nin hal tercemesi, c. 1, s. 300; Kenzu'l - Ummal, birinci baskı, c. 5, s. 320.

Cünade b. Ezdî için dört tane hal tercemesi zikredilmiştir: 1- Cünade b. Ebi Umeyye, 2- Cünade b. Malik, 3- Cünade-i Ezdî; bunun babasının ismi zikredilmemiştir. 4- hiç kimseye nispet verilmeye Cünade; bu rivayeti son tercemeden getirmişlerdir. Her dördü aynı kişi olabilir. Bkz. Usdu'l - Gabe, c. 1, s. 298 - 300.

[109] - Cerul b. Sa'l b. Amr, soyu İbn-i Hazm'ın Cemhere'sinde, s. 400 - 401'da geçmiştir.

[110] - Tabakat-ı İbn-i Sa'd, c. 1, s. 269.

[111] - Tabakat-ı İbn-i Sa'd, c. 1, s. 269.

[112] - Cuheyne b. Zeyd, Kadae kabilesinden ve Kahtanî'dir. Soyları Cemhere'de s. 444 - 446'da geçmiştir. Yukarıda geçen üç kaynakta Resulullah (s.a.a)'in mektubu, künyesi Ebu Meryem olan Amr b. Merre-i Cuhni'yle birlikte gönderdiği geçmiştir. Ebu Meryem Resulullah (s.a.a)'in huzuruna ulaşmış, savaşlarının bir çoğunu idrak etmiştir. O, Şam'da yaşamış, Muaviye'nin hilafetini görmüştür. Usdu'l - Gabe, c. 4, s. 130; İsabe, c. 3, s. 16. O, kabilesine dönerek halkı İslam dinine davet edince hepsi Müslüman olarak Resul-i Ekrem (s.a.a)'in huzuruna gittiler. Ebu Meryem, Muaviye'nin hilafeti döneminde öldü.

[113] - Bu mektubu Muhammed Hamidullah, Mecmua-i Vesaiki's - Siyasiyye, s. 142'de, 157 rakamında, Siyutî'nin Cemu'l - Cevami'sinden nakletmiştir. İbn-i Esir de "sarm" sözcüğünde bu mektubun bir bölümünü kaydetmiştir. Yine İbn-i Menzur, Lisanu'l - Arab'da zikretmiştir.

[114] - Futuhu'l - Buldan, c. 1, s. 85; Sire-i İbn-i Hişam, c. 4, s. 258 ve 259'da diğer sözcüklerle zikredilmiştir; Müstedrek-i Hakim, c. 1, s. 395; Tehzib-i Tarih-i İbn-i Asakir, c. 6, s. 273 ve 274; Kenzu'l - Ummal, birinci baskı, c. 6, s. 165; Emval-i Ebu Ubeyde, s. 13. Humeyr, İslam'dan önce Yemen'e yerleşen Kahtan kabilesinden büyük bir boydu. Hal tercemeleri İbn-i Hazm'ın Cemhere'sinde, s. 432 - 438'de geçmiştir. Onlar hicretin dokuzuncu yılında Resulullah (s.a.a)'in huzuruna çıkmışlardır. Mektup, Humeyr padişahlarından Nu'man ve Haris b. Abdul Kilal için yazılmıştı.

[115] - Bu mektup İsabe, c. 2, s. 189, rakam 4111'de Safiy b. Amir'in hal tercemesinde ve yine İsabe'nin haşiyesi İstiab'da, c. 2, s. 186'da, Usdu'l - Gabe, c. 3, s. 34'de de geçmiştir. İbn-i Esir onu Benî Sa'lebe'nin efendisi diye tavsif etmiştir. Benî Sa'lebe b. Amir, Adnan kabilesinin Bekr b. Vail boyundandır. Soyları İbn-i Hazm'ın Cemhere'sinde s. 316'da geçmiş, bu kitapta hicretin sekizinci yılında Resulullah (s.a.a)'in huzuruna geldikleri kaydedilmiştir. Fakat onlar arasında "Sayfi"nin olup olmadığını anlayamadık. Bkz. Tabakat-ı İbn-i Sa'd, c. 1, s. 298 ve Uyunu'l - Eser, c. 2, s. 248.

[116] - Zuheyr b. Akyeş, Tacu'l - Arus, c. 4, s. 280'de şöyle yazar: Resulullah (s.a.a), Akl kabilesinin bir koluna mektup yazmıştır. İbn-i Hazm ise Cehmere'sinde, s. 480'de onu şöyle kaydetmiştir: Beni Akl b. Avf b. Ed b. Tabiha b. İlyas b. Muzir.

[117] - Sünen-i Ebu Davud, c. 2, s. 55, "haraç" kitabı "mâ câe fi sehmi's - safi" babı, Daru'l - İhyai's - Sünneti'n - Nebeviyye basımı, c. 3, s. 153 ve 154; Sünen-i Nesaî, c. 2, s. 179; Tabakat-ı İbn-i Sa'd, c. 1, s. 279; Müsned-i Ahmed, c. 5, s. 77 ve 78 ve 363; Usdu'l - Gabe, c. 5, s. 4 ve 389; İstiab. Ve bazı rivayetlerde ise şöyle geçmiştir: "Kazançlardan humus verirseniz". Emval-i Ebu Ubeyde, s. 13.

[118] - Tabakat-ı İbn-i Sa'd, c. 1, s. 271.

[119] - Tabakat-ı İbn-i Sa'd, c. 1, s. 268.

[120] - Bkz. Usdu'l - Gabe, onların hal tercemesine.

[121] - Tabakat-ı İbn-i Sa'd, c. 1, s. 305.

[122] - Tabakat-ı İbn-i Sa'd, c. 1, s. 248.

[123] - Tevbe, 113.

[124] - En'am, 152.

[125] - Nisa, 8.

[126] - Bakara, 83.

[127] - Nisa, 36.

[128] - Haşr, 7.

[129] - Mecmau'l - Beyan, humus ayetinin tefsiri ve Müfredat-ı Ragıb, "sebel" sözcüğü.

[130] - Tefsir-i Nişaburî, Taberi'nin haşiyesinde, c. 10, s. 4.

[131] - Ebu'l - Aliye-i Riyahî, hicretin doksanıncı yılında veya daha sonra vefat eden Rafi' b. Mehran'dır. Onun hadisini Sihah sahiplerinin hepsi rivayet etmişlerdir. Bkz. Tehzibu't - Tehzib, c. 1, s. 252.

[132] - Emval-i Ebu Ubeyde, s. 325 ve 14; Tarih-i Taberî, c. 10, s. 4; Ahkamu'l - Kur'ani'l - Cesas, c. 3, s. 60 ve s. 61'de özet olarak geçmiştir.

[133] - Ata b. Ebi Ribah-i Eslem-i Mekkî, Kureyş'in kölelerindendir. Onun rivayetini Sihah sahipleri kaydetmişlerdir. O, hicretin 114. yılında vefat etmiştir. Tehzibu't - Tehzib, c. 2, s. 22.

[134] - Emval-i Ebu Ubeyde, s. 14.

[135] - İbn-i Cerih, Abdulmelik b. Abdulaziz-i Mekkî, Ümeyyeoğullarının kölelerindendi. Onun rivayetini Sihah sahipleri kaydetmişlerdir. Hicretin 150'sinde veya daha sonra vefat etmiştir. Tehzibu't - Tehzib, c. 1, s. 520.

[136] - Tarih-i Taberî, c. 10, s. 5, iki senetle.

