Allah’ın elçisi Hz. İbrahim Halil
aleyhisselâm, bugünkü Irak’ın güneyinde kalan
“Mavereünnehir” bölgesindeki Bâbil Uygarlığı’nın
“Âverkeldaniyan” şehrinde doğdu, burada yetişip büyüdü. “Âver”,
eski Farsça bir kelime olup şehir anlamına gelir.
İranlıların Bâbil’i ele geçirdikten sonra, orada bu şehri
kurmuş olmaları ya da bu ülkede galip kavmin dilinin revaç
bulmuş olması muhtemeldir. Bâbil ve Hz. İbrahim’in doğum
yerinde Farsça dilinin konuşulmakta
olduğunu gösteren bir diğer delil de, Hz. İbrahim’in
“baba” diye hitap ettiği amcasının Kur’an-ı Mecid’de adı
geçen, yani “Âzer” ismidir:
“Hani
İbrahim, babası Âzer’e şöyle demişti: Sen putları ilahlar
mı ediniyorsun? Doğrusu ben, seni ve kavmini apaçık bir
sapıklık içinde görüyorum.” (En’am/74)
Hz. İbrahim, işte bu şehirde
(Âverkeldaniyan) nübüvvet makamına erişti ve güçlü bir
irade ve eşsiz bir imanla zalim Nemrud’a karşı koydu,
onunla mücadele etti. Nemrud, hem tanrılık iddiasında
bulunuyor, hem de putperestlik inancını korumaya
çalışıyordu. Bu amansız mücadeleyi Hz. İbrahim kazandı.
Nemrud ise sadece yenilmekle kalmayıp bu mücadelede canını
da yitirdi ve yokluk uçurumuna yuvarlandı.
Nemrud’un ölümüyle birlikte
halk onun zülmünden kurtulmuştu. Bunun üzerine Hz.
İbrahim, eşi Sâra (Sâre) ve kardeşinin oğlu Hz. Lût’la
birlikte Mavereünnehir bölgesinden ayrılarak Suriye’ye
doğru yola çıktı. Amacı, dünyanın başka yerlerinde de
gafil halkın uykuya dalmış vicdanlarını uyandırmak,
zihinleri hurâfe ve bâtıl inançlardan temizleyerek
insanları bir ve tek olan Allah’a çağırmaktı.
Hz.
İbrahim, Suriye’nin Güneş’e, Ay’a ve yıldızlara tapan
müşrikleriyle gerekli mübahese ve tartışmalara girerek
onları aydınlatıp vazifesini tamamladıktan sonra oradan
Filistin’e geçti. Ardından, Filistin’de başgösteren
şiddetli kıtlık üzerine oradan da ayrılmak zorunda kaldı
ve Mısır’ın yolunu tuttu. Uzun bir süre Mısır’da
yaşadıktan sonra eşi Sâra ve onun namuslu, iffetli, dürüst
ve sağlam karakterli Mısırlı hizmetçisi Hâcer’le birlikte
tekrar Filistin’e döndü.
Hz. İbrahim’le Sâra uzun
yıllar birlikte yaşadıktan sonra ihtiyarlamış, ancak
yadigâr bırakacakları bir tek çocukları olmamıştı. Aynı
zamanda Hz. İbrahim’in teyzesinin kızı da olan değerli eşi
Sâra, Allah Resulü’nün hâlâ evlât sahibi olamayışına içten
içe üzülüyordu. Bu nedenle Hz. İbrahim’e kendi cariyesi
Hâcer’le evlenmesini tavsiye etti, “Belki Allah Tealâ
ondan sana bir evlât verir de böylece senin temiz soyun
yeryüzünde bâki kalır.” dedi.
