KISACA HZ. RESULULLAH (S.A)’IN HAYATI
Resulullah (s.a.a), Fil yılı
Rabi’ul evvel ayının on yedisinde (M.570’de) Cuma günü şafak
vakti Mekke şehrinde dünyaya geldi. Resulullah (s.a.a)’in
değerli babası, Abdullah bin Abdulmuttalip bin Haşim bin
Abdumenaf idi; değerli annesi ise Veheb bin Abdumenaf’in kızı
Amine idi. Görüldüğü gibi her iki şahsiyetin akrabalık bağı
Abdumenaf’da birleşiyor.
Hz. Peygamber’in mübarek ismini
İlahi emir gereği Muhammed künyesini ise Ebu’l Kasım
koyuyorlar.
İmam Bakır (a.s)’ın buyurduğuna
göre, Hazretin doğumunun yedinci günü Ebu Talib, Peygamber (s.a.a)
için bir kurban kesti ve akrabalarını misafirliğe davet ederek
şöyle dedi : "Bu Ahmed’in akikasıdır.” Misafirler; “Onun
ismini neden Ahmed koydun?” diye sorduklarında Ebu Talib; “Yer
ve gök ehlinin övgüsünden dolayı onun ismini Ahmed koydum.”
dedi. İşte bundan dolayı Emir-ul Müminin Ali (a.s), Hz.
Resulullah (s.a.a)’in de iki ismi bulunan Peygamberlerden
olduğunu söylemiştir.
Peygamber (s.a.a) henüz daha
dünyaya gelmeden babasını kaybetti; dünyaya geldikten sonra da
onu süt emmesi için Halime-i Sadiyye’ye emanet ettiler. İbn-i
Sad’ın yazdığına göre Halime Hazreti kucağına alır almaz döşü
sütle doldu; öyle ki, Peygamber ve Halime’nin açlıktan
uyumayan çocuğu da o sütten doydular.
Peygamber (s.a.a) üç yaşına
kadar annesi Amine’nin de gözetimiyle süt annesi Halime’nin
yanında kaldı, daha sonra Mekke şehrine giderek kendi
annesinin yanında yer aldı.
Peygamber (s.a.a) altı yaşında
iken annesi Amine ve bakıcısı Ümm-ü Eymen’le birlikte
akrabalarını görmek için Medine’ye gittiler. Bir ay Medine’de
kaldıktan sonra Mekke’ye dönüşte Ebva’ya (Cuhfe’den 37 km.
uzak) ulaştıklarında Hazretin değerli annesi vefat edip orada
defnedildi. Ümmü Eymen Hz. Peygamber’i Mekke’ye götürdü, orada
Abdulmuttalip onun sorumluluğunu üstlendi. Ama iki yıl sonra
Abdulmuttalip de dünyadan göçtü. Onun vasiyeti gereğince Ebu
Talib kardeşi oğlu Hz. Muhammed (s.a.a)’in sorumluğunu
üstlendi.
İbn-i Abbas’ın naklettiğine göre
Ebu Talib Hz. Peygamber ile öyle ilgileniyordu ki, gece ve
gündüz ondan bir an olsun ayrılmıyordu, onu kendi yanında
yatırıyor ve onun hakkında kimseye güvenmiyordu.
Resulullah (s.a.a) on iki
yaşında Ebu Talib’le birlikte Şam’a yolculuğa çıktı. Bu
yolculukta Buheyra isminde bir rahiple karşılaştılar. Buheyra,
Mesihi (Hıristiyan) alimlerinin en bilginlerindendi. Hz.
Peygamber’i görür görmez, O’nun ahir-uz zaman Peygamberi
olduğunu hemen anladı. Buheyra Ebu Talib’e dönüp şöyle dedi:
“Önceki semavi kitaplarda bu gencin peygamberliğiyle ilgili
haber vardır.
Resulullah (s.a.a) erginlik
çağına kadar Ebu Talib’in evinde kaldı. Hazret ahlak, yiğitlik,
halkla geçinmek ve emanete riayet etmek bakımından öyle bir
ahlaka sahipti ki,halk ona “Emin” lakabını takmıştı.
Resulullah (s.a.a) yirmi yaşında
iken “Hilf-ul Fodul” antlaşmasına katıldı. Bu antlaşma Beni
Haşim Beni Zühre ve Beni Temim arasında yapılan en iyi
antlaşma idi. Bu antlaşma gereği mazlumlarım hakları
zorbalardan alınacak ve gereken yardımlar onlardan
esirgenmeyecekti.
Hz. Hatice asaletli ve serveti
olan bir kadındı; Hatice erkekler vasıtasıyla ticaretle
uğraşıyordu. Resulullah,ın doğru konuşan ve emanetdar biri
olduğunu öğrenince o Hazrete, kölesi Meysere ile birlikte
ticaret yapmak için Şam’a gitmesini ve diğer tacirlerden daha
fazla pay almasını önerdi. Resulullah (s.a.a) Hatice’nin bu
önerisini kabul ederek onun malı ile Şam’a doğru yola çıktı. O
memlekette mallarını satıp işlerini bitirdikten sonra Mekke’ye
doğru hareket etti. Mekke’de ise oradan getirdikleri malları
satıp öncekilere oranla iki kat veya daha fazla kar elde etti.
Üstelik Meysere de yol boyunca Resulullah’dan gördüğü hareket
ve davranışları Hatice’ye anlattı.
Hatice, birisi vasıtasıyla
Resulullah’a şöyle bir mesaj gönderdi: “Ey amca oğlu, aramızda
akrabalık bağı olduğundan kavmin arasında yüce şeref ve nesebe
sahip bulunduğundan, emanetdar, iyi huylu ve doğru konuşan
olduğundan dolayı seninle evlenmeye gönüllüyüm.”
Hatice’nin bu evlenme teklifi
öyle bir zamanda oldu ki, Hatice o zamanlar nesep açısından en
köklü, şeref ve mal bakımından da bütün kadınların en üstünü
idi; herkes onunla evlenmek istiyordu, ama o hiç kimseyi kabul
etmiyordu.
Resulullah (s.a.a) Hz.
Hatice’nin evlenme teklifini kabul ederek amcalarını onu
istemeye gönderdi.
Resulullah (s.a.a) evlendiği
zaman yirmi beş, İbn-i Abbas ve bir grup diğer bilginlerin
sözüne göre Hz. Hatice de yirmi sekiz yaşında idi.
Hz. Peygamber (s.a.a)’in Hz.
Hatice ile evlenmesinden ikisi erkek, dördü kız olmak üzere
toplam altı çocuğu oldu. Erkeklerin isimleri; Kasım ve Tahir;
kızların isimleri ise Ümmü Gülüsüm,Rukayye,Zeyneb ve
Fatıma’dır.
Hatice-i Kubra (a.s) Resulullah
(s.a.a) ile ortak yaşantısında çok fedakarlıklar yapmıştır. O
bütün mal ve servetini aziz eşinin ihtiyarına bırakmış ve
bütün kadınlardan önce Hz. Resulullah’a iman etmişti.
Resulullah (s.a.a) onun hakkında şöyle buyurmuştur:
“O, insanlar kafir olduğunda
bana iman etti, halk beni tekzip ettiğinde o beni tasdik etti,
halk beni mahrum bıraktığında o kendi malıyla bana yardımda
bulundu.”