[137] - Katade b. Duame-i dusî, Ebu'l - Hattab-i Basrî'dir; rivayetini Sihah sahipleri kaydetmişlerdir. Katade, hicretin 110'unda vefat etmiştir. Tehzibu't - Tehzib, c. 2, s. 123.

[138] - Tarih-i Taberî, c. 10, s. 4.

[139] - Tarih-i Taberî, c. 10, s. 6.

[140] - Tarih-i Taberî, c, 10, s. 5.

[141] - Tarih-i Taberî, c, 10, s. 5.

[142] - Tarih-i Taberî, c, 10, s. 5.

[143] - Tarih-i Taberî, c. 10, s. 5.

[144] - Tefsir-i Nişaburî, Tarih-i Taberî'nin haşiyesinde, c. 10, s. 7.

[145] - Minhal b. Amr-ı Esedî-i Kufî, ravilerin beşinci tabakasındandır. Rivayetini Müslim dışında diğer Sihah sahipleri nakletmişlerdir. Tehzibu't - Tehzib, c. 2, s. 278.

[146] - Abdullah b. Muhammed b. Ali b. Ebutalib hicrî 199 yılında Şam'da vefat etmiştir. Sihah sahipleri rivayetlerini nakletmişlerdir. Tehzibu't - Tehzib, c. 2, s. 448.

[147] - İmam Zeynulabidin Ali b. Hüseyin (a.s) hicrî 94 yılında şehid olmuş, hadisini Sihah sahipleri kitaplarında nakletmişlerdir. Tehzibu't - Tehzib,. c. 2, s. 34.

[148] - Tarih-i Taberî, c. 10, s. 7.

[149] - Bu konuda bkz. Misbahu'l - Fakih-i Hemadanî, "humus" kitabı, s. 144 - 150. Bunu onaylayan hadisleri özetle getirdik. Bunun dışında kapsamlı rivayet kitaplarına da müracaat ettik.

[150] - Sünen-i Ebu Davud, c. 2, s. 50; Tarih-i Taberî, c. 10, s. 50; Müsned-i Ahmed, c. 4, s. 81; bu kaynaklarda geçen bu rivayet, Sahih-i Buharî'nin, c. 3, s. 36'da, "gazve-i Hayber" babında naklettiği rivayetin sözcüğüyle farklıdır. Yine Sünen-i Nesaî, c. 2, s. 178, Sünen-i İbn-i Mâce, "cihad" kitabı, "kısmetu'l - humus" babı, s. 961'de ve bu işin Cebrail'in işaretiyle gerçekleştiğini vurgulayan Meğazî-i Vakidî, s. 696'da geçen rivayetinin sözcüğüyle farklıdır ve Ebu Ebeyde'nin el-Emval adlı kitabı, s. 331.

[151] - Müsned-i Ahmed, c. 4, s. 85.

[152] - Sünen-i Ebu Davud, c. 2, s. 51 - 52; Sünen-i Nesaî, c. 2, s. 178; Müsned-i Ahmed, c. 4, s. 83.

[153] - Cemhere-i İbn-i Hazm, s. 14.

[154] - Ubeyde, Tufeyl ve Hasin'in anneleri, Sakafî kızı Suhayle'dir. Ubeyde, Resulullah (s.a.a), Erkam'ın evine girmeden önce Müslüman oldu. O, Resul-i Ekrem (s.a.a)'ten on yaş büyüktü. O, kardeşleri ve amcası oğlu Musattih'le birlikte Medine'ye hicret etti ve hicretin birinci yılının Rabiulevvel ayında Resul-i Ekrem (s.a.a) ilk savaş komutanlığı bayrağını onun adıyla bağlayıp onu muhacirlerden oluşan altmış savaşçıyla görevlendirdi. Ubeyde, Kunyetu'l - Mer'a bölgesinde Ebusüfyan komutanlığındaki müşriklerle karşılaştı. O, Bedir savaşında Emevi Utbe'yle savaştı ve birbirlerine vurdukları iki darbeden sonra Ubeyde yere yığıldı. Bunun üzerine Ali'yle Hamza saldırarak Utbe'nin işini bitirdikten sonra Ubeyde'yi alıp karargahlarına getirdiler. Resul-i Ekrem (s.a.a) Ubeyde'nin başını kaldırıp dizlerine bıraktı; fakat dönüşte almış olduğu bu yara nedeniyle 63 yaşında Sefra bölgesinde vefat etti. Usdu'l - Gabe, c. 3, s. 356.

İbn-i Esir, Hasin'in hal tercemesinde Usdu'l - Gabe, c. 3, s. 24'te İbn-i Abbas'tan şöyle rivayet etmektedir: "Kim Rabb'ine kavuşmayı arzu ediyorsa" ayeti,  Ali, Hamza, Cafer, Haris oğullarından Tufeyl, Ubeyde, Hasin ve Musattah b. Esase b. İbad b. Muttalib hakkında nazil olmuştur.

Musattah'ın annesi Ebu Rahm b. Muttalib'in kızı ve anne annesi ise, Ebubekr'in teyzesi Sahr b. Amir'in kızıdır. Musattah'ın hicretin 34. yılında vefat ettiği söylenmektedir ve yine hicretin 37. yılında Sıffin savaşında, Hz. Ali (a.s)'ın safında öldüğü de söylenmiştir. Usdu'l - Gabe, c. 4, s. 354.

[155] - Şerh-u Nehci'l - Belaga-i İbn-i Ebi'l - Hadid, c. 3, s. 486.

[156] - Sahih-i Müslim, c. 3, s. 121, "Kabuli'n - nebi el-hediyyete ve redduyu's - sadaka"; Mecmau'z - Zevaid, c. 3, s. 90.

[157] - Sahih-i Buharî, c. 1, s. 181, "zekat" kitabı, "mâ yuzkeru fi's - sadakat-i li'n - nebi" babı; Sahih-i Müslim, c. 3, s. 117, "tahrimu'z - zekat-i ala Resulullah (s.a.a) ve âlihi" babı; Sünen-i Ebu Davud, c. 1, s. 212, "zekat" kitabı, "es-sadakat-u ala Beni Haşim" babı; Sünen-i Daremî, c. 1, s. 383, "es-sadakat-u Lisanu'l - Arab, tahillu ala'n - nebi ve Lisanu'l - Arab, li Ehlibeytih" babı ve yine s. 373; Mecmau'z - Zevaid, c. 3, s. 89; Deaimu'l - İslam, s. 246; Biharu'l - Envar, c. 96, s. 76, "hormetu'z - zekat-i ala Benî Haşim" babı.

[158] - Rabia b. Haris b. Abdulmuttalib, amcası Abbas'tan daha yaşlı olup Osman'ın ticaret ortağıydı. Resul-i Ekrem (s.a.a) Hayber ganimetlerinden ona yüz deve yükü vermiştir. Rabia hicretin 23. yılında Medine'de vefat etmiştir. Usdu'l - Gabe, c. 2, s. 66. Oğlu Abdulmuttalib hicretin 61. yılında Dimaşk'ta vefat etmiştir. Usdu'l - Gabe, c. 3, s. 331.

[159] - Müslim kendi Sahih'inde bu konuda ve kitabının bu babında iki rivayet nakletmiştir. Onların ilkinde Abdulmuttalib b. Rabia yerine, Nevfel b. Haris'i yazmıştır; fakat doğru olanı, ikinci rivayette geçendir.

[160] - Fazl b. Abbas, Abbas'ın büyük oğludur. O, Resulullah (s.a.a)'in guslüne katılmıştır. Onun kaç yaşında olduğunda, vefat tarihi ve yerinde, yani Yermuk'de mi, yoksa Amvas'ta mı veya Mercusafra'da mı vefat ettiğinde ihtilafa düşülmüştür. Usdu'l - Gabe, c. 4, s. 183. Sihah sahipleri ondan 34 hadis rivayet etmişlerdir. Tehzibu't - Tehzib, c. 2, s. 110; Cevamiu's - Sire, s. 282.

