BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
İmam Ali Naki (a.s)’dan Hikmet,
Nasihat, Güzel Ahlak, Takva, Zühd
Hakkında Nakledilen Hadisler
İmam Ali Naki (a.s)’ın
Cebir Ve Tefviz[1]
Ehlinin Reddi ve Cebirle Tefvizin Arasında Yer Alan
Hadd-I Vasatın
İsbatı Hakkındaki Mektubu
Bu Muhammed ibn-i Ali tarafından
gönderilen bir mektuptur:
Allah'ın selam, rahmet ve bereketi sizlerin ve hidayet
yoluna uyanların üzerine olsun.
Mektubunuz ulaştı, zikrettiğiniz şeyleri anladım; kader
bahsine dalarak dininiz hakkında ihtilafa düşmüşsünüz,
bazılarınız cebre, bazılarınız ise tefvize inanmıştır. Bu
mesele hakkında işiniz tefrikaya, birbirinizle ilişkiyi
kesmeye ve düşmanlık etmeye kadar varmış. Nihayet bu
meselenin izahı hakkında benden görüş belirtmemi
istemişsiniz; bunların hepsini anlamış bulunmaktayım.
Allah size rahmet etsin, şunu bilmelisiniz ki, biz
nakledilen birçok rivayet ve hadislere baktık; Allah'ı
tanıyan ve İslam'ı kabul eden bütün fırkaların elinde mevcut
olan hadis ve rivayetlerin iki kısımdan ibaret olduğunu
gördük. Bu hadisler ya kabul
edilmesi gereken haktır veya reddedilmesi gereken batıl.
Bütün ümmet, aralarında hiç bir ihtilaf olmaksızın
Kur’ân'ın hak olduğunda görüş
birliğindedir. Bütün fırkalar Kur’ân'ın
hakkaniyeti ve doğruluğunu itiraf etmişlerdir.
Resulullah
salla’llâhu aleyhi ve
alih şöyle buyurmuştur: "Ümmetim dalalet üzere
birleşmez." Böylece ümmetin, üzerinde ittifak ettiği ve
birbirleriyle ihtilaf etmedikleri her şeyin hak olduğunu
bildirmiştir. Kur’ân haktır,
onun Allah tarafından indirildiği ve doğruluğu hakkında
ümmet arasında hiç bir ihtilaf yoktur. Öyleyse
Kur’ân bir hadisi
te'yid eder, ümmetten bir grup
da onu inkâr etmeye kalkışırsa,
Kur’ân'ın doğruluğunun herkesçe kabul edilmiş olması
ilkesi hükmüyle, tereddütsüz onun doğruluğunu kabul ve ikrar
etmeleri gerekir. Bu durumda, onu inkâr etmekten
vazgeçmezlerse, (o zaman) dinden çıkmaya mahkum olurlar.
Kur’ân'ın
tasdik ve te'yid ettiği ve
doğruluğuna Kur’ân'dan
şahid gösterebileceğimiz ilk
hadis, Peygamber salla'llâhu
aleyhi ve alih’den
nakledilen, kitaba uygun olan ve hiçbir söz onunla
çelişmeyen şu hadistir; Resulullah
salla'llâhu aleyhi ve
alih buyurmuştur ki: "Ben
sizin aranızda iki değerli şey bırakıyorum: Allah'ın
kitabını ve yakınlarım olan Ehl-i
Beyt'imi, bunlara sarıldığınız
müddetçe sapıklığa düşmezsiniz ve bu ikisi havuzun
(Kevser'in) kenarında bana ulaşıncaya kadar birbirinden
ayrılmazlar."
Bu hadisin doğruluğuna delil olarak
Kur’ân'da apaçık şahid
bulunmaktadır. Mesela şu ayet gibi:
"Sizin veliniz, ancak Allah ve O'nun resulü, namaz kılan ve
rüku halindeyken zekâtı veren
mü’minlerdir. Kim Allah'ı, O'nun Resulünü ve (sözü
edilen) mü'minleri veli
edinirse, hiç şüphe yok, galip gelecek olanlar, Allah'ın
taraftarlarıdır."[2]
Ehl-i
Sünnet alimleri konuyla ilgili olarak rivayet etmişlerdir
ki, bu ayet Emir-ül
Mü’minin Ali
aleyhi’s-selâm
hakkında nazil olmuştur. Çünkü Hz.
Ali aleyhi’s-selâm
rüku halinde yüzüğünü sadaka olarak vermiş, Allah-u
Teâla da mezkur ayeti nazil
ederek onu övmüştür. Görüyoruz ki
Resulullah salla'llâhu
aleyhi ve alih de şöyle
buyurmaktadır: "Ben kimin mevlası
isem, Ali de onun mevlasıdır."
Yine Hz. Ali'ye buyurmuştur ki:
"Senin bana nisbet
mevkin Harun’un Musa’ya mevkisi
gibidir. Ancak benden sonra peygamber gelmeyecektir." Yine
buyurmuştur ki: "Ali, benim borcumu ödeyen,
vaadlerime vefa eden ve benden
sonra size halifemdir."
Diğer hadislerin menşe ve kaynağı olan birinci hadis sahih
ve müttefik-un aleyh'tir, onlardan hiç kimse bu hadis
hakkında ihtilaf etmemiştir; bu hadis, ayrıca
Kur’ân’a da mutabıktır.
Kur’ân ve diğer hadislerin bu
hadisi te'yid ettiğine göre,
ümmetin ister istemez bunu kabul edip ikrar etmesi gerekir.
Çünkü bu hadislerin Kur’ân'dan
açık delilleri vardır; Kur’ân
onlarla muvafıktır, onlar da Kur’ân'la.
Daha sonra Hz. Peygamber'den
gelen bu hadislerin muhtevası, sadık olan imamlardan da
gelmiş ve onları meşhur ve güvenilir bir grup
nakletmişlerdir. Bundan dolayı bu hadislere her
mü’min erkek ve kadının uyması
gerekli ve farzdır; inat ehlinden başka hiç kimse buna karşı
çıkmaz. Çünkü Ehl-i
Beyt'in sözleri, Allah'ın
sözlerine muttasıl (bağlı)dır. Örneğin, Allah-u
Teâla
Kur’ân'da şöyle buyuruyor:
"Gerçek şu ki, Allah ve Resul’ünü incitenler; Allah, onlara
dünyada da ahirette de lanet
etmiş ve onlar için aşağılatıcı bir azap hazırlamıştır."[3]
Bu ayetin benzerini Peygamber'in sözlerinde de görmekteyiz;
buyurmuştur ki:
"Kim Ali'yi incitirse beni incitmiştir, kim beni incitirse
Allah'ı incitmiştir, kim de Allah'ı incitirse, Allah'ın
intikamına duçar olur."
Diğer bir hadiste de şöyle buyurmuştur:
"Kim Ali'yi severse beni sevmiştir, kim de beni severse
Allah'ı sevmiştir."
Ben-i Velîâ kabilesi hakkında da
şöyle buyurmuştur: "Allah ve resulünü seven, Allah ve
resulünün de kendisini sevdiği kendi nefsim gibi olan birini
onlara göndereceğim; Ey Ali kalk, onlara doğru hareket et."
Hayber
savaşında da şöyle buyurmuştur:
"Yarın öyle bir kişiyi onlara göndereceğim ki, O,
Allah'ı ve Resulünü sever; Allah ve Resulü de onu sever. O
öyle bir kişidir ki, sürekli hamle eder, kaçmaz ve Allah
onun eliyle fethi müyesser kılmadıkça geri dönmez."
Böylece Peygamber salla’llâhu
aleyhi ve alih, onu
(düşmanın üzerine) göndermeden önce zafer müjdesi verdi;
bütün ashab acaba bu fazilet
kime nasib olacak diye heyecanla
bekliyordu. Ertesi gün Resulullah
salla’llâhu aleyhi ve
alih, Ali
aleyhi’s-selâm’ı
çağırıp (Yahudilerin cephesine) göndererek onu bu faziletle
seçkin kıldı; ona "Kerrar,
gayr-i ferrar"[4]
lakabını verdi; ve "Allah ve Resul'ünü seven" birisi diye
vasıflandırarak, Allah ve Resul'ünün de onu sevdiğini
bildirdi.
Ben bu açıklamayı, sözkonusu
mevzuyla ilgili bir delil ve
cebir, tefviz ve bunların arasında yer alan
hadd-ı vasat hakkında açıkla-
yacağımız şeye bir
te'yid olarak zikrettim.
Yardım ve güç Allah'tandır ve bütün işlerimizde O'na
tevekkül ediyoruz.
Biz konuya İmam Sadık aleyhi’s-selâm’ın
şu hadisiyle başlıyoruz; buyurmuştur ki:
"Ne cebir doğrudur ve ne de tefviz; doğru olan bu ikisinin
arasında yer alan hadd-ı
vasattır. Bu ise şunlardan ibarettir: Bedenin sıhhati, yolun
açık oluşu, yeterli zamanın olması ve azığın, mesela bineğin
varlığı ve insanı işe yönelten sebebin (saikin)
var olması."
İşte İmam Sadık aleyhi’s-selâm
bütün faziletleri bu beş şeyde bir araya toplamıştır. Eğer,
kulun bunların herhangi birinde noksanlığı olursa o
noksanlıktan dolayı sorumluluk ondan kalkar. İmam Sadık
aleyhi’s-selâm
insanların (cebir ve tefviz hakkında) arayıp öğrenmeleri
gerekli olan şeylerin esasını açıklamış,
Kur’ân bunu
te'yid etmiş ve Peygamber
salla'llâhu aleyhi ve
alih'in
apaçık sözleri de ona tanıklık etmiştir. Çünkü,
Peygambersalla'llâhu
aleyhi ve alih ve
Ehl-i
Beyt'inin sözleri Kur’ân'ın
sınırlarını aşmaz. Dolayısıyla eğer sahih hadisler
nakledilir ve onların kanıtları
Kur’an’dan araştırılır,
Kur’ân’ın da onlarla muvafık ve onlara bir delil
olduğu görülürse, onlara uymak farz olur.
Mektubun evvelinde zikrettiğimiz gibi, inat ehlinden başka
hiç bir kimse bunu aşıp geçmez.
Biz de İmam Sadık aleyhi’s-selâm’ın
cebir ve tefviz arasında yer alan hadd-ı
vasatı isbat edip, cebir ve
tefviz akidesini reddetmekle ilgili olan bu sözü hakkında
tahkik yaptığımız zaman, Kur’ân'ın
bu sözün doğruluğuna tanıklık ettiğini ve onu tasdik
ettiğini görüyoruz.