Hz. Resulullah’ın yaşantısının
en hassas dönemi, 40 yaşına girdiği ve bu yaşta Receb’in 27.
günü (M.610) peygamberliğe seçildiği andır. O zamandan
itibaren üç yıl boyuca halkı gizlice İslam’a davet etti. Hz.
Resulullah’a ilk iman eden Emir-ul Müminin Hz. Ali olmuştur.
Ondan sonra da Hz. Hatice iman etmiştir.
Bi’setin üçüncü yılında
Resulullah (s.a.a) halkı açıkça İslam’a davet etmeye emrolundu.
Bu emir gereği önce kendi yakınlarını misafirliğe davet edip
onlara şöyle buyurdu:
“Allah-u Teala beni, sizi O’na
davet etmeye emretmiştir. İçinizden kim beni tasdik edip bu
işte bana yardımcı olursa, sizin aranızdaki kardeşim, vasim ve
halifem olacaktır.”
Teberi’nin yazdığına göre Ebu
Talib oğlu Ali, Peygamber’e yardımcı olacağını ilan eden tek
şahıs idi. Peygamber (s.a.a) de oradakilere şöyle buyurdu:
“Bilin ki, bu şahıs, benim sizin
aranızdaki kardeşim, vasim ve halifemdir; onun sözlerini
dinleyin ve emirlerine itaat edin.”
Resulullah (s.a.a) akrabalarını
İslam’a davet ettikten sonra, halkın da putlarını bırakıp
sadece Allah’a ibadet etmelerini istedi. Bu söz onlara çok
ağır geldi; az bir grup hariç hepsi Hazretle düşman olmaya
başladılar. O kritik anda, Mekke’nin büyüğü ve Peygamber’in
amcası olan Ebu Talib, kardeşi oğlunun yardımına koştu ve onu
yalnız bırakmayacağına dair yemin etti. Gerçekten öyle de
yaptı. Ebu Talib, hayatta olduğu müddetçe Kureyş Hz.
Peygamber’i fazla incitemiyordu.
Kureyş büyükleri, Ebu Talib’in
olmasıyla Hz. Peygamber’i tam baskı altına alamadıklarını
görünce yeni Müslüman olanları eziyet ve işkence etmeye
başladılar. Peygamber (s.a.a), Müslümanların Kureyş’in zulüm
ve eziyetinden kurtulmaları için onlara Habeşi’ye hicret
etmeleri için izin verdi.
Hicretin altıncı yılında, Mekke
müşrikleri, Peygamber (s.a.a)’i öldürme kararı aldılar. Bu
yüzden Muhammed (s.a.a)’i kendilerine teslim etmedikçe Beni
Haşim’le muamele yapmayacak ve onlardan evlenmeyeceklerine
dair kendi aralarında bir antlaşma imzaladılar. Bu antlaşmayı
bir deri sayfaya yazıp Ka’be’nin duvarına astılar. Beni Haşim
de canlarını korumak için Peygamber (s.a.a) ile “Şi’b-i Ebu
Talib” deresine sığındılar; üç yıl boyunca orada kaldılar. Üç
yıl sonra Allah-u Teala Peygamberine, antlaşmayı “Allah” lafzı
hariç karıncaların yediğini haber verdi. Ebu Talib bu haberi
Kureyişlilere iletti ve onlara; “Eğer Muhammed’in söyledikleri
doğru çıkarsa ne yaparsınız?” diye sordu. Onlar da: “Artık el
çekeriz” dediler. Kureyşliler Ka’be’ye gidip oraya astıkları
antlaşmanın “Allah” lafzı hariç karıncalar tarafından
yenildiğini görünce kendi antlaşmalarından vazgeçtiler.
Bi’setin onuncu yılında vuku bulan bu olay neticesinde Mekke
halkından bir çok kimseler İslamiyeti kabul ettiler. Böylece
Beni Haşim Şi’bi Ebu Talib’den dışarı çıkabildi.
Peygamber (s.a.a) bi’setin
onuncu yılında iki büyük yardımcısı olan Hz. Ebu Talib ve Hz.
Hatice’yi kaybetti, bu iki büyük şahsiyetin ölümü Hazrete çok
ağır geldi, bundan dolayı o yılın ismini “Hüzün yılı” koydu.
İmam Zeyn’ul- Abidin (a.s) şöyle
buyurmuştur: “Resulullah (s.a.a), Ebu Talib ve Hatice’yi
kaybettiğinde artık Mekke’de kalması güçleşmişti... Allah-u
Teala bundan dolayı Hz. Peygamber’in, Mekke’de yardımcısı
olmadığından orayı terk edip Medine’ye doğru hareket etmesini
emretti.”
Ebu Talib merhum olduktan sonra
Kureyş’in Peygamber’e eziyeti gittikçe fazlalaştı, Hazrete
defalarca ihanet edip O’nun canına kıymak istediler.
Mekke müşrikleri, bi’setin on
üçüncü yılı “Dar’un Nedve” denilen bir yerde toplanıp
Peygamber’i öldürme kararı aldılar. Bu karara göre çeşitli
kabilelerden oluşan gençler hep birlikte Hazret’e saldıracak
ve kimin tarafından öldürüldüğü bilinmeyecekti. Hz. Peygamber
(s.a.a) İlahi vahiyle bu komplodan haberdar oldu ve geceleyin
Mekke’den ayrılarak Medine’ye doğru yola çıktı. Emir’ul-
Müminin Hz. Ali de Peygamber (s.a.a)’in canını korumak için
O’nun yatağında yattı.
Peygamber (s.a.a), Rabi-ul Evvel
ayının ilk günü Mekke’den ayrıldı ve aynı ayın on ikinci günü
Medine’nin yakınlarında olan “Kuba” denilen yere vardı ve
orada yaklaşık on gün Hz. Ali’yi bekledi.
Bu müddet içerişinde de Kuba
camisini yaptırdı. Daha sonra Hz. Ali’nin gelmesiyle Medine’ye
teşrif buyurdular .
Hz. Peygamber’in hicreti ardınca
Mekke Müslümanları da yavaş-yavaş Medine’ye hicret etmeye
başladılar. Peygamber (s.a.a) Muhacir ve Ensar (Medine halkı)
arasındaki samimiyet bağını güçlendirmek için onların
aralarında kardeşlik bağı oluşturdu.
Peygamber (s.a.a) bu teşebbüsü
ile Medine’de İslami bir toplum oluşturmuş ve Muhacirlere
yardım için de uygun bir zemin hazırlamıştı.
Bu küçük İslam toplumunun
kuruluşundan daha on dokuz ay geçmemişken Müslümanlarla Mekke
müşrikleri arasında savaş ateşi tutuşmuş oldu. İlk önemli ateş
Bedir savaşı idi, onun peşi sıra Uhud, Handek, Hayber,Tebuk vb....savaşlar
da vuku buldu.
Peygamber (s.a.a)’in savaşları
iki çeşittir; birincisi, kendisinin katıldığı savaşlardır, bu
savaşlara “Gazve” denilir. Diğeri ise kendisinin katılmadığı
savaşlardır, bu savaşlara da “Seriyye” deniliyor. Gazvelerin
sayısının 28, seriyyelerin sayısının ise 38 tane olduğunu
söylemişlerdir. Bunca savaş, dokuz yıldan az bir zamanda vuku
bulmuştur.
