1 -
Kur'an-ı Kerim, İnsanın Hayat Programının Genel Hatlarını
İçerir:
Çünkü beşerin
hayattaki mutluluğunu diğer dinlerden daha iyi, temin ve
garanti eden İslâm dini, Kur'an-ı Kerim kanalıyla Müslümanlara
ulaşmıştır. Akait, ahlak ve ameli kanunlardan oluşan İslâm
dininin maddelerinin asıl kaynağı, Kur'an-ı Kerim'dir. Allah
Tebârek ve Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Şüphe yok ki bu
Kur'an, insanları en doğru yola sevk eder"
ve yine şöyle
buyurmaktadır
"... Ve biz, sana her
şeyi açıklayıp anlatan ve müslümanlara hidayet, rahmet ve
müjde olan kitabı indirdik."
Açıktır ki, Kur'an-ı
Kerim'de dini akideler, ahlaki faziletler ve ameli kanunların
külliyatı (burada nakledilmeye gerek olmayan) bir çok ayette
zikredilmiştir.
Tafsilatlı diğer bir
açıklama: Aşağıdaki bir kaç mukaddimenin açıklanmasıyla
Kuran-ı Kerim'in beşer hayatının programını içerdiğinin gerçek
manası anlaşılır.
1- İnsanın
hayatında güttüğü hedef, sadece kendi saâdet ve mutluluğudur.
(Mutluluk ve saâdet, hayatın belli bir çeşidi olarak, insanın
arzu ettiği ve meftun olduğu şeydir. Misal olarak, hürriyet,
refah, iyi geçim ve diğerleri gibi...)
Eğer bazen intiharla
hayatına kıyan veya hayatın meziyetlerinden yüz çeviren kimse
gibi kendi saâdetlerinden kaçan fertleri görüyorsak, bunların
da ruhsal hallerine dikkat edecek olursak, özel amillere
sebebiyle gerçekte hayat mutluluğunu izledikleri şeyde
bildiklerini göreceğiz. Mesela, intihar teşebbüsünde bulunan
bir kimse, huzursuzlukların hücumuna uğraması sonucu,
kurtulmayı ölümde görüyor. Veya maddi zevkleri kendine
yasaklayan zühd ve inzivaya yönelmiş kimse de, mutluluğu
izlediği yöntemde biliyor.
Buna göre devamlı olarak
insanın hayat mücadelesi, saâdetini kavrayıp ona kavuşmak
içindir. İster gerçek saâdetini teşhis etmekte isabet etsin,
ister hata yapsın.
2- İnsanın hayattaki
faaliyetleri hiç bir zaman, programsız gerçekleşmez. Bu açık
bir meseledir. Eğer bazen gizlilik kazanıyorsa, fazla açık
olduğundandır. Çünkü bir tarafta insan kendi istek ve
iradesiyle çalışıyor. Nitece de mevcut durumlara göre bir işi
yapmayı uygun görmezse, onu yapmaya kalkışmaz. Yani bir işi
içinden gelen emirden sonra yapar. Diğer yandan yaptığı işleri
"Kendisi" için, yani idrak ettiği ihtiyaçlarını gidermek için
meydana getirir. Neticede yaptığı işler, birbirine bağlantılı
olup aralarında doğrudan bir ilişki vardır.
Yemek, içmek, uyumak,
kalkmak, oturmak, gitmek vb. işlerin her birinin, belli bir
yeri ve ölçüsü vardır. Bazı hallerde gerekli, bazen gereksiz,
bazı durumlarda yararlı ve bazen ise zararlıdır. Neticede her
işi yapmak, insanın idrakinde külliyatı "genel olarak" bulunan
içsel emire (isteğe) göre ve genel emirleri kendi
cüziyatlarına uygulama şeklinde tahakkuk ediyor.
Her insan, ferdi
çalışmaları, ahalisi belli bir kanun, örf ve gelenekle,
kontrol edilen bir ülkeye benzer. Söz konusu ülkede faâl olan
güçler, işlerini ilk önce memleketin geçerli olan kaide ve
kanunlarına uydurur. Ve daha sonra işe başlar. Bir toplumun
sosyal faaliyetleri de, ferdi faaliyetlere benzemektedir.
Daima halkın çoğunluğu tarafından benimsenen bazı kaide,
gelenek ve ananeler, onlara hüküm sürmelidir. Aksi halde
toplumu oluşturan öğeler, kargaşa sebebiyle kısa bir sürede
karışıp parçalanır.
Nihayet toplum, eğer dini
bir camia ise, hükümet de dini esaslar üzerinde olur. Toplum
dine bağlı değil, lakin medeni ise, yapılan faaliyetler kanuna
göre olur. Eğer toplum vahşi, dinsiz ve barbarca
yönetiliyorsa, ferdi ve müstebit hükümet tarafından hazırlanan
ve halka tahmil edilen gelenek ve kaideler veya çeşitli görüş
ve inanışların çelişmesi sonucu meydana gelen kaidelere bağlı
kalır.