İmam Sadık aleyhi’s-selâm’dan,
onun te'yidinde diğer bir
rivayet de naklolunmuştur. İmam Sadık
aleyhi’s-selâm’a: "Allah, kulları
günah işlemeye mecbur mu kılmıştır?" diye sorulduğunda
İmam Sadık aleyhi’s-selâm:
"Allah bundan daha adildir." cevabını verdiler. "Öyleyse,
işleri onlara tefviz (havale) mi etmiştir?" denildiğinde
de: "Allah bundan daha muktedirdir" buyurdular.
Diğer bir hadiste de şöyle buyurmuştur:
"İnsanlar kader hakkında üç kısımdır: Bazıları işlerin
onlara havale edildiğini sanırlar; bunlar, Allah'ın
kudretini zayıf sayıp helak olanlardır. Bazıları Allah'ın
kulları günah işlemeye mecbur ettiğini ve onları güç
yetiremedikleri halde bir şeye mükellef kıldığını
zannederler; bunlar da, Allah'ı hükmünde zalim bilip helak
olanlardır. Bazıları da, Allah'ın, kulları güçleri kadar
mükellef kıldığını ve güçlerinin haricinde olan bir şeyi
onlardan istemediğini söylerler ve iyilik yaptıklarında
Allah'a şükrederler, kötü iş yaptıklarında da Allah’tan
mağfiret dilerler; işte bunlar olgunlaşmış
müslüman-lardır.
Böylece İmam Sadık aleyhi’s-selâm
haber vermiş ki: “Kim cebir ve tefvize uyar ve bunlara
inanırsa hakka aykırı hareket etmiştir.”
Ben (bu beyanla), cebre inananın hataya düştüğünü, tefvizi
kabul edenin de batıla duçar olduğunu izah ettim.
Dolayısıyla hadd-i vasat bu
ikisinin arasında yer almış oldu.
İmam aleyhi’s-selâm,
daha sonra şöyle buyurmuştur:
Ben meseleyi, hakikati arayan kimsenin konuyu daha kolay
kavrayabilmesi ve meselenin izahını kolayca araştırabilmesi
için bu (üç çeşit) yolların her birine,
Kur’ân'ın apaçık ayetlerinin doğruluğuna tanıklık
ettiği ve akıllıların tasdik edeceği bazı örnekler
veriyorum. Tevfik ve ismet
Allah'tandır.
İnananın hatadan kurtulamayacağı cebir akidesine gelince;
bu inanç Allah-u Teâla'nın,
kulları günah işlemeye mecbur kılıp, bununla birlikte onlara
azap edeceğini sanan kimselerin inancıdır. Kim böyle
düşünürse, Allah'ı hükmünde zalim bilmiş olur ve O'nun şu
sözünü tekzip ve reddetmiştir. Çünkü Allah-u
Teâla buyuruyor ki:
"Rabbin hiç bir kimseye zulmetmez."[5]
Yine başka bir ayette cehennem ehline hitap olarak
buyuruyor ki:
"Bu (azap) da, senin ellerinin önceden takdim ettiği
(hazırladığı) şeydir. Hiç şüphe yok ki Allah, kulları için
zulmedici değildir."[6]
Yine diğer bir ayette de şöyle buyurmaktadır:
"Şüphe yok ki Allah, insanlara hiçbir şeyle zulmetmez. Ancak
insanların kendileri kendilerine zulmederler."[7]
Bu konu hakkında diğer birçok ayet de mevcuttur. Öyleyse kim
günah işlemeye mecbur olduğunu sanırsa, günahını Allah'ın
üze-rine atmıştır ve
günahkârlara ceza vermediği için Allah'a, zulüm
isnad etmiştir; Allah'a zulüm
isnad eden kimse ise, O'nun
kitabını tekzip etmiştir ve Kur’ân'ı
tekzip eden de ümmetin icmasıyla
kâfirdir.
Cebir akidesinin misali şuna benzer ki; kendi nefsine ve
dünya malından hiçbir şeye malik olmayan bir köleye sahip
olan efendi, onun durumunu çok iyi bildiği halde para
vermeksizin bir mal almak için onu pazara gönderir, köleye
sahip olan efendinin kendisi de istediği malların
sahiplerini razı ederek bedeli ödenmeden hiçbir kimsenin o
malları almaya cüret edemeyeceğini bilir, öte yandan bu
kölenin efendisi kendisini adil, insaflı, hekim ve zulüm
etmeyen birisi olarak tanıttığı ve kölenin bir şeye malik
olmadığını ve kendisinin de istediği şeyin bedelini ona
vermediğini ve mal sahipinin de
parasız ona bir şey vermeyeceğini bildiği halde köleye,
alınması gereken malı alıp getirmezsen şöyle böyle yaparım
diyerek tehdidde bulunur, köle
de eli boş pazara gidip efendisinin emrettiği şeyi temin
etmek istediğinde mal sahibinin, para vermeden hiç bir şey
vermeye hazır olmadığını görerek mecburen ümitsiz ve eli boş
olarak efendisinin yanına geri döner ve efendisi de bu
durumdan öfkelenir ona işkence yapar.
Acaba bu durumda efendisinin, kölesinin dünya malından hiç
bir şeye sahip olmadığını ve ona alınması gereken malın
parasını vermediğini bildiği için adalet ve hikmeti gereği
onu cezalandırmaması gerekmez mi? Eğer onu cezalandırırsa
haksız yere ona zulüm yapmış olmaz mı? Sözünü ettiği adalet,
insaf ve hikmetini de batıl etmiş olmaz mı? Bu durumda eğer
onu cezalandırmazsa, o zaman da kendisini yalanlamış olur;
çünkü, ilk önce yalan yere onu cezalandıracağını söylemişti.
Bunların her ikisi de adalet ve hikmetle bağdaşmaz.
Allah-u Teâla zalimlerin
söylediği sözlerden daha yücedir.
Öyleyse; cebir veya cebri gerektiren akideye inanan, Allah'ı
zalim bilmiş ve O'nu zulüm ve tecavüzle suçlamıştır. Çünkü
böyle bir durumda Allah mecbur kıldığı kimselere azap etmiş
olur. Kim, Allah'ın kulları mecbur kıldığını (kendi
iradeleri dışında işler yaptırdığını) sanırsa, Allah'a zulüm
isnadında bulunmamak için mecburen, Allah, kullardan azabı
kaldırmıştır demek zorunda kalacaktır. Kim de Allah'ın,
günahkârları azaptan muâf kıldığını sanırsa Allah'ın
vaadlerini tekzip etmiştir.
Çünkü Allah şöyle buyurmaktadır:
"Hayır, iş öyle değil; kim bir kötülük işler de günahı
kendisini kuşatırsa (artık) onlar ateş ehlidirler, orada
temelli kalıcıdırlar”.[8]
"Gerçek şu ki, yetimlerin mallarını zulümle yiyenler,
ancak ateş yerler, (o mallar, karınlarında ateştir adeta) ve
onlar, alevli ateşe girecekler."[9]
"Şüphesiz ayetlerimize karşı küfre sapanları yakında ateşe
sokacağız. Derileri yanıp döküldükçe, azabı tatmaları için
onları başka derilerle değiştireceğiz. Şüphe yok ki Allah,
güçlü ve üstün olandır, hüküm ve hikmet sahibidir."[10]
Bu konu hakkında başka birçok ayetler de mevcuttur. Her kim
Allah'ın vaadlerini tekzip
ederse, Kur’ân'ın ayetini tekzip
ettiği için kâfir olur. Bu adam, Allah'ın buyurduğu şu
kimselerdendir; "Yoksa siz kitabın bir bölümüne inanıp da
bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz? Artık sizden böyle
yapanların cezası, dünya hayatında aşağılanmak; kıyamet
gününde de azabın en şiddetli olanına uğratılmaktır. Allah
yapmakta olduklarınızdan gafil değildir.”[11]
Ama bizim akidemiz şöyledir:
Allah-u Teâla kulları, onlara
verdiği güçten dolayı kendi amel ve fiillerine göre
cezalandırmakta ve aynı güçle de onlara emir ve
nehiy de bulunmaktadır.
Kur’ân'da
şöyle buyuruluyor:
"Kim bir iyilikle gelirse, kendisine bunun on katı vardır,
kim de bir kötülükle gelirse, onun mislinden başkasıyla
cezalandırılmaz ve onlar haksızlığa da uğratılmazlar."[12]
"O gün bir gündür ki herkes, yaptığı her hayrı hazır bir
halde karşısında bulacak, işlediği kötülükle de kendisi
arasında pek uzun bir mesafe olmasını arzulayacak. Allah,
sizi kendisiyle sakındırır."[13]
"Bugün (kıyamet günü) her bir nefis, kendi kazandığıyla
karşılık görür. Bugün zulüm yoktur."[14]
İşte bu apaçık kesin ayetler, cebir ve cebre inananları açık
bir şekilde reddetmektedir. Kur’ân'da
buna benzer çok ayetler vardır; ama konunun fazla uzamaması
için onlardan, sadece bir bölümünü zikrettik.
Tevfik Allah'tandır.
İmam Sadık aleyhi’s-selâm’ın
batıl bildiği ve ona inanan ve ona uyanları kusurlu gördüğü
tefviz meslesi de şu kimsenin
sözüdür ki:
''Allah-u Teâla, kendi emir ve
nehyi ile işledikleri amelleri
kullara devretmiş ve onları kendi iradesine bırakmıştır.''
Böyle bir sözün açıklanmasını ve üzerinde dikkatle
durulmasını isteyen kimseler için, Hz.
Peygamber’in Ehl-i
Beytin'den olan hidayete ermiş
imamların açıkladığı dakik bir nükte vardır: Onlar bu konuda
şöyle buyurmuşlardır: "Eğer Allah, gerçekten teklif işini
halka bırakmış olsaydı o zaman Allah'ın, halkın seçtiği her
şeye rıza göstermesi ve neticede Allah’ın mükâfatına layık
olmaları ve yaptıkları hiç bir cinayetten dolayı
cezalandırılmamaları gerekirdi.”
Bu söz gerçekte şu iki anlamı içermektedir:
Ya kullar Allah'a isyan edip
kendi akide ve fikirlerini istesede
istemesede zorla O’na kabul
ettirmişlerdir; böyle bir iş Allah'ın kudretinin zaafı ve
gevşekliğini gerektirir veya şu anlamı içerir ki: Allah-u
Teâla'nın onları, istesinler
veya istemesinler kendi emir ve
nehiylerine itaat etmeleri için mecbur kılacak bir
gücü yoktur, bu yüzden de emir ve yasaklarını ve bunların
uygulanmasını onların kendi isteğine bırakmıştır; yani
Allah, onları kendi iradesine itaat ettirmekten aciz
olduğundan dolayı iman ve küfrü seçmekte onları yetki sahibi
ve muhtar kılmıştır.