[161] - Muhammiyye b. Cuz b. Abduyağus-i Zubeydî ilk Müslümanlardan olup Marisia savaşına katılmıştır. Usdu'l - Gabe, c. 4, s. 234.

[162] - Resulullah (s.a.a), Nevfel b. Haris'le Abbas arasında kardeşlik akdi okumuştur. Bu iki kişi cahiliye döneminde ortaktılar. Nevfel, hicretin 15. yılında Medine'de vefat etti. Usdu'l - Gabe, c. 5, s. 49.

[163] - Sahih-i Müslim, c. 3, s. 118, "tahrimi'z - zekat ala âl-i'n - nebi" babı; Müsned-i Ahmed, c. 4, s. 166; Sünen-i Nesaî, s. 1, s. 365, "istimalu'n - nebi" babı; Sünen-i Ebu Davud, c. 2, s. 52, "harac ve'l emarat" kitabı, "fi beyan-i mevazi-i kısmi'l - humus ve sehm-i zevi'l - kurba" babı, hadis: 2985, "Daru'l - İhyai'l - Sünneti'n - Nebeviyye" basımı, c. 3, s. 147 - 148'de geçmiştir; Emval-u Ebu Ubeyde, s. 329; Mecmau'z - Zevaid, c. 3, s. 91; Usdu'l - Gabe, Abdulmuttalib b. Rabia, nevfel b. Haris ve Muhamiyye; Tefsir-i Ayyaşi, c. 2, s. 93; Meğazî-i Vakidî, s. 696.

[164] - İbn-i Kayyim diye meşhur olan Şemsuddin Ebu Abdullah Muhammed b. Ebubekir, (hicri 691 - 751), "Zadu'l - Mead fi Hady-i Hayru'l İbad" onun telif eselerindendir; Mısır - Halebî basımı 1390, c. 1, s. 47.

[165] - Zadu'l - Mead, c. 1, s. 47; Sünen-i Ebu Davud, c. 3, s. 127.

[166] - Zadu'l - Mead, c. 1, s. 46; Sünen-i Ebu Davud, c. 3, s. 127, "keyfu'l - kaza" babı.

[167] - Bu isim Sünen-i Tirmizî'de geçmiştir. Rivayetin kaynakları ise şunlardır: Sünen-i Ebu Davud, c. 1, s. 212, "zaket" kitabı, "sadakat-i ala Beni Haşim" babı; Nesaî, c. 1, s. 366, "zekat" kitabı, "mevla'l kavm minhum" babı; Tirmizî, c. 3, s. 159, "zekat" kitabı, "mâ câe fi kerahiyyeti's sadakat-i li'n - Nebi ve Ehlibeytihi ve mevalihi" babı; Mecmau'z - Zevaid, c. 3, s. 90 - 91; Kenzu'l - Ummal, c. 6, s. 252 - 256; Emali-i Şeyh Tusî, c. 2, s. 17; Biharu'l - Envar, c. 96, s. 57; bunların rivayetlerinin sözcükleri arasında biraz fark vardır; Sünen-i Beyhakî, c. 7, s. 32.

Ebu Erkam, ilk Müslümanlardan olup adı Abdumenaf'tır. O, Müslümanların sayısı kırk kişiye ulaşıncaya kadar Sefa bölgesindeki evinde Resulullah (s.a.a)'i saklamıştır. Erkam, Bedir savaşına ve Resul-i Ekrem (s.a.a)'in diğer savaşlarına katılmış, hicretin 55. yılında Medine'de vefat etmiş, Baki mezarlığına defnedilmiştir. Usdu'l - Gabe, c. 1, s. 59 - 60.

[168] - Deaimu'l - İslam, s. 246; Biharu'l - Envar, c. 96, s. 76.

[169] - Hisal, c. 1, s. 32; Biharu'l - Envar, c. 96, s. 74.

[170] - Ahkamu's - Sultaniyye -Mâverdî-, s. 168 - 171; Ahkamu's - Sultaniyye -Ebu Ya'lâ, s. 181 - 185.

[171] - Kadı İyaz, batılı bilgin ve kendi döneminin imamı Ebulfazl b. Musa b. İyaz'ın çeşitli telif eserleri vardır; el hattıyla yazılmış olan "Şerh-i Sahih-i Müslim" bu cümledendir; Nevevî, burada getirdiği şeyleri ondan naklen söylemiş olabilir. Kadı İyaz hicri 544 yılında Merakeş'te vefat etmiştir. Hal tercemesi "Vefayatu'l - A'yan" kitabında geçmiştir.

[172] - Sahih-i Müslim'e Nevevî Şerhi, c. 12, s. 82, "cihad" kitabı, "hikem" kitabı.

[173] - Tabakat-ı İbn-i Sa'd, c. 1, s. 502.

[174] - İmtau'l - İsma, s. 46.

[175] - Meğazî-i Vakidî, s. 262 - 263; İmtau'l - İsma, s. 146 ve el-İsabe, c. 3, s. 373.

[176] - Tabakat-ı İbn-i Sa'd, c. 1, s. 501 - 503 ve Mu'cemu'l - Buldan, "meyseb" sözcüğü.

Mariye-i Kıbtiyye, İskenderiye padişahı Mukavkas'ın Resulullah (s.a.a)'e hediyesiydi. Mariye, peygamber efendimizin oğlu İbrahim'in annesiydi. Resulullah (s.a.a), Mariye'yi bu yedi bostanın birine yerleştirmiş, Mariye hicretin sekizinci yılında o hazretin İbrahim ismindeki oğlunu doğurmuştur. İbrahim on altı veya on sekizi aylıkken vefat etmiş, Resulullah (s.a.a) tarafından Bâki mezarlığına defnedilmiştir. Usdu'l - Gabe, c. 1, s. 38; Mariye hicretin on altıncı yılında vefat etmiştir; bkz.. Usdu'l - Gabe, c. 5, s. 453; Vefau'l - Vefa, s. 1128 ve 1190.

[177] - Vefau'l- Vefâ, s. 944 - 988; Ahkamu's- Sultaniyye-i Mâverdî, s. 169; Ebu Ye'lâ, s.183; el-İktifâ, c. 2, s. 103.

[178] - Vefau'l Vefa, s. 989. Biharu'l - Envar, c. 8, s. 108'de İmam Rıza (a.s)'dan şöyle rivayet edilmiştir: Resulullah (s.a.a) Medine'de bir takım bostanları vakfetti ve sadaka olarak bıraktı.

[179] - Emval-i Ebu Ubeyde, s. 282, "ahkamu'l arazin" kitabı, "ikta" babı.

[180] - Mu'cemu'l Buldan, "bethan" ve "buveyre" sözcüğü.

[181] - Bkz. Kitabımızın "Fey" konusu.

[182] - Meğazî-i Vakidî, s. 363 - 378, İmtau'l İsma-i Mukrizî, s. 178 - 182.

[183] - Sünen-i Ebu Davud, c. 3, s. 48, "harac" kitabı; Nesaî, "kısmu'l fey" babı, c. 2, s. 178; Şerh-u Nehci'l - Belaga, c. 4, s 78.

[184] - Tefsir-i Taberî, Haşr Suresinin tefsirinde, c. 28, s. 24 - 25; Nişaburî, Taberî'nin haşiyesinde, c. 28, s. 38; Durru'l Mensur-i Siyutî, c. 6, s. 192.