Buna göre insan ferdi ve
içtimai faaliyetlerinde, bir hedefe sahip olmaktan kaçınmaz.
Bu hedefine varmak için de ona uygun olan bir yolu seçip,
çalışma programı olan kaideleri uygulamak zorundadır.
Kur'an-ı Kerim ise aynı
görüşü teyid ederek, şöyle buyurmaktadır:
"Herkesin yöneldiği
bir yön var; ona döner. Siz de hep hayırlara yönelin, hayır
yolunda yarışın..."
Aslında Kur'an dilinde
din, gidişat ve hayatın şekline denmektedir. Mü'min, Kâfir ve
hatta yaratıcıyı inkar edenler, dinsiz değillerdir. Zira insan
hayatı, ister nübüvvet ve vahy yoluyla getirilen kanunlarla
olsun, ister beşerin hazırladığı ve çizdiği kaide ve
kanunlarla olsun, asla programsız gerçekleşmez. Allah Tebârek
ve Teâlâ, hangi sınıftan olursa olsun, Allah'ın dinine düşman
olan zalimler hakkında şöyle buyuruyor:
"Onlar ki, (halkı)
Allah yolundan men edip, o yolu eğri bir hale sokarlar (ve
onda giderler)..."
3- Hayatın en sağlam ve
dayanıklı programı, bir fert veya bir toplumun, duygu ve
hislerinden kaynaklanan değil, insan yaratılışına uygun olan
programdır. Eğer evrenin her parçasına dikkat edecek ve
titizlikle inceleyecek olursak, o parçanın, yaratılışının ilk
gününden beri bir hedef peşinde olduğunu görürüz.
Her varlık, o hedefe
ulaştıracak en münasip ve en yakın yoldan hedefine doğru
hareket etmekte ve yapısının içi ve dışı, hedefine uygun ve
çeşitli faaliyetlerinin kaynağı olan teçhizatlarla donanmış
bulunmaktadır. Canlı ve cansız her yaratığın yaratılışı
böyledir.
Misal olarak, bir buğday
sapı, toprak altında yemyeşil ucuyla tohumdan dışarı çıktığı
ilk günden itibaren, sağlam ve iyi bir buğday dalına dönüşmeye
yöneliktir. Donanmış olduğu güçleri ile çeşitli maddeleri
yerden ve havadan özel bir oranla alıp, kendi vücuduna
ekleyerek gittikçe büyür ve gelişir. Bir halden diğer bir hale
geçerek, değişik şekillere bürünerek sonunda çeşitli taneleri
içeren kâmil bir buğday sapı halini alır. Ve böylece bu
hareketine son verir. Yine eğer ceviz ağacını inceleyecek
olursak, onun da ilk günden itibaren, güçlü bir ceviz ağacı
olmaktan ibaret olan kendine has bir hedef peşinde olduğunu
görürüz. Bu hedefine ulaşmak için mevcut teçhizatıyla, münasip
bir yolu kat ederek, kendisine özgü hayatını korur. Hiç bir
zaman hedefini takip ederken, mesela buğday yoluna sapmaz.
Nitekim buğday da kendi yolunu izlerken ceviz ağacının
yöntemini seçmez.
Bu görülen evreni
oluşturan bütün yaratık türleri, mezkur genel kaideye tabidir.
İnsan türünün ise bu kaideden (yani her türün ulaştığında
saadetini sağlayan bir hedefi mevcuttur. Bu hedefe varmak için
kendi vücut teçhizatlarına uygun olan belli bir yolu vardır)
müstesna olmasına dair, hiç bir delil de yoktur. Aksine insan
vücudunda bulunan teçhizatlar, insanın da diğer yaratıklar
gibi saadetini garanti edecek olan bir hedefi, bu hedef ve
saadetine varması için vücut yapısına uygun belli bir yolu
olduğuna en iyi bir delildir.
Bu yüzden insanın
yaratılışı ve ayrıca insanın da ayrılmaz bir parçası olduğu
evrenin yaratılışı, insanı gerçek mutluluğuna doğru
yönlendirir. Ve uygulanmasıyla saadeti insana garanti edecek,
en önemli en köklü ve en dayanıklı kaideleri insana
hatırlatır.
Allah Tebârek ve Teâlâ bu
kanunun teyidinde şöyle buyuruyor:
"(Musa); Rabbimiz,
her şeye ayrı bir özellik veren, sonra da yolunu gösterendir,
dedi."
Ve yine buyuruyor:
"O, yaratıp şekil
vermiştir. O, her şeyi ölçüyle yapıp doğru yolu göstermiştir.