Bu mezhebin misali şuna benzer ki, bir adam kendisine hizmet
edecek, efendilik makamını tanıyacak, emir ve
nehyine uyacak bir köle alıyor,
kölenin efendisi, köleye sahip ve muktedir olduğunu iddia
ediyor; sonra da köleye emir ve nehiyde
bulunuyor, itaatına karşı büyük
sevap, muhalefetine karşı da elemli azaplar
vaad ediyor. Fakat köle,
efendisinin iradesine karşı çıkıyor, onun
kasdettiği emir ve
nehyini yerine getirmiyor, onun
hiç bir emir ve nehyine itina
göstermiyor, serkeşçe kendi dilediğini yapıyor. Efendisi ise
emir ve nehyini ona yaptırmağa
güç yetiremediğinden dolayı emir ve
nehiy yetkisini ona bırakıyor, onun yaptığı her
amele, kendi isteğine aykırı olsa da razı oluyor; onu bir
işin peşine gönderiyor, yapacağı ameli de ona belirliyor,
(fakat) köle kendi dilediğini yapıyor, geri döndüğünde de
efendisi onun emrettiği şeye aykırı amel yaptığını görünce
şöyle diyor: Niçin emrettiğim şeye aykırı davrandın? Köle de
ona: Sen kendin işleri bana bıraktın, ben de kendi dilediğim
şeyi yaptım. Yetki sahibiyim ve yetki sahibi alıkonulmaz,
(ve kınanılmaz) diyor.
Öyleyse bu delile göre tefviz de muhaldir.
Bu yüzden mesele, şu iki şeyden birisi değil midir?
a-) Ya efendi kölenin iradesi
değil, kendi iradesi üzerine köleyi, emir ve yasaklarına
itaat ettirmek gücüne sahiptir ve onu, emir ve
nehyettiği şey oranında bir güce
sahip kılıyor, bir şey hakkında emir ve
nehiy de bulunduğunda sevap ve
cezasını ona bildiriyor ve köleye hüccetini (delilini)
tamamlamak, adalet ve insaf kapsamında yer vermek ve emir ve
nehyinden, teşvik ve tehdidinden
dolayı ona vermiş olduğu gücün kaynağını göstermek için ona
mükâfat ve cezayı belirterek, itaat ettiğinde
mükâfatlandırılacağı ve alıkoyduğu şeyden de kaçınmadığı
takdirde cezalandırılacağına dair hem tehdit ve hem de
teşvik ediyor. (Elbette ki bu farza göre tefviz batıldır ve
iş her yönden efendinin elinde olur.)
b-) Veya efendisi aciz ve güçsüzdür; bu sebeple de işi
kölesine bırakıyor, ister iyi iş yapsın ister kötü, ister
itaat etsin ister isyan. Zira onu cezalandırmaktan ve onu
emrine itaat ettirmekten acizdir.[15]
Böyle bir zaaf isbatlandığında,
kudret ve ilahlık iddiası da yok olduğu gibi, bütün emir ve
nehiy, sevap ve
ikab (cezalandırma) meselesi de
batıl olur; bu söz ise Kur’ân'a
ters düşmektedir. Zira Allah-u Teâla
Kur’ân'da buyuruyor:
"Allah, kulları için küfre rıza göstermez ve şükrederseniz
sizden razı olur.”[16]
"Ey inananlar, Allah'dan nasıl
sakınmak gerekiyorsa öyle (O’na yaraşır biçimde) sakının ve
ancak müslümanlar olarak ölün."[17]
"Ben, cinleri de, insanları da, yalnızca bana ibadet
etsinler diye yarattım. Onlardan ne bir
rızık istiyorum ve ne de beni doyurmalarını
istiyorum.”[18]
Yine başka bir ayette şöyle buyurmaktadır:
"Allah'a
ibadet edin ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın."[19]
"Ey iman edenler, Allah'a ve Resulüne itaat edin, O'nun ayet
ve kelimelerini işittiğiniz halde O'ndan yüz çevirmeyin."[20]
O
halde kim Allah-u Teâla'nın,
emir ve nehyini kullarına havale
ettiğini sanırsa, Allah'a acizlik isnadında bulunmuştur.
O'nu halkın yaptığı her hayır ve şerri kabul etmeye mecbur
kılmıştır. Böylece Allah'ın bütün işleri kullara bıraktığını
sandığından Allah'ın emir ve nehyini,
müjde ve tehdidini, batıl saymıştır. Çünkü işlerin yetkisi
kendisine bırakılan kimse, istediği her şeyi yapar, dilerse
küfrü, dilerse imanı seçer ve bu işlerden dolayı sorumlu
tutulmaz. Dolayısıyla, her kim bu anlamdaki tefvize
inanırsa; Allah’ın bütün teşvik, tehdid,
emir ve nehiylerini batıl
bilmiştir ve bu kimse şu ayetin kapsamına girer:
"Siz kitabın bir kısmına inanıyor, bir kısmına inanmıyor
musunuz? Sizden böyle yapanların cezası, dünya hayatında
aşağılanmak; kıyamet gününde de azabın en şiddetli olanına
uğratılmaktır. Allah yapmakta olduklarınızdan gafil
değildir.”[21]
Allah tefviz ehlinin inandıkları (ve dedikleri) şeylerden
çok yücedir.
Bizim akidemize gelince biz şöyle diyoruz:
Allah-u Teâla, halkı kendi
kudretiyle yaratmıştır ve kulluk etme gücünü de onlara
vermiştir. Sonra kendi iradesiyle onlara emir ve
nehiyde bulunmuştur. Emrine
itaat etmeyi onlardan kabul etmiş ve razı olmuştur. Ve
onları kendisine karşı günah işlemekten
nehyetmiş, isyan edeni kınamış ve buna karşı da
onlara ceza vaad etmiştir. Emir
ve nehiy yetkisi Allah'a
mahsustur, istediği şeyi emreder, istemediğini de
nehyeder ve kullarına, emrine
uymak ve nehyettiği şeyden
kaçmak için verdiği güç ve kudret oranında ceza verir. O'nun
adalet, insaf ve yetkin hikmeti açıktır; böylece
maze-retleri giderip önceden
korkutarak halkın delillerini (bahanelerini) çürütür.
Peygamberleri seçmek O'na mahsustur. Kullarından
risaletini ulaştırmak ve onlara
hüccetini (delilini) tamamlamak için istediği kimseyi seçer.
Muhammmed
salla’llâhu aleyhi ve
alih’i
seçti ve onu kendi risaletiyle
kullarına gönderdi. Kavminden kâfir olanların bazıları,
haset ve kibirlerinden dolayı şöyle dediler:
"Bu Kur’ân iki şehir (Mekke ve
Taif)den birinin büyük bir
adamına indirilmeli değil miydi?”[22]
Onların bu sözden kasıtları Ümeyye
ibn-i Ebu
Salt[23]
ve Ebu
Mes'ud-i Sekafi[24]
idi. Derken, Allah-u Teâla
onların seçimini batıl bilmiş ve görüşlerini geçerli
saymayarak şöyle buyurmuştur:
"Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırmaktadırlar? Dünya
hayatında onların geçimlerini aralarında biz paylaştırdık ve
onlardan bir kısmı diğer bir kısmını teshir etmesi (onlara
iş gördürüp, görev ve sorumluluk yüklemesi) için bazılarını
derece bakımından bazılarından üstün ettik ve Rabbinin
rahmeti, onların topladıkları şeylerden daha hayırlıdır."[25]
İşte bunun için işlerden istediğini seçti, istemediğini de
nehyetti. Kim itaat ederse, ona
sevap verir; kim isyan ederse, onu cezalandırır. Eğer Allah
işlerin yetkisini kullara bırakmış olsaydı, o zaman
Kureyş'in seçtiği,
Ümeyye b.
Ebu Salt ve Ebu
Mes'ud-i
Sekafi'yi de kabul etmesi gerekirdi. Çünkü onların
nazarında bu iki şahıs Hz.
Muhammmed
salla’llâhu aleyhi ve
alih’den
daha üstündüler.
Allah-u Teâla,
mü’minleri şu ayetle: "Allah
ve Resulü, bir işe hükmettiği zaman
mü’min olan bir erkek ve mü’min
olan bir kadın için kendi işlerinde seçim hakları yoktur.”[26]
İrşad ettiğinde onlara
istedikleri gibi seçme izni vermedi ve Peygamber vesilesiyle
ilan edilen emirlere uymak ve
nehiylerden kaçınmak dışında onlardan hiç bir şeyi
kabul etmedi. Öyleyse kim O'na itaat ederse doğru yolu bulur
ve kim isyan ederse sapıklık ve azgınlığa düşer ve emrine
uymak ve nehyettiği şeyden
kaçınmak için verdiği güçten dolayı hüccet ona tamamlanmış
olur. Bu yüzden Allah onu, sevaptan mahrum
kılararak ona azap gönderir.
Bu görüş, o iki akidenin hadd-ı
vasatıdır; yani ne cebirdir, ne de tefviz. İşte bu görüş
Emir-ül
Mü’minin Ali aleyhi’s-selâm’ın
Abaye ibn-i
Rıb’i el
Esedi'ye buyurduğu sözün aynısıdır.
A'baye, Emir-ül
Mü’minin Ali
aleyhi’s-selâm’dan,
kendisiyle oturup kalkılan ve işler yapılan
istitaat[27]
hakkında soru sorduğunda Hz. Ali
ona şöyle buyurdu:
"İstitaat
hakkında soru sordun; acaba sen ona, Allah'ın
müdahelesi olmaksızın mı
sahipsin, yoksa ona her ikiniz de mi sahipsiniz?"
Abaye
susup kaldı.
Hz.
Ali yine ona:
"Ey Abaye, söyle bakalım."
buyurdu.
Abaye:
“Ne söyleyeyim?” dedi.
Hz.
Ali:"Eğer ona her ikinizin de sahip olduğunu söylersen, seni
öldürürüm (zira bu akide şirktir); eğer, Allah'ın hiç bir
müdahelesi olmaksızın senin
malik olduğunu dersen yine seni öldürürüm." (çünkü bu
küfürdür.)
Abaye:
"Ey Emir-el Mü’minin, öyleyse ne
söyliyeyim?"
dediğinde.