[185] - Ahkamu's Sultaniyye-i Mâverdî, s. 169; Ahkamu's Sultaniyye-i Ebu Ya'lâ, s. 183. Ebu Ye'lâ diyor ki: Ancak Yamin b. Umeyr ve Ebu Sa'd, b. Veheb'in malları dışında. Onlar Müslüman olunca tüm malları korundu.

[186] - Futuhu'l- Buldan-i Belazurî, c. 1, s. 18 - 22.

[187] - Bkz. Mu'cemu'l - Buldan, "Hayber" sözcüğü; bu kaynakta, "Hayber"in Yahudilerin dilinde kale anlamında olduğu ve bunun çoğulu ise "Hayeber" olduğu söylenmiştir.

[188] - Ahkamu's Sultaniyye-i Mâverdi, s. 169; Ahkamu's Sultaniyye-i Ebu Ye'lâ, s. 184.

[189] - Meğazî-i Vakidî, s. 634.

[190] - Ak. s. 634.

[191] - Durru'l Mensur-i Siyutî, c. 6, s. 194.

[192] - Meğazî-i Vakidî, s. 637.

[193] - Vefau'l Vefâ, s. 1210.

[194] - Futuhu'l - Buldan-i Belazurî, c. 1, s. 31.

[195] - Futuhu'l - Buldan-i Belazurî, c. 1, s. 26 - 28 ve Meğazî-i Vakidî'de, s. 688 - 699'da ise şöyle geçmiştir: Ebubekir ölünce, onun mirasçıları, Ömer ve Osman'ın hilafeti döneminde Hayber'den onun mirası olarak yüz deve yükü miktarında alıyorlardı. Bunun Abdulmelik'in zamanına kadar veya ondan sonraya kadar sürüp daha sonra kesildiği söylenmektedir.

[196] - Futuhu'l - Buldan-i Belazurî, c. 1, s. 29; Emval-i Ebu Ubeyde, s. 56.

[197] - Futuhu'l - Buldan, c. 1, s. 28 - 32.

[198] - Futuhu'l - Buldan, c. 1, s. 28.

[199] - Sire-i İbn-i Hişam, c. 2, s. 404; el-İktifâ fi Meğazi-i Resulullah (s.a.a) ve's Selaseti'l Hulefa, c. 2, s. 268; Meğazî-i Vakidî, s. 692 - 693; İmtau'l - Esma, s. 329.

[200] - Futuhu'l - Buldan, c. 1, s. 32.

[201] - Meğazî-i Vakidî, s. 693 ve bkz. Futuh-i Belazurî, c. 1, s. 27 ve diğer bir baskısında ise c. 1, s. 33.

[202] - Daha önce değindiğimiz gibi sadece Ebubekir'den nakledilen, "Bizim geriye bıraktıklarımız sadakadır" rivayetine istinaden Resulullah (s.a.a)'in mirasına "Sadakat'ü Resulullah (s. a.a)" adı verilmiştir.

[203] - Vefau'l - Vefa, s. 1210. Bkz. Sire-i İbni Hişam.

[204] - Maverdî Ahkamu's - Sultaniye, s. 170, Ebu Ya'lâ Ahkamu's - Sultaniye, s. 184 - 185; bkz. Ebu Ubeyde'nin el-Emval adlı kitabı, s. 56.

[205] - Mu'cemu'l - Buldan-i Hamevî, "fedek" sözcüğü.

[206] - Futuhu'l - Buldan, c. 1, s. 31  ve 32 - 34; Ahkamu's - Sultaniye-i Maverdî, s. 170, Ahkamu's - Sultaniyye Ebu Ye'lâ, s. 185.

[207] - Sire-i İbn-i Hişam, c. 3, s. 408; el-İktifâ, c. 2, s. 259; Meğazî-i Vakidî, s. 706 - 707; İmtau'l - Esma, s. 331; Şerh-u Nehci'l - Belaga-i İbn-i Ebi'l - Hadid, c. 4, s. 78.

[208] - Emva-u Ebi Ubeyde, s. 9.

[209] - Futuhu'l - Buldan-i Belazurî, c. 1, s. 41, 1957 m. - Beyrut - Daru'n - Neşr-i Camiiyyin, basımı.

[210] - Şevahidu't - Tenzil-i Haskanî, c. 1, s. 338 - 341, Benî İsrail Suresi, 26. ayetin tefsiri, yedi kanalla, Durru'l - Mensur-i Siyutî, c. 4, s. 177; Mizanu'l - İ'tidal, c. 2, s. 228, birinci baskı; Kenzu'l - Ummal, c. 2, s. 158; Mecmau'z - Zevaid, c. 7, s. 49; el-Keşşaf, c. 2, s. 446; Tarih-i İbn-i Kesir, c. 3, s. 36.

[211] - Şevahidu't - Tenzil-i Haskanî, c. 1, s. 443.

[212] - Mucemu'l - Buldan, "Timâ" sözcüğü.

[213] - Mucemu'l - Buldan, "kurâ" ve "vadi'l - kurâ" sözcükleri.

[214] - Futuhu'l - Buldan, c. 1, s. 39 - 40; Meğazî-i Vakidî, s. 710 - 711; İmtau'l - Esma, s. 332.

[215] - Futuhu'l - Buldan-i Belazurî, c. 1, s. 40.

[216] - Ahkamu's - Sultaniye-i Mâverdî, s. 170; Ahkamu's - Sultaniye-i Ebu Ye'lâ, s. 185.

[217] - Ahkamu's - Sultaniye-i Mâverdî, s. 170 - 171, Ahkamu's - Sultaniyye-i Ebu Ye'lâ, 185.

[218] - Ahkamu's - Sultaniye-i Müslüman Mâverdî, s. 171; Ahkamu's - Sultaniyye-i Ebu Ye'lâ, s. 185 - 186.

[219] - Ahkamu's - Sultaniyye-i Mâverdî, s. 171; Ahkamu's - Sultaniyye-i Ebu Ye'lâ, s. 186.

[220] - Mecmau'z - Zevaid, c. 9, s. 39; "mâ terekehu'r - Resul" babında, Taberanî'nin Evasit'teki nakline göre.

[221] - Medine sadakalarından maksat, yukarıda değindiğimiz gibi Muhayrik'in Resul-i Ekrem (s.a.a)'e bağışladığı yedi arazi ve hurmalıklardır.

[222] - Hayber humsunun geri kalanlarından maksat şudur: Resul-i Ekrem (s.a.a) Hayber'de kendi hissesine düşen humsun bir bölümünü ashaptan bazı kişilere bağışlamıştı. Hz. Fatıma-ı Zehra (s.a), Ebubekir'den bu hissenin geri kalanını istedi.

[223] - Sahih-i Buharî, c. 2, s. 200, "menakıb" kitabı, "menakıb-i karabeti'r - Resulullah" babı; Sünen-i Ebu Davud, c. 2, s. 49, "harac" kitabı, "safaya Resulullah" babı; Sünen-i Nesaî, c. 2, s. 179, "kısmu'l - fey" babı, Müsned-i Ahmed, c. 1, s. 6 ve 9; Tabakat-i İbn-i Sa'd, c. 2, s. 315 ve c. 8, s. 28; Muntehab-u Kenzi'l - Ummal, "mâ yeteallaku bi mirasihi" babı, c. 3, s. 128.