"
Yine buyurmaktadır:
"Ve andolsun cana,
onu düzeltene, ona kötülüğünü de (fücur), çekinmesini de
(takva) ilham etmiştir. Kim onu iyice temizlemişse, kurtulmuş
ve muradına ermiştir. Ve kim onu kirletmiş, kötülüğe dönmüşse
ziyana uğramıştır."
Bir başka yerde de yine
buyuruyor ki
"Ey Muhammed!)
Hakka yönelerek kendini Allah'ın insanlara yaratılışta verdiği
dine ver. Zira Allah'ın yaratışında değişme yoktur; işte
dosdoğru din budur, fakat insanların çoğu bilmezler."
Yine başka bir yerde de
buyuruyor ki:
"Allah katında din
(hayat şekli) İslâm'dır. (O'nun iradesi karşısında teslim
olmaktır)..."
Yani onun yaratılışı
karşısında teslim olmaktır ki, "bu yaratılış" insanı, özel
kaideleri uygulamaya davet ediyor. Yine buyuruyor ki:
"Kim İslâm'dan
başka (Allah'ın iradesine teslim olmak) bir dine yönelirse,
onunki kabul edilmeyecektir..."
Bu ayetlerden ve bu
manada olan diğer ayetlerden anlaşılan şudur: Yüce Allah her
yarattığını ve yaratıkları arasında insanı, kendi özel saadet
ve yaratılış hedefine, onun kendi yaratılış ve fıtrat yolu ile
yönlendirmektedir. Yaşantı süresince insan için en gerçek yol,
kendisine has yaratılışının davet ettiği yoldur. Bu yüzden
bireysel ve toplumsal yaşantısında fıtratı bozulmayan "tabii"
bir insanın tabiatının, hidayet edip gerektirdiği kanun ve
kaidelere uyması gerekiyor; heva ve hevesle kirlenip, his ve
duygular karşısında eli kolu bağlı esir olan insanlara değil.
Fıtri din gereğince insan
vücudundaki teçhizat iptal edilmemeli ve her birisinin hakkı
verilmelidir. Yani insan vücuduna yerleştirilmiş olan çeşitli
garizi eğilimler gibi, muhtelif ve farklı cihazların tadil
olunup, her birine diğerlerine engel olmayacak şekilde çalışma
izni verilmelidir.
Bilahare insan bireyine,
akıl hakim olmalıdır. Aklı selime ters düşen nefsani istekler,
his ve duygular değil. Topluma ise toplumun gerçek hak ve
maslahatı egemen olmalıdır, güçlü, diktatör birisinin, heva ve
hevesi veya hakka ters düşen, toplumun gerçek maslahatının
aksine olan, çoğunluğun isteği değil.
Yukarıdaki konudan başka
bir sonuç daha elde edebiliriz; kanun koymak, yalnız Allah'ın
elindedir. O'nun dışında, hiç kimse, kanun koyup vazife
belirleme salahiyetine sahip değildir. Çünkü açıklandığı gibi,
hayatta insanın işine yarayan yegane kaide ve kanunlar,
yaratılış kanalıyla belirlenenler, yani insandaki iç ve dış
faktörlerin gerekli kıldığı ve uymaya çağırdığı kanunlardır.
Ayrı bir tabirle, insana hakim olan kanunlar, Allah'ın
istediği kanunlar olmalıdır. Çünkü Allah'ın bir şeyi
istemesinden maksat, onun uygulanması için gereken amil ve
şartları meydana getirmesidir. Ancak bazen bu amil ve şartlar,
bir şeyi mecburi olarak meydana getirir. Örneğin; gündelik
tabii hadiseler... İşte bu irade, "Tekvini irade" diye anılır.
Bazen de insan bir işi, o amiller gereği ihtiyari olarak
serbestçe yapar. Yeme, içme vb. İşte bu durumdaki iradeye de
"Teşrii irade" denir.
Allah Tebârek ve Teâlâ,
Kur'an-ı Kerim'in bir kaç yerinde şöyle buyurmaktadır:
"Hüküm ancak
Allah'ındır."
Bu izahlardan sonra şunu
bilmeliyiz ki; Kur'an-ı Mecid, bu üç mukaddimeyi nazara
alarak, yani insanın kendi hayatında bir hedef peşinde
olduğunu (saadet), buna kavuşmak için de hayat boyunca
çalışması gerektiğini, bu faaliyetin ise programsız bir sonuç
vermeyeceğini ve bu programı da fıtrat ve yaratılış kitabından
ve başka ifadeyle ilahi öğretiden öğrenmesi gerektiğini göz
önünde bulundurarak, insanın hayat programının temellerini, şu
şekilde atmıştır. Programın temelini, Allah'ı tanımak üzerine
kurarak tevhide (Allah'ın birliğine) inanmayı, dinin birinci
temeli olarak nitelemiş. Allah'ı tanıttıktan sonra meâd'ı
(insanın kötü ve iyi amellerinin cezasını ve mükafatını
alacağı, yeniden diriliş gününe olan itikadı) da tevhide
dayalı diğer bir dini ilke olarak tanıttı.