Ali aleyhi’s-selâm;
"Sensiz ona sahip olan Allah’ın mülkiyetiyle ona malik
olduğunu söyle." buyurdular. Eğer onu sana verirse O'nun
tarafından bir bağıştır, vermediğinde de O'nun tarafından
bir beladır. Seni malik kıldığı her şeye O maliktir ve seni
kadir kıldığı her şeye yine O kadirdir. İnsanların: "La
havle ve la kuvvete illa billah" dediklerinde Allah’tan
havl-u kuvvet istediklerini
duymamış mısın?
Abaye:
"Ey Emir-el Mü’minin, bu
cümlenin tefsiri nedir?" diye sordu.
Hz.
Ali şöyle buyurdu:
Allah'a isyan etmekten kaçınmak, Allah'ın koruması (yardımı)
olmaksızın imkansızdır. Allah'a itaat etmekte de O'nun
yardımı olmaksızın bir gücümüz yoktur."
Bu sırada Abaye yerinden
sıçrayıp Hz. Ali’nin el ve
ayağını öptü.
Yine Emir-ül
Mü’minin Ali
aleyhi’s-selâm’dan
şöyle bir rivayet nakledilmiştir:
Necde
isminde bir şahıs, huzuruna varıp kendisinden Allah'ı
tanıma hakkında şöyle bir soru sordu: "Ey Emir-el
Mü’minin, Rabbini nasıl
tanıdın?"
İmam aleyhi’s-selâm:
"Bana bağışladığı ayırt etme gücü ve bana kılavuzluk eden
akıl vasıtasıyla tanıdım." buyurdu.
Necde:
"Acaba sen bu tabiat üzere mi yaratıldın?" diye
sordu.
İmam aleyhi’s-selâm:
"Eğer böyle yaratılmış olsaydım, o zaman ne bir iyiliğe
karşı övülür ve ne de bir kötülüğe karşı kınanırdım; hatta
iyilik yapan kötülük yapandan, kınanmaya daha layık olurdu.
(çünkü iyi iş yapan o işi severek değil de zorla yapmış
olurdu.) İşte bundan anladım ki, Allah Kaim ve Bakî'dir,
O'nun haricindeki bütün şeyler, sonradan meydana çıkan,
değişen ve zâil olandır. Hiç bir zaman ebedi ve baki olan,
zail olan ve sonradan meydana çıkan şeyler gibi değildir."
Necde:
"Ey Emir-el Mü’minin, sizi
hekim bir kişi görüyorum." dedi.
İmam aleyhi’s-selâm:
"Ben ihtiyar sahibi bir kişiyim; dolayısıyla iyilik yapmak
yerine kötülük yapacak olursam, buna karşılık cezaya
uğrarım." buyurdular.
Yine Hz. Ali
aleyhi’s-selâm'dan
şöyle bir rivayet nakledilmiştir: "İmam
aleyhi’s-selâm Şam (Sıffîn
savaşın)dan döndükten sonra yaşlı bir adam kendilerine: "Ya
Emir-el Mü’minin, bizim Şam'a
olan hareketimiz, Allah'ın kaza ve kaderiyle miydi?”
diye sordu.
Hz.
Ali şöyle dedi:
"Evet, ey şeyh, Allah'ın kaza ve kaderi olmaksızın hiç bir
dereden yukarı çıkmadınız ve hiç bir tepeden de aşağı
inmediniz."
Yaşlı adam, Hz. Ali'ye: "Ey
Emir-el Mü’minin, demek çektiğim
zahmetler Allah'ın takdiriyle imiş" dedi.
Hz.
Ali :
"Sus'' dedi ''Allah-u Teâla
sizin sevap ve mükâfatınızı, gittiğiniz zaman gidişinizde,
durduğunuz zaman duruşunuzda ve döndüğünüz zaman
dönüşünüzde, hareket halinde, ikamet ettiğiniz menzilde ve
döndüğünüz yolda çok fazla kılmıştır. Yaptığınız hiç bir işe
zorlanmadınız ve mecbur kılınmadınız. Güya sen bunun kesin
bir kaza ve kaçınılmaz bir kader olduğunu sandın. Eğer
(durum) böyle olsaydı; o zaman sevap ve ceza, müjde ve
korkutmanın bir anlamı kalmazdı ve hiç bir işten ötürü o işi
yapan sorumlu tutulamazdı. (Yani bir adam bir işi yaptığında
artık ondan sorumlu olmazdı; her şey Allah'a
isnad edilirdi.) Bu söz puta
tapan ve şeytana uyanların sözüdür. Allah-u
Teâla halka, ihtiyarla
(iradeyle) amel etmelerini emrettiği gibi azaptan korkmaları
için de onları nehyetmiştir. Ne
bir kimse O'na itaat etmek için zorlanır ve ne de O'na isyan
etmekle O mağlup düşürülür. Gökleri, yeri ve onların
arasındakileri boşuna yaratmamıştır. Bu kâfir olan (Allah'ı
inkâr eden) kimselerin düşüncesidir. Öyleyse kâfir olanlara,
Cehennem ateşinden dolayı yazıklar olsun."
Bu sırada ihtiyar adam ayağa kalkıp, Emir-ül
Mü’minin Ali
aleyhi’s-selâm’ın
başını öperek şu içerikte bir şiiri okudu:
Sen öyle bir imamsın ki sana itaat etmekle,
Kurtuluş günü, Rahman Allah’tan mağfiret bekliyoruz.
Dinimizde şüpheye düştüğümüz şeyleri sen bize açıkladın.
Rabbin, bizden taraf seni Cennet'le mükâfatlandırsın.
Şimdi artık zulüm ve isyan olarak yaptığım
Çirkin işler için bir mazeret yeri kalmadı.
Görüldüğü üzere Hz. Emir-ül
Mü’minin Ali
aleyhi’s-selâm
halkı, Kur'an’a uymaya, cebir ve
tefvizi reddetmeye yönlendirmiştir. Çünkü cebir ve tefvize
inanmış olan, batıla, küfre ve Kur’ân'ı
tekzip etmeye yönelmiş olur.
Dalalet ve küfürden Allah'a sığınıyorum. Biz ne cebre inanı-yoruz,
ne de tefvize; biz, Kur’ân'ın
tanıklık ettiği ve Peygamber'in Ehl-i
Beytinden olan hidayet imamlarının da inandığı akide üzere
bu ikisinin arasında yer alan hadd-ı
vasata inanıyoruz; o hadd-ı
vasat da Allah'ın bize verdiği güç ve kabiliyete dayalı olan
imtihan ve sınamaktır. Allah-u Teâla
bizi bu verdiği kudretle, kendisine kul etmiştir.
Kudret ve istitaatle (güç ve
yetenekle) imtihan edilmenin misali, kölesi ve çok malı olan
bir adamın misaline benzer ki işin
akıbe-tinden haberdar olduğu halde kölelerini sınamak
ister ve malından bir kısmını onların yetkisine bırakır,
masraf edilecek yerleri onlara gösterir ve onlara, o malı
harcanması gereken yerlerde harcamalarını emreder. Yine
onları, o malı harcanmasını sevmediği yerlerde harcamaktan
da nehyeder. Malın ise her iki
yönde harcanması mümkündür. Kölelerden biri malı,
efendisinin emrettiği ve razı olduğu yerde harcar; diğeri
ise efendisinin nehyettiği ve
hoşlanmadığı bir yerde harcar. Efendi (maksadına ulaşmak
için) köleleri imtihan evine yerleştirir ve o evin onlar
için ebedi yer olmadığını ve onun bundan başka bir evi
olduğunu ve yakında o eve gideceklerini; orada sevap ve
cezanın artık ebedi olacağını onlara bildirir. Bu durumda
eğer köle, efendisinin verdiği malı onun emrettiği şekilde
harcamış olursa, ona vaad ettiği
ebedi sevabı, gideceğini bildirdiği öbür evde ona
verecektir. Ama, malı efendisinin
nehyettiği yerlerde harcamış olursa o zaman da onu,
ebedi evde daimi cezaya çarptırır. Efendi, imtihan evinde
ikamet için de belirli bir zaman tayin ettiğinden, o zaman
dolduğunda hem mal başkasının eline geçer, hem de diğer bir
köle, bu kölenin yerini alır. Oysa, efendinin mala ve köleye
olan malikiyeti daimidir. (Hiç bir zaman köle ve malın
yetkisi onun elinden çıkmaz.) Fakat bu ilk evde oturma
müddeti dolmadıkça bu malı ondan almayacağına söz vermiştir.
Çünkü adalet, vefa, insaf ve hikmet bu efendinin
vasıflarındandır. Bu durumda eğer köle, malı harcanması
gereken yerde harcarsa, efendinin, vaad
ettiği sevaba vefa etmesi, ona lütufta bulunması ve bâki
yurtta onu daimi bir nimetle mükâfatlandırması gerekli değil
midir? Yine eğer köle, efendisinin ona temlik ettiği malı,
şu ilk evde yaşadığı günlerde
nehyedilen yerlerde harcayarak efendisinin emrine
aykırı davranırsa, o zaman efendisinin onu önceden
korkuttuğu, daimi azapla cezalandırmasını hak eder.
Bu durumda onu cezalandırırsa ona zulüm etmiş olmaz. Çünkü
önceden her şeyi ona bildirmiştir ve onu gelecekten de
haberdar kılmıştır. Onun, vaad
ettiği müjde ve tehdidinin gerçekleşmesi de gerekir. Zaten
kadir ve egemen olan bir efendi böyle olmalıdır.
(Bu misalde geçen) Efendi, Allah-u
Teâla'dır. Köle ise, yaratılmış insanoğludur. Mal,
Allah'ın (ona verdiği) geniş kudretidir. İmtihan, hikmet ve
kudreti izhar etmesidir. Fani yurt, dünyadır. Efendinin ona
malikiyetini bağışladığı mal, Allah’ın insan oğluna verdiği
güçtür. Allah'ın, malın (güçlerin) harcanmasını emrettiği
yerler, peygamberlere itaat ve Allah’tan getirdikleri
şeyleri kabul etmektir. Nehyedilen
şeyler, şeytanın yollarıdır. Vaadi ise, daimi nimet olan
cennettir. Fani olan yurt, dünyadır. Bâki kalınacak olan son
ev ise ahiret yurdudur. Cebir ve
tefviz arasındaki kavl (yol),
Allah'ın kula verdiği kudret, güç ve yetenek vesilesiyle
olan imtihan ve sınamasıdır.
Bunun izahı ise, (Allah'ın verdiği) bütün faziletleri
içeren İmam Sadık aleyhi’s-selâm’ın
buyurmuş olduğu (ileride zikredeceğimiz) beş özelliktedir.
Ben, Allah'ın izniyle Kur’ân'dan
olan şahid ve beyanlarla o beş
özelliği açıklıyacağım.