[224] - Sahih-i Buharî, c. 2, s. 124, "humus" kitabı, "farzu'l - humus" babı; Sahih-i Müslim, "cihad" kitabı, 54. hadis; Zehebî'nin Tarih-i İslam'ı, c. 1, s. 346; Tarih-i İbn-i Kesir, c. 7, s. 285, "innehu aleyhisselam kale la nurisu" babı; Sünen-i Beyhakî, c. 6, s. 300; Müsned-i Ahmed, c. 1, s. 6; Tabakat-i İbn-i Sa'd, c. 8, s. 18.

[225] - Sahih-i Müslim, "cihad ve seyr" kitabı, "kavlu'n - nebi la nurisu" babı, h. 52, s. 1380; Sahih-i Buharî, c. 3, s. 38, "gazve-i hayber" babı; Sünen-i Beyhakî, c. 6, s. 300; Müşkilu'l - Asar, c. 1, s. 47.

[226] - Ümm-ü Eymen-i Habeşî Resulullah (s.a.a)'in azat ettiği cariye ve süt annesidir. Resulullah (s.a.a) onu azat etmiş ve eskiden beri Müslüman olmuştur. Önce Habeşe ve sonra da Medine'ye hicret etmiştir. Resul-i Ekrem (s.a.a) onu önce Ubeyd-i Habeşî'ye nikahlamış ve ondan sonra da Zeyd b. Harise'nin nikahına geçirmiştir. Ümm-ü Eymen, Resulullah (s.a.a)'in vefatından beş veya altı ay sonra veya Osman'ın hilafeti döneminde vefat etmiştir. İbn-i Mâce kendi Sünen'inde ondan beş hadis rivayet etmiştir. Biyografisi Usdu'l - Gabe, c. 5, s. 567; Cevamiu's - Sire, s. 289 ve Takribu't - Tehzib, c. 2, s. 619'da geçmiştir.

[227] - Ribah, Resulullah (s.a.a)'in azat ettiği zenci kölesi ve hizmetçisiydi. Yesar'ın öldürülmesinden sonra Resulullah (s.a.a) yerine onu geçirdi. Usdu'l - Gabe, c. 2, s. 160; Cevamiu's - Siyre, s. 27; İsabe, c. 1, s. 490.

[228] - Futuhu'l - Buldan-i Belazurî, c. 1, s. 34 - 35.

[229] - Ebu Tufeyl Amir b. Vasile-i Kenanî-i Leysî; ismi ashabın çocukları arasında geçmiştir. Ebu Tufeyl Uhud savaşı yılında dünyaya gelmiş, Hz. Ali (a.s)'ın ashabından olup onun tüm savaşlarına katılmıştır. Ebu Tufeyl sıka  ve güvenilir bir kişiydi. Ebu Tufeyl, Resul-i Ekrem (s.a.a)'in gören son kişidir; o, hicretin 100 veya 116. yılında vefat etmiştir. Usdu'l - Gabe, c. 3, s. 96; sihah sahipleri ondan dokuz hadis rivayet etmişlerdir. Biyografisi Cevamiu's - Siyre, s. 286, Takribu't - Tehzib, c. 1, s. 389'da geçmiştir.

[230] - Bu istidlalin, Resul-i Ekrem (s.a.a)'in Hayber ve vadi'l kura humsundan hissesi hakkında olabilir.

[231] - Müsned-i Ahmed, c. 1, s. 4, 14. hadis; Sünen-i Ebu Davud, c. 3, s. 50, "harac" kitabı, Tarih-i İbn-i Kesir, c. 5, s. 289, Şerh-u Nehci'l - Belaga, c. 4, s. 81, Ebubekir-i Cevherî'den naklen; bunun devamı aynı ciltte, s. 87'de geçer; Tarih-i Zehebî, c. 1, s. 346.

[232] - Ebu Hureyre'nin birinci rivayeti, Sünen-i Tirmizî, c. 7, s. 111, "es-seyr-u mâ câe fi tereketi'r - Resul" babında geçmiştir.

[233] - Müsned-i Ahmed, c. 1, s. 10, Ebu Hureyre'nin ikinci rivayeti, 60. hadis ve yine Ebu Seleme kabilesinden bir kişinin rivayeti; Sünen-i Tirmizî, c. 7, s. 109, "mâ câe fi tereketi'r - Resul" babı ve Tabakat-i İbn-i Sa'd, c. 5, s. 372 ve Tarih-i İbn-i Kesir, c. 5, s. 289'da geçmiştir.

[234] - Tabakat-i İbn-i Sa'd, c. 2, s. 316.

[235] - Şerh-u Nehci'l - Belaga, c. 4, s. 97.

[236] - Kenzu'l - Ummal, c. 14, s. 130, "el-fezail" (ef'al), "fazlu's - sıddık".

[237] - Şerh-u Nehci'l - Belaga, c. 4, s. 82.

[238] - Şerh-u Nehci'l - Belaga, c. 4, s. 85.

[239] - Tarih'u - Hulefâ-i Siyutî, s. 89.

[240] - Bkz. Şerh-u Nehci'l - Belaga, c. 4, s. 85.

[241] - Hz. Fatıma (s.a)'nın burada "sadakalar" sözcüğünden maksadı, rivayetlerde Resul-i Ekrem (s.a.a)'in sadaka olarak verdiği kaydedilen yedi bağdır galiba.

[242] - Enfal, 41.

[243] - Yukarıdaki üç rivayet Şerh-u Nehci'l - Belaga, c. 4, s. 81'de ve birinci rivayet Zehebi'nin Tarihu'l - İslam'ında, c. 1, s. 347'de kaydedilmiştir.

[244] - Ümm-ü Hanî, Ebutalib'in kızıdır. Mekke'nin fethedildiği yılda Müslüman olmuş ve Muaviye'nin hilafeti döneminde vefat etmiştir. Sihah sahiplerin ondan 46 hadis rivayet etmişlerdir. Usdu'l - Gabe, c. 5, s. 624; Cevamiu's - Sire, s. 280; Takribu't - Tehzib, c. 2, s. 625.

[245] - Kenzu'l - Ummal, c. 5, s. 367, "el-hilafet-u ve'l imare" kitabı, birinci kısım.

[246] - Bu rivayetin metninde geçen "sadakalarımız" sözcüğü tahrif edilmiştir; doğrusu, İbn-i Sa'd'ın kendi Tabakat'ında getirdiği gibi, "safilerimiz"dir. Çünkü Fedek Resul-i Ekrem (s.a.a) Hz. Fatıma (s.a)'ya bağışlamadan önce o hazrete has yerlerdendi.

[247] - Futuhu'l - Buldan, c. 1, s. 35 - 36; Tabakat-i İbn-i Sa'd, c. 2, s. 314 - 315; Şerh-u Nehci'l - Belaga, c. 4, s. 81; bunun devamı 87. sayfada geçmiştir; Zehebî'nin Tarih-i İslam'ı, c. 1, s. 346.

[248] - Tabakat-i İbn-i Sa'd, c. 2, s. 315; Kenzu'l - Ummal, c. 5, s. 365, "el-hilafet-u ve'l imare" kitabı "ef'al" babı.

[249] - Bunun kaynakları bir önceki sayfada geçti.

[250] - Tevbe, 128.

[251] - Mâide, 50.

[252] - Âl-i İmrân, 144.

[253] - Tevbe, 12.

[254] - Belagatu'n - Nisâ, s. 16 - 17.

[255] - Şerh-u Nehci'l - Belaga, c. 4, s. 97.

[256] - "Harac" kitabı, s. 24 - 25; Sünen-i Nesaî, c. 2, s. 179; Kitab-i Enval, s. 332; Tefsir-i Taberî, c. 10, s. 6; Cessas'ın Ahkamu'l - Kur'an'ı, c. 3, s. 62; Sünen-i Beyhakî, c. 6, s. 342 - 343.

