|
Menüye git
6 -
Kur'an Anlatımında Zâhir ve Bâtın Yollara Niçin Başvurmuştur?
a) İnsan dünyevi ve
geçici hayatında, kendi varlık çadırını bir küçük su dalgası
gibi, sonsuz madde denizi üzerinde kurmuştur. Kendi varlığını
koruma yolundaki bütün çırpıntı ve çabaları bu denizin coşkun
dalgalarına bağlıdır. Yani maddeyle uğraşır durur.
Dış ve iç hisleri,
devamlı madde ve maddiyatla meşguldür. Düşünceleri, hissi
bilgilere bağlıdır. Yemek, içmek, oturmak, kalkmak, söylemek,
işitmek, gitmek, gelmek, hareket etmek, uyumak ve nihayet
hayati faaliyetlerinin tümünü, madde üzerine kurmuş, fikri de
hep bununla meşguldür.
Dostluk, düşmanlık, yüce
gaye taşımak, makam ve bunlara benzer bazı manevi şeyleri
düşünürken bile, bir çoğunu maddi örnekleri canlandırarak
tasavvur ediyor. Nitekim zaferin tadını, şekerin tatlılığına;
dostluk cazibesini, mıknatısın çekiciliğine, gaye ve makamın
yüceliğini, bir yıldız veya dağın yüceliğine benzeterek
anlatırlar. Veya benzeri bir şeyle...
Bununla beraber insanlar,
maddeden daha büyük bir cihan olan maneviyatı idrak etme ve
düşünme gücü bakımından farklı olup, çeşitli derecelere
sahiptirler. Bazı düşünceler, maneviyatı kavrama hususunda
sıfır derecesinde iken, bazıları bundan bir miktar
yukarıdadır. Böylece bu dereceler kolayca, madde ötesi
maneviyatı kavrayabilen düşünceye ulaşıncaya kadar
sıralanmaktadır.
Bir kimsenin her ne kadar
maneviyatı idrak edip düşünme gücü fazla olursa, aynı nispetle
maddi dünyaya ve onun aldatıcı görüntülerine olan bağlılığı da
azalır. Her ne kadar maddeye bağlılığı azalırsa, maneviyatı
idrak etme gücü de o oranda artar. Buna göre, insan fertleri,
sahip oldukları tabiatları gereğince, madde ötesini idrak etme
yeteneğinde de sahiptirler. Eğer bu yeteneklerini yitirmeseler
eğitilebilirler.
b) Bu yaptığımız
açıklamadan şu neticeye varılıyor. Yüksek bir seviyedeki idrak
gücüne ait bilgiler, ondan alttaki bir dereceye yüklenemez.
Aksi halde, ters sonuca varılır. Özellikle seviyeleri madde ve
cisimden çok yüksek olan maneviyat, eğer doğrudan doğruya
halkın his ve hissi bilgilerinden öteye geçmeyen idraklerine
yüklenmek istenirse ters bir sonuç verecektir.
Burada misal olarak, çok
tanrıcılığı zikredebiliriz. Hindistan'ın Upanişad vida
bölümünde yaygın olan inançları, dikkatle inceleyip, o dine
uyanların sözlerini tüm yönleriyle göz önünde bulundurarak
birbiriyle yorumlayan bir araştırmacı, asıl amacın, halis
tevhid fikri olmasına rağmen, bu fikir, maddeye alışkın basit
beyinlere yalın bir dille doğrudan doğruya sunulduğundan ne
yazık ki, bu tek mabud ve tevhid fikri, halk çapınca yürürlüğe
konulduğu zaman, putperestlik ve çok tanrıcılığı itiraf etmek
olarak anlaşılıp saptırılmış olduğunu anlar.
Buna göre tabiat ve madde
ötesi sırlar, madde alemine bağlı olanlara ancak üstü örtülü
olarak söylenmelidir.
c) Brahmanizm, Yahudilik
ve Hıristiyanlık gibi dinlerde kadın tabakası gibi halktan
bazı sınıfların dini imtiyazlardan ve Veseniyet ile
Hıristiyanlık gibi dinlerde de halk çoğunluğunun mukaddes
kitapların anlaşılmasına, müdahaleden yoksun kalmalarına
rağmen, İslâm dini, imtiyazlarda, kimse için herhangi bir
mahrumiyet vâz etmemiştir. İslâm nazarında herkes,
kadın-erkek, siyah-beyaz dini imtiyazlara varmak yönünden,
eşit seviyededirler. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"... Ben erkek
olsun, kadın olsun içinizden iyilik yapanın iyiliğini boşa
çıkarmam. Bazınız, bazınızdan meydana gelmedir (hepiniz
birsiniz bence)..."
