Susuz Canlar
Yazan:
S.M. Şocaî
Çeviren: İ. Bendiderya
Bismillahirrahmanirrahim
Ben Sakine'yim... Bugün Âşurâ günü, burası da
Kerbelâ...
Öğle vaktinden bir saat
geçmiş olmalı... Bilemiyorum... Fakat bize bir ömür kadar uzun
geldiğini biliyorum şu birkaç saatin. Özellikle babamın savaş
meydanına gittiği şu lahzalar... Babamın savaş meydanında
bulunduğu şu dakikalarda hiçbir şey yapamadan meydanın dört
bir yanını saran toz bulutuna göz dikmek ve düşmanların vahşi
naralarını işitmek çok zor geliyor bana... Çok zor...
Savaş köslerinin sesi ve
vahşi düşmanların naraları yüreklerimizi titretmede...
Dört bir yanımız kan,
havaya yükselen yoğun toz ve bastığımız topraksa tandırdan
farksız...
Susuzluk... Susuzluk...
Canımıza tak etti, ciğerlerimiz yanıp kavrulmada
susuzluktan... Suya hasret çöl gibi çatlak çatlak olmuş
dudaklarımız. Susuzluktan dilimiz damağımıza yapışmış iyiden
iyiye... Susuzluk hepimizi sarartmış hazan yaprağı gibi...
Dünden beridir düşmanın kuşatması altındayız. Yezid'in on
binlerce kişilik ordusuna karşı babam İmam Hüseyn'in sadece 72
savaşçısı var.
Sabahtan bu yana babamın
adamları birer birer er meydanına çıkıp o büyük ordunun
karşısına dikildiler eşsiz bir cesaretle... Tek başına
düşmanlara saldırıp yiğitçe vuruşarak her biri onlarca düşmanı
öldürdüler... Ve hepsi de vuruşa vuruşa şehid oldu sonunda...
Babam onca düşmana karşı
tek başına şimdi... Yapayalnız kalmış durumda...
Savaş meydanıyla
çadırlarımız arasındaki mesafe böylesi uzak olmasaydı keşke...
Keşke görebilseydim babamı düşmanla savaşırken. Hep onunla
birlikte olmama izin verseydi. Babam savaş meydanında düşmanla
çarpışırken benim gibi minik bir kız çocuğunun tedirginlik ve
endişeden kahrolmaması mümkün mü? Buradan görebildiğim tek
şey, ortalığı kaplayan yoğun bir toz bulutu sadece...
Karmakarışık sesler, gürültü ve uğultular kulaklarımızı
tırmalıyor. Meydanda olup bitenleri buracıktan kestirebilmek
mümkün değil. Dün babamın yüzünde yorgunluk belirtilerini
apaçık gördüm. Kufe ve diğer şehirlerden binlerce kişi babama
mektup yazarak zalim Yezid iktidarına karşı kıyam etmesi
halinde kendisini destekleyeceklerini bildirmiş, söz
vermişlerdi. Fakat şu 72 kişiden başka babamın yardımına koşan
olmadı. Bu 72 kişi babam için çok azizdi. Nitekim babam onlara
dedi:
-Sizler devranın en
iyilerisiniz. Sizden daha iyi, sizden daha vefalı dost
görmedim ben. Böyle dostlar, böyle vefakâr yardımcılar kimseye
nasib olmamıştır.
Bu değerli insanlar şehid
düştüğünde hepimiz ağladık, fakat babam zerrece sarsılmadı,
asla...
Ağabeyim Aliekber vurulup
attan düşünce hepimizin yüreği parçalandı, fakat babam dağ
gibi dimdikti yine...
Düşmanın oku, babamın
kollarındaki minik kadeşim Aliasker'in boğazını parçaladığında
bizim feryadımız arşı inletmiş, fakat babam zerrece
sarsılmamıştı yine...
72 kişilik ordumuzun
sancaktarı, çadırlarımızın koruyucusu, Kerbela'nın "Sakka"sı
yiğit amcam Ebu'l Fazl Abbas vurulup attan yere düşünce,
düşmanlar bedenini lime lime doğrayıp paramparça edince babam
yine sabretmesini bildi, fakat onun bu defa pek üzüldüğünü
hepimiz hissettik. Beli bükülmüş gibiydi. Gözleri doldu, elini
beline götürerek "Abbas'ım"... dedi, "Canım kardeşim... Belim
kırıldı gidişinle"...
Dostları, arkadaşları
gözünün önünde birer birer şehid düşünce babam da savaş
meydanına gitmek üzere hazırlandı. Ancak, gitmeden önce
kadınları ve çocukları etrafına toplayıp tam bir
soğukkanlılıkla dedi ki:
-Şimdi bela ve felakete
hazırlayın kendinizi. Biliniz ki Allah Tealâ sizi korur,
gözetir, kısa zamanda düşmanın şerrinden kurtaracak sizi,
akıbetiniz hayırlı olacak. Allah Tealâ, düşmanlarınızı türlü
azaplara uğratacak.