[257] - Tefsir-i Taberî, c. 10, s. 6.

[258] - Tefsir-i Taberî, c. 10 , s. 6;  Cessas'ın Ahkam-i Kur'an'ı, c. 3, s. 60, "kısmetu'l - humus" babı. Bu babda "Katade bunun bir benzerini İkrime'den rivayet etmiştir" şeklinde kaydetmiştir.

[259] - Tefsir-i Taberî, c. 10, s. 6.

[260] - Sünen-i Ebu Davud, "beyan-u mevazii'l - humus" babı; Sünen-i Beyhakî, c. 6, "sehm-u zevi'l - kurbâ" babı; Müsned-i Ahmed, c. 4, s. 83; Mecmau'z - Zevaid, c. 5, s. 341.

[261] - Malik b. Nuveyre'nin kıssası için bkz. Abdullah b. Se'be kitabının birinci cildi.

[262] - Bkz. Abdullah b. Se'be kitabının bitiş babı, c. 2, s. 289 - 304.

[263] - Ebu Yusuf'un "Harac"ı, s. 23, Cessas'ın Ahkam-i Kur'an'ı, c. 3, s. 61.

[264] - Sahih-i Müslim, c. 5, s. 198,  "Nisau'l - gaziyat yerzahu lehunne ve..." babı, "cihad" kitabında ise, "kavmimiz onun bize ait olmadığını sandılar" tabiri geçer; Müsned-i Ahmed c.1, s. 248, 294, 304 ve 308; Sünen-i Dâremî, c. 2, s. 225, "seyr" kitabı, Müşkili'l - Asar -Tahavî-, c. 2, s. 136 ve 179; Müsned-i Şafiî- s. 183; Hilyetu'l - Evliyâ-i Ebu Nuaym, c. 3, s. 205.

[265] - Bu fazlalık Tefsir-i Taberî, c. 10, s. 5, Emval-i Ebu Ubeyde, s. 333'te geçer.

[266] - Müsned-i Ahmed, c. 1, s. 224 ve 320; Sünen-i Ebu Davud, c. 2, s. 51, "harac" kitabı; Sünen-i Nesaî, c. 2, s. 177; Sünen-i Beyhakî, c. 6, s. 344 ve 345.

[267] - Harac-i Ebi Yusuf, s. 23 - 24 başka bir sözcükle; Meğazî-i Vakidî, s. 697; Emval-u Ebi Ubeyde, s. 333; Sünen-i Nesaî, c. 2, s. 178; Ahkamu'l - Kur'ani'l - Cessas, c. 3, s. 63; Lisanu'l - Mizan, Necde'nin biyografisinde, c. 6, s. 148.

[268] - Emval-u Ebi Ubeyde, s. 335; Kenzu'l - Ummal, c. 2, s. 305.

[269] - Beyhakî c. 6, s. 344, "sehm-i zi'l kurba" babı; Müsned-i Şafii s. 187, "kısmu'l - fey" babı.

[270] - Sahih-i Buharî c. 2, s. 125, c. 3, s. 38, "megazi" kitabı, "gazvet-u Hayber" babı; Sünen-i Ebu Davud, c. 3, s. 47, "harac" kitabı, "fi safaya Resulullah (s.a.a) minel emval" babı; Müsned-i Ahmed, c. 1, s. 6; Tabakat-ı İbn-i Sa'd, c. 8, s. 28; Müntahab-i Kenz, c. 3, s. 128, "mâ yetaallak-u bi-mirasihi" babı.

[271] - Bkz. Tarih-i Zehebî, c. 2, s. 79 - 80.

[272] - Tarih-i İbn-i Esir, .c 3, s. 71, Avrupa baskısı ve Mısır baskısı, 1. baskı, c. 3, s. 35.

[273] - Şerh-u Nehci'l - Belaga, c. 1, .s. 67.

* - Kintar, altın ve gümüş ölçmeye yarayan bir ağırlık birimidir. -müt.-

[274] - Taberi, Avrupa baskı, c. 1, s. 2818; İbn-i Kesir, c. 7, s. 152.

[275] - Futuhu'l - Afrika İbn-i Abdulhakem, s. 58 - 60.

[276] - Ensabu'l - Eşaraf-i Belazurî, c. 5, s. 25, Tarih-i Hulefa -Siyutî-, s. 256.

[277] - Ensabu'l - Eşaraf-i Belazuri, c. 5, s. 27.

[278] - Ensabu'l - Eşraf, c. 5, s. 28.

[279] - Ensabu'l - Eşraf, c. 5, s. 38. Şairin burada "halkın humusu" ifadesini kullanmasının nedeni onların Ebubekir ve Ömer'in döneminde humusu Allah, Resulü ve yakınlarının değil, halkın malı saymaya alışmış olmalarıdır.

[280] - Ağanî, c. 6, s. 57, onun beyitlerinin sözcükleriyle Belazurî'nin rivayet ettiği beyitlerin bazı sözcükleri farklıdır. Ebu'l Feda Tarihi, c. 1, s. 233 İbn-i Kuteybiye'nin Maarifinde, s. 84 Ikdu'l - Ferid, c. 2, s. 283.

[281] - Tarih-i Ebi Feda, c. 11, s. 232, hicri 34. yılın olayları bölümünde...  Ikdu'l - Ferid, c. 4, s. 273 "escidetu's - saniye fi'l Hulefa-i ve tevarihihim." Peygamber'in sadakası ifadesini kullanmaları, Ebubekir'in "Bizim bıraktıklarımız sadakadır" rivayetinden kaynaklanıyor.

[282] - Şerh-u Nehci'l - Belaga, c. 1, s. 67.

[283] - Sünen-i Ebi Davud, c. 2, s. 49 - 50, "haraç" kitabı, "kısmu'l - fey' ve'l ganimet" kitabı, "safaya Resulullah" babı; Sünen-i Beyhakî, c. 6, s. 310.

[284] - Ikdu'l - Ferid, c. 4, s. 283; Şerh-u Nehci'l - Belaga, c. 1, s. 67. Şerh-u Nehci'l - Belaga'da "Mehzur" yerine "Behzur" kaydedilmiştir. Bkz. Muhaziratı Ragip, c. 2, s. 211; İbn-i Kuteybe'nin el-Mearif'i  s. 84. Kadı Maverdî ve Ebu Ya'la Resullulah'ın terekesinin beyanı bahsinde "Şüphesiz Osman, Mehzur'u Mervan'ın mülkiyetine geçirdi", demişlerdir.

[285] - Hakim bunu Müstedrek'te anlatmıştır, c. 3, s. 100.

[286] - Hayatını anlatanların hepsi böyle demişlerdir.

[287] - Biyografisini zikredenler, öyle olduğu konusunda ittifak etmişlerdir.

[288] -  Müstedrek-i Hakim, c. 3, s. 100.

[289] - Usdu'l - Gabe, biyografisi, c. 3, s. 173.

[290] - Tefsir-i Keşşaf, c. 2, s. 35; Ensabu'l - Eşraf, c. 5, s. 49.

[291] - Biyografisini değerlendirenler bu konuda ittifak etmişlerdir. Yukarıdaki ifade için bkz. Usdu'l - Gabe ve Sünen-i Ebi Davud, c. 4, s. 128. Ayrıca bkz. Kurtubî, Razî, Beyzavî, Hâzin, Nesefî ve Şevkanî tefsirlerinde sözkonusu ayetin tefsiri.

[292] - Siyeru'n - Nubela-i Zehebî, c. 3, s. 23 - 24.