Ve buyuruyor:
"Ey insanlar, şüphe
yok ki, biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve sizi
aşiretler ve kabileler haline getirdik; tanışın diye. Şüphe
yok ki, Allah katında sevabı en çok ve derecesi en yüce
olanınız en fazla takvalınızdır. Allah bilendir, haberdardır."
Bu mukaddimelerden şu
nokta anlaşılıyor; Kur'an-ı Kerim, öğretisini beyan etmede
insaniyeti dikkate almış; yani her insanı, insan oluşu
açısından eğitilmeye, kemale ermeye layık görmüş ve işte bu
yüzden kendi eğitimini, beşeriyet âleminde yaygınlaştırmıştır.
Ancak düşüncelerin
maneviyatı kavramada, sahip oldukları farklılıklar ve
bilindiği gibi yüce manevi bilgileri, perdesiz ve yalın olarak
açıklamanın tehlikeden uzak olmaması yüzünden kendi öğretisini
en sade idrak düzeyine sahip olan umum halkın (madde ve hiss'e
tabi) idrak seviyelerine uygun ve onların anlayabilecekleri,
normal ve sade bir dille açıklamıştır.
Elbette bu yöntem, yüce
manevi bilgilerin umumi, sâde bir dille açıklamasına, yani
lafızların zahiri anlamlarıyla bir takım duyusal ve
hissedilebilir konuların ortaya konmasına ve yüce manevi
bilgilerin, bunların arkasında yer alarak, herkese ancak kendi
fikri kapasitesince zuhur etmesine sebep oluyor. Herkes ancak
kendi durum ve idrak gücü miktarınca o manevi öğretilerden
yararlanabilir.
Allah-u Teâlâ Kur'an-ı
Kerim'de buyuruyor ki:
"Şüphe yok ki, biz
akıl edesiniz (anlayasınız) diye Kur'an-ı Arap dilinde karar
verdik. Ve şüphe yok ki, o (Kur'an) asıl kitap, bizim
indimizde pek yüce ve hakimdir. (beşerin idraki üstündedir."
Ve yine hak, batıl ve
düşüncelerin kapasiteleri hakkında, beyan ettiği bir misalde
de şöyle buyuruyor:
"Gökten su indirdi.
Yağmur yağdırdı. Vadilerin (çeşitli izlerinin) her birinde
onların alabildiğince akı verdi..."
Ve Resul-ü Ekrem, meşhur
bir hadisinde, şöyle buyurmaktadır:
"Biz peygamberler
grubu, halkla kendi akıllarına göre konuşuyoruz."
Bu yöntemden alınacak
diğer bir netice de, Kuran-ı Kerim'in sözlerinin, ihtiva
ettikler batınlara nisbetle, örnek biçiminde olmasıdır. Yani
umumi ve basit düşünenlerden oldukça üstün bir seviyede olan,
ilahi bilgileri, zihinlere yaklaştırmak için verilen
misallerdir. Yüce Allah kendi kelamında şöyle diyor:
"Andolsun ki, bu
Kur'an'da insanlara bütün örneklerde tekrar tekrar anlattık.
Fakat insanların çoğu imtina edip ancak küfre kapıldı."
Ve yine şöyle buyuruyor:
"Ve işte misaller;
onları insanlar için veriyoruz. Fakat bilgi sahiplerinden
başkaları anlamaz onları."
Kur'an-ı Kerim'de bir çok
misal zikredilmiştir. Fakat yukarıdaki ayetler ve bu anlamda
olan diğerleri mutlaktır. Bu yüzden bütün Kur'an-i beyanların,
Kur'an'ın hakiki maksatları olan yüksek manevi öğretiler
nisbetle misal olduğunu söylemek gerekir.
|