Bismillahirrahmanirrahim
TEVBE HAKKINDA İBRETLİ
ÖYKÜLER
1- Şarabın haramlığını ilan eden ayet nazil
olduktan sonra, Allah Resulü'nün (s.a.a) münadisi bunu her
kese ilan etti ve artık kimsenin şarap içmemesi gerektiğini
Müslümanlara açıkladı. Bu sıralarda Allah Resulü (s.a.a) bir
gün sokağın birisinden geçerken, Müslümanlardan birisi elinde
şarap şişesiyle sokağa girdi. Karşıdan Allah Resulü'nün
geldiğini görünce çok korktu ve kendi içinde Allah-u Telaya
şöyle yalvardı: "Allah'ım, bir daha şarap içmemek üzere tevbe
ediyorum; beni rezil rüsva eyleme!" Bu haliyle Resulullah'ın
yanına vardığında, Allah Resulü ona şişenin içinde ne olduğunu
sordu. Adam "Sirkedir" dedi. Resulullah elini uzatarak "Ondan
biraz benim elime dök." buyurdu. Adam da şişeyi eğerek döktü
ve sirke olduğu anlaşıldı. Adam bunu görünce ağlamaya başladı
ve "Ya Resulallah, Allah'a and olsun ki sirke değil şaraptı;
ama ben tevbe ettim ve Allah'tan istedim ki beni rezil
etmesin; ondan dolayı böyle oldu! Allah Resulü buyurdu:
"Böyledir; kim tevbe ederse Allah onun kötülüklerini, iyiliğe
çevirir: "Ancak tevbe edip iman eden ve salih amel işleyen
başka; işte onların kötülüklerini Allah iyiliklere çevirir.
Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir." (Furkan, 70)
2- Muaviye İbn-i Veheb diyor ki, biz Mekke'ye
gidiyorduk. Bizimle beraber muvahhid bir ihtiyar vardı, ama
Şia mezhebinde değil, Sünni idi. Bu yüzden de seferde olmamıza
rağmen namazlarını seferi değil tam kılıyordu. Fakat yanında
bulunan yeğeni Şia idi. Bir ara ihtiyar şiddetli bir şekilde
hastalandı. Ben yeğenine dedim ki "Keşke Ehlibeyt mezhebini
ona tekli etseydin. Belki Allah onu kurtarırdı. Orada
bulunanların hepsi "Boş verin dediler; bırakın kendi halinde
ölsün onun durumu iyidir." dediler. Yeğeni dayanamadı ve ona
şöyle dedi: "Amcacığım, Resulullah'tan sonra insanların çoğu
haktan uzaklaştı. Allah Resulü'nden sonra Resulullah gibi
itaat edilmesi gereken Hz. Ali idi." Bunun üzerine adam bir ah
çekerek "Evet ben de artık aynı şekilde düşünüyorum." dedi ve
vefat etti. Bu olayın ardından biz İmam Cafer-i Sadık (a.s)'ın
huzuruna vardık. Yanımızdakilerden birisi olayı İmam (a.s)'a
anlattı; İmam "O cennetliktir." buyurdu. "O nasıl cennetlik
olabilir, halbuki önceden hiç Ehlibeyt mezhebini tanımıyordu?"
denilince, İmam (a.s) "Daha ne istiyorsunuz, Allah'a and olsun
ki o cenneti kazanmıştır!" buyurdu.
Bu olaydan anlaşılan sonuç şudur ki son nefese
kadar tevbe geçerlidir. Elbette ölüme yakin etmediği müddetçe.
Yani ölüm emareleri zahir olup da artık gözleriyle ölümü gören
kimse için tevbe söz konusu değildir.
3- İmam Cafer-i Sadık (a.s)'dan şöyle
nakledilmiştir: Beni İsrail içerisinde bir adam vardı ki asla
dünyaya kendini bulaştırmamıştı. Bir gün Şeytan kendi
avenesini yanına çağırarak şöyle dedi: "İçerinizden kim bu
adamı aldatabilir?" Birisi "Sen bu işi bana bırak." dedi .