Peygamberlik konusunu da,
meâd (âhiret) inancının sonucu olarak ortaya koydu. Zira daha
sonra açıklayacağımız üzere, iyi ve kötü amellerin karşılığını
vermek, vahy ve nübüvvet aracılığı ile, itaat ve masiyet, iyi
ve kötünün açıklanması yapılmadığı taktirde gerçekleşemez.
Nübüvveti de, diğer bir
ilke olarak niteleyip, bu üç ilkeye; Allah'ın vahdaniyetine,
nübüvvete ve meâda inanmayı, İslâm dininin temel ilkeleri
(usul-ü din) olarak tanıtmış.
Daha sonra ikinci
mertebede, bu üç ilkeye uygun, gerçekçi ve imanlı bir insanın
taşıması gereken, beğenilmiş ahlak ve iyi sıfatların
esaslarını beyan etti. Daha sonra da aslında hakiki mutluluğun
koruyucusu beğenilmiş ahlakın öğreticisi ve geliştiricisi,
daha önemlisi hak itikatların amili olan, ameli kanunları
tesis ve beyan etmiştir.
Çünkü hiç bir zaman,
cinsi sapıklıklara gömülmüş, hırsızlık, hıyanet, yolsuzluk ve
üçkağıtçılığın her türlüsünü işleyip her hangi bir kanun ve
kaideye bağlı olmayan bir kimsenin, iffet-i nefs sıfatına
sahip olması düşünülemez veya servet biriktirme hevesinde
olan, mali taahhüt ve sorumluluklarını yerine getirmeyen bir
kimsenin cömertlik sıfatına sahip olması düşünülemez.
Ya da Allah'a ibadette
bulunmayan, haftada veya ayda bir kere olsun bile Allah'ı
hatırlamayan birisinin, Allah'a ve kıyamet gününe inanarak
kulluk makamında bulunması kabul edilemez.
Buna göre beğenilmiş
ahlak, daima münasip bir takım tutum ve davranışlarla hayatını
sürdürür. Nitekim beğenilmiş ahlak aynı şekilde itikadı
temellerin oluşup bâki kalmasında yardımcı olmaktadır. Misal
olarak, gururlu, bencil ve kendisini beğenmiş bir kimsenin
Allah'a inanması ve Allah'ın makamı karşısında mütevazı olması
beklenmez. Ömür boyunca insaf, mürüvvet, merhamet ve adaletin
ne olduğunu bilmeyen bir kimsenin, yeniden diriliş ve sorguya
çekilme gününe inanması ve bu inancını koruması beklenemez.
Allah Teâlâ, hak itikat ile beğenilmiş ahlaklarla -ki
ahlakların kendisi de bir nevi itikattır- eylem, davranış ve
amel arasında bulunan bağlantı hususunda, şöyle buyuruyor:
"Kelimet'ül tayyib
(güzel sözler-itikatlar) O'na yükselir, o sözleri de yararlı
iş yükseltir..."
Yine itikadın, amel ile
olan irtibatı hakkında da şöyle buyuruyor:
"Sonra kötülük
yapanların akıbeti şuraya vardı ki, Allah'ın ayetlerini inkar
edip, onlarla alay ediyorlardı."
Nihayet Kur'an-ı Kerim,
İslâm'ın üç genel bölümünden oluşan temel ilkelerini ihtiva
etmektedir. Bunlar şöyledir:
1- İslâm'ın inanç
esasları ki, bunların bir kısmını dinin üç temel akidesi
oluşturur:
a)- Tevhid,
b)- Nübüvvet,
c)- Meâd.
Bir kısmı da bunlardan
ayrılan inançlardır. Örneğin, Levh, kalem, kader, melekler,
arş ve kürsünün varlığı ile gökyüzü ve yeryüzünün yaratılmış
olduğuna inanmak...
2- Beğenilmiş ahlaklar,
3- Kur'an-ı Kerim'in
külliyatını beyan ettiği, cüziyatını ve tafsilatını ise yüce
peygamberin beyanına bıraktığı, dini ahkam ve ameli kanunlar.
Resul-ü Ekrem (s.a.a) de, İslâmi fırkaların tevatüren
naklettikleri "Sekaleyn" hadisi mucibince, Ehl-i Beyt'in
beyanını, kendi beyanının yerine koymuş ve ona eş değer
saymıştır.
Menüye git
|