[293] - Ensabu'l - Eşraf, c. 5, s. 27.

[294] - Yakubî Tarihi, c. 2, s. 164.

[295] - Yakubî Tarihi, c. 2, s. 168.

[296] - Ensabu'l - Eşraf, c. 5, s. 28.

[297] - Ensabu'l - Eşraf, c. 5, s. 27.

[298] - Ensabu'l - Eşraf-i Belazurî, c. 5, s. 126 ve Müstedrek-i Hakim, c. 4, s. 481.

[299] - Hakem'in Biyografisi, Usdu'l - Gabe, c. 2, s. 34.

[300] - Müstedrek-i Hakim, c. 4, s. 479 - 481.

[301] - Müstedrek-i Hakim, c. 4, 479 - 481.

[302] - Müstedrek-i Hakim, c. 4, s. 479 - 481.

[303] - Müstedrek-i Hakim, 479, s. 481.

[304] - Harac, s. 23.

[305] - Harac, s. 23, Ebu Ubeyd'nin "el-Emval" adlı kitabı, s. 332; Cessas'ın "Ahkamu'l - Kur'an"ı, c. 3, s. 63.

[306] - Age.

[307] - Sünen-i Beyhakî, c. 6, s. 343.

[308] - Sünen-i Beyhak-i Kubra, c. 6, s. 343. Daha sonra şöyle yazıyor: Şafiî diyor ki, ben bu hadisi Abdulaziz b. Muhammed'e bildirince dedi ki: Ravi doğru söylüyor; Cafer böyle söylemiştir…

[309] - Tabakat-ı İbn-i Sa'd Avrupa baskısı, c. 5, s. 289.

[310] - Age, c. 5, s. 288.

[311] - Müstedrek-i Hakim ve haşiyesindeki özeti, c. 3, s. 442; Tabakat-i İbn-i Sa'd, Avrupa basımı, c. 7, s. 1, h. 18; İsti'ab, c. 1, s. 118; Usdu'l - Gabe, c. 2, s. 36; Tarih-i Taberî, Avrupa baskısı, c. 2, s. 111; Tarih-i İbn-i Esir, Avrupa Baskısı, c. 3, s. 391, Tarih-i Zehebî, c. 2, s. 220, Tarih-i İbn-i Kesir, c. 8, s. 47.

[312] - Tehzibu't - Tehzib, c. 5, s. 288. Hakem'in soyu Benî Gaffar'a ulaşır. Biyografisi Tabakat-i İbn-i Sa'd'da geçmiştir; Resulullah (s.a.a) hayatta olduğu sürece onun yar ve yaveriydi. İstiab'da onun Resulullah (s.a.a)'ten hadis rivayet ettiği söylenmektedir. Onun hadisini Müslim dışında tüm Sihah sahipleri rivayet etmişlerdir. Takribu't - Tehzib , c. 1, s. 192; Cevamiu's - Siyre, s. 306.

[313] - Usdu'l - Gabe, c. 2, s. 164; Rabi' b. Ziyad'ın biyografisi.

[314] - Şerh-u Nehci'l - Belaga, c. 4, s. 80.

[315] - Tabakat-i İbn-i Sa'd, c. 5, s. 288.

[316] - Ebu Hafs Ömer b. Abdulaziz b. Mervan-i Emevî hicretin 63. yılında dünyaya gelmiş 99 yılının Safer ayında da hilafete geçmiştir. İki yıl beş ay sonra 101 yılının Receb ayında İdmaşk'ın Deyr-i Sem'an bölgesinde vefat etmiştir. Biyografisi için bkz. Tabakat-i İbn-i Sa'd, c. 5, s. 243; Tarih-i Siyutî, s. 228 ve el-İber, c. 1, s. 120.

[317] - Ömer b. Velid b. Abdulmelik Mervan'dır. Siyutî Tarih-i Hulefâ'sında, s. 223 - 224'de şöyle yazıyor: O zorba, zalim ve şarkı söyleyen bir kişiydi. Hicretin 86. yılının Şevval ayında hilafete geçmiş ve 96 yılının Cemadiulahire'sinde, 51 yaşında ölmüştür.

[318] - Nesaî, c. 2, s. 178, "kısmu'l - fey" babı.

[319] - Ebubekir b. Muhammed b. Amr b. Hazm-ı Ensarî hicretin 120. yılında vefat etti. Onun hadisini Sihah sahipleri rivayet etmişlerdir. Takribu't - Takrib, c. 2, s. 399.

[320] - Tabakat-i İbn-i Sa'd, c. 5, s. 287 - 288; biz bunu ve diğer bölümlerini özet olarak naklettik.

[321] - Tabakat-i İbn-i Sa'd, c. 5, s. 289.

[322] - Harac, s. 25.

[323] - Tabakat-i İbn-i Sa'd, c. 5, s. 288.

[324] - Tabakat-i İbn-i Sa'd, c. 5, s. 289.

[325] - Mu'cemu'l - Buldan-i Yakut-i Hamevî, "Fedek" sözcüğü.

[326] - Şerh-u Nehci'l - Belaga, c. 4, s. 103.

[327] - Şerh-u Nehci'l - Belaga, c. 4, s. 81.

[328] - Ebu Halid Yezid b. Abdulmelik Mervan; annesi Yezid b. Muaviye'nin kızı Atike'dir. Dimaşk'ta dünyaya gelmiş ve hicretin 101. yılında Ömer b. Abdulaziz'den sonra kardeşi Süleyman'ın vasiyetiyle hilafete geçmiştir. Mir'atu'l - Cinan kitabında, c. 1, s. 224 - 225'te söylendiğine göre Ömer b. Abdulaziz'in gidişatını izlemesi istenmişti. Fakat ona getirdikleri kırk şeyh halifelerin hesap ve kitaba çekilmeyeceğine ve azaba uğramayacaklarına tanıklık ettiler! Habbabe ismindeki cariyesi onun üzerinde tam bir etkiye sahipti; ülkenin yönetiminde, hakim ve valileri atayıp görevden almada serbestti. Yezid bir gün sarhoş ve neşeli bir haldeyken, "Uçmak istiyorum" dedi. Habbabe, "O halde hükümetin yönetimini kime bırakacaksın?!" dedi. Yezid, "Sana!" dedi. Diyorlar ki: Habbabe ölünce onun cenazesini üç gün odada tuttu. Cenazesi kokmaya başlayıncaya kadar onu öpüp kokluyor ve ağlıyordu. Yezid Habbabe'nin ayrılığına birkaç günden fazla dayanamadı ve hicretin 105. yılında öldü. Onun aşk ateşiyle ölen tek halife olduğu söylenmektedir. Bkz. Eğanî ve yine Tarih-i İbn-i Esir, c. 5, s. 90 - 93 ve Tarih-i Hamis, c. 2, s. 318.

[329] - Ebu'l Abbas Seffah, Mensur-i Devanikî, Mehdi Abbasî, Musa, Harun-i Reşid, Emi, Me'mun ve diğer Abbasi halifelerinin biyografisi tarih kitaplarında geçmiştir.

[330] - Futuhu'l - Buldan, s. 27 - 29, Fedek olayı.

[331] - Şerh-u Nehci'l - Belaga, c. 4, s. 81.

[332] - Bidayetu'l - Müctehid -İbn-i Rüşd- humus hükmünde birinci fasıl, c. 1, s. 407.

[333] - el-Muğnî-i İbn-i Kudame, c. 7, s. 301, "tesmiyetu'l - fey ve'l - ganime" babı. Bu kitap, hicretin 630 yılında vefat eden Muvaffakuddin Ebu Muhammed Abdullah b. Ahmed b. Mahmud b. Kudame'nin eseridir.