Şeytan sordu: "Onu nasıl aldatmayı düşünüyorsun?" O da
"Kadınlar yoluyla." dedi. Şeytan "Hayır sen bu işi
beceremezsin. Zira o kadınlarla haşir neşir olmadığı için bu
hile onu kandıramaz." dedi. Bir diğeri "Ben onu şarap ve
ayyaşlık yoluyla kandırabilirim." dedi. Şeytan yine "Hayır
dedi. Zira o bu tür şeylere meyleden birisi değildir." Başka
birisi "Ben onu hayır ameller yoluyla kandırabilirim."
deyince, Şeytan "İşte sen bu işi becerebilirsin." dedi.
Ardından onun ibadet ettiği yere geldi. Karşısına geçip namaza
durdu. Abid olan şahıs uyuduğu zamanlarda dahi o uyumuyor ve
zahirde ibadete devam ediyordu. O adam ibadetten yorulup
istirahat ettiğinde dahi, o şeytan askeri yine ibadete devam
ediyordu. Bunu gören abid kendisini onun yanında oldukça
değersiz görmeye başladı ve bilahare yanına gidip ona sordu:
"Ey Allah'ın kulu, ne yaptın ki ibadet etmeğe böylesine güç
kazandın?" Şeytan askeri cevabını vermedi tekrar sordu yine
cevabını vermedi. Üçüncü defa yine sorunca, şu cevabı verdi:
"Ey Allah'ın kulu ben bir günah yaptım; sonra ondan tevbe
ettim. Şimdi ne zaman o günahı hatırlıyorsam, ibadet yapmaya
daha çok güç kazanıyorum." Bunu duyan abid "Hangi günahı
işledin, söyle de ben de yapayı ve nazma ibadete daha bir güç
kazanayım." Şeytan, dedi ki kalk ve şehre git; filan meşhur
fahişeyi sor ve ona giderek iki dirhem ver ve onunla zinada
bulun." Adam ben iki dirhemi nereden bulayım dedi. Ben
dirhemin ne olduğunu bile bilmiyorum."" Şeytan ona iki dirhem
verdi; o da üzerindeki abayı başına çekerek şehre geldi.
Kadının evini halka sordu. İnsanlar da herhalde kadına öğüt
vermek istiyor zannıyla kadının evini kendisine gösterdiler.
Eve gidince iki dirhemi verip isteğini iletti. Kadın da
hazırlanmaya başladı. Bu arada adamın durumu dikkatini çekti
ve "Şu ana kadar senin durumunda olan biri benim yanıma
gelmemişti. Kendinden biraz bana bahseder misin?" dedi. O da
bu işten hedefini kendisine anlattı. Kadın "Ey Allah'ın kulu
dedi, günahı terk etmek, tevbe etmekten daha kolaydır.
Herhalde sana bu telkinde bulunan şeytanmış. İnsan şekline
girerek seni kandırmak istemiş. Şimdi yerine dönersen onu
yerinde bulamazsın." Abid kadının bu öğüdü üzerine geri döndü.
Kadın ise, aynı gece vefat etti. Sabah olduğunda kapısına şu
cümlenin yazıldığını gördüler: "Filanın cenazesine hazır olun;
zira o cennet ehlidir." İnsanlar şüpheye kapılıp üç gün
cenazesini kaldırmaktan çekindiler. Allah-u Teala zamanın
Peygamberi Hz. Musa'ya vahiy indirerek, "Filan kadının
cenazesine hazır ol ve ona namaz kıldır. İnsanlara da ona
namaz kıldırmalarını söyle. Zira ben, filan kulumu günahtan
koruduğu için onu bağışladım ve cenneti ona farz kıldım."
4- Tefsir-i Safi’de nakledildiğine göre bir
gün Resulullah’ın ashabından olan Muaz b. Cebel ağlar bir
şekilde Resulullah’ın yanına geldi. Allah Resulü’ne selam
verdi. Resulullah cevabını verdi ve “Nedir seni ağlatan?” diye
sordu. Arzetti “Ya Resulallah, dışarıda hoş sima bir genç
çocuğu ölmüş bir ana gibi kendi gençliğine ağlamakta ve
sizinle görüşmek istiyor. Allah Resulü “Onu yanıma getir.”
buyurdu. Muaz gidip onu Resulullah’ın yanına getirdi. Adam
selam verdi. Allah Resulü de cevabını verdikten sonra
aralarında şu konuşma cereyan etti:
- Ey genç, nedir seni ağlatan?
- Nasıl ağlamayayım ben; oysa nice büyük
günahlar işlemişim ki eğer Allah onlardan sadece bazısı için
beni cezalandırsa, beni cehennem ateşinde yakacaktır!