"Bu belalar ve
felaketlere karşılık Allah Tealâ sizlere çeşitli nimetler ve
kerametler verecektir."
"O halde sakın halinizden
şikayette bulunmayın; kadrinizi alçaltacak, değerinizi
düşürecek sözler söylemeyin. Sabredin"...
Bunları duyunca babamın
mutlaka şehid olacağını anladık.
Ben:
-Baba! diye haykırdım.
Ölüme teslim mi oldun?
Ve dayanamayıp ağlamaya
başladım, tepeden tırnağa bir hüzün dolmuştu yüreğime.
Sabırsızlık göstermek,
üzüntümü belli edip ağlamak istememiştim; fakat yapamamıştım
işte, elimde değildi ki!.. Hem sonra, herkes en az benim kadar
kederli ve muzdaripti. Hatta onca soğukkanlılığına rağmen
Zeyneb halam bile bir yandan bizi teselli etmeye çalışırken,
bir yandan da sessizce boşanan gözyaşlarını siliyordu.
Babam beni sımsıkı
kucaklayıp bağrına basarak:
-Yavrucuğum! dedi,
yardımına koşacak kimsesi kalmayan biri ölüme nasıl teslim
olmaz?
Hıçkırıklarımı kontrol
edemiyor, şiddetle ağlıyordum şimdi:
-Babacığım! diye sarıldım
var gücümle ona: Bizi kime bırakıp da gidiyorsun?
Elleri ve dudaklarıyla
güzyaşlarımı kuruladı, ıslak kirpiklerime buseler kondurduktan
sonra:
-Allah'a... diye cevap
verdi. Hepinizi Allah'a emanet ediyorum; O'nun rahmet ve
inayetine... Unutmayınız ki Allah Tealâ dünya ve ahirette
sizinledir daima!
"O halde Allah'ın
olmasını istediği şeye rıza göster, sabırlı ol canım kızım!
Halinden şikayet etme sakın; çünkü dünya yok olup gider,
ahiretse ebediyen kalacaktır"
Babamın sözünü dinledim;
halimden şikayette bulunmadım ve Allah'a karşı nankörlüğe
yeltenmedim.
Fakat yine de ağladım...
Tutamadım gözyaşlarımı bir türlü.
Ağlamamak elde mi?!
Babam; dünyanın en iyi
babası, babaların en güzeli olan biricik babam hiçbir
yardımcısı olmaksızın onbinlerce katile karşı tek başına
savaşmaya giderken nasıl ağlamam ben?!
Babam herkesle vedalaştı.
Çocukları sevip okşadı. Zeyeb halama birşeyler söyledi, fakat
ne konuştuklarını biz anlayamadık. Sonra, Zeyneb halama, eski
bir gömlek getirmesini rica etti.
Hepimiz şaşırdık. Eskimiş
gömleği ne yapacağını sorduk. Babam cevap verdi:
-Karşımdaki düşman pek
namert... Beni öldürdükten sonra üzerimdeki elbiseleri bile
soyup yağmalayacaklar, şehadetimden sonra vücudumun örtülü
kalması için elbiselerimin altına köhne bir şey giymek
zorundayım.
Babam, görkemli bir
davete katılıyor, önemli bir misafirliğe gidiyormuşçasına
özenle giyinip hazırlandı. Zırhının gevşek taraflarını sıkıca
gerdi, kılıcını yeniden kuşanıp kemerini iyice sıktı. Yüzünün
terini sarığının ucuyla temizleyip kuruladı. Kırlaşmaya yüz
tutan sakalını ihtimamla sıvazladı. Ve... Gitmek üzere ilk
adımını attı. Vahşice naralar savurarak kendisini bekleyen
düşman denizine doğru bir an önce dalkılıç saldırıp görülmemiş
bir fırtına koparmak üzere dağları imrendiren bir heybet ve
iradeyle, hızlı adımlarla atına doğru yürüdü.
Bu azimli ve kararlı
gidişten hiçkimse, hiçbir güç caydıramazdı onu. Kaldı ki; onun
gitmemesi halinde düşman ona doğru gelecek, çadırlara
saldıracaktı. O halde en iyisi şeref ve azimle davranıp tam
bir şecaat ve mertlikle düşmanın tâ kalbine dalmaktı.
Evet... Onu bu kararlı ve
azimli gidişten alıkoymak mümkün değildi asla... Zira bizzat
kendisi, çok daha önceden beri şehid olacağını bize söylemiş
ve İslam'ın varlığını sürdürebilmesinin ancak onun şehadetiyle
mümkün olacağını anlatmıştı.
Hiçkimse ona:
-Babacığım gitme!
-Amcacığım gitme!
-Ağabey, gitme!
diyemezdi.