[334] - Ahkamu's - Sultaniye-i Mâverdî, s. 126, "kısmu'l - fey"; Ahkamu's - Sultaniye-i EbuYe'lâ, s. 120.

[335] - Tıpkı Kur'an-ı Kerim'in şu ayeti gibi: "Onlar zekâtı verirler." Müminun, 4. Veya, "Onu, sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım." A'raf, 156. Veya Meryem suresinin 13, 31 ve 55. ayetlerinde ve Enbiya suresinin 73. ayetinde geçen zekat sözcükleri gibi. Oysa sadaka hicretten sonra yedinci, sekizinci veya dokuzuncu yıllarda farz olmuştur.

[336] - Siyre-i İbn-i Hişam, c. 4, s. 273 - 275; Emtau'l - Esma, s. 509. Beyhakî kendi Sünen'inde Ümm-ü Kulsum'un kendi kölelerine sadaka verilmesini engelleyerek dedesinden, "Biz Ehlibeyt sadaka almaktan alıkonmuşuz; bizim kölelerimiz de bizdendirler" naklettiğini ve kendisinin onlara, "Sadaka yemeyin" buyurduğunu rivayet etmiştir.

[337] - Siyre-i İbn-i Hişam, c. 4, s. 275.

[338] - Siyre-i İbn-i Hişam, c. 4, s. 319; Tarih-i İbn-i Kesir, c. 7, s. 343; Tabakat-i İbn-i Sa'd, c. 2, s. 169; Uyunu'l - Eser, c. 2, s. 271.

[339] - Sahih-i Buharî, c. 3, s. 50 ve "Meğazî" kitabı, "ba's-u Ali b. Ebutalib ve Halid b. Velid ile'l Yemen" babı.

[340] - Uyunu'l - Eser, c. 2, s. 272, "seriyyet-u Ali b. Ebutalib" babı; Emtau'l - Esma, s. 510.

[341] - Bu rivayeti İbn-i Kesir kendi Tarih'inde, c. 5, s. 105'te, "bease'r - Resulullah (s.a.a) Ali b. Ebutalib ve Halid b. Velid ila'l Yemen" babı.

[342] - Meğazi-i Vakidî, c. 3, s. 1079 - 1081; İmtau'l - Esma, s. 503 - 504; Uyunu'l - Eser, c. 2, s. 271 - 272.

[343] - Sahih-i Buharî, c. 3, s. 50, "beasu'l - Ali ve'l Halid ile'l Yemen" babı; İbn-i Kayyım, Şerh-i Mevahib'in haşiyesinde, c. 1, s. 121, "umeraihi" bölümünde şöyle yazmaktadır: "Ali b. Ebutalib'i humus toplaması ve orada hüküm vermesi için Yemen'e gönderdi."

[344] - Sahih-i Buharî, c. 4, s. 188, "tevhid" kitabı, "kavluhu Teala ta'rucu'l - melaiketu…" babı; Nesaî, c. 2, s. 359, "zekat" kitabı, "muellefetu'l - kulub" babı; Müsned-i Ahmed, c. 3, s. 68, 72, 73 ve buna yakın olarak Sahih-i Buharî, c. 2, s. 155; Sahih-i Müslim, "zekat" kitabı, h. 143; Ebu Davud, c. 3, s. 301 ve c. 4, s. 174, "tahrimu'd - dem" babı ve onun 243. sayfasında, "sünnet" kitabı, "fi kitali'l - havaric" babı, h. 4764.

[345] - Sahih-i Buharî, c. 3, s. 50, "meğazî" kitabı, "bease Ali" babı; Sahih-i Müslim, c. 2, s. 741, h. 143 ve s. 743, h. 144; Müsned-i Ahmed, c. 3, s. 4 ve s. 3'de özet olarak.

[346] - Sünen-i Ebu Davud, c. 3, s. 301, h. 3582; İbn-i Mace, "ahkam" kitabı, h. 2310; Müsned-i Ahmed, c. 1, s. 149 ve s. 11, h. 882 ve yine s. 84, h. 636, s. 88, 666.

[347] - Sünen-i İbn-i Mâce, "ahkam" kitabı, h. 2348; Sünen-i Ebu Davud, c. 2, s. 281, "men kale bi'l kur'a" babı; Tarih-i İbn-i Kesir, c. 5, s. 107.

[348] - Müsned-i Ahmed, c. 1, s. 77, h. 573, 574 ve s. 128, h. 1064 ve s. 152, h. 1309; Mecmau'z - Zevaid, c. 6, s. 287; el-Muntaka, h. 3994.

[349] - Örneğin İbn-i Kesir kendi Tarih'inde nakletmiştir. İbn-i Kesir Hz. Ali (a.s)'ın görevleriyle ilgili rivayetleri, "bes-i Resulullah Aliy'yebne Ebutalib ve Halid b. Velid ile'l Yemen" babında kaydetmiştir.

[350] - İbn-i Hişam ve izleyicileri gibi; onlar bu görevleri "hurucu'l - umera ve'l ummal ale's sadakat-i fi's - seneti'l - aşire…" babında kaydetmişlerdir.

[351] - Örneğin Emirulmüminin Ali (a.s)'a Müslümanların tüm minberlerinde, özellikle Cuma namazının hutbelerinde lanet edip, hakkında çirkin sözler söylediklerinde artık İmam Ali (a.s)'ın fazilet ve menkıbelerini söyleme fırsatı yoktu. Çünkü valiler Ömer b. Abdulaziz'in kısa süren hükümeti ve yine Seffah'ın hükümeti dışında Muaviye'nin hükümeti döneminden hicretin birinci yüz yılında Abbasilerin hükümetinin başlangıcına kadar İmam Ali (a.s)'ın faziletiyle ilgili bir söz söyleyenlere karşı oldukça fazla şiddet uyguluyorlardı.

[352] - Bkz. İmamiyye fıkhı, "altın ve gümüşün zekat" bölümü, örneğin, Misbahu'l - Fakih-i Hemedanî, s. 53, zekat kitabı.

[353] - İmtau'l - Esma, s. 502.

[354] - İmtau'l - Esma, s. 102 - 103.

[355] - Nitekim Resulullah (s.a.a)'in kızı Fatıma (s.a) bu yüzden apaçık bir şekilde Ebubekir'e itiraz etmiştir.

[356] - Ehlibeyt Mektebinde humsun harcanması gereken yerleri daha önce açıklamıştık.

[357] - Bu konuda Ehlibeyt Mektebi hadis ve fıkıh kitaplarına müracaat edilebilir.

[358] - el-Munteha, Allame Hillî, (ö. 729 hk.), c. 1, s. 729.

[359] - Bu kitapta biz sadece konuyu açıklayıp mümkün olduğu kadar bilimsel kavramları kullanmaktan kaçındık.

[360] - Tefsir-i Kurtubî, c. 8, s. 1

[361] - Hisal, Gaffarî basım ve incelemesi, s. 312.

 
 

Go to top of page  Ana Sayfa | Kitap Listesi | Kıble Dergisi | Makaleler | Kadin ve Aile | Cocuklar Îçin | Soru Ve Cevap | Yazarlarımız | Îletişim için |

  Kur`an | Hadisler | Dualar | Şiirler | Ses ve Video | Programlar | Linkler  |  

Copyright© 2000 Kevser Yayinlari Internet Hizmetleri. Tüm Haklari Saklidir Ayrintili bilgi almak için veya bize her konuda yazmak için, paragonxx@yahoo.de 'e mesaj yollayiniz. WWW.KEVSERNET.COM