Biliyorum ki onlardan dolayı beni cezalandıracak ve
affetmeyecektir.
- Acaba Allah’a şirk mi koştun?
- Allah’a sığınırım ona şirk koşmaktan.
- O zaman haksız yere birisini mi öldürdün?
- Hayır
- O zaman Allah günahlarını muhkem dağlar
kadar büyük bile olsa bağışlar!
- Benim günahlarım sağlam dağlardan da
büyüktür!
- Günahların, yedi yer, denizler, kumlar,
ağaçlar ve onlarda olan mahlukat kadar da ağır olsa yine de
Allah bağışlar!
- Benim günahlarım bütün bunlardan da
büyüktür!
- Eğer günahların gökler, yıldızlar, Arş ve
Kürsi kadar da büyük olsa yine Allah bağışlar!
- Bunlardan da büyüktür benim günahlarım!
Bu cevabın ardından Allah Resulü (s.a.a)
öfkeli bir şekilde ona baktı ve şöyle buyurdu:
- Yazıklar olsun sana, senin günahların mı
daha büyüktür yoksa Rabbin mi?
Genç secdeye kapanarak şöyle dedi:
- Münezzehtir benin Rabbim, hiçbir şey
Rabbimden daha büyük olamaz. Benim Rabbim her şeyden daha
büyüktür!
Bunun üzerine Allah Resulü şöyle buyurdu:
- Büyük günahları Allah’tan başak bir kimse
bağışlayabilir mi?
Genç “Allah’a and olsun ki hayır ya
Resulallah!” dedi ve sustu.
Allah Resulü şöyle devam etti: “Yazıklar olsun
sana ey genç, günahlarından bir tanesini bana söyler misin
acaba?” Genç “Evet dedi ya Resulallah, ben yedi yıl boyunca
mezarları yarıp ölülerin kefenlerini soyarak satıyordum.
Bilahare Ensar’dan genç bir kız vefat etti. Onu defnettikten
sonra, ben geceleyin onun da kabrini yararak kefenini soydum.
Çıkıp gideceğim sırada Şeytan beni aldattı ve onun çıplak
bedenini gözümde cilvelendirdi ve bilahare onunla zina yaptım.
Tam oradan ayrılıp gideceğim sırada, arkamdan bir feryat
duydum şöyle diyordu: “Yazıklar olsun sana ey genç, Kıyamet
günün cezasından! Beni soyduğun yetmedi bir de beni cünüp
yaptın. Allah’ın ateşinden yazıklar olsun sana!”
Sonra şöyle devam etti: “Ya Resulallah, artık
cennetin kokusunu bile alacağımı zannetmiyorum; siz benim
durumumu nasıl görüyorsunuz?”
Resulullah şöyle buyurdu: “Uzaklaş benden ey
fasık, senin ateşinle ben de yanarım diye korkarım. Ne kadar
da yakınsınsın ateşe!!” Bu cümleyi o genç oradan ayrılıncaya
kadar tekrar etti. Adam oradan ayrıldıktan sonra, yanına bir
miktar azık alıp Medine’nin dağlarına doğru hareket etti.
Ellerini boynuna bağlayıp feryat u figan etmeğe başladı. Şöyle
yalvarıyordu Allah’a: “Allah’ım, senin zelil bir kulunum;
günahkarım ve yaptıklarıma pişmanım. Peygamberinin yanına
gittim. Beni yanından uzaklaştırdı ve korkumu artırdı. Seni,
yüceliğin and veriyorum, beni reddetme ve rahmetinden mahrum
bırakma!” Bu haliyle kırk gece gündüz yalvardı durdu. Öyle ki
hayvanlar bile haline ağlar oldular. Kırk gün geçtikten sonra
şöyle arzetti Rabbine: “Allah’ım, bana ne yaptın acaba? Eğer
beni bağışladıysan Resulü’ne bunu haber ver. Eğer
bağışlamadıysan ve beni azap etmek istiyorsan, bir an evvel
beni ateşinde yak veya başka bir belaya müptela et ve beni
kıyametin rezilliğinden kurtar!”