Bu gazve ve seriyyeler,
Müslümanların Hicaz topraklarında azamet ve güçlerinin aşikar
olmasına ve bir çok Arap kabilelerinin Hz. Peygamberle barış
antlaşmaları imzalamalarına sebep oldu.
Bu antlaşmaların en önemlisi,
Hudeybiye antlaşması idi. Hz. Peygamber bu antlaşmayı,
hicretin altıncı yılında Mekke müşrikleriyle yaptı. Bu
antlaşma, Hicaz toprağında nisbi bir emniyet ve huzurun
oluşmasına yol açtı ve diğer topraklarda da İslam’ın
yayılmasına bir ortam hazırladı.
Peygamber (s.a.a), hicretin
yedinci yılında İslam’ın geniş bir şekilde yayılmasını
sağlamak için bir çok mektuplar yazmış ve bu mektupları İran,
Rum, Habeş, Mısır, Yemame, Bahreyn vb. ülkelerin kıralı ve
padişahlarına göndererek kendi mesajını onlara iletmiştir.
Hazret bu mektuplarda onları İslam’a davet ediyordu. Bu
vesileyle Hz. Peygamber’in cihani risaleti dünyanın her
tarafına bildirilmiş ve böylece İslam’ın mesajı uzak
memleketlere de ulaşmış olmuştur.
Hicretin sekizinci yılının
Ramazan ayında Mekke şehri Peygamber tarafından fethedildi.
Resulullah (s.a.a) ordusuyla birlikte savaşmaksızın Mekke
şehrine girdi, ilk teşebbüsünde Mekke halkının hepsini affetti
ve Kabe’de bulunan üç yüz atmış putu oradan temizledi ve sonra
minbere çıkıp şöyle buyurdu:
“Ey insanlar! Allah Teala
cahiliyet tekebbürünü ve atalarla övünmeyi sizin aranızdan
temizledi. Bilin ki siz Ademdensiniz, Adem de balçıktandır.
Bilin ki, Allah’ın en iyi kulları O’ndan korkan ve günah
işlemeyendir.”
Resulullah (s.a.a), Mekke’de
kısa bir müddet kaldıktan sonra Medine’ye doğru hareket etti.
Bir kaç aydan sonra, Rum ordusunun İslam ülkelerine saldırıp o
topraklarda ilerlemeyi amaçladıklarını öğrendi. Hazret bu
haberi öğrenir öğrenmez İslam ordusunun, Rum ordusuna karşı
koymak için Şam sınırlarına doğru hareket etmelerini emretti,
kendisi de ordunun komutanlığını üzerin aldı. Uzun bir
mesafeyi kat ettikten sonra Hicretin dokuzuncu yılının Şaban
ayında, Şam sınırında bulunan Tebuk topraklarına ulaştılar.
Ama Rumlulardan hiçbir eser yoktu. Çünkü Rum ordusu, Hz.
Peygamber’in komutanlığındaki İslam’ın güçlü ordusunun
hareketinden haberdar olmuş ve Müslümanlar karşısında
yenilgiye uğramak korkusundan aldıkları kararlarından
vazgeçmişlerdi.
Resulullah (s.a.a) düşman
tehlikesinin olmadığını görünce ordunun Medine’ye dönmesini
emretti. “Tebuk” ismiyle meşhur olan bu gazve Hz. Peygamber’in
en son gazvesi sayılmaktadır.
Hz. Peygamber (s.a.a)’in Hicaz
topraklarındaki en fazla muvaffakiyet elde ettiği yıl,
hicretin dokuzuncu yılıdır. Çünkü o yılın hac merasiminde
müşriklerden beraat ilan edildi. Bu önemli mesele, Kurban
Bayramında Emir’ul- Müminin Hz. Ali vasıtasıyla düşmanlara
duyuruldu ve onlara, İslam’a karşı tavırlarını belirlemeleri
için dört ay mühlet verildi. Bu beraetin ilanı neticesinde
çeşitli kabilelerin elçileri Medine’ye doğru akın etmeye
başladılar. Hepsi Hz. Peygamber’in huzuruna gelip İslam’ı
kabul ettiklerini veya İslam’ın sığınağında yaşamaları için
cizye ödemeye hazır olduklarını ilan ettiler.
O yıl çok fazla elçinin
Medine’ye akın etmesinden dolayı o yıla “Amm’ul- Vefud” (elçiler
yılı) ismini vermişlerdir. Böylece puta tapma adet ve geleneği
Hicaz toprağından silinmiş ve yerine tevhid dini yerleşmiştir.
Resulullah (s.a.a), hicretin
onuncu yılında hac amellerini yapmak için Mekke’ye yolculuk
yapmaya hazırlandı. Müslümanlar da bu haberi duyunca, hac
amellerini doğru bir şekilde kamil olarak öğrenmek için
yolculuğa hazırlandılar. Resulullah (s.a.a) Zilkade ayının
sonuna dört gün kala Medine’den ayrıldı, Zilhacce’nin dördüncü
günü ise Mekke’ye vardı. Hac amellerini yaptıktan sonra
Müslümanlarla birlikte o şehirden ayrıldı ve Medine’ye doğru
yola koyuldu. Yüz yirmi bin civarında olan hac kervanı “Cuhfe”
denilen yere yetiştiğinde Hz. Peygamber tarafından kervanın
durdurulması emredildi. Hazret namazını kıldıktan sonra
Gadir-i Hum kenarında bir hutbe okudu sonra Hz. Ali’nin
elinden tutarak yüksek bir sesle şöyle buyurdu:
“Ben kimin mevlası isem Ali de
onun mevlasıdır...”
Bu vakıa, Zilhacce’nin on
sekizinci günü vuku buldu. Hz. Peygamber’in halife tayin etme
işi bir kaç defa çeşitli yerlerde tekrarlanmıştır.
Hz. Peygamber (s.a.a) Haccet’ul-
Veda yolculuğundan sonra, ömrünün son günlerini yaşıyordu,
nihayet hicretin on birinci yılı Sefer ayının yirmi sekizinde
fani dünyadan ayrılıp ebedi yurda göç etti.
Peygamber (s.a.a)’in Hatice’den
altı çocuğu vardı, onların isimlerini daha önce zikrettik.
Mariye’den de İbrahim isminde bir oğlu vardı. Hazretin, Fatime
(a.s) hariç bütün evlatları kendi hayatı döneminde vefat
ettiler.(45) Hz. Peygamber’in nesli, Hz. Fatime’den devam etti.
Resulullah (s.a.a)’in
Makamı
Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur:
“Allah-u Teala Muhammed (s.a.a)’den daha üstün ve hayırlı
bir varlık yaratmamıştır.”
Hz. Sadık (a.s) da şöyle
buyurmuştur: “Allah-u Teala, Peygamberlere bağışladığı her
şeyi Hz. Muhammed’e de bağışlamıştır.”
Hz. Kazım (a.s) da buyurmuş ki:
“Hz. Muhammed (s.a.a), Allah Teala’nın meb’us kıldığı her
peygamberden daha bilgili idi.”
Resulullah (s.a.a)’in
Cihani Risaleti
Allah-u Teala şöyle buyuruyor:
“De ki: Ey insanlar, ben
sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan, kendisinden
başka tanrı bulunmayan, yaşatan, öldüren Allah’ın elçisiyim.”