Bedenin Sıhhatli Oluşu
İmam Sadık aleyhi’s-selâm’ın
bu sözünün manası, insanın vücudunun ve duyu organlarının
mükemmel oluşu, aklın ve ayırt edebilme gücünün sebatı ve
dilin de konuşma kabiliyetinin olmasından ibarettir. Allah-u
Teâla bu konuda şöyle
buyurmuştur:
"Andolsun
ki biz, Adem oğullarını yücelttik; onları karada ve denizde
(çeşitli araçlarla) taşıdık, onları, tertemiz şeylerle
rızıklardırdık ve onları
yarattıklarımızın çoğundan bir üstünlükle üstün kıldık”[28]
Allah-u Teâla bu ayetinde Adem
oğullarını, otlayan, yırtıcı ve suda yaşayan hayvanlardan
oluşan diğer yaratıklarına, kuşlara ve duyu organlarının
idrak ettiği her hareket eden şeye, ayırt etme gücü, akıl ve
konuşma kudreti ile üstün kıldığını haber vermiştir. Nitekim
Kur’an-ı Kerim'de şöyle
buyurulmaktadır:
"Doğrusu biz insanı, en güzel bir biçimde yarattık."[29]
"Ey insan, üstün kerem sahibi olan Rabbine karşı, seni
aldatıp-yanıltan nedir? Öylesine Rabb
ki seni yarattı, sana düzen içinde bir biçim verdi, seni
düzgün bir hale getirdi. Dilediği bir surette de seni tertip
etti.”[30]
Bunlara benzer ayetler çoktur.
Öyleyse, Allah'ın insana verdiği ilk nimet, aklın sıhhatidir
ve diğer varlıkların çoğundan üstün oluşu da aklın kemali ve
açık bir beyan gücüne sahip olması hasebiyledir. Çünkü yer
yüzünde hareket sahibi olan her varlık, duygu ve
idrakleriyle ayakta duruyor ve tekamüle erişiyor. Böylece
Allah-u Teâla, Adem oğullarını,
duyu organlarıyla idrak edilen diğer varlıklarda
mevcud olmayan konuşma gücüyle
üstün kılmıştır. İşte bu konuşma gücünden dolayı Allah-u
Teâla Adem oğullarını diğer
mahlukata egemen kılmıştır, öyle ki insan emir ve
nehyediyor, diğer varlıklar da
onun emir ve nehyine tabi
oluyorlar.
Nitekim Allah-u Teâla,
Kur’ân-ı Kerim'de şöyle
buyurmaktadır:
"Sizi doğru yola sevketmesine
karşılık, Allah'ı büyük bilmeniz için onları (hayvanları)
boyun eğdirdi".[31]
"Denizi de sizin emrinize veren O'dur, ondan çıkan tap taze
balıkları yemektesiniz ve giyiminizde ondan süs eşyaları
çıkarıp giymektesiniz."[32]
"Hayvanları da sizin için yarattı, onlarda ısınma ve
yararlar vardır ve onlardan yemektesiniz. Akşamleyin
otlaktan getirir, sabahleyin otlağa götürürken de onlarda
sizin için bir güzellik vardır (zevk alırsınız onlardan).
Ancak zorluklara katlanarak varabileceğiniz şehirlere de
yüklerinizi taşırlar."
[33]
İşte Allah-u Teâla insana,
uyumlu bir yaratılış, konuşma kabiliyeti ve iyiyi kötüden
ayırt edebilme yeteneğini ve mükellef kıldığı şeyi yerine
getirme gücünü verdikten sonra onu kendine itaat edip emrine
uymaya davet ederek şöyle buyurmuştur:
"Öyleyse gücünüz yettiği kadar Allah’tan korkup-sakının,
dinleyin ve itaat edin"[34]
Allah hiç kimseyi gücünün yettiğinden fazla bir şeyle
mükellef kılmaz."[35]
"Allah hiç kimseyi verdiği miktardan daha fazla bir şeyle
mükellef kılmaz."[36]
Bunlara benzer diğer birçok ayetler de mevcuttur. Demek ki
Allah-u Teâla, kulun duyu
organlarından birini ondan aldığında, o duyu organına ait
olan sorumluluğu da ondan kaldırılır. İşte bunun için
buyurmuştur ki:
"Kör olana vebal yoktur, topal olana vebal yoktur..."[37]
Bu sıfatlar bulunan kimselerden, cihat ve bu organlarla
yapılabilen bütün vazifeler kaldırılmıştır. Hac ve zekâtı
da, mali gücü olan kimseye, ona vermiş olduğu güçten dolayı
farz kılmıştır ve fakir kimseye hac ve zekâtı farz
kılmamıştır. Bundan dolayı buyurmuş ki:
"Ona (Ka'be'ye) bir yol bulup
güç yetirenlerin gidip o evi ziyaret ederek haccetmesi
Allah'ın insanlar üzerindeki hakkıdır."[38]
Allah-u Teâla
zıhâr[39]
hakkında da şöyle buyurmuştur:
"Karılarına zıharda bulunanlar,
sonra da dediklerinden dönenlerin karılarıyla temas etmeden
önce bir köleyi özgürlüğüne kavuşturmaları gerekir... Ancak
buna imkan bulmayanlar için de birbirleriyle temas etmeden
önce, kesintisiz iki ay oruç tutma var; buna da güç
yetiremeyenler altmış yoksulu doyursun."[40]
Bunların hepsi, Allah-u Teâlan'nın
kulunu, verdiği güçden daha
fazla bir şeyle sorumlu tutmadığına delildir. İşte bu,
hilkatin (bedenin) sıhhatidir.
Yolun Açık Olması
Yolun açıklığından maksat, Allah'ın emriyle amel etmekten
insanı alıkoyacak bir engelin olmamasıdır. Allah-u
Teâla
Kur’ân'da, çaresiz olan ve bir yol bulamayan
(Mekke'den hicret etmeye güçleri olmayan) mağlup düşürülmüş
kimseler hakkında şöyle buyurmaktadır:
"Ancak yurtlarından göçmek için bir hile, bir yol bulamayan
müstaz'af erkekler, kadınlar ve
çocuklar bu hükümden müstesna."[41]
Bunun için Allah-u Teâla,
Kur’an-ı Kerim’de bir çaresi
olmayan mustaz'aflara (el
altında kalmış acizlere) kalpleri imanla güvenli olduğu
takdirde hiç bir itirazın olmadığını açıklamıştır.
Zamanın Yeterli Olması
Yeterli zamanın olmasından maksat, insanın, Allah'ı
tanımanın kendisine farz olduğu vakitten ölene kadar
geçirdiği ömrüdür; yani iyiyi kötüden ayırt etme gücünü elde
edip baliğ olduğu vakitten tâ ölüm zamanına kadar olan
süredir. Öyleyse kim hakkı aramaya koyulur, ama kemale
erişemeden ölürse hayır üzere ölmüştür. Nitekim Allah-u
Teâla şöyle buyurmuştur:
"Allah ve Resulüne doğru hicret etmek üzere evinden çıkan,
sonra kendisine ölüm gelip çatan kişinin ecri, (mükâfatı)
kuşkusuz Allah'a aittir."[42]
Bu adam yeterli vaktin verilmemesi nedeniyle Allah'ın
düsturlarına tam olarak amel etmeye muvaffak olmazsa bile
mükâfatını alacaktır. Yine Allah-u
Teâla, baliğ olmayanlara haram kılmadığı bazı
şeyleri, baliğ olanlara haram kılmıştır. Bu konuda şöyle
buyuruyor:
"İnanan kadınlara söyle: Gözlerini haramdan sakındırsınlar,
ırzlarını korusunlar... süslerini kocalarından...
ya da kadınların henüz mahrem
yerlerini tanımayan çocuklardan başkasına göstermesinler."[43]
Böylece kadınları, ziynetlerini çocuklara göstermekten men
etmemiştir, dolayısıyla (baliğ olanlar için geçerli olan)
hükümler çocuklar hakkında geçerli değildir.
Azığın Olması
Azık yani malî kudret ve ilahî vazifeyi yapmada kulun
ihtiyaç duyduğu yeterli yiyecek .
Nitekim Allah-u Teâla konuyla
ilgili olarak Kur’ân'da şöyle
buyurmuştur:
"(Allah'a ve Resülüne karşı
içten bağlı kalıp hayra çağıranlar oldukları sürece,
şüphesiz infak etmek için bir şey bulamayanlara, hiç bir
sorumluluk yoktur.) İyilik edenlerin aleyhinde de bir söz
yoktur."[44]
Allah-u Teâla’nın infak etmeye
bir şey bulamayanların özrünü kabul ettiğini, hac,
cihad vb. şeyler için azığı ve
bineği olan kimseleri de mazur görmediğini görmüyor musun?
Böylece fakirleri de (zekât konusunda) muaf kılmıştır ve
zenginlerin mallarında onlar için bir hak belirlemiş ve
şöyle buyurmuştur:
"(Sadakalar) kendilerini Allah yolunda adayan fakirler
içindir ki, onlar yeryüzünde dolaşmaya güç yetiremezler."[45]
Böylece onların, mali vecibelerden muaf kılınmasını emredip
güçleri yetmediği ve malik olmadıkları şeyler için
hazırlanmayı da onlardan istememiştir.
İnsanı İşe Yönelten Sebebin Varolması
O
insanı her işe sevkeden
niyyetten ibarettir. Ona ait
olan duyu organı ise kalptir. Öyleyse kim kalbinin
inanmadığı bir din üze-reyken bir ameli yaparsa, Allah onun
o amelini ondan kabul etmez. İşte bunun için, Allah-u
Teâla münafıklar hakkında şöyle
buyurmuştur:
"Kalplerinde olmayanları ağızlarıyla söylüyorlar, Allah
onların gizli tuttuklarını daha iyi bilir."[46]
Daha sonra mü’minleri kınamak
için şu ayeti Peygamber'e indirdi:
"Ey iman edenler, yapmadığınız şeyi neden söylüyorsunuz?"[47]
Dolayısıyla, kişi bir söz söylediğinde kalbi söylediğine
inanırsa niyeti onu, ameliyle sözünü tasdik etmeye zorlar;
sözüne inanmadığında ise niyeti onu amele
sevketmez. Hatta insan, bir
engel dolayısıyla (zahirde) akidesine aykırı bir iş
yapacak olursa bile Allah onun doğru niyetini kabul eder.