Bilahare Allah-u Teala Resulüne şu ayetleri
indirdi:
“Onlar ki,
“Çirkin bir hayasızlık” işlediklerinde yada nefislerine
zulmettikleri zaman, Allah’ı hatırlayıp hemen günahlarından
dolayı bağışlanma isterler. Allah’tan başka günahları
bağışlayan kimdir? Bir de onlar yaptıkları üzerinde bildikleri
halde ısrarla durmayanlardır. * İşte onların mükafatları,
Rablerinden bağışlanma ve içinde ebedi kalacakları, altından
ırmaklar akan cennetlerdir. Ve ne güzeldir amel edenlerin
mükafatı”
(Al-i İmran, 135-136)
Ayet nazil olduktan sonra Allah Resulü evden
dışarı çıktı. Mübarek yüzü güldüğü halde sürekli bu ayeti
tekrarlayıp duruyordu. Ashaba buyurdu ki, “Kim o gencin yerini
bana haber verecek?” “Filan dağda bulunuyor ya Resulallah!”
dediler. Bunun üzerine Allah Resulü, ashapla birlikte oraya
teşrif ettiler. Genci iki taşın arasına sıkışmış, ellerini
boynuna bağlı ve ağlamaktan kirpikleri dökülmüş bir vaziyette
gördüler ki şöyle yalvarıyordu: “Allah’ım, sen bana çok nimet
verdin, ihsanda bulundun. Keşke beni bilahare cennete mi,
yoksa cehenneme mi götüreceğini bir bilseydim! Allah’ın,
günahım göklerden, yerlerden, Arş ve Kürsi’den daha büyüktür.
Keşke bir bilseydim, beni bağışlayacak mısın, yoksa Kıyamet
günü rezil-rüsva mı edeceksin?” İşte bu cümleleri tekrarlayıp
ağlıyor ve başına topraklar savuruyordu. Etrafındaki hayvanlar
ve başında uçan kuşlar haline acıyor, feryat ediyorlardı.
Allah Resulü gence yaklaştı. Boynundan zinciri
açtı. Başından toprakları temizledi ve buyurdu: “Müjdeler
olsun sana, Allah seni bağışladı. Sonra ashaba yüzünü
döndürerek, şöyle buyurdu: “İşte bu gencin yaptığı gibi
günahlarınızı telafi edin.” Daha sonra da inen ayetleri ona
okudu ve kendisini cennetle müjdeledi.
Burada şunu
hatırlatmamız gerekir ki Allah Resulü’nün bu olayda ayetler
inmeden önceki tavrı belki de şunun içindi ki çok büyük
günahları vardı ve bu vesileyle korkusunun artmasını,
günahlarının kökten yanıp yok olmasını ve göz yaşlarıyla
günahların isini pasını temizlemesini ve bu vesileyle Allah-u
Teala’nın rahmetini kazanmasını amaçlıyordu. Zira günahtan
dolayı duyulan pişmanlık ve ıstırap ne kadar şiddetli olursa,
o kadar insan Allah-u Teala’nın rahmet ve mağfiretine
yakınlaşmış olur. Nitekim de öyle oldu. Kısacası Allah
Resulü’nün o genci o şekilde kendinden uzaklaştırması, onun
hakkında sonuç olarak bir lütuftu.
5- Sefinet’ül
Bihar kitabında şöyle nakledilmektedir:
Allah Resulü
(s.a.a) Medine yakınlarında yaşayan Yahudilerden bir guruba
ait olan Beni Kurayza kalesini muhasara altına aldı. Çünkü
onlar sık sık Allah Resulü’ne ve Müslümanlara eziyet ediyor,
bir türlü uslanmıyorlardı. Bilahare Allah Resulü tek çareyi
onlarla savaşıp şerlerini ortadan kaldırmakta gördü; onlar
durumu fark edince Allah Resulü’ne bir elçi göndererek önceden
kendileriyle tanışıklığı olan Ebu Lübabe’yi istişare için
onlara göndermesini istediler. Allah Resulü de Ebu Lübabe’yi
onların yanına gönderdi. Onlar Ebu Lübabe’ye “Bizim
maslahatımızı nede görüyorsun? Acaba (Hz.) Muhammed’in bizim
hakkımızda vereceği hükmü kabul edelim mi?” Ebu Lübabe
cevaplarında “Evet, dedi, kabul edin” ve boğazına işaret
ederek Allah Resulü’nün onları öldürmek istediğini ima etti.
Fakat bunu yapar yapmaz yaptığına şiddetle pişman oldu ve “Ne
yaptım ben; Allah’a ve Resulü’ne hiyanet edip Resulullah’ın
sırrını aşikar ettim!” dedi ve kaleden dışarıya çıktı.