Yine Allah-u Teala buyuruyor ki:
“Ben seni ancak bütün
insanlara bir müjdeci ve uyarıcı-korkutucu olarak gönderdik.”
Resulullah (s.a.a)’in
Son Peygamber Oluşu
Allah-u Teala buyuruyor ki:
“Muhammed, sizin
erkeklerinizden hiç birinin babası değildir; fakat o, Allah’ın
elçisi ve peygamberlerin sonuncusudur.”
Hz. Rıza (a.s) şöyle buyurmuştur:
“Muhammed (s.a.a)’in şeriatı,
kıyamet gününe kadar nesh olmayacaktır ve O’ndan sonra kıyamet
gününe kadar da bir peygamber gelmeyecektir.”
Resulullah (s.a.a)’in
Zühdü
Hz. Ali (a.s) bu hususta şöyle
buyurmuştur:
“Resulullah (s.a.a), yerde
yemek yerdi, kul gibi otururdu,ayakkabısını kendisi tamir
ederdi, elbisesini kendisi yamardı, eğersiz merkebe binerdi;
biri daha varsa ardına bindirirdi. Evinin kapısına, üstünde
resimler bulunan bir perde asılmıştı; zevcelerinden birine;
“Şunu kaldır; zira ona baktıkça dünya ziynetlerini
hatırlıyorum” buyurmuştu. Dünyayı gönlünden çıkarmıştı; onu
anmayı hatırından geçirmezdi. Dünyayı o kadar gözden
çıkarmıştı ki, ne gönül bağlayacağı güzel bir elbisesi vardı,
ne de üstüne oturacağı bir sergisi.”
Resulullah (s.a.a)’in
Emanetdarlığı
Hz. Sadık (a.s) şöyle
buyuruyordu:
“Emanetleri sahiplerine geri
verin. Çünkü Resulullah (s.a.a) iğne ve ipliği bile sahibine
geri verirdi.”
Resulullah (s.a.a)’in
ismi
Resulullah (s.a.a) şöyle
buyuruyordu:
“Evladınızın ismini Muhammed
koyduğunuzda ona ihtiram edin, meclislerde ona yer açın, ona
surat asmayın.”
Hz. Sadık (a.s)şöyle buyurdu:
“Bizim bir evladımız
olduğunda onun ismini mutlaka Muhammed koyarız; yedi gün
geçtiğinde istesek değiştiririz, istemesek aynen öyle kalır.”
Peygamber (s.a.a)’e
Salavat
Allah-u Teala şöyle buyuruyor:
“Hiç şüphesiz, Allah ve
melekleri Peygamber’e salat etmektedirler. Ey iman edenler siz
de ona salat edin ve tam bir teslimiyetle ona selam verin.”
Hz. Sadık (a.s) şöyle
buyurmuştur:
“Peygamber (s.a.a)
anıldığında, ona çok salat edin. Çünkü kim ona bir defa salat
ederse Allah-u Teala ona bin salat eder...”
Resulullah (s.a.a) buyurmuştur
ki:
“Kim bana bir yazıda salat
yazarsa, ismim o yazıda olduğu müddetçe melekler sürekli
olarak ona mağfiret dilerler.”
Salavat çeşitli şekillerde
söylenebilir, ama en meşhur olanı, teşehhüdde de sürekli
söylediğimiz şu cümledir: “Allahumme salli ala Muhammed’in
ve al-i Muhammed.”
Şunu da hatırlatalım ki,
Peygamber’in âl’ini söylemeksizin O’na salat etmek yani “Sallallahu
aleyhi ve sellem” demek doğru değildir. Hazretin
kendisi böyle bir salavatı nehy etmiş ve onu doğru bilmemiştir.
Doğrusu şudur: “Sallallahu aleyhi ve âlihi ve sellem”
Allah’ım Muhammed ve al-i
Muhammed’e salat eyle ve onların ferecini yakınlaştır.
Resulullah (s.a.a)’in
Tevazusu
İmam Sadık (a.s) şöyle
buyurmuştur:
“Resulullah (s.a.a) bir eve
girdiğinde meclisin en aşağı kısmında otururdu.”
Enes bin Malik şöyle diyor:
“Resulullah (s.a.a) hastaların
ziyaretine giderdi, cenazeleri teşyi ederdi, kölenin davetini
kabul ederdi, merkebe binerdi, Hayber, Beni Kureyza ve Beni
Nazir günü (onlarla savaştığı günler) yularlı bir merkebe
binmişti, altında liften bir palan vardı.”
İmam Sadık (a.s)’ın şöyle
buyurduğunu nakletmiştir:
“Resulullah (s.a.a) meb’us
olduğu günden, dünyadan göçene dek bir yere dayanarak yemek
yemiyordu, köleler gibi yemek yerdi, onlar gibi otururdu.”
Neden böyle yapıyordu dediklerinde; “Allah Teala’ya tevazu
etmek için.” buyurdular.
İmam Sadık (a.s) Resulullah (s.a.a.)’in
şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
“Ben ölene kadar beş şeyi
benden sonra sünnet olması için terk etmem: “Kölelerle yerde
yemek yemeği, semerli merkebe binmeyi, keçiyi elimle sağmayı,
yünlü elbise giymeyi ve çocuklara selam vermeyi.”
Resulullah (s.a.a)’in
Sabrı
Emir’ul-Müminin Hz. Ali (a.s)
şöyle buyurmuştur:
Bir Yahudinin Resulullah (s.a.a)’den
bir kaç dinar alacağı vardı, Hazretten o parayı istedi.
Resulullah (s.a.a); “Ey Yahudi, şimdi yanımda sana verecek
bir param yoktur.” buyurdu. Yahudi; “Ya Muhammed! Paramı
vermedikçe senden ayrılmayacağım!” dedi. Resulullah (s.a.a)
cevaben; “Bu durumda ben de seninle birlikte otururum!”
buyurdular.
Resulullah (s.a.a) onunla
birlikte oturdu; öyle ki öğle, ikindi, akşam, yatsı ve sabah
namazlarını da orada kıldı. Resulullah (s.a.a)’in ashabı o
yahudiyi tehdit etmeye başladılar. Resulullah (s.a.a) onlara
bakıp şöyle buyurdu: “Onunla ne işiniz vardır?” Ashap:
“Ya Resulullah! Bu yahudi seni hapsetmiştir!” Resulullah (s.a.a)
onların cevabında; “Allah Teala beni, bir zimmi veya başka
birisine zulüm yapmak için meb’us etmemiştir.” buyurdular.
Gün yükseldiğinde Yahudi adam
şöyle dedi: “Allah’tan başka bir ilah olmadığına ve
Muhammed’in de O’nun kulu ve elçisi olduğuna şehadet ediyorum;
malımın bir şatrı (yarısı) Allah yolu içindir. Allah’a ant
olsun ki, sona karşı böyle davranmam, sırf senin Tevrattaki
vasfını sende görmem içindi. Ben senin Tevrat’taki vasfını
okumuştum. Onda şöyle yazılmıştı: “Abdullah oğlu Muhammed
Mekke’de dünyaya gelecektir, Tıybe’ye (Medine’ye) hicret
edecektir, sert ve katı kalpli değildir, sövüş etmez ve çirkin
söz ağzına almaz.” Ben Allah’tan başka bir ilahın
olmadığına, senin de O’nun elçisi olduğuna şehadet ediyorum.