Çünkü o herkesin imamıydı
ve imamın, herşeyi Allah'ın emrine göre yapacağını herkes
biliyordu. Buna rağmen yine de herkes bir lahzacık olsun daha
fazla görmek, biraz daha dinlemek istiyordu onu... Hepimiz
niceden beridir hasretmişçesine biraz daha konuşmak istiyorduk
onunla...
O sırada yaşlı gözlerle
onu izleyen Zeyneb halam hıçkırmamaya çalışarak:
-Ağabey!... diye
haykırdı, acele etme e'mi?...
Babam yavaşça döndü.
Gözyaşları arasında kendisini izleyen kederli, tedirgin, susuz
ve perişan çocuklarla kadınlara bir kez daha şefkatle baktı.
Küçücük yavruların içler parçalayan hıçkırıkları karşısında
kim olsa mutlaka adımları gevşer, tereddüde kapılırdı.
Onun yerine kim olsa, bu
sahneye dayanamaz, duraklayıverirdi. Ancak, babamın imanında,
irade ve kararlı adımlarında zerrece sarsılma olmadı, bir
lahza olsun tereddüde kapılmadı. Sevgi ve şefkat dolu bir
hareketle hepimize el sallayıp aynı kararlı adımlarla atına
doğru yürüdü!
Böylesine bir babayı
birkaç dakika sonra kaybedecek ve artık hep yetim bir çocuk
olarak kalacak olan benim içinse bu kadarı çok, ama çok azdı
elbet...
Dayanamadım... Gayri
ihtiyari bir hareketle atılıp babama farkettirmeksizin atın
yanına koştum.
Babam dağları
imrendirecek bir irade ve azimle atına bindi. Gitmek istedi...
Fakat at kımıldamadı
bile...
Çünkü ben var gücümle
ayaklarına sarılmıştım atın; içimden "Gitme ne olur".. diye
yalvarıyordum ona.
At gözlerini bana dikti;
ağladığımı görünce benimle birlikte o da sessizce ağlamaya
başladı.
Atın zamansız yere
duraklaması ve yerinden kımıldamaması babamı pek şaşırtmıştı.
Atın ayağına sımsıkı sarıldığımı gördüğünde ise şaşkınlığı bir
kat daha arttı.
Atından inerek beni
bağrına bastı, gözyaşlarımı silip:
-Kızım!... dedi, canım
benim!... Birtanem!...
Ben hıçkırığımı
tutamayarak:
-Baba! dedim, Müslim amca
şehid olduğunda sen onun yetim kızını şefkatle bağrına basıp
saçlarını okşadın... Sen gidersen... Ben yetim kalırsam...
Bağrına basacak, saçlarımı okşayacak kimim var benim?
Babamın gözleri doldu...
Handiyse ağlayacak gibiydi. Kalbini kırmıştım onun... Şefkatle
gözlerimin içine bakarak:
-Sakine'm... dedi,
biricik kızım benim... Ağlama... Ben şehid olduktan sonra
yeterince ağlayacaksın zaten... Fakat ben halâ hayattayken,
ruhum bedenimdeyken ağlayıp da gözyaşlarınla yüreğimi dağlama
e'mi?..
Evet yavrum... Ey
dünyanın en tatlı ve en iyi Sakine'si... Birtanem... Benim
gidişimden, şehid oluşumdan sonra herkesten daha çok senin
hakkın var ağlamaya...
Mümkün değildi,
biliyorum... Fakat nedendir bilmem "Babacığım"... dedim
birden, "Beni Medine'ye geri götür, dedem Resulullah'ın
(s.a.a) makberinin yanına"...
Babam mazlum bakışlarını
düşmanlara dikerek:
-Bunu yapabilmek mümkün
değil birtanem... dedi, görüyorsun ya...
Düşmanların vahşi
naraları, kana susayan haykırışları giderek artıyordu. Babam
savaş meydanına gitmek zorunda...
Babamın susuzluktan
çatlak çatlak olmuş dudaklarının sıcaklığını halâ yanaklarımda
hissediyordum ki, o sırada atını bir şimşek hızıyla dolu
dizgin düşmana doğru sürdüğünü gördüm.
Savaş meydanından korkunç
naralar, at kişnemeleri ve kılıç şakırtıları geliyor kulağa
şimdi.
Biz çadırlarımızın önünde
durmuş, nefes almaksızın öylece beklemedeyiz... Bir ben değil,
bütün çocuklar ve kadınlar yaprak gibi titremede... korkuyoruz
hepimiz...
Eyvah! Kanlara bulanmış
yelesiyle çadırlara doğru doludizgin yaklaşan bu binicisiz at
babamın atı değil mi?!
Aman Allah'ım!
Babam?!!..
Kanlı gözyaşları arasında
yükselen bu acı feryatlar benim mi, Rukeyye'nin mi yoksa
Fatıma'nın mı?!. Bilemiyorum artık...
-SON-
|