Nitekim Allah-u Teâla, (Ammar-ı
Yasir. hakkında) şöyle
buyurmuştur:
"Kalbi imanla tatmin bulmuş olduğu halde baskı altında
zorlanarak (zahirde) küfre düşen kimse hariç...”[48]
Yine (kasıtsız ve iradesiz) yemin etme hakkında da şöyle
buyurmuştur:
“Allah, sizi yeminlerinizdeki rastgele
söylemelerinizden, boş sözlerden dolayı sorumlu tutmaz."[49]
Öyleyse Kur’ân ve Peygamber’in
hadisleri, kalbin bütün duyu organlarına malik olduğuna ve
bu organların işlerini doğrulama gücüne sahip bulunduğuna,
kalbin doğruladığı şeyi hiç bir organın iptal edemeyeceğine
delalet etmektedir.
İşte bunlar İmam Sadık aleyhi’s-selâm’ın
buyurduğu beş örneğin izahıdır. Bunlar, cebir ve tefvizin
arasında yer alan hadd-i vasatı
içermektedir. Eğer bu beş örnek insanın vücudunda toplanmış
olursa, Allah ve Resul’ünün buyurduğu bütün şeyleri yapması
gerekir (artık onları terketmeye
hiç bir özrü kalmaz). Eğer onlardan bir tanesi noksan
olursa, o noksanlık oranında vazifeleri de azalır.
İnsanların, iki kavlin arasını (hadd-ı
vasat akidesini) içeren istitaat
vesilesiyle imtihan olunduklarına dair
Kur’â’nî şahitler çoktur. O ayetlerden bazıları
şunlardan ibarettir:
"Andolsun
ki biz, sizden mücahid
olanlarla, sabredenleri bilinceye (belli edip ortaya
çıkarıncaya) kadar sizi deneyeceğiz ve haberlerinizi de
sınıyacağız (açıklayacağız).”[50]
"Ayetlerimizi yalanlayanları, yakında hiç anlamayacakları
bir yönden derece derece
helaka yaklaştıracağız."[51]
"Elif lâm mîm. İnsanlar, (yalnızca) iman ettik diyerek
denenmeden bırakılıverileceklerini
mi sandılar?"[52]
Sınamak manasına gelen "fitneler" hakkında da şöyle
buyurmuştur:
"And
olsun ki biz, Süleyman'ı sınadık."[53]
Hz.
Musa'nın kıssasında da şöyle buyurmuştur: "Şüphe yok ki
biz, senden sonra kavmini sınadık.
Samiri, onları şaşırtıp-saptırdı.”[54]
Yine Hz. Musa
aleyhi’s-selâm’ın Allah'a:
"Rabbim,... o senin fitnenden (sınamandan) başka
bir şey değildir."[55]
demesi buna bir örnektir.
İşte ayetler bunlardır, birbiriyle kıyaslanırlar ve
birbirlerine tanıklık ederler.
İmtihan ve sınamak manasına gelen belva
kelimesini içeren ayetlerine gelince şunlardan ibarettir:
Allah Teâla buyuruyor ki:
"Ancak, size verdikleriyle sizi sınamak istedi."[56]
"Sonra (Allah) sizi sınamak için, sizi onlardan geri
çevirdi."[57]
"Biz o bahçe sahiplerini sınadığımız gibi, bunları da
sınadık."[58]
"O amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi
ve güzel olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı."[59]
"Hani Rabbi, İbrahim'i birtakım kelimelerle sınadı."[60]
"Allah dileseydi elbette onlardan intikam alırdı; fakat
(savaş) sizleri birbirinizle sınaması içindir.”[61]
Kur’ân'da
"belva" lafzıyla geçen bütün
ayetlerin örneği, üsteki mezkur ayetlerden ibarettir.
Bunların hepsi sınamak manasınadır ve bunlara benzer ayetler
Kur’ân'da çoktur. Bu ayetler,
imtihan ve sınamayı isbatlamaktadır.
Allah-u Teâla, halkı abes olarak
yaratmamıştır; onları kendi başlarına da bırakmamıştır,
hikmetine oyun karıştırmamıştır. Nitekim kendisi şöyle
buyurmaktadır:
"Bizim sizi boş bir amaç uğruna yarattığımızı mı sandınız?"[62]
Eğer bir adam: "Allah-u Teâla,
kulların durumunu bilmediğinden mi onları sınıyor?" derse,
şöyle deriz:
Hayır, öyle değildir. Allah-u Teâla,
kulun amelinden önce bile onun ne yapacağını bilmektedir.
Nitekim (cehennem ehli hakkında) şöyle buyurmuştur:
"Geriye döndürülseler bile
nehyedildikleri şeylere şüphesiz yine döneceklerdir."[63]
Onları sınamaktan maksat, adaletini onlara bildirmek ve
ancak amelden sonra ve delil üzere onlara azap etmektir.
Nitekim şöyle buyurmuştur:
"Eğer biz onları bundan önceki bir azapla helak etmiş
olsaydık şüphesiz diyeceklerdi ki: Rabbimiz, bize bir elçi
gönderseydin de, küçülmeden ve aşağılanmadan önce senin
ayetlerine tabi olsaydık."[64]
Yine buyurmuştur ki:
"Biz bir peygamber göndermekdikçe
(hiç bir toplumu) azaplandırıcı
değiliz."[65]
Ve (peygamberler hakkında da) şöyle buyurmuştur:
“Peygamberler, müjdeciler ve uyarıcı-korkutucular olarak
gönderildi.”[66]
Netice olarak, Allah-u Teâla,
kulları onlara verdiği kudret vasıtasıyla sınıyor. İşte bu,
cebir ve tefviz arasındaki orta yol olan akidedir.
Kur’ân ve Peygamber'in
Ehl-i
Beyt'inden olan imamlar da bunu buyurmuşlardır.
Bu ayet: "Allah dilediğini hidayet eder, dilediğini
sapıklığa düşürür." ve buna benzer ayetler hangi söze
delildir? (Cebir mezhebini te'yid
etmiyor mu?) derseler, cevaben şöyle deriz:
Bu çeşit ayetlerin hepsi iki şekilde mana edilebilir; O
manalardan biri şudur: Bu ayetler, Allah'ın kudretinden
haber vermektedirler. Yani Allah-u
Teâla, istediğini hidayet etmeye ve istediğini
sapıklığa düşürmeye kadirdir. Ama eğer onları hidayet veya
sapıklığa mecbur kılarsa, mektupta izah ettiğimiz gibi artık
onlara sevap ve ceza gerekli olmaz.
O
manalardan diğeri ise şudur: Allah'ın hidayeti, doğru yolu
göstermek anlamını taşır. Nitekim
Kur’ân'da şöyle buyurmuştur:
"Semud'a
da gelince, biz onları hidayet ettik."
(Yani onlara doğru yol gösterdik) "Fakat onlar körlüğü,
hidayete tercih ettiler."[67]
Zira, eğer onları cebren hidayet etseydi o zaman sapıklığa
düşmeye kudretleri olmazdı. Gördüğümüz
müteşabih ayetleri, sarılmaya
emrolunduğumuz muhkem ayetlere hüccet kılamayız.
Allah-u Teâla
Kur’ân'da buyurmuştur ki:
"Ondan kitabın temeli olan bir kısım ayetler muhkemdir
(manası açıktır); diğerleri de
müteşabihdir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne (ve
karışıklık) çıkarmak ve onları te'vil
etmek (olmadık yorumlar yapmak) için
müteşabih olanına uyarlar."[68]
Yine buyurmuştur ki: "Öyleyse söz dinleyip de en güzeline
-yani en muhkem ve en açığına- uyanlara müjde ver. İşte
onlar Allah'ın kendilerini hidayete eriştirdiği kimselerdir
ve onlar temiz akıl sahipleridir.”[69]
Allah, bizi ve sizi sevdiği ve razı olduğu şeyi söylemeye ve
onunla amel etmeye muvaffak kılsın. Bizi ve sizi kendi
minnet ve ihsanıyla masiyetten
uzak eylesin.
Allah’a, O’nun layık olduğu şekilde sonsuz
hamd olsun. Allah’ın
salat ve selamı Muhammed ve pâk
Ehl-i
Beyt’ine olsun.
Allah, bize yeterlidir ve O ne güzel vekildir.
İMAM ALİ NAKİ (A.S)'IN YAHYA İBN-İ EKSEM'İN SORULARINA
CEVABI
Musa ibn-i Muhammed
ibn-i Rıza[70]
şöyle diyor:
"Yahya ibn-i
Eksem’le, Dar-ül
Amme'de görüştüm, benden bazı sorular sordu. Sonra kardeşim
Ali ibn-i Muhammed (İmam Ali
Naki)
aleyhi’s-selâm’ın huzuruna vardım, buyurduğu
tavsiyeler, kendileri hakkında basiretli olmama ve
itaatini gerekli saymama sebep oldu.
İmam’a: "Canım sana feda olsun, İbn-i
Eksem cevap vermem için yazılı olarak benden bazı sorular
sordu." dedim. İmam Ali Naki
aleyhi’s-selâm
gülerek: "Cevabını verdin mi?" diye sordu.
"Hayır, cevabını bilmiyordum."
dedim.
İmam aleyhi’s-selâm:
"Sorduğu sorular nedir?" diye buyurdu. Ben de hakkında soru
sorduğu ayetleri sırayla okuyarak yönelttiği soruları şu
şekilde açıkladım:
1. "Kendi yanında kitaptan bir ilmi olan biri dedi ki:
Ben, gözünü açıp kapatmadan önce onu[71]
sana getirebilirim."[72]
Acaba Allah'ın Peygamberi, Asif'in[73]
ilmine muhtaç mıydı?
2. "Babasını ve annesini tahta çıkarıp oturttu ve
hepsi de onun için secdeye kapandılar."[74]
Yakub ve evlatları,
Peygamber oldukları halde nasıl Yusuf'a secde ettiler?
3. "Sana indirdiğimizden eğer kuşkudaysan, senden önce
kitabı okuyanlara sor."[75]
Bu ayetteki muhatap kimdir? Eğer muhatap Peygamber'se, o
zaman Peygamber kuşkuda mıydı? Eğer muhatap başkası ise, o
zaman kitap -bu ayette bahsedilen indirilmiş olan ayetler-
kime nazil olmuştur?
4- "Eğer yeryüzündeki ağaçların tümü kalem, deniz de
mürekkep olsa ve bundan sonra da yedi deniz daha mürekkep
olup o denize katılsa yine de Allah'ın kelimeleri
(yazılmakla) tükenmez."[76]
ayetinde geçen bu denizler nedir ve nerededir?
5- Cennet hakkındaki şu ayetten sordu: "Orda
nefislerin istediği ve gözlerin lezzet (zevk) aldığı her şey
var..."[77]
Adem'in gönlü buğday istedi ve onu yedi. Öyleyse neden
cezalandırıldı?