Bu benim malımdır, Allah nerede emretmişte onu orada harca.”
Resulullah (s.a.a)’in
Şecaati
Hz. Ali (a.s)’dan şöyle
buyurduğu nakledilmiştir:
“Bedir savaşında biz (sıkıya
düştüğümüzde) Resulullah’a sığınıyorduk; O, düşmana hepimizden
daha yakındı; Hazret o gün herkesten daha güçlü idi.”
Enes bin Malik şöyle rivayet
etmiştir:
“Resulullah (s.a.a), insanların
en şecaatlisi, en güzeli ve en cömerdi idi. Bir gece Medine
halkı bir vahşete kapıldı, derken sese doğru hareket ettiler.
Resulullah (s.a.a) de onlarla karşılaşıp Ebu Talha’nın atına
binmiş ve kılıcını boynuna asmış olduğu halde şöyle
buyuruyordu: “Korkmayınız! O ses, denizin (dalgalarının)
sesidir!”
Resulullah (s.a.a)’in
Ümmetine Karşı Şefkati
Enes bin Malik şöyle diyor:
“Resulullah (s.a.a), ashaptan
birini üç gün görmediğinde, onu sorup araştırırdı, eğer sefere
gitmiş olsaydı onun hakkında dua ederdi, ama eğer hasta olmuş
olsaydı o zaman onun ziyaretine giderdi.”
İbn-i
Abbas şöyle diyor:
“Resulullah (s.a.a) konuştuğunda
veya O’ndan bir şey sorduklarında, iyice kavramaları için
sözünü üç defa tekrarlardı.”
Cerir bin Abdullah da şöyle
diyor:
“Resulullah (s.a.a), evlerinden
birine girdi, derken o ev (ashapla) dolup taştı, ben de evin
dışarısında oturdum. Resulullah (s.a.a) beni görünce
elbisesini büküp bana atarak; “Onun üzerinde otur” buyurdular.
Ben de onu yüzüme sürüp öptüm.”
Selman-i Farsi de şöyle diyor:
“Bir gün Resulullah (s.a.a)’in
evine gittim, Hazret bir yastığa dayanmıştı, derken onu
yaslanmam için bana atarak şöyle buyurdular: “Ya Selman!
Kim bir Müslüman kardeşinin yanına gittiğinde, kardeşi ona
ikramda bulunur ve rahat etmesi için ona yastık verirse, Allah
Teala onun günahlarını bağışlar.”
Cabir bin Abdullah da şöyle
diyor:
“Resulullah (s.a.a) yirmi bir
savaşa katıldı, ben o savaşlardan on dokuzuna bizzat kendim
şahit oldum, ama ikisine katılamadım. Bazı savaşlarda Hazretle
beraberdim. Bir gece altımdaki devem çöktü, artık hareket
etmedi. Resulullah (s.a.a) insanların en arkasında hareket
ediyordu. Güçsüz insanları arkasına bindirip onlar için dua
ediyordu. Bana yetiştiğinde, benim ah vah ettiğimi görünce;
“Bu adam kimdir?” diye sordu. Ben; “Anam babam sana feda
olsun Ya Resulellah, ben Cabir bin Abdullah’ım” dedim. “Ne
olmuş?” diye sordu. Cevaben; “Devem yorulmuştur, artık
hareket etmiyor dedim.” Resulullah (s.a.a); “Asan var mı?”diye
sordu. “Evet vardır” dedim. Hazret o asayla deveyi kaldırdı,
onu sürdü ve daha sordu onu yatırıp; “Bin” dedi. Ben de
ona binip o deveyle hareket ettim, benim devem onlardan ileri
geçiyordu. O gece Resulullah (s.a.a) yirmi beş defa bana
mağfiret diledi. Daha sonra; “Baban Abdullah’ın ne kadar
evladı vardır, acaba borcu da var mıdır?” diye sordu...”
Resulullah (s.a.a)’in
Oturuşu
Yine İmam Sadık (a.s) şöyle
buyurmuştur
“Resulullah (s.a.a)
oturduğunda genellikle kıbleye doğru oturuyordu.”
Bir gün adamın birisi camiye
girdi, Resulullah (s.a.a) ise yalnız oturmuştu, Hazret o adam
için yer açtı (veya yerinden kımıldadı.) O adam Resulullah’ın
bu hareketini görünce; “Ya Resulellah! Yer geniştir”dedi.
Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdular:
“Müslüman’ın, Müslüman
kardeşinin üzerindeki olan hakkı, onun kendi yanında oturmak
istediğini gördüğünde onun için yer açmasıdır (veya yerinden
kımıldamasıdır.)”
Resulullah (s.a.a)’in
Yemek Yiyişi
Mevaliyd’us- Sadikayn kitabında
şöyle yazılmıştır:
“Resulullah (s.a.a) yemek yerken
ailesi ve hizmetçisiyle birlikte yiyordu, onu davet eden bir
kimseyle yemek yediğinde de onların yediğinden yiyordu. Bir
misafir geldiğinde de misafiriyle birlikte yemek yiyordu.
Önüne sofra açıldığında da şöyle diyordu: “Bismillah,
Allahumme ic’alha ni’meten meşkureten tesilu biha
ni’met’el- cenneti.” (Allah’ın adıyla, Allah’ım onu (o
yemeği) şükredilmiş nimet kıl ve bizi onunla cennet nimetine
kavuştur) Yine yemek yediğinde kendi önünden yiyordu,
namaz kılanın namazda oturduğu gibi dizlerini ve ayaklarını
toparlayarak oturuyordu; fakat bir dizi diğerinden yüksekte
idi ve buyuruyordu ki: “Ben kullar gibi yemek yiyorum, ve
onlar gibi oturuyorum.”
Sıcak yemek yemezdi, soğuduktan
sonra yerdi ve şöyle buyuruyordu: “Allah Teala bize sıcak
yiyecek vermemiştir, sıcak yemeğin bereketi yoktur. Öyleyse
onu soğutun.”
Resulullah (s.a.a) üç parmakla
yemek yiyordu, kendi önündekinden yerdi, başkalarının
önündekilerden yemezdi, sağ eliyle yerdi, yemeklerden etli
yemeği daha çok severdi; “Et duyu ve görü gücünü artırır;
et, dünya ve ahirette yiyeceklerin en üstünüdür”
buyuruyordu. Kabağı da severdi; “Kabak kardeşim Yunus’un
ağacıdır” diyordu. Ama sarımsak ve soğan yemezdi. Karpuz
ve özellikle et yediği zaman ellerini güzel bir şekilde
yıkardı, sonra elindeki kalan suyu yüzüne çekerdi. Mümkün
olduğu kadar yalnız yemek yemezdi. Bir gün ashaba; “Sizin
en kötü olanınızı size bildireyim mi?”diye sordu. Ashap
evet dediklerinde şöyle buyurdular: “Sizin en kötünüz;
yalnız yemek yiyen, kölesini döven ve yardımını esirgeyendir.”
Resulullah (s.a.a)’in
Su İçişi
Resulullah (s.a.a) su içmek
istediğinde “Bismillah” derdi, suyu yudum-yudum içerdi,
bir iki yudum içtikten sonra durup Allah’a hamt ederdi; her su
içmesinde üç defa “Bismillah”, üç defa da
“Elhamdülillah” derdi. Suyu emerek içerdi, bir solukta
içmezdi. Bir şey içtiğinde soluk alıp vermezdi, soluk almak
istediğinde kabı uzaklaştırırdı, sonra soluk alırdı. Avcıyla
da su içerdi, “Avuçtan daha güzel kap yoktur” buyururdu.