Sâra’nın tavsiye ettiği bu evlilik
gerçekleşti ve Allah Tealâ İbrahim’le Hâcer’e bir erkek
evlât verdi. Adını İsmail koydular. İsmail pek sevimli ve
güzel bir çocuktu. İsmail konuşmaya ve cıvıl cıvıl çocuksu
hareketleriyle herkese kendisini sevdirmeye başlayınca,
nihayet bir kadın olan ve
anne olamamanın acısıyla yaşayan Sâra,
kadınlık duygularını yenemeyip bu durumdan rahatsızlık
duymaya başladı. Kocasına, Hâcer’le evlenmesi yolunda
tavsiyede bulunmuş olmasına rağmen bu durumdan rahatsızlık
doyuyordu. Kumasının çocuğunu görmeye tahammül edemeyecek
bir ruhî durumda
olduğunu kendisi de görmekteydi...
Uzunca bir süre bu duruma
tahammül gösterip sabrettiyse de, nihayet bir gün, Hz.
İbrahim’den, Hâcer’le oğlunu alıp uzaklara götürmesini ve
kuş uçmaz, kervan geçmez bir yerde onları bırakıp
gelmesini istedi. “Öyle bir yere bırak ki, ne diri
kaldıklarının haberi ulaşsın bana, ne de öldüklerinin.”
dedi.
Bunun üzerine Hz. İbrahim’e; “O çocuğa,
aslında Sâra’nın kendi hakkından vazgeçerek fedakârlık
göstermesi sayesinde sahip olduğundan ve Sâra kısır bir
kadın olduğu için kumasının çocuğunu görmeye elbette ki
tahammül edemeyeceğinden onun ricasını yerine getir.”
şeklinde vahy olundu. Allah Tealâ, bu vahyin ardından,
süratle hareket eden “Burak” adlı bir binek gönderdi. Hz.
İbrahim, Hâcer ve İsmail bu binekle
Filistin’den havalanarak bugünkü Mekke şehrinin olduğu
yere indiler.
Hz. İbrahim, Allah Tealâ’nın
emriyle Hâcer ve minik yavrusunu ıssız mı ıssız, gözlerden
ırak, dört bir yanı sıradağlarla çevrili, ürkütücü bir
vadide bırakıp Filistin’e döndü.
Bu hem
İbrahim, hem de Hâcer için büyük bir imtihan ve bizim akıl
erdiremediğimiz bir takdir-i ilahî ve kaderdi. Ancak, bu
imtihan ve kader neticesinde ortaya çıkan gerçeklerden
bugün haberdarız ve neticesini bizzat görmekteyiz...
Hz. İbrahim, Hâcer için getirdiği bir testi
suyla bir miktar yiyeceği orada bırakarak Hâcer’e, bundan
sonrası için Allah’ın fazlına güvenmesi ve umudunu sadece
O’nun lütuf ve keremine bağlaması gerektiğini hatırlattı.
Hâcer, bu ıssız, gözlerden ırak ve bir o kadar da ürkütücü
ve dehşet
verici yerde minik yavrusuyla yapayalnız kalmıştı. Bütün
kalbiyle Allah’a sığınarak O’nun fazlından ümitli bir
bekleyişe başladı.
Bir süre sonra su ve yiyecek tamamen
bitmişti. şimdi Hâcer, aç ve susuzdu. Açlık ve susuzluktan,
giderek göğsündeki süt de kesilmeye başladı; minik yavrusu
İsmail sabırsızlanıyor, sürekli ağlıyordu. Göğsünde bir
damla süt yoktu; bebeğin durumu gittikçe kötüleşiyordu.
Hâcer perişandı; ne yapacağını bilemiyordu. Çaresiz,
yerinden doğrulup ümitsiz bir şekilde su aramaya başladı.
O sırada karşıdaki “Safâ” dağına ilişti
gözü; dağın yamacında bir ırmak görünüyordu. Sevinçle o
tarafa doğru koştu Fakat dağın yamacına vardığında orada
su olmadığını gördü. Etrafına kuşbakışı bakabilmek
gayesiyle Safâ dağının tepesine tırmandı; o civarda
herhangi bir akarsu veya su birikintisi varsa, buradan
görebilirdi. Tepeye vardığında, karşı dağın (Merve)
eteğinde, oraya bir kilometre uzaklıktaki bir mesafede her
tarafın dalga dalga kabaran sularla dolu olduğunu gördü.