Mahcubiyetinden artık Resulullah’ın yanına bile uğramadan,
doğrudan mescide gitti. Bir ipi boynuna bağlıyarak kendisini
mescidin sütunlarından birisine bağladı. (Şu anda o sütunun
yeri Allah Resulü’nün mezarının yanı başında “tövbe sütunu”
diye meşhur olan ikinci sütundur.) Evet kendisini bağladı ve
“Ya tevbemin kabul olması veya ölünceye kadar bu sütundan
kendimi açmayacağım.”
Olay
Resulullah’a haber verilince şöyle buyurdu: “Eğer benim yanıma
gelmiş olsaydı, ben Allah’tan onun için mağfiret dilerdim;
fakat madem direk olarak Allah’a yönelmiştir, Allah ona ne
yapacağını daha iyi biliyor.”
Ebu Lübabe
gündüzleri oruç tutuyordu; gece olunca kızı yiyip de
ölmeyeceği kadar biraz yiyecek getiriyordu. İhtiyaç gidermesi
gerektiği zaman onu direkten açıyor, tekrar bağlıyordu. Bir
müddet böyle geçti. Bir gün Allah Resulü Ümm’ü Seleme
annemizin odasındayken Ebu Lübabe’nin tevbesinin kabulüne dair
kendisine vahiy indi. Resulullah Hz.Ümmü Seleme’ye durumu
haber verince, o, Allah Resulü’nden bu müjdeyi kendisinin Ebu
Lübabe’ye iletmesi için izin istedi. Allah Resulü de izin
verdi. Hz. Ümmü Seleme başını odasının mescide bakan
penceresinden çıkararak kendisini müjdeledi.
Ebu Lübabe
“Elhamdulillah” diyerek şükrünü belirtti. Müslümanlar onu
sütundan açmaya kalkıştılar; ama buna izin vermedi ve “Allah’a
and olsun ki sadece Resulullah’ın beni buradan açmasına razı
olurum dedi. Resul-i Ekrem (s.a.a) teşrif ederek kendi
elleriyle onu açtı ve şöyle buyurdu: “Allah seni bağışladı ve
yeni anadan doğmuş gibi temizlendin.”
Ebu Lübabe “Ya
Resulallah dedi, izin verin tevbemin kabulünün şükrü için
bütün varlığımı Allah yolunda sadaka vereyim.” Allah Resulü
“hayır” buyurdu. “O halde üçte ikisini vermeme izin verin.”
dedi. Allah Resulü yine “hayır” buyurdu. Bu sefer üçte
birisine izin isteyince izin verip inen şu ayetleri okudular:
“Diğerleri de
günahlarını itiraf ettiler; onlar salih bir ameli, bir başka
kötüyle karıştırmışlardı. Umulur ki Allah tevbelerini kabul
eder; hiç şüphesiz Allah bağışlayandır, esirgeyendir. *
Onların mallarından sadaka al; bununla onları temizlemiş,
arındırmış olursun. Onlara dua et. Doğrusu senin duan, onlar
için bir sükunet ve huzurdur. Allah işitendir, bilendir. *
Onlar bilmiyorlar mı ki, gerçekten Allah kullarından tevbeleri
kabul eder ve sadakaları da alır. Şüphesiz tevbeleri kabul
eden, esirgeyen odur.” (Tevbe,
102-103-104)
Bu ve bir önceki
öykünün bize verdiği ders şudur ki tevbe eden kimse, evvela
günahlar gözünde hep büyük durmalı ve onların mahcubiyet
eziklik ve ıstırabını bütün vücuduyla hissetmeli ve Allah-u
Teala’nın rahmet ve mağfiretini en büyük nimet olarak görmeli
ve buna ulaşmak için bütün gayretlerini harcamalıdır. Saniyen
tevbesinin kabulüne ve günahtan temizlenmesine yakin edinceye
kadar ağlayıp sızlamaktan ve Allah’a sığınıp ondan mağfiret
dilemekten geri durmamalıdır. Genellikle de bu yakin ölüm anı
gelip çatmayıncaya kadar kesinlik kazanmaz. Bu yüzden de o
zamana kadar hiçbir zaman tevbe, mağfiret dileme, ağlama, dua
etme ve Rabbulalemin’in rahmetine sığınmaktan el
çekmemeliyiz. |