Bir gün, sütle bal karıştırılmış bir şerbet getirdiklerinde
onu içmekten sakındı. Daha sonra şöyle buyurdu: “Ben onu
haram etmiyorum, ama yarın dünya artığıyla iftihar etmeği de
sevmiyorum; tevazu etmeyi seviyorum; Kim Allah için tevazu
ederse Allah onu yüceltir.”
Resulullah (s.a.a)’in
Güzel Koku Kullanması
Resulullah (s.a.a) kendisine
misk ve amber sürüyordu; öyle ki onun yağı başında parlıyordu.
Karanlık gecede kendisi görülmeden kokuyla tanınırdı; bu
Peygamber (s.a.a)’dir diyorlardı.
İmam Sadık (a.s) şöyle
buyurmuştur:
“Resulullah (s.a.a), yemeğe
harcadığından daha çok, güzel kokuya harcardı.”
İmam Bakır (a.s) da buyurmuştur
ki:
“Resulullah (s.a.a) kendisine
sunulan her güzel kokuyu kullanır ve şöyle buyururdu: “Onun
kokusu güzel, mahmili ise hafiftir (taşınması kolaydır); Benim
lezzetim kadın ve güzel kokudadır; güzümün ışığı ise namaz ve
oruçtadır.”
Resulullah (s.a.a)’in
Aynaya Bakması
Resulullah (s.a.a), aynaya
bakarak saçını tarayıp düzeltiyordu, bazen de suya bakarak
düzeltiyordu; ailesine süslenmekten daha çok ashabı için
kendisine çeki-düzen veriyordu. Bir gün Aişe Resulullah (s.a.a)’in
kovadaki suya bakarak saçını tarayıp düzelttiğini görünce
şöyle dedi: “Babam anam sana feda olsun ya Resulullah!
Kovadaki suya bakıp da saçını mı tarayıp düzeltiyorsun; oysa
sen peygamber ve yaratıkların en üstünüsün?” Resulullah (s.a.a)
cevabında şöyle buyurdular: “Allah-u Teala kulunun,
kardeşlerinin yanına gittiğinde onlar için hazırlanıp
süslenmesini seviyor.”
Resulullah (s.a.a)’in
Elbise Giyişi
Resulullah (s.a.a) yeni bir
elbise giydiğinde Allah’a hamt ediyordu, çıkardığında ise önce
sol kolundan çıkarıyordu. Daha sonra bir fakir sesleyerek eski
elbiselerini ona veriyordu. Resululah (s.a.a)’in iki elbisesi
vardı, biri Cuma gününe mahsustu, diğeri ise başka günler
içindi. Resulullah (s.a.a)’in bir bezi ve bir de mendili vardı,
abdesten sonra o mendille yüzünü kuruluyordu; mendil
olmadığında ise üzerindeki ridasının bir tarafıyla bu işi
yapıyordu.
Resulullah (s.a.a)’in
Davranışı
İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle
buyurmuştur:
“Bir gün bir Yahudi, Resulullah
(s.a.a)’in yanına gelerek “Selamun aleykum” yerine
“Sam’un aleykum” (ölüm sana) dedi. Aişe de Resulullah’ın
yanında idi. Resulullah (s.a.a) de “Aleyke” (Sana da)
diye cevap verdiler. Daha sonra başka birisi gelip aynı sözü
söyledi. Resulullah (s.a.a) de onun arkadaşına verdiği cevabın
aynısını ona da verdi. Daha sonra başka birisi geldi o da aynı
sözü dedi ve arkadaşlarına verilen cevabı aldı. Bu sırada Aişe
sinirlenip şöyle dedi: “Ölüm, gazap ve lanet size olsun ey
yahudi topluluğu, ey maymun ve domuz kardeşleri!”
Resulullah (s.a.a) Aişe’ye şöyle
buyurdular: “Ya Aişe! Eğer sövüş mücesseme olsaydı, kötü
mücesseme olurdu; yumuşaklık neye bırakıldıysa onu süsledi ve
onun makamını yüceltti.”
Aişe; “Ya Resulullah! Onların “es-
samu aleykum” (ölüm size) dediğini duymadınız mı?”
dediğinde de Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdular: “Evet
duydum, ama onlara verdiğim cevabı sen duymadın mı? “Aleykum”
(size de) diye cevap verdim. Eğer bir Müslüman size selam
verirse “es selamu aleykum” diye cevabını verin, ama eğer bir
kafir selam verirse sadece “aleykum” söyleyin.”
Bahr’us- Sakka şöyle diyor:
Bir gün İmam Sadık (a.s) bana
şöyle buyurdu: “Ey Bahr! Güzel ahlak insanı mesrur edir (neşelendirir).”
Daha sonra da buyurdular ki: “Medine halkından birisinin
elinde olan hadisi sana söyleyeyim mi?” Ben de; “Evet
buyurun” dedim. İmam (a.s) şöyle buyurdular:
“Bir gün Resulullah (s.a.a)
camide oturmuştu, Ensar’dan birisinin cariyesi gelip
Resulullah’ın elbisesinin bir kenarından tuttu, Resulullah da
onun için ayağa kalktı, ama bir şey demedi, o cariye de bir
şey demedi. Bu amel üç defa tekrarlandı, dördüncü defasında
yine Resulullah (s.a.a) onun için yerinden kalktı, o cariye bu
defasında Hazretin arkasında yer almıştı, derken Resulullah’ın
elbisesinden biraz kesip götürdü.
Halk o cariyeye; Allah belanı
versin, bu yaptığın iş ne idi? Resulullah’ı üç defa yerinden
kaldırdın, hiçbir şey de O’na söylemedin, O da sana bir şey
söylemedi, ihtiyacın ne idi?!”
Cariye cevaben şöyle dedi:
“Bizim bir hastamız vardır,
hastanın şifa bulması için ailem, Resulullah’ın elbisesinden
biraz kesip onlara götürmemi benden istediler. Ben de
Resulullah’ın elbisesinden tutup ondan biraz kesmek
istediğimde beni görüp ayağa kalktılar, ben de, O beni gördüğü
halde O’nun elbisesinden bir şey kesmekten utandım ve O’nula
danışmak da istemiyordum! Bundan dolayı öyle yaptım”
Resulullah (s.a.a)’in
Musafahası
Resulullah (s.a.a) bir kimseyle
musafaha ettiğinde (tokalaştığında), o elini bırakmadıkça
Hazret elini bırakmazdı; insanlar bunun farkına vardıklarında
ise rahat etmesi için elini diğer eliyle onun elinden
çıkarıyordu.
İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle
buyuruyor:
“Bir gün Resulullah (s.a.a)
Huzeyfe ile karşılaştı, Hazret ona elini uzattı, o da elini
geri çekti. Resulullah (s.a.a) bu durumu görünce; “Ey
Huzeyfe! Ben elimi sana uzattım, sen ise elini geri çektin!”
buyurdular. Huzeyfe cevaben şöyle dedi: “Ya Resulellah!