6- "Ya da onları erkekler
ve dişiler olarak evlendirir."
[78] Allah, kullarını erkeklerle evlendirdiği
halde nasıl olur da bu fiili yapan kavmi cezalandırır?
7- Bazı davalarda nasıl olur da hanımın şahitliği tek
başına câiz olur? Halbuki Allah şöyle buyurmuştur:
"İçinizden adalet sahibi iki erkeği
şahid yapın."[79]
8- Hz. Ali
aleyhi’s-selâm’ın,
hunsa hakkındaki (erkek mi veya
kadın mı olduklarının teşhis edilip miraslarının
belirlenmesi için) buyurduğu şu sözden sordu:
"Hangi mecradan idrar ettiğine bakılarak miras alırlar?
Acaba idrar ettiğinde kimin ona bakması gerekir? Çünkü
erkek bakacak olursa kadın olması mümkündür, kadın da
bakacak olursa, erkek olması mümkündür. Bunların her ikisi
de câiz değildir. Kendisinin iddiası da çıkarı olduğu için
kabul olmaz.
9- Bir koyun sürüsünün sahibi sürünün yanına varır ve o
esnada çobanın bir koyunla temasta bulunduğunu görür, çoban,
sürü sahibini görünce bir kenara çekilir, koyun da diğer
koyunların arasına girip kaybolursa, bu koyun nasıl kesilir?
Etinin yenmesi de helal midir, helal değil midir?
10- Sabah namazı, gündüz namazlarından olmasına rağmen
neden sesli kılınıyor; halbuki sesli kılmak gece namazlarına
aittir?
11- Hz. Ali
aleyhi’s-selâm,
İbn-i
Curmuz'a (Zübeyr'in
katiline) şöyle buyurdu: "İbn-i
Safiyye'nin (yani
Zübeyr'in) katilini ateşle
müjdele"[80]
Hazreti Ali imam olduğu halde neden o katili öldürmedi?
12- Yine Ali aleyhi’s-selâm,
neden Sıffin savaşında, düşmanın
ordusundan saldıranı, firar edeni ve yaralı olanı öldürdü ve
öldürülmesini emretti; fakat Cemel
savaşında firar eden ve yaralı olanları öldürmedi ve
öldürülmelerini de emretmedi ve "evine giden ve silahını
yere bırakan emandadır"
buyurdu? Hz. Ali, neden böyle
yaptı? Eğer, ilk hüküm doğruysa, o zaman ikincisi yanlıştır.
13- Livatada
bulunduğunu itiraf eden bir kimseye had uygulanır mı,
uygulanmaz mı, yoksa ondan had düşer mi?
İmam Ali Naki
aleyhi’s-selâm (bu
soruları dinledikten sonra şöyle) buyurdu: "Ona yaz ki:"
"Ne yazayım?"
dedim.
Buyurdular ki: Şöyle yaz:
Bismillahirrahmanirrahim
Allah seni doğru yola hidayet etsin, mektubun ulaştı, bizde
bir kusur bulmak için kendini zahmete düşürerek, bizi
imtihan etmek istemişsin. Allah seni niyetine göre
mükâfatlandırsın, meselelerinin cevabını izah ettik, öyleyse
onları dinle, onları anlamaya hazırlan ve onlara iyice
dikkat et. Çünkü artık hüccet sana tamam olmuştur. Vesselam.
1- "Kendi yanında kitaptan bir ilmi olan"
Asif ibn-i
Berhiya idi.
Hz. Süleyman,
Asif'in bildiğini bilmekten aciz
değildi. Fakat cin ve insanlardan olan ümmetine kendisinden
sonra Asif'in hüccet olduğunu
tanıtmak istedi. O ilim, Hz.
Süleyman’ın ilmindendi. Allah'ın emriyle onu
Asif'in yanında emanet
bırakmıştı, onun imamet ve önderliğinde ihtilaf etmemeleri
için o ilmi ona öğretmişti. Nitekim Hz.
Davud'dan sonra
Hz. Süleyman’ın, peygamber ve
imam oluşunun bilinmesi ve hüccetin halka muhkem kılınması
için Hz.
Davud’un zamanında da Hz.
Süleyman’a bu ilim öğretildi.
2- Yakub ve çocuklarının secde
etmesine gelince; onların secdesi Allah'a itaat ve Yusuf'a
muhabbetlerini aşikâr etmek içindi. Nitekim
meleklerin, Hz. Adem'e
secde etmeleri de Hz. Adem
için değildi, aksine Allah'ın emrine itaat etmek ve
Hz. Adem'e sevgilerini göstermek
içindi. Dolayısıyla Yakub'un,
evlatlarının ve Hz. Yusuf'un da
onlarla beraber secdeye kapanmaları da yine bir daha bir
araya toplanmalarının ve ayrılık döneminin sona ermesinin
şükrünü yerine getirmek içindi; Yusuf’un şükür secdesinde
şöyle dediğini görmüyor musun?:
"Rabbim, sen bana saltanat verdin, sözlerin yorumundan da
(bir bilgi) öğrettin."[81]
3- "Sana indirdiğimizden eğer kuşkudaysan, senden önce
kitabı okuyanlara sor" ayetinde muhatap Peygamber'dir.
Ancak Peygamber'in kendisine indirilen vahiyde hiç bir
şüphesi yoktu.
Fakat cahiller diyorlardı ki: Neden Allah meleklerden
birini peygamber kılmadı ve bizimle Peygamber'i arasında
yemede, içmede ve pazarda dolaşmada hiç bir fark koymadı?
Allah-u Teâla da Peygamber'ine
vahyetti ki, bu cahillerin
huzurunda "Senden önce, semavi kitapları okuyan
kimselerden sor" ki acaba Allah, şimdiye kadar yiyip,
içmeyen ve pazarlarda dolaşmayan bir peygamber göndermiş mi?
Çünkü sen de onlar gibisin.
"Sana indirdiğimiz şeyden kuşkudaysan"
tabiri de şüphede olduğundan değildir, sadece (tartışmada)
karşı tarafa insaflı davranmak içindir. Nitekim
mübahele ayetinde, Hak
Teâla şöyle buyuruyor:
"De ki: "Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı
ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra
karşılıklı lanetleşelim de Allah'ın lanetini yalan
söyleyenlerin üstüne kılalım."[82]
(Elbette Hristiyanlar yalan
söylüyorlardı, bunda hiç bir şüphe yoktu.) Eğer Allah'ın
lanetini sizin üstünüze kılalım deseydi,
mübaheleyi (lanetleşmeyi) kabul
etmezlerdi. Allah, Pey-gamber'inin
risalet vazifesini yaptığını ve
yalan söyleyenlerden olmadığını biliyordu; ve Peygamberin
de, kendisinin doğru söylediğine yakini
vardı; fakat tarafsız olarak konuşmak istiyordu.
4- Şu ayete gelince: "Eğer yeryüzündeki ağaçların tümü
kalem, deniz de mürekkep olsa ve bundan sonra yedi deniz
mürekkep olup bu denize katılsa yine de Allah'ın kelimeleri
(yazıl-makla) tükenmez."
Evet öyledir; eğer dünya ağaçları kalem, yedi deniz daha o
denize katılsa, yerden çeşmeler coşsa, Allah'ın kelimeleri
tükenmez, onlar tükenir. Yedi deniz şunlardır: Kibrit nehri,
Nemr nehri,
Berehut nehri, Taberiyye
çeşmesi,[83]
Masebzan ılıcası, Lisan ismiyle
meşhur olan Afrika ılıcası ve Bahravn
nehri. Bizler ise Allah'ın faziletleri tükenmeyen ve
faziletlerine erişilemeyen kelimeleriyiz.
5- Cennete gelince, şüphesiz orada her çeşit yiyecek,
içecek, nefsin istediği ve gözün lezzet aldığı güzel
manzaralar var. Allah-u Teâla
da, bunların hepsini Hz. Adem'e
helal kılmıştı. Allah’ın, Adem ve eşini kendisinden
nehyettiği ağaç,
hased ağacıydı. Allah-u
Teâla, mahluklarından üstün
kıldığı kimselere, haset gözüyle bakmamaları için onlara
tavsiyede bulunmuştu. Ama Hz.
Adem, bu tavsiyeyi unuttu ve haset gözüyle onlara baktı,
böylece Allah, onu azimli ve kararlı bulmadı.
6- Şu ayete gelince: "Ya da
onları erkekler ve dişiler olarak çiftler." bunun manası
şudur: Onun (insanın) yeni doğan çocuğunun, biri oğlan, biri
de kızdı. Birlikte dünyaya gelen iki çocuğa çift (ikiz)
denir. Bunlardan her biri diğerinin çifti sayılır.[84]
Allah'ın kastı, büyük günahlara bulaşmak için kendine
cevaz aradığın anlam değildir. "Kim bunları yaparsa,
ağır bir cezayla karşılaşır. Kıyamet günü, azap ona kat-kat
arttırılır ve aşağılanmış bir halde, ebedi olarak azapta
kalır."[85]
Elbette tövbe etmemiş olsa.
7- Kadının şahitliğinin tek başına caiz olmasına gelince, bu
(doğum vakti doğan çocuğun, ölü veya diri olması hususunda)
tanıklığı güvenilir olan ebeye aittir ve eğer güvenilir
olmazsa o zaman iki kadından az kifayet etmez. Burada
çaresizlikten iki kadın, iki kişinin yerine hesap olunur.
Çünkü burada erkeğin, kadının işini uhdesine alması mümkün
değildir. Eğer o (güvenilmeyen) kadından başka bir kadın
olmazsa (o zaman) yeminle onun sözü kabul edilir.
8- Hz. Ali
aleyhi’s-selâm’ın,
hunsa hakkındaki sözüne gelince, bu mesele Hazret’in
buyurduğu şekildedir. Şöyle ki; adil kişiler aynanın önünde
dururlar, hunsa da onların
arkasında çıplak olur, şahitler onun fotoğrafını aynada
görüp tanıklık ederler.
9- Koyun ve çoban meselesine gelince, eğer koyunu tanıyorsa
onu kesip yakar; tanımıyorsa, (kur'ayla
tayin eder şöyle ki;) Koyunları ikiye bölüp kur'a çeker,
kur'a hangi tarafa çıkarsa, diğer kısmı kurtulur. Sonra yine
kur'a çıkan kısmı ikiye böler ve kur'a çeker; koyunlar iki
tane kalana kadar böyle yapar, son kur'a hangisine çıkarsa,
onu boğazlayıp etini yakar ve böylece diğer koyunlar
kurtulmuş olur.