Safâ’dan heyecanla aşağı inerek
Merve’ye doğru koştu. Ancak, dağın yamacına vardığında,
her taraf gibi buranın da sadece kum ve çakıl taşlarıyla
kaplanmış olduğunu gördü.
Su bulabilmek umuduyla bu
defa da Merve’nin tepesine çıkıp etrafına bakındı ve
hayretle, karşıdaki Safâ dağının yamacında su olduğunu
gördü. Halbuki biraz önce oradaydı, suyu nasıl da
farkedememişti! Merve’den inerek sevinçle Safâ’ya doğru
koştu...
Bu gidiş geliş tam yedi kez
tekrarlandı...
Hâcer artık su bulmaktan umudunu iyice
kesmiş, Safâ ve Merve’nin yamaçlarında görüp de su
zannettiği şeyin aslında güneşte parlayan kumların
yarattığı bir serap olduğunu anlamıştı. Hâcer’in Safâ’yla
Merve arasındaki bu gidiş gelişi, onun temiz anısı olmak
üzere İslâmî hac merasiminde de bâki kaldı. Nitekim bugün
hacca giden herkes,
ister erkek, ister kadın olsun, Safâ’yla Merve arasında bu
şekilde yedi kez gidip gelerek Hâcer’in anısını yad
etmektedirler.
Su bulmaktan umudunu kesen Hâcer, açlıktan
bitkin bir vaziyette oracığa bıraktığı minik bebeği
İsmail’in ne durumda olduğunu anlamak için Kâbe’ye doğru
döndü ve oraya vardığında bu kez minik İsmail’in yere
sürdüğü ayağının altındaki topraktan bir pınar
fışkırdığını gördü. Allah Tealâ’nın fazlına olan inancıyla,
bunun gaybî bir mucize olduğunu anlamıştı. Hâcer, önce
bebeğinin yüzüne biraz su
serptikten sonra onun dudaklarını ve ağzını suyla ıslattı.
Daha sonra kendisi de su içti, göğsü sütle dolunca
bebeğini doyasıya emzirdi.
Suyun bu şekilde yerden
kaynayıp çıkmasına Arapça’da “zemzem” denilir. O gün bu
gündür söz konusu pınar kaynayıp akar. Bugün “Zemzem
Kuyusu” denilen kuyu ve içindeki mübarek suyun tarihçesi
budur.
O uzak ve ıssız diyarda
yerden böyle bir pınar fışkırınca, kuşlar kendilerine has
güçlü duyarlılıklarıyla hemen suyun kokusunu alarak
yüzlerce kilometre öteden Mekke vadisine doğru akın etmeye
başladılar. Yemen’in asil Araplarından olan ve uzun
suredir Hicaz’ın kuytu bir bölgesinde yaşamını sürdüren
“Cürhüm” boyu, kuşların gidiş gelişlerinde izledikleri
yolu takip ederek bu noktayı bulmakta gecikmemiş ve
Hâcer’in izniyle oraya yerleşmişti. Böylelikle Mekke’nin
bir şehir olarak ilk oluşumu tamamlanmış bulunuyordu.
İsmail burada büyüdü, bu
necip ve temiz soylu kabileden bir kızla evlendi; annesi
ve o ömürlerinin sonuna kadar buradan ayrılmadılar, burada
yaşayıp burada öldüler. Mübarek mezarları, Kâbe’nin
kenarında, bugün “Hicr-i İsmail” denilen mahaldedir.