Ben senin eline rağbetim vardır (onu tutmak istiyorum), ama
ben cenabetliyim, cenabetli olduğum halde elimin senin eline
dokunmasını sevmiyorum. Resulullah (s.a.a) onun bu sözüne
karşılık şöyle buyurdular: “Müslümanlar birbirleriyle
karşılaşırken musafaha ettiklerinde günahlarının, ağacın
yapraklarının dökülmesi gibi döküldüğünü bilmiyor musun?”
Resulullah (s.a.a) buyurmuştur
ki:
“Birbirinizle
karşılaştığınızda, selam verin ve musafaha edin,
ayrıldığınızda ise birbirinize mağfiret dileyerek ayrılın.”
Yine Resulullah (s.a.a)
buyurmuştur ki:
“Musafaha edin; çünkü
musafaha kinleri giderir.”
Yine Resulullah (s.a.a)
buyurmuşlardır ki:
“Kadının, mahrem olmayan bir
kimseyle musafaha yapması (tokalaşması) câiz değildir; bir
elbisenin arkasından olursa (sıkmamak şartıyla) o başka.”
Resulullah (s.a.a)’in
Oruç Tutuşu
İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle
buyurmuştur:
“Resulullah (s.a.a)
peygamberliğe seçildiğinde o kadar oruç tutuyordu ki, halk;
Peygamber iftar etmiyor diyorlardı. Daha sonra bir gün oruç
tutup bir gün iftar etmeğe başladı. Daha sonra Pazartesi ve
Perşembe günlerini oruç tutuyordu. Daha sonra ayda üç gün oruç
tutmaya başladı: Ayın ilk başında Perşembe günü, ortasında
Çarşamba günü ve sonunda ise Perşembe günü. Ve şöyle
buyuruyordu: “Bu şekil oruç tutmak, bütün günleri oruç
tutmakla eşittir.”
Anbeset’ul- Abid şöyle diyor:
“Resulullah (s.a.a) ömrünün
sonuna dek Şaban ve Ramazan ayının oruçlarını tutardı ve her
ayda üç gün oruç tutmayı ise ihmal etmezdi; şöyle ki ayın ilk
Perşembesini, ortasındaki ilk Çarşambayı ve son Perşembeyi
oruç tutmakla geçirirdi.”
Resulullah (s.a.a)’in
Mizahı ve Gülüşü
İmam Sadık (a.s) buyurmuştur ki:
“Peygamber (s.a.a) insanları
mesrur etmek için onlarla şaka ve mizah yapardı.”
Resulullah (s.a.a) şöyle
buyuruyordu:
“Ben şaka yapıyorum, ama
hakkın dışında bir şey söylemiyorum.”
Muammer bin Hallad şöyle diyor:
Bir gün Hz. Ali (a.s)’a; “Canım
sana feda olsun, insan akrabalarıyla birlikte olduğu zaman
aralarında bazı sözler geçiyor, mizah edip gülüyorlar” dedim.
İmam (a.s); “Eğer olmazsa sakıncası yoktur!” buyurdular.
İmam’ın “Eğer olmazsa” sözünden sövüş ve yalanın
olmamasının gerektiğini düşündüm. (Yani incitici sözler
olmazsa sakıncası yoktur.) Daha sonra buyurdular ki:
“Resulullah (s.a.a)’in yanına bazen bir göçebe Arap gelip
hediye veriyordu, yerinden hareket etmeden; “Hediyemin
değerini ver” diyordu. Resulullah (s.a.a) de gülüyordu.
Resulullah (s.a.a) gamlı ve kederli olduğunda; ‘Göçebe Arap ne
yaptı? Keşke yine yanımıza gelse.’ buyuruyordu.”
İhtiyar bir kadın, Resulullah’a;
“Cennete gitmem için bana dua ediniz” dediğinde Resulullah (s.a.a);
“Yaşlı kadınlar cennete gitmeyecektir” buyurdular.
Kadın bu sözü duyunca ağlamaya başladı, Resulullah (s.a.a)
gülüp şöyle buyurdu: “Allah Teala’nın şu sözünü duymamış mısın?:
“Gerçek şu ki, biz onları (cennetteki kadınları) yeni bir
inşa (yaratma) ile inşa edip yarattık. Onları hep bakireler
olarak kıldık.” Yani Allah Teala onları gençleştirir.
Yine bir gün Resulullah (s.a.a)
yaşlı olan Eşceî bir kadına; “Ya Eşcei! Yaşlı kadın cennete
girmeyecektir.” buyurdular. Bilal onun ağladığını görünce,
onun durumunu Resulullah’a iletti. Bunun üzerine Resulullah;
“Zenci de öyledir; o da cennete girmeyecektir.”
buyurdular. Hazretin bu sözünden dolayı ikisi de oturup
ağlamaya başladılar. Abbas da onların ağlamalarını görüce
onların durumunu Resulullah’a anlattı. Resulullah (s.a.a) de
Abbas’a; “Yaşlı da erkek de öyledir, o da cennete
girmeyecektir” buyurdular. Resulullah (s.a.a) daha sonra
onlara dua edip kalplerini hoş etti ve şöyle buyurdular:
“Allah-u Teala onları daha güzel bir şekilde yaratacaktır,
onlar nurlu gençler olarak cennete gireceklerdir.”
Bir gün bir kadın Resulullah (s.a.a)’in
yanına gelerek kocasından söz etti. Resulullah (s.a.a);
“Senin kocan, gözlerinde beyazlık olan mıdır?” diye sordu.
Kadın; “Hayır, gözlerinde beyazlık yoktur” dedi. Kadın
Resulullah’ın bu sözünü kocasına anlattı, kocası da;
“Resulullah mizah etmiş, doğru söylemiştir; acaba gözümün
beyazlığının siyahından daha çok olduğunu görmüyor musun?”
dedi.
Halid-i Kasrî’nin dedesi bir
kadını öptü, o kadın da gelip onu Resulullah’a şikayet etti, o
adamı çağırdıklarında o da o kadının sözünü teyit ederek şöyle
dedi: “Eğer o kadın kısas yapmak istiyorsa (ben hazırım) kısas
yapsın!” Resulullah (s.a.a) ve ashabı onun bu sözünden dolayı
güldüler. Resulullah (s.a.a) o adama; “Sakın bir de bu işi
yapma” buyurdular. O adam da; “Vallahi yapmayacağım” dedi.
Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) onun suçundan geçti.
Resulullah (s.a.a) Suheyb’in
hurma yetiğini gördüğünde ona; “Gözün ağrı yaptığı halde
hurma mı yiyorsun?” dedi. Suheyb cevaben; “Ya Resulullah!
Ben onu bu tarafından çiğniyorum, oysa gözüm o taraftan ağrı
yapıyor!” dedi. Onun bu sözü üzerine Resulullah -s.a.a-
güldüler.
Yunus-u Şeybani şöyle diyor:
İmam Cafer-i Sadık (a.s) bana; “Birbirinizle mizah ve
latife yapıyor musunuz?” diye sordu. Ben de; “Çok az”
dedim. Bunun üzerine İmam (a.s) şöyle buyurdular: “Mizah ve
latife yapın; çünkü bu iş güzel ahlakın nişanesidir, sen
bununla kardeşini mesrur etmiş olursun. Resulullah (s.a.a) de
birini mesrur ve neşelendirmek için onunla mizah ve lâtife
yapardı.”