10- Sabah namazına gelince, yüksek sesle kılınmalıdır. Çünkü
Peygamber salla’llâhu
aleyhi ve alih, sabah
namazını gecenin son karanlığında kılıyordu. Bu yüzden sabah
namazının kıraatı, gece
kıraatları hükmündendir.
11- Hz. Ali
aleyhi’s-selâm'ın, "İbn-i
Safiyye'nin (Zübeyr'in)
katilini cehennemle müjdele" sözüne gelince, bu söz Hazret
Peygamber-i Ekrem'in önceden ona verdiği müjdedir. Katil "Nehrevan"
savaşına katılan haricilerdendir, Hz.
Ali aleyhi’s-selâm,
onu Basra'da öldürmedi. Çünkü onun
Nehrevan fitnesinde öldürüleceğini biliyordu.
12- Ama senin, "Ali aleyhi’s-selâm,
Sıffîn savaşında saldıranları,
kaçanları öldürüyor ve yaralıların öldürülmesine müsaade
ediyordu, ama Cemel savaşında
ise kaçanları takip etmiyordu, yaralıların öldürülmesine de
izin vermiyordu ve silahlarını yere bırakana ve evlerine
girene güvence veriyordu." sözüne gelince, bu iki çeşit
tavrın sırrı şundan ibarettir:
Cemel
ehlinin komutan ve önderleri (yani
Talha ve Zübeyr)
öldürülmüştü, artık onlar için dönecekleri (ve yeniden fitne
başlatacakları) bir grupları ve üssleri
yoktu, hepsi savaşmaksızın ve muhalefet etmeksizin evlerine
geri dönüyorlardı ve onlarla uğraşılmamasına razıydılar.
Artık onlar hakkında gereken vazife, onlara kılıç çekmemek
ve incitmemekti. Çünkü onlar, yardım toplamak (ve savaşı
yeniden başlatmak) düşüncesinde değillerdi. Ama
Sıffîn ehli, hazırlıklı bir
orduya katılmaya ve kendilerine silah, zırh, mızrak, kılıç
toplayan, bağışta bulunan, azık hazırlayan, hastalarını
ziyaret eden, kırıklarını bağlayan, yaralılarını tedavi
eden, piyadelerine binek veren ve çıplakları örten bir
komutanın yanına gidiyor, yine tekrar savaş alanına
dönüyorlardı. İşte bu yüzden Ali
aleyhi’s-selâm,
tevhid ehline karşı savaşmak hususundaki hükmü iyice
bildiği için hükümde bu iki grup arasında eşitlik gözetmedi.
Fakat hakkı onlara izah etti. Bu durumda tövbe etmeyen
kılıca maruz kaldı.
13- Livatada bulunduğunu itiraf
eden kişiye gelince; eğer şahidi olmaz ve kendi isteğiyle
itiraf etmiş olursa Allah tarafından onu cezalandırmaya
salahiyetli olan imamın, (hakimin) O’nun tarafından
minnet ederek onu muâf kılabilir. Allah-u
Teâla'nın,
Hz. Süleyman'a buyurduğu şu sözü duymamış mısın?
"İşte bu bizim bağışımızdır; (istersen sen de minnet et
hesaba vurmaksızın ver, ya da
tut.)"[86]
Sorduğun soruların hepsine cevap verdik, bunu bil.
HİKMET, ZÜHD, ÖĞÜT VE DİĞER KONULARDAKİ KISA SÖZLERİ
1- Dostlarından birine şöyle buyurdular: Filan şahsı kına ve
ona: “Allah bir kulun hayrını isterse, kınandığında kabul
eder.” de.
2- Mütevekkil, Allah kendisine şifa verirse çok mal sadaka
vereceğine dair adak etmişti, şifa bulduğunda, alimlerden
çok mal ne kadardır? diye sordu. Onlar ihtilaf edip bir
neticeye varamadılar. Bunun üzerine, Mütevekkil meseleyi
Hz. İmam Ali
Naki
aleyhi’s-selâm'dan sordu.
İmam: "Seksen dirhem vermelisin." buyurdular. Delilini
sorunca da şöyle buyurdu: Allah-u Teâla,
Peygamber'e şöyle buyurmuştur: "Andolsun
ki Allah size birçok yerlerde yardım etti.”[87]
Biz Peygamber'in düşmanla savaştığı yerleri saydık seksene
ulaştı; Allah-u Teâla, bu
miktarı çok saymıştır. Mütevekkil, bu cevaptan hoşnut olup
seksen dirhem sadaka verdi.
3- Allah-u Teâla'nın, kulun
kendisini çağırmasını istediği bazı yerler vardır; kim o
yerlerde dua ederse, duası kabul edilir,
Hz.
Hüseyn'in haremi de o yerlerden biridir.
4- Kim Allah’tan çekinirse, ondan çekinirler. Kim Allah'a
itaat ederse, ona itaat ederler. Kim yaratana itaat ederse,
yaratığın gazabından korkmaz. Kim Allah'ı
gazaplandırırsa, yaratığın
kendisne gazap edeceğine
yakin etmelidir.
5- Allah, kendi kendisini vasfettiği
vasıftan başka şekilde vasfedilmez.
Allah'ı vasfetmek nasıl mümkün
olabilir? Oysa ki duyu organları O'nu idrak etmekten,
vehimler O'na ulaşmaktan, sezgiler O'nu sınırlamaktan ve
gözler O'nu kuşatmaktan acizdir. Yakın olduğu halde uzaktır,
uzak olduğu halde yakın. O yaratmış, ama O nasıldır? diye
sorulamaz. Mekanı varetmiştir,
nerededir? denilemez. O, nitelik ve mekandan uzaktır. Tek ve
yeganedir. Azameti büyük, isimleri ise kutsaldır.
6- Hasan ibn-i
Mes'ud şöyle diyor:
Ebu-l Hasan Ali
ibn-i Muhammed ( İmam Ali
Naki)
aleyhi’s-selâm'ın huzuruna vardım, o gün hem parmağım
yaralanmış, hem de bana bir binek çarpmış,
omuzumdan bir darbe yemiştim,
ayrıca kalabalık ve izdihamlı bir yere girmiştim ve
elbiselerimi yırtmıştılar. "Ey gün, Allah, senin şerrini
benden uzak kılsın; ne kadar da kötü bir günsün." dedim.
Bunun üzerine İmam şöyle buyurdular:
"Ey Hasan, bizimle ilişkin olduğu halde sende mi (bu sözü
söylüyorsun ve) kendi suçunu, suçu olmayanın boynuna
atıyorsun?"
Hasan diyor ki:
"(Bu uyarıyla) aklım başıma geldi, hata yaptığımı anladım ve
ey mevlam, Allah’tan, mağfiret
diliyorum."
dedim.
Hazret buyurdular ki:
"Ey Hasan, günlerin suçu nedir ki amellerinizin cezasına
uğradığınızda onlara sövüyorsunuz?"
"Ey Resulullah'ın torunu, ben
ebedi olarak Allah’tan mağfiret diliyorum, bu benim
tövbemdir."
dedim.
İmam buyurdular:
"Andolsun
Allah'a ki (bu sövmelerin) size bir yararı yoktur; fakat
Allah bu işle suçsuzları kötülediğiniz için sizi
cezalandıracaktır. Ey Hasan, bilmiyor musun, dünyada ve
ahirette mükâfatlandıran,
cezalandıran ve amellerin karşılığını veren Allah'tır?
"Evet, ey benim mevlam."
dedim.
Buyurdular ki:
"Artık bir daha tekrarlama ve günlerin Allah'ın hükmünde bir
rolü olduğuna inanma."
-"Evet,
ey benim efendim" dedim.
7- Kim Allah'ın, hile ve elemli cezasından emin olursa,
tekebbür eder; öyle ki, sonunda O'nun kazasına ve geçerli
emrine duçar olur. Kim de, Allah
tarfından açık bir delil üzere olursa, dünya
musibetleri, bedeni doğranıp parça
parça edilse bile ona kolay gelir.
8- Davud-u
Sarmî şöyle diyor:
İmam aleyhi's-selam bana birçok
işler emretti ve sonra buyurdu ki: "Söyle
bakalım ne diyeceksin?" Ben, Hazretin buyurduğunun
aynısını ezberlememiştim. Derken, İmam hazretleri
hokka kalemini çıkarıp şöyle
yazdılar:
"Bismillahirrahmanirrahim,
inşaallah hatırlarım, iş
Allah'ın elindedir."
Bu esnada ben gülümsedim.
-"Neden gülümsediniz?" diye sordu.
-“Hayırdır”
dedim.
"Söyle bakalım." buyurdu.
Dedim ki: Canım sana feda olsun, bir hadisi hatırladım da
ondan; şöyle ki bir gün ashabımızdan biri, ceddiniz
Hz. Rıza
aleyhi’s-selâm’dan şöyle nakletti:
Hz. Rıza
aleyhi’s-selâm, bir şey emrettiğinde, "Bismillahirrahmanirrahim,
inşaallah hatırlarım" diye
yazıyordu; ben de bu yüzden gülümsedim.
Sonra İmam buyurdular ki:
Ya
Davud, eğer
takıyyeyi terkeden,
namazı terkeden gibidir dersem
doğru söylemişimdir.
9- Hz. İmam Ali
Naki
aleyhi’s-selâm bir gün şöyle buyurdu:
Kavun yemek cüzam doğurur.
Bir adam: "Mü’min kırk
yaşından sonra delilik, cüzam ve
barastan emanda değil
midir?" dediğinde şöyle buyurdular: Evet öyledir, fakat
mü’min de eğer kendisine güvence
verenin emrinden çıkarsa, emre aykırı davranmanın cezasına
çarpılmaktan amanda kalmaz.
10- Şükredenin şükrünün verdiği mutluluk, şükre sebep olan
nimetin verdiği mutluluktan daha çoktur. Çünkü nimet
metadır, şükrü ise hem nimettir ve hem de mükâfat.
11- Allah dünyayı musibet, ahireti
ise mükâfat evi kılmıştır. Dünya musibetini,
ahiret sevabının sebebi ve
ahiret sevabını da, dünya
musibetinin bedeli kılmıştır.
12- Yumuşak akıllı zalimin, yumuşaklığı vasıtasıyla zulmünü
affettirmesi mümkün olduğu gibi, haklı sefih'in (ahmakın)
akılsızlığı da, onun haklı olmasını gösteren nuru
söndürebilir.
13- Sana sevgi besleyip görüş belirleyenin görüşüne uy.
14- Kendi kadrini bilmeyenin şerrinden emin olma.
15- Dünya bir pazardır, bazıları orada kazanır, bazıları ise
zarar görür.