Bu arada İbrahim aynı
vesileyle, yani Burak”la birkaç kez Filistin’den Mekke’ye
gelmiş, eşini ve oğlunu görmüştür. Nitekim bu
ziyaretlerinden birinde, Allah Tealâ tarafından vahiy
gelmiş ve artık gelişip serpilerek delikanlılık çağına
ulaşmış bulunan İsmail’le birlikte Kâbe binasını yeniden
inşa etmeleri emir olunmuştu.
İsmail taş getirip babasına
veriyor, o da taşları üst üste koyarak Kâbe’nin duvarını
yükseltiyordu. Böylece Beytullah’ın inşası tamamlanmış
oldu. Allah’ın Evi’nin yapımı tamamlanınca, İbrahim; “Rabbim!”
dedi, “Burayı emin ve güvenlikli bir şehir kıl, burada
yaşayanları ürünlerle rızıklandır.”
Kur’an-ı Kerim, bu gelişmeyi
şöyle anlatıyor:
“Hani Ev’i (Kâbe)
insanlar için
bir toplanma ve güvenlik yeri kıldık.
İbrahim’in makamını namaz yeri edinin. İbrahim ve İsmail’e
de; “Evimi tavaf edenler, itikafa çekilenler, rükû ve
secde edenler için temizleyin.” diye ahit verdik. Hani
İbrahim; “Rabbim, burayı güvenlikli bir şehir kıl
ve halkından, Allah’a ve ahiret gününe
inananları ürünlerle rızıklandır.” demişti de Allah;
“Küfredeni de az bir süre yararlandırır, sonra onu ateşin
azabına uğratırım. Ne de kötü bir dönüştür o.” demişti.
Hani İbrahim ve İsmail Kâbe’nin sütunlarını yükselttiklerinde
(şöyle dua etmişlerdi): “Rabbimiz, bizden bunu kabul buyur;
şüphe yok ki sen, işiten ve bilensin. Rabbimiz, ikimizi
sana teslim olmuş (Müslümanlar) kıl, soyumuzdan da sana
teslim olmuş (Müslüman) bir ümmet kıl, bize ibadet
yöntemlerini göster ve
tövbemizi kabul et; şüphe yok ki sen, tövbeleri kabul eden
ve esirgeyensin. Rabbimiz, içlerinden onlara bir peygamber
gönder; onlara senin ayetlerini okusun, kitabı ve hikmeti
öğretsin ve onları arındırsın; hiç şüphesiz, sen güçlü ve
üstün olansın, hüküm ve
hikmet sahibisin!”
(Bakara, 125-129)
“Hani İbrahim şöyle demişti: “Rabbim, bu
şehri güvenli kıl, beni ve çocuklarımı putlara kulluk
etmekten koru. Rabbim, gerçekten onlar, insanlardan
birçoğunu şaşırtıp saptırdı. Bundan böyle kim bana uyarsa,
artık o bendendir; kim de bana isyan ederse, kuşkusuz sen
bağışlayansın, esirgeyensin. Rabbimiz, gerçekten ben,
çocuklarımdan bir kısmını Beyt-i Haram yanında, ekime
müsait olmayan çorak bir vadiye yerleştirdim; Rabbimiz,
namaz kılsınlar diye. O halde, insanların bir
kısmının kalplerini onlara yönelt ve onları nimetlerinle
rızıklandır; umulur ki şükrederler.”
(İbrahim, 35-37)
Hâcer’in adı Kur’an’da zikredilmemiştir. Ne
var ki, buraya kadar anlattığımız maceranın tamamının,
yani İbrahim’in Filistin’den Hicaz’a geliş sebebinin,
evlatları için dua edişinin, İbrahim ve Bakara Surelerinde
İbrahim’le İsmail’den nakledilerek anlatılanların
bütünüyle Hâcer’in hayat hikâyesinden bir kesit olduğu ve
gerçekte bu nakledilenlerin Hâcer’i anlattığı ve bu
değerli kadının, Hz. İsmail’in
annesi olduğu da apaçık ortadadır. |