İmamlar bir çok hadislerde de
halkı şaka yapmaktan sakındırmışlardır. Hatta “Şaka küçük
bir sövüştür” buyurmuşlardır. Eğer şaka tahkir, alay etme,
başkalarını incitme, onlara gülme ve saçma-sapan sözlerle
olursa kesinlikle böyle bir şey şaka doğru değildir ve
yapılmamalıdır. Ama eğer diğerlerinin kalbini hoş etmek,
onları üzüntüden çıkarmak, dertlerini unutturmak için mizah ve
lâtife yoluyla yapılmış olursa bunun sevabı bile vardır.
Resulullah (s.a.a)’in
Adap ve Ahlakı
Allah-u Teala şöyle buyuruyor:
“Şüphesiz sen, pek büyük bir
ahlak üzerindesin.”
Yine Allah-u Teala buyuruyor ki:
“Allah’dan bir rahmet
dolayısıyla, onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli
olsaydın onlar çevrenden dağılır giderlerdi.”
Hz. Sadık (a.s) şöyle
buyurmuştur:
“Resulullah (s.a.a)
konuştuğunda bakışlarını ashabı arasında bölüyordu; ona, buna
(herkese) eşit olarak bakıyordu.”
Hz. Sadık (a.s) şöyle
buyurmuştur:
“Resulullah (s.a.a),
kesinlikle ayaklarını ashabının önünde uzatmazdı.”
Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur:
“Resulullah (s.a.a), daima
güler yüzlü, yumuşak huylu ve mütevazi idi; kaba, sert,
bağıran, sövüp sayan, ayıp arayan ve boş yere çok öven birisi
değildi.”
Yine İmam Sadık (a.s) şöyle
buyurmuştur:
“Resulullah (s.a.a) bir eve
gittiğinde, meclisin en aşağı kısmında otururdu.”
İbn-i Şehraşub Menakıb kitabında
şöyle diyor:
Bazı alimler, Resulullah (s.a.a)’in
adap ve ahlakını hadislerden derleyerek bir araya
toplamışlardır; onlar şunlardır:
“Resulullah (s.a.a) herkesten
daha hekim, daha halim, daha şecaatli, daha adil ve daha
şefkatli idi. Eli, kendisine helal olmayan kadına kesinlikle
dokunmamıştır. İnsanların en cömerdi idi; hiçbir dirhem ve
dinar onun yanında kalmadı; eğer bir şey artmış olsaydı ve onu
da verecek bir kimse bulamasaydı, onu muhtaçlara
ulaştırmadıkça gece rahat edemezdi. Allah’ın verdiği rızktan,
bir yılın azığından çok götürmezdi; hurma ve arpanın en
düşüğünü kendisi için alırdı, geri kalanı Allah yolunda
verirdi; Kim ondan bir şey isteseydi ona bağışta bulunurdu.
Yerin üzerinde otururdu; yerin üzerinde yatardı, yerin
üzerinde yemek yerdi; ayakkabı ve elbisesini kendisi yamardı;
evin kapısını kendisi açardı; kendisi koyun sağardı; devenin
sütünü sağmak için kendisi onun ayağını bağlardı; hizmetçisi
el değirmenini çevirmekten yorulduğunda onunla el değirmeni
çevirirdi; abdest suyunu geceleri kendisi hazırlardı; sürekli
başını aşağı eğip susardı; halkın huzurunda dayanarak
oturmazdı; ailesinin işlerinde onlara yardım ederdi; eti
kendisi doğrardı; yemeğe oturduğunda köleler gibi otururdu;
yemekten sonra parmaklarını yalardı; kesinlikle geğirmezdi;
hür ve kölenin davetini kabul ederdi; bir yudum süt olsa bile
hediyeyi kabul ederdi ve onu yerdi; ama sadaka yemezdi; gözünü
bir adamın yüzüne dikmezdi; Allah için sinirlenirdi, kendisi
için sinirlenmezdi; açlıktan karnına taş bağlardı; evde her ne
hazırlanırdıysa onu yerdi; hiçbir şeyi geri çevirmezdi; iki
elbise (üst üste) giymezdi; Yemen malı aba, yünden olan geniş
cübbe, pamuk ve keten olan elbiseler giyerdi; elbiselerinin
çoğu beyazdı; başına imame bırakırdı; gömleği sağ taraftan
giyerdi; Cuma günü için özel elbisesi vardı; yeni bir elbise
giydiğinde eskisini fakirlere verirdi; bir abası vardı, nereye
gitse onu ikiye katlayıp üzerinde otururdu; sağ elinin küçük
parmağına gümüş yüzüğü takardı; kavunu severdi; kötü
kokulardan hoşlanmazdı; abdest alırken dişlerini misvakla
temizlerdi; bir hayvana bindiğinde hizmetçisi veya başkalarını
da kendi arkasına alırdı; at, katır veya merkepten mümkün olan
her ne varsa ona binerdi; merkebe eğersiz binerdi; (bazen)
ayak yalın, abasız ve imamesiz yürürdü; cenazeleri teşyi
ederdi; şehrin en uzak yerinde olsa bile hastanın ziyaretine
giderdi; fakir ve yoksullarla beraber otururdu; onlarla yemek
yerdi; kendi eliyle onlara yedirirdi; ilim ehli ve güzel
ahlaklı kimselere ikramda bulunurdu; her kavmin büyüğüne
iyilik ederek kalplerini ısındırıyordu; akrabalarına ihsan
ederdi, Allah’ın emrettiği hususlar hariç onların bazılarını
bazılarına tercih etmezdi; kimseye zorluk çıkarmazdı; özür
dileyenin özrünü kabul ederdi; Kur’an’ın nazil olduğu ve öğüt
verme zamanı hariç sürekli tebessüm ederdi; kahkahasız da
gülerdi; hizmetçilerinin yeme, içme ve giyimlerinde başlarına
dikilmezdi; kimseye sövmezdi; hiçbir kadın veya hizmetçiye
lanet etmezdi; kimseyi kınamazdı; ancak, o işi terk et derdi;
bir ihtiyaçtan dolayı yanına gelen her hür, köle ve cariyenin
ihtiyacını karşılamak için kalkıp onlarla giderdi; sert ve
katı kalpli değildi; çarşıda (tartışınca) sesini çok
yükseltmezdi; kötüye, kötüyle karşılık vermezdi; ama
bağışlayıp affederdi; karşılaştığı herkese selam verirdi; kim
bir iş için O’nun yanına gelmiş olsaydı, o çıkıp gidene kadar
sabrederdi; bir kimsenin elinden tuttuğunda (merhabalaştığında)
o elini çekmedikçe elini çekmezdi; bir müslümanla
karşılaştığında musafaha ederdi; oturup kalktığında Allah’ın
zikriyle kalkardı; namaz kılarken bir adam onun yanına
geldiğinde namazını kısa keserek ona yönelip; “Bir
ihtiyacın mı vardır?” diye sorardı; (tevazu veya
yoksulların ona kolayca olaşabilmesi için) meclisin baş
tarafında değil sonunda (yani kapı önünde) otururdu;
genellikle kıbleye doğru otururdu; onun yanına gelen kimseye
ikram ederdi; hatta bazen elbisesini bile onun altına sererdi;
arkasındaki yastığı onun arkasına bırakarak onu kendisine
tercih ederdi; neşe ve gazap halinde hakkın dışında bir şey
söylemezdi; av etinden yerdi, ama av avlamazdı...”
|